Kapitalizm ve dünya – Hasan Yıldız | Komün 6. Sayı

Kapitalizmin sınır tanımayan azgın sömürüsü tüm dünyayı kemirip tüketmeye devam ediyor. Denizler, karalar, yerin üstü, yerin altı, soluduğumuz hava, ormanlar, bitkiler, hayvanlar ve insanlar kapitalist çarklar arasında un ufak ediliyor. Kar hırsı adım adım tüm dünyanın sonunu getiriyor. Bu talan durdurulamadığı takdirde, kapitalist girdap kendisiyle birlikte her şeyi yutup yok edecek. Bu gidişatı ancak kapitalizmin sırtını yere getirecek bir devrim durdurabilecek. Devrim dışındaki her türlü arayış, gerçekçi olmadığı gibi kapitalizmin ömrünü uzatan can suyu vazifesi görmeye devam edecek.

İnsanın, doğanın, bir bütün olarak dünyanın kurtuluşunun tek çaresi devrimle mümkündür. Adil bir paylaşımın sağlandığı koşullarda var olan üretim kapasitesi ve teknik düzey, tüm insanlığı küçük bir emek gücüyle refah içinde yaşatmaya yetecek gelişkinliktedir. Ayrıca doğaya zarar vermeden, doğayla uyum içinde üretim yapmanın teknolojik alt yapısı vardır. Bu ancak üretimi kar hırsının koşullamadığı, toplumun ve doğanın yararının gözetildiği, sosyalist üretim tarzıyla mümkündür. Kapitalist üretimde insanın ve doğanın yararı değil, sermayenin en fazla nasıl artırılacağı temel güdüleyici olduğu için kar uğruna her şeyi yok etmek doğasında vardır.

Kapitalizmin hakimiyetindeki günümüz dünyası, her yönüyle bir çıkmazı yaşamaktadır. Sermaye birikimi emperyalist ülkelerde devasa boyutlara ulaşmış ve üretime dayalı sermaye genişlemesi sınırlanmıştır. Yeni dönemde sermayenin büyümesi rant ve spekülasyon üzerinden olmaktadır. Yani gerçekte bir değer üretilmeden, var olanın şişirilmesi yoluyla sermaye katlanmaktadır. Çin’deki üretime dayalı büyümeyi bir kenara koyduğumuzda, emperyalist dünyadaki büyüme bir balondan ibarettir. Spekülasyona dayalı bu büyüme, dünyanın tüm zenginliklerini tüketirken, aynı zamanda bünyenin gaz üretmesi gibi yuttuğundan fazla şişmektedir. “Sermayenin bu rant ve spekülasyon üzerinden büyümesi bir parazit büyümedir.”

Maddi bir karşılığı olmadan, üretimden kopuk, var olanın tüketimi üzerine kurulu olan bu spekülasyon ve rant ekonomisi, asalak karakteri gereği kendini yaşatmayı başarsa da artık insanlığın gelişim dinamiklerini harekete geçirecek bir etkisi kalmamış ve sistem olarak miadını doldurmuştur.

Kapitalist üretim tarzı, insanın tarih sahnesine çıkışından bu yana ortaya koyduklarıyla kıyaslandığında 2-3 yüzyıl gibi kısa bir zaman diliminde kendisinden öncesini fersah fersah aşan bir üretkenlik içinde olmuştur. Kapitalizmin kendi iç evrimine fazla girmeden şunu vurgulamakta fayda vardır: Kapitalist üretkenlik ve sermaye artışı geçmişte kimi dönemlerde tıkanmış ancak bu tıkanıklık yeni bir üst üretim aşamasına geçilerek aşılmış ve sermaye gelişimini sürdürebilmiştir. Buharlı makinaların icadı, elektrikli makinalar, bant sisteminin geliştirilmesi, yakın zamanda robotik makinalar örnek olarak sayılabilir. Ancak emperyalizmin hakimiyeti altındaki kapitalist dünyada, devasa büyüklüklere ulaşan sermaye için, üretimden gelen artı değer karları artık tatmin edici olmamaktadır. Emeğe dayalı üretim ve emek üzerinden artı değer elde etme şeklindeki sermaye artışları, artık az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelere kaydırılmıştır. Buralarda yaratılan artı değerin önemli bir kısmı yine kar payı ve kredi faizleri gibi yollardan büyük sermayeye akmaktadır. Ancak dediğimiz gibi büyük sermayenin asıl vurgunu rant ve spekülasyon üzerindendir.

