Kapitalizm; “gerçek dünya, din dünyasının yansımasıdır” – Hikmet Acun

Kapitalizm dogması olmayan bütünüyle kültsel bir dindir. Kapitalizm batıda Hıristiyanlığın bir paraziti olarak -Kalvinizmin yanı sıra Hıristiyanlığın diğer bütün Ortodoks akımlarıyla ilişkili olarak- gelişti; öyle ki son tahlilde Hıristiyanlığın tarihi aslında kendi paraziti olan kapitalizmin tarihidir.

W. Benjamin

Agamben’nin aktardığına göre “David Flusser, İsa ile havarilerinin “iman” karşılığı kullandıkları Yunanca pistis terimi üzerine çalışmaktaydı. Bir gün kendini şans eseri Atina’da bir meydanda buldu ve bir noktada, gözlerini yukarı kaldırdığında, önündeki bir levhada şu yazıyı gördü: Trapeza tes pisteos. Bu tesadüf karşısında hayrete kapılmış bir halde yazıya daha yakından baktı ve birkaç saniye sonra basbayağı bir bankanın önünde olduğunu anladı: trapeza tes pisteos Yunancada “kredi bankası” demekti. Aylardır çözmeye çalıştığı pistis kelimesinin anlamı karşısındaydı: pistis, “iman”, Tanrı’ya inandığımızda (veya ona kredi verdiğimizde/güvendiğimizde) bizim Tanrı’ya tanıdığımız kredi/güven, Tanrı kelamının da bize verdiği kredi/güvendir.”

Tarihte tanrının gökyüzünden, yeryüzüne inişine tanık olmamız için  pisteos’un bankacılık biçimini almadan önce ilksel tefeciliğin ortaya çıkması beklememiz gerekecekti. Tarihte ilksel tefeciliğin ve bankerliğin kiliseler tarafından ruhani icrası rastlantı değil; ha keza kredinin bir itibar ve “güvenirlik” olarak kiliseler tarafından normlaştırılması da rastlantı değil. Ticaretin ve mülkiyet dolaşımının başından beri borçlanmayla mümkün olabilmesi, tanrısal olanın maddileşmesinin dile gelişinden başka bir şey olmaması da rastlantı değil. Ama bütün bunları mümkün kılacak bir aktin hukuksal olarak dile gelişi olmaksızın kapitalist birikimin modern biçimler alması da mümkün olamazdı. Öyleyse, tanrıya verilen kredinin ya da tanrının verdiği kredinin yeniden üretilebilmesi için eski soyut tanrısal inanç biçiminin para-meta ilişkisi içinde yeniden üretilmesi gerekirdi. Böylece tanrının gökyüzünden, yeryüzüne inişi ancak onu maddileştirecek, maddileştirirken onda anlamını bulmuş mistik bütün vasıflarını durmaksızın yeniden üretebilecek bir ‘iman’ ilişkisinin meydana gelmesi gerekirdi; kapitalizm!

W. Benjamin’nin de atıf yaptığı “Schuld” kelimesinin Almancada taşıdığı iki anlam; tarihin ve çağların içinde meydana gelmiş insanın ve onun ‘doğası’nın en hakiki görünüşünü oluşturan kapitalizmin bir din olarak nasıl anlaşılacağını göstermesi bakımından anahtar rol oynar.  Almanca’da bir belirleme olarak ‘schuld’ kelimesi; hem borçlu olmak/borçlanmak hem de suçlu olmayı işaretler. W. Benjamin: “Kapitalizm bir kefaret kültünden daha ziyade, muhtemelen ilk suçlama kültü örneğidir. Bu noktada söz konusu dinsel sistem, görkemli bir hareketin çöküşüne vekâlet eder. Nasıl tövbe edileceğini kendisi de bilmeyen muazzam bir suçluluk hissi, suçluluktan ötürü pişman olmak yerine onu evrenselleştirmek, zorla bilince kazımak ve nihayetinde her şeyden önce Tanrı’nın kendisini bu suçluluğa dahil etmek, onu kefaretle ilişkilendirmek için tapınmaya hükmetmeye çalışır.” Bu tapınma ve suç ilişkisini anlamız için, kapitalist mistisizmin üreticilerinden biri olan banknotun dolaşımı oldukça önemli göstergeler taşır. Bir zamanlar dinsel vecibenin/ borçlanmanın nasıl ödeneceğini, nasıl yerine getirileceğini belirleyen ayetlerin yerini, paranın alması; borcun, kefarete dönüşmesiyle sınırlı olmayan bir suç ayinin nasıl radikal bir tapınmaya dönüştüğünü göstermesi bakımından da önemli göstergeler taşır. Kapitalist haz ve tüketim, insana ödeyebileceğinden fazla borçlanma sağlar çünkü kapitalizm ancak ve ancak bir kredilenme/kredilendirme (pisteos) ile mümkün hale gelir.  Borcun ödenmesi ise, yalnızca “banknotun geri iadesi” ile sınırlı olmayan sonsuz kefaretin de ödenmesini gerekli kılar; çalışma! Ancak kefaretin, çalışmayla sınırlı olduğunu düşünmek oldukça yanıltıcı olabilir; çünkü insan yalnızca kefaret ödemek için çalışmaz, çalışırken kapitalist dinin yeni müminlerinin ortaya çıkması için tüketim günahının işlenmesinin suçunu da üretir. Böylece borç-suç ilişkisi tüm toplumsal alana yayılır, kapitalist dinsel döngünün kredi ödeme vecibesi sınırlarının hukuksal tanımı içinde meydana gelir. Ancak bu defa ve suç, kefaret bir kez daha anlam değiştirir; tüketim suça dönüşür, kefaret ise sonsuz bedel ödemeye. Böylece Marks’ta dile gelen; “Kredi ilişkileri içinde para insanda aşılmaz; bilakis insanın kendisi paraya dönüşür ya da para insanda cisimleşir. İnsan bireyselliği ve insan ahlakı hem ticaretin hem de paranın onda varolduğu maddi olanın nesnesi haline gelir.” Böylece “insan bedeni ve ruhu, kişisel varoluşu paranın tininin, ruhunun maddesini oluşturur.” Öyle ki insan yalnızca kapitalist sermayenin yeniden üretimi için kefaret ödemekle sınırlı kalmaz, bizatihi o ödenmesi gereken kefareti yaratanına dönüşür çünkü insan ve para yer değiştirirken, anlamda değiştirir; insan, paranın “yüce nesnesi” halini alır.

