Kapitalizmin Kaos Aralığında Öne Çıkanlar – Mahir Yılmaz

Kapitalizmin Kaos Aralığında Öne Çıkanlar – Mahir Yılmaz

Bilinen bir klişedir. Evren (kosmos), kaostan meydana gelmiştir. Bir başka deyişle, evrenin düzeninden önce kaos vardı. Kaos ve düzen birbirine içkin, birbirini bağrında taşıyan olgu ve süreçlerdir. Bu anlamıyla düzen nerede başlar, kaos nerede biter gibi bir soruya tam anlamıyla cevap vermek imkansızdır. Kaostan zuhur eden evren tekrardan kaosa dönüyor. Ve kaos yeniden düzene evrilecek, bambaşka bir evren döngüsü yaşanacak. Bunun anlamı düzenden başka bir düzene doğrudan geçilmiyor. Mutlaka kaosun yaşanması gerekiyor. Evrendeki kaos ve düzen döngüsü kendiliğinden yaşanıyor. Ama konu insan gibi bilinçli, kendi bilincine varmış “mikro kosmos” bir varlıksa kaosun ve düzenin ne yönde evrileceğine yön verme durumu ortaya çıkıyor. Elbette tüm yönleriyle hakim olunamaz, fakat insanın bilgisi ve gücü oranında kaosa yön vermesi mümkündür. Bu bağlamıyla kaos, bilgi ve güç arasında güçlü bir etkileşim mevcut. Kadir-i mutlak bir şey varsa o da evrenin deviniminin kendisidir.

Tarihin değişmez, çelik yasaları olduğuna inanan mekanik Marksistler, kapitalizmin yaşanması gerektiğini, zaten Marks’ın haklı olduğunu ve kapitalizmin yıkılacağını, kapitalizmin yıkılışının sosyalizmi muştulayacağını düşünürler. Elbette kapitalizmin düzenine içkin, kuruluş kodlarından gelen kaos mevcut. Ve her seferinde kaos daha da büyüyerek yaşandı. Fakat durumu buna indirgemek; evreni, evrenin her bir zerresinde ve bütününde gerçekleşen, birbirini etkileyen hareket halindeki oluş hallerini, yaşamı, insanı, toplumu, devleti, süreçleri, sıçramaları, çökmeleri, dönüşümleri, evrimi, potansiyelleri, kaos-düzen döngüsünü ezcümle evrenin diyalektiğini anlamaktan uzaklaştırıyor.

Kapitalizmin ideologları ise tam da kapitalizmin düzenine içkin kaosla uğraşıyor. Söz gelimi SSCB yıkıldıktan sonra kapitalizmin ideologları “kapitalizmin mutlakiyeti”ni, “tarihin sonu”nu ilan ettiler. Fakat ‘90’lı yılların sonunda, henüz tarihin sonunu ilan etmeleri üzerinden 10 yıl geçmemişti ki “belirsizlikler çağı” kavramını ortaya attılar.

Yine mekanik Marksist, aynı akıl yürütmeyi yaptı: “Şimdilik yenildik ama tarih bizim arkamızda. Sosyalizmin zaferi kaçınılmazdır. Belirsizlikler söylemi kapitalist propaganda makinesinin kafa karıştırmak için ortaya attığı bir yalandır.” Kapitalist sistem, kaosunu ötelemenin faturasını ezilenlere ve emekçi sınıflara ödetmek istediği ve bu anlamda kapitalizmin kaos aralığında, belirsizlikler propagandası ve pratikleriyle toplumu çökertmeye, toplumun sıçramasını engellemeye çalıştığı doğrudur. Fakat madalyonun öbür yüzünde kapitalizmin ideologlarının itirafı vardır; kapitalist döngü artık kendini tamamlayamıyor.

Rosa Lüksemburg da yaklaşık 100 yıl evvel benzer bir noktaya işaret ediyordu: “Ya barbarlık, ya sosyalizm”. Bunun anlamı, kapitalizmden sonra mutlaka sosyalizmin gelmeyeceğidir. Tarih ve konjonktür, örgüt ve toplum, organik bütünlük oluşturmamışsa kapitalizm, hasta yatağında can çekişmeye, uzatmaları oynamaya devam edecek veya bambaşka bir canavarlar çağı açılacaktır. Sosyalizm, kapitalizmden sonra gelmesi gereken kadir-i mutlak değildir.