Kimi kritik sektörler büyük şirketlerin tekelinde ve kontrolündedir. Enerji sektörü, silah sektörü, ilaç sektörü, bilişim ve telekomünikasyon sektörü, değerli madenler sektörü vs. sayılabilir. Bu sektörlerde fiyatlar, şirketlerin keyfine göre belirlenir. Klasik ekonomideki, fiyatın pazardaki arz-talep dengesiyle belirlenmesi bu sektörler için geçerli değildir. Örneğin öldürücü bir hastalığın tedavisi için gerekli ilacı geliştiren tekel, astronomik fiyatlarla satışa sunabilmektedir. Üretim maliyeti önemsiz denecek kadar küçük olabilir. Ancak hastanın ona ulaşabilmesi için servet dökmesi istenir. İlaç sektöründe “ya malını ya canını” kuralı işlemektedir. Diğer sektörler de farklı değildir. Bir iPhone telefonun maliyetinin 100 doların altında olduğu söylenmektedir. Fakat o telefonu kullanmak isteyen 1500-2000 dolar ödemek zorundadır. Silah sektörü, enerji sektörü, bilgisayar ve ona bağlı alt sektörler, robotik teknolojiler, değerli maden sektörleri, emlak spekülasyonları vs aynı mantıkla işlemektedir. Bu sektörler dünya üzerinde belli tekellerin elinde toplandığı için, sınırlı sayıda insan çok büyük zenginliklerin sahibi olmuştur. 2000 kadar büyük sermaye sahibinin varlığı, dünyadaki 8 milyarı bulan insanların toplam servetinin yarısından fazladır. Dünya üzerinde eşitsizlik hiçbir zaman bu kadar artmamıştır. Sömürülenlerle, ücretliler arasındaki uçurum korkunç boyutlara varmıştır. Orta tabaka yok olmaya yüz tutmuş, küçük esnaf, küçük üretici bitme noktasına gelmiştir.

Yeni gelişen robotik otomasyon ve yapay zeka teknolojilerinin üretime aktarılmasıyla, üretim hem çok hızlanmış hem de çok basitleşmiştir. Bu yeni üretim şekliyle, yoğun emeğe dayalı ara üretim yapan pek çok küçük üreticiye ihtiyaç kalmamaktadır. Küçük satıcılık yapan esnaf, büyük marketler tarafından tasfiye edilmiştir. Orta tabaka ya da küçük burjuva olarak nitelendirdiğimiz, küçük üretici ve esnaf artık ücretli çalışan ya da işsizler ordusunun parçası olmuştur. Bugün küçük esnaf gibi görünen küçük dükkancılar dahi büyük firmaların bayisi, acentesi, ofisi ya da satıcısı olmuşlardır. Bir nevi bağlı olduğu firmanın çalışanı durumundadır. Yeni durumda, bir tarafta yeni bir ücretli çalışan kesim ve işsizler ordusu, diğer tarafta tekelci burjuvazi ve onun işbirlikçilerinden oluşan küçük bir elit sınıf vardır.

Yeni üretim teknolojilerinin kullanılmaya başlanması işçi sınıfının yapısında da kimi değişikliklere neden olmuştur. Robotik otomasyon, yapay zeka gibi yeni teknolojiler, kol emeğine dayalı çalışanların işçi sınıfı içindeki oranını büyük ölçüde azaltmıştır. Artık masa başında çalışan, bilgi işlemci ve hizmet sektörü olarak tariflenen alanlarda çalışanlar, işçi sınıfının ana omurgasını oluşturur duruma gelmiştir.

Daha önce fabrikalarda yüzlerce, binlerce işçiyle toplu halde yapılan üretim, işçi sınıfının temel faaliyet şekliydi. Toplu halde birlikte çalışıyor olmaları ve birlikte ezilmeleri, onlarda ortak bir ruh ve davranış birliği oluşturuyordu. Bunun siyasal ve ekonomik mücadele alanlarına pratik yansımaları oluyordu. Artık bu durum değişmeye başlamıştır. Fabrikalarda sınıf çıkarlarının devrimde olduğunu anlatabildiğimiz oranda, mücadele saflarını güçlendireceklerdir.