Bu durum bir “değer”in de meydana gelmesi demektir. Emeğin hileli kuruculuğudur bu! Kapitalist dinin temel vecibesi, tüketimin bir döngüye dönüşebilmesini koşula bağlar; bu da borçlanmanın kredilenme (pisteos) olarak yürürlüğe girebilmesi için bir “teminat”ı gerekli kılar.  Teminat, milyonlarca “tüketici”nin emeğinden başka bir şey değildir. Dolaysıyla kapitalist borç ödeme vecibesi, emeğin ipotek olarak işleme konulmasından başka bir şey değildir. Böylece emek-insan gerilimi bir yabancılaşma sorununu da aşan kefaret ödemeye dönüşür. Burada artık emek, yalnızca tüketim suçunun yarattığı kefareti ödemek için şekillenmez, başka bir şey daha gerçekleşir; emek, bizatihi suçu meydana getiren kapitalizm dini için gerekli birikim  koşullarını da yaratır. Emek, yalnızca tüketim borcunun kefili olmakla kalmaz, bizatihi kredilendirmenin/borçlandırmanın kurucusu halini alır çünkü dinsel ayin nasıl işlerse, işlesin vecibenin yerine getirilmesi, emeğin sermayeye dönüşmesinden başka bir şey değildir. Burada artık emek, bir dolayım olmaktan çıkar, temsili anlam değiştirir ve nihayet sonunda “kutsal” olan, şeytana dönüşür. Bu, emeğin hikâyesinden başka bir şey değildir.

W. Benjamin’in deyimiyle; “ Bu noktada söz konusu dinsel sistem, görkemli bir hareketin çöküşüne vekâlet eder. Nasıl tövbe edileceğini kendisi de bilmeyen muazzam bir suçluluk hissi, suçluluktan ötürü pişman olmak yerine onu evrenselleştirmek” isteyenlerin hikâyesi aslında yeni başlamıştır; çünkü kutsalın içindeki “şeytanın” dansı yeni başlamıştır.

Artık tanrının inkâr edilmesi nafiledir, bu dinin ıslah edilmesi de nafiledir çünkü insanın kaderi, tanrının kaderine sürüklenmiştir. Her ne kadar “kabahat”, paranın bahsinin geçmesi demek olsa da dinsel mabet, bastırılmış günahları işlemeye hazır milyonlarca insanla doludur. Paranın iki taraflı farklı kaligrafik desenlerle bezeli olması boşuna değil; paranın kutsal ayetlerin taşıyıcısı olmasıyla, “şeytani baştan çıkarıcılığı” arasındaki ilişki, tapınmanın anlamını da kuran bir ilişkidir çünkü para yalnızca kendisinin ne olduğunu söylemez, metanın değerinin de ne olduğunu söyler. Paranın kendinden gelen ile metadan gelen arasında oluşan “değer”, mistik bir ayinin yerine getirilmesini gerekli kılan koşullar için yeterlidir. Ancak bu bir yanılsama pahasına mümkündür; çünkü soyut ve yalnızca anlamsal bir temsiliyetten ibaret olan para ile ware/emtia ( Almancada ‘gerçeklik/wahrheit kelimesi ware’den yani eşyadan/emtiadan gelir) gibi somut gerçekliğe sahip olan arasında bir ilişki söz konusudur. Burada gerçek/emtia olan, temsili olana/paraya; temsili olan emtia/gerçek olana dönüşmektedir. Biri ayinin gereği olarak biri dünyevi olandan, göksel olana dönüşürken, diğeri gök yüzüne ayetler halinde yeryüzüne inmektedir. Ancak bu durum bir suçluluk üretiminin pahasına gerçekleşir. Benjamin’in diliyle; “nasıl tövbe edileceğini kendisi de bilmeyen muazzam bir suçluluk hissi.”