Belirsizlikler, her çağ dönümünde olmuştur. O belirsizlikler savaşlarla, bilimle, politikayla, felsefeyle aşılmış ya da kaosun yarattığı kendiliğinden düzene varılır. Tarihin bir ereği olduğunu düşünmüyoruz. Fakat doğanın (evrenin) ve insanın yarattığı ikinci doğanın eğilimlerini kavrarsak “belirsizlikler”in üzerine nasıl gitmemiz gerektiği netleşecektir. Bu yolla kaos süreçlerini daha sağlıklı yöntemlerle karşılayabilir ve kendiliğindenliğe teslim olmaz, kaosa gücümüz ve bilgimiz oranında hükmedebiliriz.

Kapitalizmin ömrünü uzatma çabalarına daha yakından bakmak; kapitalist döngüye çomak sokmak ve çarklarını parçalamak için onun ne yaptığını anlamak gerekiyor. Bu bize hareket ederken, düşünürken daha fazla inisiyatif kazandıracaktır. Diğer yandan çağın, devrimci dönüşüm için açtığı kapıları da yeri geldiğince irdelemeye çalışacağız. Bu bağlamda alt başlıklarda kapitalizmin hamlelerinin yanı sıra ona karşı geliştireceğimiz hamleleri de tartışacağız. Çünkü düşmanın değişen-gelişen strateji ve taktiklerine göre konumlanmayanlar yenilmeye mahkum olurlar.

Kapitalizmin çaresiz çırpınışları / Çaresiz değiliz!

1. Neoliberal sermaye birikim modeli, kapitalist sistemi bir süreliğine restore etti. Fakat onun kuruluş kodlarından gelen kaosu engellemesi mümkün olmadı. Bundan sonra herhangi bir kapitalist açılım veya restorasyon girişimi, sancılı olacağı gibi kapitalizmin düzenine içkin kaosunu engelleyemeyecektir. Kaosun nasıl bir düzene evrileceği, sınıflar savaşının sonucunda belirecektir.

2. Teknoloji gelişimindeki hız, kapitalist düzenin optimal dengesini temsil etmiyor. Teknoloji gelişim hızına yön veren asıl etken emperyalist-kapitalist ülke ve tekellerin aralarındaki rekabetten kaynaklanıyor. Kapitalist üretim gittikçe teknolojiye daha çok bağımlı hale geliyor. Teknolojinin son yıllarda artan bir ivme ile gelişmesi sonucu, kapitalist üretimin bileşimindeki cansız emek miktarı artarken canlı emek miktarı düşüyor. Bu, yedek işçi sınıfı ordusunu hiç olmadığı kadar büyütüyor. Bunun sonucu açlık-ölüm pençesine düşmüş ordunun bir şekilde istihdam edilmesi sorunu ortaya çıkıyor. Açlığın ordusunun öfkesi bir anda kapitalist sistemin kendisine yönelebilir. Sistem, öfkelilerin ne yapacağını kestiremiyor.

3. Ürünün bileşimindeki canlı emek miktarının azalışı, kapitalist döngüyü buhrana sokuyor. Çünkü kapitalist düzenin devam etmesi için kar etmesi, kar etmek için ürettiği ürünü birilerinin tüketmesi gerekiyor. Sistem, çalışan iş gücünü bir şekilde belli bir oranın üzerinde tutması gerekiyor. Diğer türlü kapitalist döngü tamamlanamıyor. Bu kapitalizmin sınırlarına da işaret ediyor.

Hem kontrol hem de kar ve tüketimin yani kapitalist çarkın sürüdülebilmesi için üretim alanında ıskartaya çıkan canlı emek, hizmet sektörüne kaydırılıyor. Bu geçişler, sistemin yarattığı veya karşılaştığı krizleri de değerlendirerek işçi sınıfına yeni normlar dayatıyor. Yeni normlar eskisine göre daha güvencesiz, örgütsüz şartlara işaret ediyor. Özellikle korona salgını döneminde kargo-taşımacılık sektöründe devasa bir patlama yaşandı. Fakat yeni normlar, işçiler için ölümden farksızdı ve büyük bir direniş pratiği de sergilendi. Yine benzeri süreçlerde, benzeri dayatmaların olacağından emin olabiliriz.