İster masa başında bilgisayar tuşlarıyla çalışan işçi olsun ister kol gücüyle çalışan işçi olsun, emek sömürüsü hepsi için geçerlidir. Temel çelişki olan emek gücünü satanlarla, emeği sömürenler arasındaki çelişki değişmemektedir. Teknolojinin geldiği boyut itibariyle çalışanların büyük çoğunluğunun, eski dönemlere göre koşulları belki daha rahat olabilir. Ancak günümüzde olduğu gibi ezen ile ezilen arasındaki uçurum bu kadar derin olmamıştır. Bundan şunu çıkarmak mümkündür; gerçekleşecek olan olası bir devrimle ezilenler eskiye göre çok daha fazla kazanımlar elde edeceklerdir. Yaşam standartları olağanüstü yükselecek, çalışma saatleri oldukça düşecektir. Teknolojinin geldiği boyut buna imkan vermektedir. Yüzyıl önce işçilerin 8 saatlik çalışma süresi için verdikleri mücadelelerde büyük bedeller ödenirken, günümüzde 8 saatlik işgünü sıradan bir uygulamaya dönüşmüş durumdadır. Hatta kimi kapitalist ülkelerde dahil artık çalışma saatlerinin 8 saatin altına düşürülmesi tartışılmaktadır. Üretim araçlarındaki gelişkinlik “nispi artı-değer”i olağanüstü artırdığı için, az çalışmayla büyük karlar sağlayabilir hale gelmiştir. Hem daha az kişi, hem de daha az çalışma süresiyle büyük çapta üretim yapılabilmektedir. Sosyalizmde işsizliğin ve artı-değer sömürüsünün olmayacağı gerçeğinden hareketle ve mevcut üretim araçlarındaki gelişkinlik dikkate alındığında gerekli çalışma süreleri olağanüstü düşecektir. Toplumun ihtiyaçları doğrultusunda yapılan üretimdeki, toplam işgünü saatinin çalışabilecek nüfusa bölümü, kişi başına düşecek çalışma süresini verdiğinden, bugünkü imkanlarla değerlendirildiğinde dahi kaba bir hesapla 2-3 saat gibi işgünü süresine düşmesi pekala mümkündür.

Elbette sosyalizmden sadece iş saatlerinin düşürülmesi, üretimin artırılması ve eşit bölüşümden ibaret olduğunu anlamak, sosyalizmi eksik anlamaktır ve geçmişte yapılan hataların tekrarına düşmektir. Bizim sosyalizmden anladığımız sadece üretim ve çalışma süreleriyle değil, yaşamın her boyutta zenginleşmesiyle ilgilidir. Siyasete, sanata, bilime, kişisel hobilere, eğlenmeye, dinlenmeye, kişinin kendisini geliştirebilmesi için eğitime imkan ve zaman yaratılmasıdır. Çalışma saatlerinin en aza indirilmesi burada önem kazanmaktadır. Çalışma saatleri dışındaki zaman, özgürlük koşullarında, insanların her türlü potansiyelini açığa çıkaracak, sanatsal, düşünsel, bilimsel, sportif vs ilgilerle canlı bir sosyal yaşam oluşturmaya imkan verecektir. İnsanların maddi olarak sorunlarının çözülmesi önemlidir; ancak manevi, ruhsal ve sosyolojik ihtiyaçlar da karşılanmalıdır. Bu sağlanabildiği oranda özgür, mutlu, canlı ve dengeli bir toplum pekala oluşturulabilir. Şu anda küçük bir mutlu azınlığın elinde birikmiş olan dünyanın zenginlikleri, topluma mal edildiğinde, bu zenginlikler ezilenler ve emekçilerin eline geçtiğinde tüm insanlığın refah ve özgürlüğünün önü açılmış olacaktır. Halihazırda burjuvazinin kırıntılarıyla yetinen bu büyük emekçi ve ezilen yığınların, kazanılması gereken dünyanın zenginlikleri, önlerinde bir görev olarak durmaktadır. Aynı zamanda bu aciliyeti olan bir görevdir. Çünkü dünya kapitalizmin pervasız sömürüsüne daha fazla dayanabilecek durumda değildir.