Neden mi? Emtia bir ‘emek süreci’ tarafından meydana getirilmiştir ve ‘süreç’, toplumsal olanı da meydana getiren bir süreçtir. Para meydana gelmez, o yalnızca soyut temsilden ibarettir. Öyleyse meta mübadelesi dediğimiz ayin; aslında emeğin, dünyevi anlamını yitirip, gökselleşmesidir. Yani emeğin “katı hali”nin, buharlaştırılması ve görünmez kılınması işleminden başka bir şey değildir. Eğer durum buysa, insan bundan daha büyük günah işleyemezdi. Meta ile girilen ilişki ancak ve ancak para dolayımıyla mümkün olduğuna göre; para metaya “sen şu kadarsın” derken aslında tamda emeğe ateş etmektedir ancak emeğin, emek yaratıcıları tarafından “idam edilmesi” işlemi demek olan “tüketim süreci” ayı zamanda bitmek bilmeyen ‘arzunun zamanı’dır.  

Dinler dünyasında arzunun; baştan çıkmak ve günah işlemek demek olmasının bir karşılığı var; ama bunun gerçekteki esas karşılığı, emeğin,  günaha dönüşmesidir. Arzu kapitalizm dininin anahtar kodlarından birini oluşturur, çünkü tüketim, ancak arzulanabilen bir şeye dönüştüğü oranda, arzulanabilen bir seçime dönüşe bildiği oranda dinsel ayin tamamlanabilir. Bu aynı zamanda emeğin rehin edilerek/ ipotek verilerek (pisteos)/güvence edilerek ancak günahlar biriktirme ile son bulabilecek bir işlemdir. Öyleyse dinsel kefaret ödeme demek, “emeğin sevabı”nın günahın hanesine yazılmasından başka bir şey değildir. Ancak yinede bu tapınma biçiminin formel bir borç ilişkisi olduğunu düşünmek yanıltıcıdır. Mesela insan tüketirken emeğe karşı borçluluk hissetmez onu, borcu/ günahı kefaret olarak ödemenin bir teminatı/karşılığı olarak görür. Artık emeğin “iş” olarak biçimlendirilmesi ve üretim sürecine sokulması için bütün koşullar hazırdır çünkü emek, bizatihi emek üreticileri tarafından mabet/sermaye de birikmek üzere toplumsal ilişkilere sokulmuştur.

Ama bu din yine de bunlarla yetinemezdi; çünkü bu dinin ‘değer’li olanı üretebilme yetisine sahip tek olanağı emek olarak kaldıkça, bir ‘iman’ biriktirme olarak emek, kurucu işleve sahip olacaktır. Çünkü bu din dünyasında maddi görünen her şey ancak ve ancak emeğe yazgılıdır. Burada artık emek yalnızca üretim değil, değişim sürecinin de kurucusudur. Değişime giren emek ise artık, yalnızca kendi temsilini yitirmekle kalmaz, aynı zamanda ‘oluşmuş olan insani her şeyin’ temsilinin yitiminde sebep olur. Böylece emek, bir yaratma saiki olmaktan çıkar, hayali bir “gerçekliğin” kurucusuna dönüşür; kapitalist topluma!

Demek ki kapitalist dini, öncekilerden ayıran karakteristik; dinsel imanı, gökyüzünden yer yüzüne indirmesi değil, emeğin kuruculuğunda yeryüzünü, gökyüzüne çıkarmasındadır. Bu, hayali olan ile gerçek olanın ters yüz edilmesidir. Marks’ın burjuva toplumda  ‘baş aşağı’ duran insandan söz etmesi bir metafor olmanın çok ötesindedir. Çünkü “Eğer her ideolojide insanlar ve onların ilişkileri bize camera obscura‘da imişçesine baş aşağı görünüyorsa, bu olayda, tıpkı nesnelerin, gözün ağ tabakası üzerindeki tersliğinin onun doğrudan fiziksel yaşam sürecinden ileri gelmesi gibi, onların tarihsel yaşam süreçlerinden ileri gelir.” Demek ki dinde ve ideolojide mümkün kılınmış ‘ters bilinç’in meydana gelebilmesi için fiziksel bir tersliğin meydana gelmiş olması gerekir; toplumsal yaşam süreci!