4. Belirsizlik politikası sadece söylem düzeyi üzerinden işlemiyor. Emperyalist-kapitalist güçlerin pratikleri, belirsizlik politikası üzerinden kuruluyor. Filistin ve Kürdistan’da atılan yüzbinlerce ton bomba, kapitalizmin kaos aralığında isyan etmesi muhtemel emekçi sınıfların bilinçlerine de atılıyor. NATO’nun özellikle Filistin-İsrail savaşına bu kadar müdahil olması, İsrail’e gereğinden fazla savaş desteği vermesinin nedenlerinden biri bu. Fakat bilinçlere atılan bombalar, geri tepmiş gibi görünüyor. Özellikle ABD ve Avrupa’da gençlik, Filistin davasına sahip çıkıyor. Filistin davasına sahip çıkma bağlamında yükselen gençlik hareketi, ‘68 gençlik hareketi ile ABD’nin Vietnam’ı işgali ve işgale karşı direnen Vietkong gerillalarının mücadelesinin etkileşimini hatırlatıyor. Şimdilik o düzeyde bir hareket gelişmedi. Devrimci çıkışlar zayıf olsa da Türkiye’de de Filistin davası güçlü bir şekilde sahiplenildi. Hatta AKP-MHP iktidarına desteği azaltan temel unsurlardan oldu. Devrimci güçlerin zayıflığı dolayısıyla AKP-MHP bloğundan sistem içi partilere kaymalar gerçekleşti. Ama Filistin davası denince hala Mahir Çayan ve yoldaşlarının İsrail başkonsolosu Elrom’u cezalandırması, Deniz Gezmiş ve yoldaşlarının enternasyonalist dayanışma ve eğitim için Filistin’e  gitmesi akla gelir. Bu fiiller, Türkiye devrimci hareketinin kuruluş kodlarına, DNA’sına işlemiştir. Bu bağlamda bugün devrimci güçler mücadele dinamiklerini doğru okur ve kuruluş kodlarıyla sentezlerse o düzeyi de aşan bir hareketin yakalanması içten bile değildir.

Yine deprem, yangın, sel gibi olaylarda kapitalist devletlerin “şok doktrini”ni kullandığını biliyoruz. Şok doktrinine göre kriz anında dayanışma engellenmeli, insanlar olabildiğince krizi yaşamalı, “çığlık atmalı” ve devlete eskisinden daha güçlü bir şekilde “ihtiyaç” hissetmelidir. Böylelikle sorunun kaynağı olan kapitalist devlet, kendini sorunun çözümü olarak sunar. Bunun en güçlü pratiğini Elbistan-Pazarcık depreminde gördük. Devlet, günlerce toplumsal dayanışmayı engelledi; polis, asker ve faşist güruh ile linç kampanyaları örgütledi. Korona salgını döneminde de belirsizlik yaratılmaya, toplumsal bilinç esnetilmeye; böylelikle kaos aralığında sömürü ve baskı mekanizmaları normalleştirilmeye çalışıldı.

Özcesi kapitalist emperyalist devletler; savaş, salgın, deprem, yangın gibi olaylarda durumu olabildiğince sömürüyü pekiştirmek ve bekalarını sağlama almak için kullanıyor. Bu yolla toplumsal akıl; korku, kaygı, belirsizlikle esnek tutularak, kapitalist sistemin yeni belirecek düzenine uyum sağlanması amaçlanıyor. Emperyalist kutuplar arasında savaşlar olsa da bu onları yıkmayacak, en fazla zayıflatacaktır. İçerdeki sınıf savaşımı, kapitalist-emperyalist güçleri yıkacak olandır. Böylece belirsizlik enstrümanını olabildiğine güçlü kullanarak içeriyi garantiye alıp öyle savaşa giriyorlar. Çünkü kaos aralığı, emekçi sınıfların ve ezilenlerin sıçrama tahtasına dönüşebileceği bir zamansallığı açıyor. Fakat kapitalist-emperyalist güçler ekonomik, fiziksel, siyasal zor güçlerini ve tüm cehennem silahlarını kullanarak toplumu bir şekilde kendi yörüngesinde döndürmeye ve yeni belirecek düzenlerine çökertmeye çalışıyor.