Kapitalizm sadece insanı değil, doğayı da acımasızca sömürmektedir. Hayvanlar, bitkiler, ormanlar, denizler, ırmaklar, yeraltı suları, madenler, toprak, hava vs her şey kapitalist sömürünün konusudur. Her şey hızla tahrip edilmekte, tüketilmektedir. Oysa doğayla barışık üretim yapmanın teknik, pratik her türlü alt yapısı mevcuttur. Kapitalizmin azami kar hırsı, sermayenin temel güdüleyicisi olması dolayısıyla, doğanın gözetilmesi ek maliyet anlamına geldiğinden, sermaye lehine doğanın tahribatı sürüp gidecektir. Kapitalist sistem devam ettiği sürece, dünya bir yok oluş süreci içinde olmaya devam edecektir. Kapitalizmde geri dönüşü olmayan bu yok oluş çıkmazından ancak üretimde doğan dengeyi gözeten bir dünya devrimi kurtarabilir. Devrim artık kaçınılmaz olarak son çaredir. Bu olmadığı takdirde sadece emeğin kurtuluşu değil, dünyanın kurutuluşu da mümkün olmayacaktır. Kapitalist bilim insanları dahi artık dünyaya 100 yıl, 150 yıl ömürler biçmeye başlamıştır.

Kapitalist ilişkilerden azade tek karış toprak parçasının kalmadığı dünyada, devrimin objektif koşulları hiç bu kadar olgunlaşmamıştır. Devrim hiçbir dönem bu nesnellikte kendini dayatmamıştır. Devrimci koşulların u kadar uygun olmasına rağmen, devrimlerin neden gerçekleşmediği cevaplanması gereken önemli bir sorudur. Evvela şunu vurgulamak gerekir ki iradi müdahale olmadığı sürece, hiçbir devrim kendi kendine gerçekleşmez. Kapitalizmin belli bir olgunluğa eriştikten sonra yıkılacağını ve yerine sosyalizmin kurulacağını ummak beyhude bir bekleyiştir. İradi bir müdahaleyle devrime önderlik edebilecek ve kitlelerin güvenini kazanabilecek önderliksel bir akıl olmadığı sürece, kapitalizm bir şekilde krizlerini ve tıkanıklıklarını aşarak sisteminin varlığını sürdürebilir. Kendisiyle birlikte tüm insanlığı ve doğayı yok edene dek varlığını koruyabilir. Bu gidişi ancak devrimci iradi bir müdahale kesintiye uğratıp, insanlığın ve doğanın geleceğini kurtarabilir. Devrim artık varlık yokluk meselesidir.

Günümüzde nesnel koşullar her ne kadar elverişli olsa da kitleleri devrime ikna etmek o kadar kolay olmamaktadır. Sosyalizmin dünyada aldığı ağır yenilgiden ve sosyalist bilinen ülkelerdeki yozlaşmaların ortaya dökülmesinden sonra, insanlarda benzer pratiklerin tecrübe edileceği korkusu hakimdir. Halihazırda her ne kadar antikapitalist kitle hareketleri tüm dünyada yükselme trendi içinde olsa da sosyalist bir devrim düşüncesine kitleler hala mesafeli durmaktadır. Kapitalizmi, kapitalist sınırlar içinde eleştirmek ve reforme etmek, şimdilik hakim olan yaklaşımdır. Ancak kapitalizmle mücadelenin kapitalizm sınırları içinde sürdürülmesinin, kapitalist sömürü anlayışıyla çatışık olduğu ve mümkün olmayacağı zamanla anlaşılacaktır. Çünkü kapitalizm, insanın ve doğanın sömürüsü üzerinden var olmakta ve bundan vazgeçmesini beklemek en hafif tabirle saflıktır. Şu anda kapitalizmin sınırları içinde antikapitalist ve temel haklar mücadelesi veren kitle örgütleri ilkeli ve samimi oldukları ölçüde zamanla kapitalizmin sınırlarını zorlamaya mecbur kalacaklardır. Ama kendiliğindenci bir beklenti içinde olmak, yükselmekte olan bu muhalefeti burjuvazinin insafına terk etmek olur. İyi bir devrimci önderliksel yapının, o kitlelere güven veren pratikleri, zamanla devrimci mücadeleyle bütünleşmesini sağlayabilir. Bu olmadığı takdirde, döneminin sosyal demokrat partileri gibi antikapitalist hareketler de zamanla sistemin asli kurumlarına evrilebilir. Kapitalizmin kendi içinde hazmetme ve eritme potansiyeli her zaman çok güçlüdür. Bunu göz ardı etmeden ekoloji mücadelesi, kadın mücadelesi, ekonomik temelli mücadeleler vs. her türden hak mücadelesinin, devrimci mücadeleyle bağının sağlanması ve güçlendirilmesi, insanlığın devrimsel kurtuluşuna giden yolda döşeme taşları olacaktır. Tüm muhalefet odakları ilgi odağımızda olmalıdır.

