Kamulaştırma talebi ve sosyalist sol – Sinan Karacan

Covid-19 salgını sebebiyle sol cenahtan sıklıkla sağlıkta kamulaştırma talepleri yükseliyor. Bu talep adı komünist olan bazılarınca ‘’millileştirme’’ biçiminde bile dillendiriliyor. Hatta Saray rejimi kamulaştırmıyor madem, biz kamulaştıralım. Sosyalist sağlıkçılar olarak hastaneleri işgal edelim diyenler de var.[1] Kamulaştırma talepleri çeşitli farklılıklar gösteriyor tabi; hastanelerden ilaç üreticilerine ve depolarına. Kalıcı kamulaştırmadan geçici kamulaştırmaya kadar farklı içerikte talepler var. Elbette bunların bir kısmı meslek örgütlerinden ve sendikalardan ve bir kısmı da sol sosyalist yapılardan geliyor. Peki kamulaştırma talebi neye işaret ediyor. Nasıl değerlendirmeli?

1980’li yıllarla birlikte dünyada özelleştirme furyası yayıldığında SSCB ölüm döşeğindeydi. Türkiye’de ilk özelleştirme 1985 yılında Sümerbank ile başladı, 90’lı yıllarda hız kazandı ve 2000’li yıllarda adeta Kamu İktisadi Teşekkülleri(KİT) ve diğer kamu kurumları AKP tarafından yağmalandı. Henüz kamuya ait sağlık ve eğitim sistemi büyük oranda ticarileşmedi fakat özel sağlık ve özel eğitim sektörleri devletçe desteklenerek hızla palazlandırıldı.

Elbette 80’li yıllara kadar kapitalist dünyanın kamucu üretimi ve eğitim, sağlık, ulaşım gibi başlıklardaki sosyal politikaları bir biçimiyle sosyalist blok ile girişilen rekabetin ve sınıf mücadelesinin sonucuyken diğer biçimiyle de başka tür kapitalist devlet formuydu. Sosyalist blokun yıkılması ve kapitalizmin değişim dinamikleri kapitalist dünyayı yeni ve farklı bir mecraya soktu. Bu mecrada sosyal politikalara yer olmadığı gibi üreten, satan ve planlayan devlet de yoktu. Devletlerin son satış faaliyetleri kamu alanlarının sermayeye çoğunlukla yok pahasına satılması oldu. Devletler artık küçülecek ve güvenlikçi politikalara yönelecekti. Meydan bütün zincirlerinden kurtulmuş sermayenindi. Zira sosyal devletin öldürülmesine paralel hortlayan neoliberal politikaların terörize ettiği kitleleri zaptetmek için güçlü refleksleri olan, güvenlikçi ve çevik devletlere ihtiyaç olacaktı. Nitekim böyle de oldu.

Türkiye ise Özal ile birlikte önce serbest piyasa ekonomisine geçti, sonra da hızlı bir özelleştirme hamlesine girişti. Bu hamle Türkiye’nin milli burjuvaziyi güçlendirmesinin yanında halihazırda Kürtlerle yürüttüğü ve şiddeti giderek artan savaşa yoğunlaşabilmek adına, mali kaynak yaratmak ve güvenlikçi reflekslerini artırmak için son derece gerekliydi.

Bugüne geldiğimizde gelişmiş kapitalist dünyada ve tabii Türkiye’de özelleştirme faaliyeti büyük oranda tamamlanmış durumda. Bir süredir yürütülen yeni tür özelleştirme biçimi merkezi hükümetler tarafından veya yerel yönetimler vasıtasıyla sunulan eğitim, sağlık, güvenlik, temizlik vb. kamusal hizmetlerin taşeronlaştırılması oluyor. Neoliberal politikalar dünyayı kasıp kavuruyor ve kapitalist devletler tam da hedefledikleri gibi her biri bir güvenlik merkezine dönüşmüş durumda. Dünyada içeriye ya da dışarıya yönelik devlet terörü faaliyetleri kol geziyor. Hesabı tutulamayacak miktarda mali kaynak devletlerce güvenlikçi politikalara aktarılıyor.

Özelleştirmeler ve sosyalist sol

Dünyada ve Türkiye’de özelleştirmelerin hız kazandığı dönemden bugüne sosyalistlerin ve elbette sendikal hareketin özelleştirme karşıtı mücadelesi de yükseldi. Ülkemizde bu mücadelede Tekel direnişi gibi önemli simgeler de oluştu. Bu mücadeleye karşın özelleştirmeler elbette hız kesmedi; çünkü bu özelleştirmeler kapitalist devletler ve sermaye sınıfı açısından neredeyse hayat memat meselesiydi. Ancak sosyalistler açısından temel hareket noktası özelleştirmeleri durdurarak devlet kapitalizmini yaşatmak değil de bir bütün olarak kapitalist yapının kamu-özel bütün örgütlenme ve faaliyet sistematiği karşıtlığı olduğu için mücadele tarihsel kesintisizlik perspektifi ile yürütüldü.