5. Kapitalizmin sınırlarına dayanması yönündeki tarihsel eğilim, emperyalist savaşları da tetikliyor. Ukrayna-Rusya, Azerbaycan-Ermenistan, Filistin-İsrail, ABD’nin Çin’i kuşatma altında tutmaya çalışması, emperyalist-kapitalist ülkelerinin gittikçe artan hızla silahlanması, İran ve İran eksenli bölge devlet ve güçlerine yapılan operasyonlar, Türkiye’nin varolan işgal ve hava operasyonlarının yanı sıra Güney Kürdistan ve Rojava’ya dönük sürekli işgal tehdidi, kapitalist-emperyalist ülkelerin kaos aralığından en güçlü konumda çıkmaya çalışma çabasıdır. Ve artık birçok devlet eskisi gibi bir eksene dayanarak yol yürümüyor. Bunu Rusya-Ukrayna savaşı başlarında gördük. ABD’nin Rusya’ya karşı tavır almaya çağırdığı birçok devlet bunu reddetti. Bunun nedeni; dünyada kartlar yeniden dağıtılırken devletler, kimin eli daha büyük, görmek ve ona göre konumlanmak istiyorlar. Tek ata oynayıp “Almanya kaybedince biz de kaybetmiş olduk” gibi bir duruma kendilerini sokmak istemiyorlar.

6. Bilgi, her çağda temel üretim aracı olagelmiştir. Son birkaç yüzyıldır yapılan keşiflerin yanı sıra iletişim ve yapay zeka teknolojisinde son birkaç onyılda devasa gelişimle birlikte bilgi, üretimde daha da önemli bir konuma gelmiştir. Ayrıca çağımızda bilgi, internet aracılığıyla rahatlıkla paylaşılabiliyor. Bilginin toplumsallaşma potansiyeli gittikçe artıyor. Artık eskisi gibi bilgi üzerinde ve bilgi üzerinden tahakküm kurulamıyor. Onun yerine bilginin kullanım biçimi ve kullanım alanları kısıtlanmaya çalışılıyor.

Charles Dickens “İki Şehrin Hikayesi”nde dönemi “hem akıl hem de aptallık çağı” olarak tasvir eder. Dönem bilginin fışkırdığı aydınlanma çağıdır. Günümüzle benzerlik kurma açısından düşünürsek; günümüz bilişim çağı olarak da adlandırılıyor. Ama hangi bilgi hakikatin parçası hangisi yalan, o bilgiye hangi paradigmayla bakmamız, bağlantı kurmamız gerekiyor gibi sorular daha da önem kazanıyor. Ya da hiç bakmadan, körü körüne mücadele edip “kapitalizmin aptalı” olmak da mümkün.

Belirttiğimiz gibi sadece bilgiye bakmak da yetmiyor. O bilgiyi nasıl algılıyoruz, yaşamda nasıl kullanıyoruz? Söz gelimi kuantum bilimi, devrimci bir yorumla kuantum felsefesine kapı aralayabilir. Bireysel-örgütsel-toplumsal bir sıçrama tahtasına dönüşebilir. Ya da mekanik yorumlarla kuantum felsefesine hakkı verilemeyebilir. Tersten ise aynı kuantum bilimi,  emperyalist savaş, sömürü tekellerinin elinde halklara karşı silah da olabiliyor.

7. Devletler, her çağda bilgiyi topluma hükmetme ve sömürme bağlamında, günün ihtiyaçlarına göre yorumlamış, toplumsal bilince şekil vermiştir. Antik çağlarda bilgi, tanrı ve onun yeryüzündeki gölgesi ve yorumcusu (kral, rahip) çıkışlıydı. Tanrı çıkışlı bilgiye karşı çıkmak, “kral çıplak” demenin cezası ikircimsiz ölümdü. Prometheus’un ateşi çalması ve sonsuza dek zincirlenmesi, ciğerlerinin parçalanması bundandır.

Aydınlanma ve modernite sonrası, dünyevi tanrı inşa girişimleri başladı. Türkiye üzerinden örneklendirirsek; her meydanda inşa edilen Mustafa Kemal heykeli bu anlayışın ürünüdür. Post modern dönemde ise birey toplumdan kopartılarak, kendini yaratan, adeta kendi kendinin tanrısı olan bir varlığa dönüştürülmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda devletli yeryüzü ve gökyüzü tanrılarının tüm işlevi; -bilgiyi düzenlemeyle birlikte- toplumu sömürü ve iktidar aygıtıyla uyumlu hale getirmek olmuştur.