Devrimin önündeki diğer bir sorun, emperyalist kapitalist düzenin dünyanın her noktasına yayılan olağanüstü güvenlik ağının aşılmasındaki zorluk ve askeri olarak onu yenebilecek devrimci mücadele araç ve yöntemlerinin geliştirilmesindeki sıkıntılardır. Dünyada Sovyetler Birliği gibi güçlü bir sosyalist ülke varken, herhangi bir ülkedeki devrimci mücadeleye muazzam olanaklar ve kolaylıklar sağladığı unutulmamalıdır. Günümüzde bu olanaklardan yoksun olmanın, işleri ne kadar güçleştirdiği açıktır. Sovyetlerin ya da diğer sosyalist ülkelerin yıkılmış olması işimizi çok zorlaştırmıştır.

Mevcut dünya konjonktüründe devrim yapmak eskiye göre çok daha güçtür. Bu gerçeklik göz önünde tutularak, ezilenlerin iktidara gelebilmesi için her fırsat değerlendirilmeli, her olanak devrimci mücadeleye aktarılmalı ve kimi yaratıcı fikirlerle yeni yöntemler geliştirilmelidir. Devrimci yapılar arasında güç birliği olabilecek en üst noktaya çıkarılmalı ve olanaklar paylaşılmalıdır. Diğer türlü kısır tartışmalar, mücadeleyi gerileten ve devrimci enerjiyi heba eden kılı kırk yarmalar terk edilmelidir. Zafer ve iktidar odaklı yürüyüşü sekteye uğratacak her türlü pratikten uzak durulmalıdır.

Günümüz kapitalist dünyasında, gittikçe gericileşen, muhafazakarlaşan, sağa kayan bir manzara vardır. Faşist diktatörler birçok ülkede yönetime gelmiştir. ABD, İngiltere, Brezilya, Rusya, Macaristan, Filipinler vs gibi ülkelerde neofaşist olarak tarif edilen diktatörler işbaşındadır. Yeni dönemde neoliberal-küreselleşmeci politikalar terk edilmekte, yeniden şekillenmekte olan ekonomik- askeri güç odakları arasında yeni bir paylaşım mücadelesi gündeme gelmektedir. Yeni güçlü küresel oyuncuların devreye girmesiyle, eskinin güçlü emperyalist devletleri daha savunmacı, daha korumacı ekonomik politikalara yönelmiştir. Askeri olarak daha agresif bir tutum sergileyerek Çin, Rusya, Hindistan gibi sivrilmekte olan güçleri baskılamak istemektedirler. Ancak Çin’in güçlenen ekonomisi ve askeri olarak büyümesi, Rusya’nın muazzam büyüklükteki askeri potansiyeli karşısında tüm engellemeler çaresiz kalmaktadır.