Yürütülen özelleştirme karşıtı mücadele biz sosyalistler açısından genel hatları ile şöyleydi:

  1. Kamu varlıklarının yok pahasına sermayeye peşkeş çekilmesine engel olmak,
  2. Özelleştirme ile birlikte oluşacak işten çıkarma, güvencesizleştirme ve daha kötü koşullarda daha düşük ücretlere çalışmak zorunda kalma vb. durumlara karşı mücadele etmek,
  3. Barınma, beslenme, sağlık, eğitim gibi temel insani ihtiyaçların özelleştirmeler sebebiyle piyasalaştırılmasına karşı koymak,
  4. En temelde de üretim araçlarının özel mülkiyete geçirilmesine karşı koymak ve bütün bunlar üzerinden bir bütün olarak devlet ve özel sermayenin işbirliği ve kader birliğini teşhir ederek ona karşı mücadele etmek.

Bu mücadelede felsefi olarak savunulan şey devlet kapitalizmi değil, sosyalizmdi. Karşı olunan ise çarpık ve yetersiz kamusal mal ve hizmet üretimi sahibi kapitalist devlet erki ve bu yetersizliği üretilen mal ve hizmetlerin salt devletlü olması sebebine bağlamaya çalışıp kamusal olanı peşkeş çektiği sermaye sınıfı idi. Politik pratikte ise yapılan şey giderek artan neoliberal politikalar, özelleştirmeler, tırpanlanan sosyal kazanımlar ve bütün bunların sonucunda zengin ile yoksullar arasındaki makasın açılmasının sebep olduğu toplumsal öfkeyi örgütlemekti. Somut tavır alış kamulaştırma isteği değil özelleştirmeye karşı koyuştu.

Zira özelleştirmelere karşı çıkmak felsefi anlamda kamuculuğu işaret ediyorsa da pratikte kamulaştırma talep etmeyi önüne koymaz. Kamuculuk bir sosyoekonomik sistem olarak sosyalizmi işaret ediyorken, kamulaştırma talebi verili devletten/hükümetten somut bir talepte bulunmaktır. Bu talep ise verili sistemde ve verili devlet/hükümet eliyle yapılacak bir kamulaştırma faaliyetinin halkçı ve sistem karşıtı bir niteliği olacağı yanılgısına sebep olacaktır. Bu sebeple genel anlamda özelleştirilenin yeniden kamulaştırılmasını talep etmektense, özelleştirmenin sistem açısından zorunluluğuna ve yıkıcı sonuçlarına işaret etmek, somut anlamda kamulaştırmayı değil kamuculuğu savunmak ve bir kamucu sosyoekonomik model olarak sosyalizmi gündemleştirmektir.

Kamulaştırma talebi mi teşhir mi?

Bugün özelleştirme hamlesi sağlık ve eğitim dışında ülkemizde kendini büyük oranda tamamladı. Tank palet fabrikasının özelleştirilmesi daha çok ulusal güvenlik bağlamında itiraz buldu. Şeker fabrikalarının özelleştirilmesi de mevcut konjonktürde bir karşı direnç oluşmasını olanaklı kılmadı. Artık yoğun bir özelleştirme gündemimiz söz konusu değil. Daha çok kamusal hizmetlerin taşeronlaştırılması ile ilgili bir gündemimiz var. Taşeronlaştırma da daha çok güvencesizlik, esnek çalışma, düşük ücret ve yüksek çalışma saatleri bağlamı ile mücadele alanını işgal ediyor.

Şimdi gündemimizde olan Covid-19 salgını dolayımı ile sağlık sisteminin kısmen ya da tamamen, sınırlı süreliğine ya da kalıcı olarak kamulaştırılmasının bazı sosyalist yapılar, sendikalar ve meslek örgütleri tarafından talep edilmesi var.

Evet genel manada kamulaştırma talep etmenin sosyalistler açısından doğru bir politik hat olmayacağını belirttik; fakat ya bu gibi istisnai durumlarda kamulaştırma talebi neye tekabül eder?

Covid-19 salgını sebebiyle genelde kapitalizm kendini sorgulatırken, özelde de faşist şef panikteyken sosyalistler olarak ne dediğimizi az da olsa hesaplamakta fayda var.[2] Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki hükümetler açısından salgın sebebiyle bazı kısmi ya da süreli kamulaştırmalar yapmak hiç zor değil. Bunlar yapıldı, yapılıyor. Gerekli görüldüğünde bazı ülkelerde gerçekleştiği üzere özel hastanelerin tamamının kamulaştırılması da çok zor değil. Bunu sermaye devlet ilişkisini zihninde kabaca oturtmuş herkes bilir.

Ülkemizde de AKP faşizmi tarafından özel hastaneler, tıbbi malzeme -ilaç üreticileri ve tacirleri ile ilgili tedbirler alındı. Gerekli görmeleri durumunda daha fazlasını da yapabilirler. Salgının seyrine göre bütün hastaneleri bile kamulaştırabilirler. Bu devlet ve sermaye ilişkisi açısından önemli bir kırılmaya sebep olmayacağı gibi, sağlık sistemimizde de köklü bir reforma zemin olmayacaktır. Zira bu bir el koyma değil, salgına özel bir “satın alma” olacaktır. Diğer taraftan krizin atlatılmasına mukabil özel sağlık sektörünün yeniden palazlandırılmasına yönelik mali ve yasal tedbirler yine alınacaktır. Satın alma yapılırken de salgın sonrası sağlık sektörü yeniden palazlandırılırken de kamu kaynakları sermayeye peşkeş çekilecektir.