Bu süreç semantik bir süreçtir. Yalnızca “şey”in dile gelişinde değil, etkileşiminde (Wechselbeziehung) de semantik bir süreçtir. İlişkinin (Beziehung) karşılıklı anlam kurma sürecidir, ama nasıl? Althusser’in Marks’a atıf yaparak dediği gibi “ideoloji bireylerin gerçek varoluş koşullarıyla kurdukları hayalî ilişkinin bir temsilidir.” Dolayısıyla karşılıklı bir anlam oluşturma biçimi olarak bireylerin her birinin arasında kurulan ilişki de ‘hayali ilişkinin temsili’dir. Eğer burada karşılıklı ilişkiler ‘hayali’ ise toplumu meydana getirebilecek insan ilişkisinin birbirini karşılıklı olarak nasıl deneyimlediklerine dair bir soruyla karşı, karşıyayız demektir. Bu sorunun cevabı, insanın ekonomik faaliyetlerinde gizlidir; Marks bu yüzden  Grundrisse’de mülkiyetin tarihine bakar. Oldukça uzun bakar… İnsanın tarihi neredeyse mülkiyeti deneyimleme tarihidir.  Almancada mülkiyet (Privateigentum) tutmak fiilinden gelir. Tutmak, Türkçe’deki ‘sahip olmak’tan farklıdır. ‘Tutmak’, bir nazire biçimidir. Başkasına nazire etme, başkasında olmayanı tutma, başkasına karşı tutmadır. Böylece ilksel yanılsamanın tutma eylemiyle ortaya çıkması, kaçınılmaz olarak mülk edinmenin özel karakterinde ruhunu bulan farkın edinilmesinin de tarihini oluşturur. Bu farkın ancak ve ancak zor ve biriktirme/birikme ile gerçeklik kazanabilmesi için mülkün/(Privateigentum) bir değer olarak dolaşıma girmesi gereklidir. Böylece mülk edinme; toprak, menkul, gayrimenkul sorunu olmaktan çıkar, çeşitlenir ve her bakımdan bir teminata dönüşür. Kapitalist imanı mümkün kılacak teminata… Kapitalizm tanrısına olan borcun teminatı, bir vecibenin yerine getirilme biçimi olarak o tanrıya harcanacak emek zamanıyla ilgilidir ve bu zamanın sınırları durmaksızın günah üretimi(tüketim) tarafından sonsuza kadar ortadan kaldırılacağına göre bu borç, bir kefarete dönüşerek kapitalist döngünün içinde devir daim edecektir.

Bu bakımdan tarihte tanrıya olan “borcun”, -ondan alınan kredinin- geri ödenmesinin en kestirme yolunun “kendinde tutuğu/mülk edindiği” bir şeyden adak olarak ödemesi, “kendi kutsalından” ödemesiyle son bulurdu. Ama burada bir durum meydan gelmiştir; gökyüzünün kutsallığına karşı, yeryüzü de kutsal yaratma eylemi meydan gelmiştir. “Mülkiyetin kutsallığı” ancak göksel olandaki ile eşitlenerek mümkün olabilirdi. Bu yüzden tarihte üç mülkiyet biçiminden; özel, dinsel ve kamusal mülkiyet içinde kilisenin ve özel mülkiyetin dokunulmaz olması rastlantı değildir. Yine de bu kadar değil, mülk edinmenin kutsallığı, dinsel bir söylence olarak dolaşıma girebilir, ancak onu esas “kutsal teminat” haline getiren şey; mülkiyetin, üretimle ve ekonomik faaliyetle olan ilişkisidir. Bu bakımdan ekonomik yanılsama, aslında üretimin ve her bir üreticinin birbirleri arasında olan yanılsamanın da tarihini oluşturur. Bu ilişkilerin ideolojide, ahlakta, hukukta, estetikte dile gelişi tam da toplumun fiziksel yaşam sürecinin dile gelişidir. Devletin peygamberin yerini alması, yalnızca ulus devlet dinlerine has değildir. Dünyanın “gerçek dini” çok eski ‘değiştirme’ dönemlerinden gelir. Ancak burada yalnızca dinin değil, tarihin de bir sorunu var; ya “müminler ve inanmışlar” da inanıyor gibi yapıyorsa? Çünkü bu dinin tanrısı da günaha bulaşmıştır ve aşılmaz olan da budur.

Kim bilir W. Benjamin’in dediği gibidir; bu dinin içinde ”bastırılan, günah niteliğindeki imgelem aslında yine de, -bilinçdışı cehenneminin faizini ödediği- sermayeyi açıklayan bir analojidir.