1. ve 2. Dünya Savaşları’ndan sonra oluşan yeni dünya dengeleri gereğince, klasik sömürgecilik, emperyalist devletler tarafından terk edilmiştir. 1980’lere kadar sosyalizmin yayılmasını önlemek amacıyla soğuk savaş döneminin politikaları devrededir. Ekonomik, askeri ve siyasi olarak bu döneme soğuk savaşın belirleyici etkisi vardır. 80’lerle birlikte sosyalizmin dünya üzerinde yenilmeye başlamasıyla neoliberal ve küreselleşmeci ekonomi devreye sokulmuştur. Emperyalizm, dünya üzerinde bundan böyle tek hakim güç olduğunu bu şekilde ilan etmiştir. Devasa büyüklüklere ulaşan ve tekelde toplanan sermayeleri sayesinde ülkeleri, sermaye gücüyle kontrol etmek ve sömürmek için artık engel kalmamıştır. Bu büyük sermaye güçleri için dünyanın tek pazar şeklinde örgütlenmesi doğal olarak çıkarlarına gelmiştir. Eski sosyalist ülkelerde rekabet edebilecek sermaye gücü veya tek elde birikmiş sermaye olmadığı için meydan eski emperyalist ülkelere kalmıştır. Serbest piyasacı ekonomi (tekeller için serbest piyasa) veya neoliberal ekonomi emperyalistlerin yeni sömürü politikası olmuştur. Bu rızaya dayalı sömürü çarkları işlediği oranda kendilerini güvende hisseden emperyalist güçler, kendi aralarında da uzlaşarak ve birbirini ayağına basmadan saadet sistemlerini günümüze dek sürdürmüşlerdir. Eriştikleri bu zirve noktadan dünyaya demokrasi, hukuk, hak, adalet ahlak vs. dersi vermekten de geri durmamışlardır. Kurulu düzen, dünyanın zenginliklerini sömürüp sermayelerini şişirdiği oranda sıkıntı yoktur. Ama denizin de bir sonu vardır.

Eski sosyalist olan ve yenilgiye uğrayan Rusya, Çin gibi ülkeler hızlı bir toparlanma ve büyümeyle olağanüstü güçlenmişler ve emperyalist paylaşıma dahil olmuşlardır. Başlangıçta Rusya, Çin gibi ülkeleri piyasa sisteminin içine dahil ederek hem piyasanın bir parçası haline getirmek ve sömürü alanını genişletmek hem de “tehlikeli” olmaktan çıkarmak istemişlerdir. Ancak eski emperyalist güçlerin bu tezgahı tutmamıştır. Çin’deki merkezi politikaların yön verdiği, üretime dayalı disiplinli ve planlı ekonomiyle hızlı bir büyüme gerçekleşmiştir. Büyük bir ülke olmanın avantajlarını da kullanan Çin eski emperyalist devletlerin sermaye gücüne kafa tutacak bir sermaye birikimine hızlı bir şekilde ulaşmıştır. Hem de ABD ve batılı emperyalistler gibi şişirme bir ekonomiyle değil, üretime dayalı sağlıklı bir ekonomiyle.

Diğer taraftan Rusya, Sovyetlerin devasa askeri potansiyelini daha da geliştirerek ve uçsuz bucaksız ülke topraklarındaki petrol, doğalgaz gibi zenginliklerini piyasaya sürerek hızla kendini toparlayıp, emperyalist paylaşımda ben de varım demiş ve eski emperyalist güçlerin hesaplarının şaşmasına neden olmuştur. Bu iki büyük gücüm emperyalist paylaşıma dahil olması, özellikle Çin’in katlanan ekonomik gücü ve büyüyen sermayesiyle neoliberal piyasada eski tekelci sermayeyi gerileterek yer edinmeye başlaması büyük emperyalist güçleri panikletmiştir. Düne kadar piyasacı olan, küreselleşmeci olan bu büyük güçler hızla korumacı, savunmacı, ulusalcı ekonomiye çark etmişlerdir. Demokrasiden, hukuktan, ahlaktan dem vururken bir anda dümeni haydutluğa kırmışlardır. Haydutluk eski karakterleridir ancak daha önce bunu kimi örtüler altında yaparken şimdi alenen yapmaya başlamışlardır. Artık roller değişmiş, Çin büyüyen ve güçlü ekonomisine güvenerek daha esnek daha esnek, daha yumuşak bir duruş sergileyerek piyasa ekonomisinin devamını istemektedir. Aslında bu güçlü ve güvenli duruşuyla yeni dünyaya kendisinin şekil verdiğini göstermektedir. Rusya ise askeri gücüyle kritik çekişme ve çatışma noktalarında bir dengeleyici güç olarak ortaya çıktı ve batılı emperyalistlere çok fazla ileri gidemeyeceklerini göstermektedir.