Şurası kesin ki (zor ihtimal ama) bu türden bir kamulaştırma faaliyeti sosyalistlerin zaferi olarak okunamaz ya da halk yararına bir tedbir olarak değerlendirilemez; zira bu türden bir kamulaştırma ne sağlık sektörü lehine –ki sermayeyi örseler ve sağlığı kalıcı olarak özel teşebbüse kapatır- ne de bu kamulaştırmadan halk sağlığı lehine bir sonuç çıkar. Bunu kestirmek için hükümetin Sağlık Bakanı’nın özel hastane zinciri sahibi, Milli Eğitim Bakanı’nın kolej zinciri sahibi ve Kültür ve Turizm Bakanı’nın da ülkenin en büyük turizm şirketinin sahibi olduğunu bilmek ve Erdoğan’ın sözümona destek paketini gerçekte rant paketini açıklarken Rıfat Hisarcıklıoğlu’nun mutluluğunu ölçmesine tanık olmak bile yetecektir.

Bu minvalde yapılacak bir kamulaştırma faaliyeti asla gerçek anlamda kamusallık içermeyecektir. Çünkü söz konusu kamulaştırmanın halk sağlığı lehine bir faaliyet olup olamayacağının ilk şartı devletin hangi sınıfın lehine örgütlendiği, ikinci şartı da hükümet edenin karakteridir.Bu türden bir kamulaştırma faaliyeti faşist AKP iktidarının yaşadığı krizden çıkışının argümanı haline dönüşecektir. Zira tarih göstermiştir ki sağlık politikaları özellikle otoriter yönetimlerin popülist siyasetinin ve otoriter faaliyetlerinin önemli bir argümanı olmuştur.

Bu anlamıyla bugün Türkiye’de salgın sebebiyle sağlık sektöründe kamulaştırma talebinde bulunmak değil; sistemin ve devletlerin halk düşmanı karakterini teşhir etmek, halka iktidarlara güvenmemelerini salık vermek, grevler örgütlemek, istifaya davet etmek ve halk sağlığını tehlikeye atan sistemi bütün bağlamlarıyla sorgulatmaktır. Bugün kamulaştırma vb. tedbirler talep etmek, her şeyden önemlisi AKP iktidarının varlığını kanıksamak, onun iktidar etmesini meşru kılmaktır. Özetle yetmez ama evet demektir.

Covid-19 salgını sermayenin bu ölçüde pervasızlaşmasının ve devlet erkinin gerek sermaye sınıfının kontrol mekanizmalarını gerekse de sosyal devlet prensiplerini bu ölçüde boşlamış olmasının yıkıcı etkisini gözler önüne serdi. Elbette Covid-19’un çıkışı değil ama hızlı yayılımı ve büyük tahribatı kapitalist barbarlığın insanı ve doğayı hiçe sayan bütün üretim, tüketim, yerleşim vb. politikalarını teşhir etti.

  1. Devletlerin sermaye devleti olduğunu, sermaye üzerinde kamu adına bir denetleyiciliğinin olmadığını ve her birinin sermayenin güvenlik birimi gibi davrandığını, sosyal hizmet reflekslerinin bütünüyle köreldiğini teşhir etti.
  2. Bununla birlikte kapitalizmin sürdürülebilirliği adına devletlere çubuğu tersine bükerek; devletin sermaye üzerindeki denetimini artırma ve kamusal kimi faaliyet alanları yanı sıra üretim, tüketim, sağlık, yerleşim vb. alanlarda planlama becerisini arttırma refleksini güçlendirme eğiliminin oluşmasına neden oldu.

Bu tablo üzerinden herkes ağız birliği etmişçesine salgından sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağından dem vuruyor. Bu eskisi gibi olmayacağı savı elbette kapitalizmin eskisi gibi olmayacağı savıdır. Ama kapitalizmin olmayacağı savı değildir. Kapitalizmin kendisini restore etme ihtiyacının ifadesidir. Bırakalım kapitalist dünya kendi politikaları ile yüzleşsin ve kendi bekası için devletlerinden planlama, kamulaştırma vb. uygulamalar talep etsin.

Biz “Ya sosyalizm ya da bütün biçimleriyle kapitalist barbarlık!” diyeceğiz ve elbette bunu derken kapitalizmin sona yaklaştığı zırvalığına inanmayacağız. Kapitalist barbarlığın sona yaklaştığı an güçlü örgüt ve durdurulamaz bir yığın hareketinin olduğu andır.


[1] https://www.kaldirac.org/kapitalizm-salgin-ve-sinif-savasimi/

[2] ‘’Millileştirme’’ talebi yada ‘’hastane işgali’’ talebi gibi sağ savrulma ve sahicilikten kopuş gibi özel örnekleri dışarıda bırakarak söylüyorum.