Dünya üzerindeki bu çekişmeli, çatışmalı ve eski statükonun dağılıp yeni bir paylaşımı dayatan yeni durum riskli bir dönemi de işaret etmektedir. Önceki dünya savaşları “yeniden paylaşım” sebeplerinden çıkmışken, şu anda ortaya çıkan paylaşım geriliminin yeni bir dünya savaşına neden olup olmayacağı tartışma konusudur. Bizce önceki dünya savaşları gibi emperyalistler arasında topyekûn bir savaş, bir boğazlaşma olmayacaktır. Emperyalistlerin dünya savaşlarından edindikleri tecrübeler, topyekûn paylaşım savaşlarının tüm taraflar için çok büyük kayıplara neden olduğunu göstermiştir. Bu konuda yeterince deney ve tecrübeleri vardır. Ancak yerel güçler üzerinden vekâlet savaşı şeklinde güç çekişmeleri ve örtülü savaşlar dünyanın çeşitli bölgelerinde sık sık yaşanacaktır. Bu temelde yerel ve bölgesel güçlerin bu savaş oyunlarında önemi artacaktır. Kimi büyük bölgesel güçler ön plana çıkacak ve etkinlikleri artacaktır. Bölgemizde İran ve Türkiye bu kategorideki ülkelerdendir. Gözlendiği üzere İran ve Türkiye, bölgede üstlendikleri roller gereği öne çıkmaya başlamışlardır ve kimi belirleyicilikleri vardır.

Bölgesel güç ya da alt emperyalist olarak değerlendirilebilecek eksen (miğfer) ülkeler, büyük emperyalist ülkelerin çekişme noktalarıdır. Birbiriyle doğrudan karşı karşıya gelmek istemeyen büyük emperyalist güçler, bölgesel paylaşım savaşlarında bölgenin eksen devletlerine ihtiyaç duymaktadırlar. Yeni dönemin paylaşım savaşları, vekâleti üstlenen ve kendi yayılmacı emelleri de olan bu devletlerin üzerinden sürdürülecektir.

Bazı ülkelerin büyüklüğü, coğrafi konumu kısmen gelişmiş ekonomik gücü, askeri kapasitesi, bölgesinde eksen devlet olmasını belirleyen temel kıstaslardır. Türkiye bu kıstasların pek çoğuna ya da hepsine sahiptir. Bu nedenle Türkiye, bölgesinde önemli bir eksen devlettir. Yeni dönemin çekişme noktaları olan Ortadoğu, Akdeniz, Kafkasya, Balkanlar gibi bölgelerin ortasında bulunmaktadır. Bu bölgelerdeki her türlü değişiklikten doğrudan etkilenmektedir. Bir bölgesel emperyalist güç olarak bölgeye ilişkin kendisine has emperyalist emelleri vardır. Bulunduğu avantajlı konumunu kullanarak, emperyalist güçler arasındaki çekişmeleri de değerlendirerek kendi çıkarları doğrultusunda bir denge politikası yürütmektedir. Son dönemde fazlaca kaba ve ilkesiz politikalarla bu denge siyaseti, ABD ve Rusya arasında gitgellerle iyice itibarsızlaşsa da TC devletinin önemi nedeniyle vazgeçilmez oluşunu korumaktadır. Bölgedeki önemli konumu, büyük güçler tarafından dikkate alınmasını sağlamaktadır. Bu mevcut iktidarın başarısı değil, başarısızlığına rağmen olmaktadır! Çünkü Türkiye’yi yanına çeken emperyalist devlet, bölgenin yeniden paylaşımında önemli bir üstünlük sağlamış olacaktır. Türkiye’nin bu potansiyelinin farkına varan mevcut iktidar bunu kaba bir şekilde kullanmakta ve kendini dayatmaktadır. Suriye’de, Irak’ta, Kıbrıs’ta, Doğu Akdeniz’de, Ege’de ve Kürt coğrafyasında artan gerilimin tarafıdır. Alt emperyal emellerini hayata geçirmek istemektedir. Göçmenler üzerinden Avrupa ülkelerine gözdağı verilerek bölgedeki politikalarına destek olmaya zorlanmakta ve Avrupa’dan para koparmanın aracı olarak görülmektedir. Türkiye kendisine biçilen role uygun olarak savaşlar ve çekişmeler ülkesi olmuştur. Ancak safı ve ne yapacağı belli olmayan, ilkeden uzak, değişken duruşu nedeniyle emperyalist herhangi bir devlet için şu an kullanışlı değildir. Emperyalistler kendi çıkarları temelinde Türkiye’yi kullanamadığı sürece, Türkiye’nin bölgesel emperyalist emellerine de fırsat vermeyeceklerdir.

Sonuç itibariyle dünya bir kez daha kaynayan kazana dönmüştür. Emperyalistler arasındaki yeniden paylaşım emelleri dünya savaşları öncesindeki gibidir. Her ne kadar 3. Dünya savaşının çıkması beklenen bir durum olmasa da dünyayı manyak diktatörler yönetiyorken hiçbir olasılık göz ardı edilemez. Böylesi bir senaryonun gerçekleşmesi durumunda bunun, önceki savaşlar gibi olmayacağı açıktır. Böylesi bir savaş dünyanın sonunu getiren bir felaketle sonuçlanabilir. Diğer yandan, böyle bir emperyalist savaş olmasa dahi kapitalist sömürünün geldiği boyut dünyayı adım adım yok oluşa götürmektedir. Doğa kendini yenileyemeyecek düzeyde tahrip edilmiş ve edilmektedir. Canlıların yaşamasının mümkün olmayacağı düzeyde kirlilikler oluşmaktadır. Bazı hayvan ve bitki türleri çoktan yok olmuş ve her gün buna yenileri eklenmektedir. Küresel ısınma artmakta, buzlar erimekte, mevsimler değişmekte ve dünyanın dengesi hızla bozulmaktadır. Dönem dönem küresel salgınlar insanlara kıyameti haber vermektedir. En son korona salgınının yarattığı panik tüm dünyayı esir almıştır. Kapitalizmin insanlığa verebileceği hiçbir şey kalmadığı gibi insanlığın ve tüm canlı doğanın sonunu getirmeye başlamıştır. Kapitalizmin hakimiyetindeki dünya her gün tükenişi adım adım yaşamaktadır.

Bir tarafta muazzam bolluk, bir tarafta yokluk ve açlık içindeki yığınlar. Belki kapitalizmin başından beri insanlığa dayattığı budur ama teknolojinin gelişkinliği ve üretim bolluğuna rağmen bunların yaşanması ezen-ezilen arasındaki uçurumun derinliğiyle ilgilidir.

Kapitalizmin insanlığı ve tüm dünyayı içine soktuğu bu açmazdan ancak sosyalist bir devrim çıkarabilir. Bunun nesnel koşulları fazlasıyla olmasına rağmen, devrime öncülük edecek örgütsel yapı ve önderlik gücü yetersiz kalmaktadır. Yeterince organize olmamış ve dağınık bir yapı tüm dünya devrimci hareketlerine hâkimdir. Buna karşın kapitalist sistem kendini çok fazla organize etmiş, örgütlemiş ve güvenlik aygıtlarını olağanüstü geliştirmiştir. Dünyanın her karış toprağına denetim kurmuş ve istediği anda istediği noktaya ulaşabilmektedir. Muazzam bir denetleme ve istihbarat ağı oluşturulmuştur. Uydular, internet ağları, haberleşme ağları, yerel örgütlenmeler vs. ile insanlar adeta adım adım takip edilmektedir. Adım başı kameralar, yaşamın her anını kayıt altına almaktadır. Tüm bu kuşatılmışlığı kırıp devrim örgütlemek oldukça zorlaşmıştır. Biraz güçlenip, sisteme karşı zora başvurulduğunda son derece gelişmiş silah teknolojisiyle yüzleşmek zorunda kalınmaktadır.

Yeni dönemin devrimini örgütlemek bildik kalıpların dışına çıkmayı gerektirmektedir. Sistemin denetim, istihbarat ve savaş teknolojisine hakim olmadan, onları belli oranda devrim devrimin saflarına aktarmadan ya da etkisiz kılmadan başarı şansı oldukça azalacaktır. Kitlelerle devrimci mücadele ne oranda kucaklaşırsa yeni dönemin olanakları, devrimci mücadeleye o oranda aktarılacaktır.

Tüm zorluklara rağmen kitlelerin kapitalist sistemden memnuniyetsizlikleri artmakta ve devrimin nesnel koşulları her geçen gün artmaktadır. Doğru perspektifle, zorlu ve inatçı bir mücadelenin ardından zafer avuçlarımızda ışıldayacaktır. Son derece “gerçekçiyiz” ve “imkânsızı istemeye” devam edeceğiz.