8. Yabancılaşmanın bir yanını, üretim ve tüketim süreci oluştururken; diğer yanını, insanın kendini mi yoksa kapitalist sistemi mi ürettiği oluşturuyor. Yabancılaşmaya karşı mücadelede, insanın kendini kapitalizmin tüm aygıtlarına rağmen üretmesinden ve zerre kadar kendini bulduysa bunu paylaşması önemli bir yerde duruyor. Çünkü insan yaşayan, toplumsal varlıktır. Kendini değiştirmesi; onu üreten koşullarla mücadelesinden, yaşamla ve toplumla kurduğu bağı değiştirmesinden geçiyor.

Bu bir inisiyatif kazanma ve kırma mücadelesidir aynı zamanda. İnsan yabancılaşmayı ne kadar aşarsa o kadar inisiyatif kazanacak. Kapitalist yaşam döngüsünden çıkmanın ve faz geçişi sağlamanın temel mücadele alanlarından biri, yabancılaşmaya karşı mücadeleden geçiyor. Kapitalist sistem, insanın kendisi için varlık olmasını engellemek için elinden geleni yapıyor. Yaşamsal zorunlulukların (yeme-içme-barınma-ulaşım-iletişim) yanı sıra artık insanlar, eskinin ideolojileriyle de sarmalanamıyor. İnsanın ruhu da açlıktan ölüyor. Örneğin, iktidara yakın felsefeciler, islam ile kuantum felsefesini sentezlemeye çalışıyor. Post modern dönemin kendini yaratan, kendi kendisinin tanrısı olan bireyini; bu haline hapsetmek için kuantum yaşam koçları pıtrak gibi çoğalıyor. Çünkü post modern birey, kendini dünyadan ne kadar tecrit ederse etsin, dünyada yaşanan doğa ve insan katliamına ve sömürüye kör kalamıyor. İnternette kuantum yaşam videolarında ipe sapa gelmez bilgiler milyonlarca kez izleniyor. Biraz hali vakti yerinde olan bireyler ruhunu doyurabilmek, yaşamda bir amaç-dert edinebilmek için kuantum yaşam koçlarına para veriyor. Kuantum yaşam koçları ise kapitalist sisteme, devlete bulaşmadan, sınıfsal çatışmaları gözardı ederek “yaşamda dert edinme”nin formüllerini vermeye çalışıyor. Kuantum felsefesinin bu kadar piyasalaşmasının temel sebebi, insanların kapitalist yaşamla dertli olmaları, farkında veya değiller, hakikati eskisinden daha çok aramalarıdır. Bu arayışın bir yönünü kapitalizmin sınırları oluştururken diğer yönünü bilginin sınırsız paylaşımı oluşturuyor. Sistemse bu arayışı-bilgiyle buluşmayı daha yaşken eğmek için kuantum yaşam-alışkanlıklar, din ve kuantum felsefesini eklektik bir biçimde sentezleyerek piyasalaştırıyor. Düzen, kendi görevini yapıyor. Sorun, hakikati inşa etmesi gerekenlerin görevini, düşünsel ve pratik yerine getirememesi.

Sorunu doğru kavradığımızda, bilgiyi ve deneyimi sentezlemek ve güçlü bir paradigma oluşturmak, bunu her gün ülkenin bir yerinde patlak veren eylem ve direnişlerle, kendini-hakikati arayan insanlarla buluşturmak ve yeni direnişlerle daha güçlü bir şekilde buluşmak daha da kolaylaşacak.

9. Bilim insanları, doğrudan teknolojiyi üretmiyor. Söz gelimi atomun derin dehlizlerine inen bilim insanları, ilk kertede atom bombasını geliştirmek için onun sırlarını çözmüyor. Atom bombası, bir yan ürün olarak ortaya çıkıyor. Yine radyo dalgaları, kuantum fiziği bugünkü iletişim-savaş-gözetleme-SİHA teknolojilerini bulmak için araştırma konusu yapılmamıştır. Fakat bunlar da evrenin sırlarının bilim insanlarınca çözülmesi sonucu, bir yan ürün olarak ortaya çıkıyor. Hakim düzen, bilimin ürünlerini kendi ihtiyaçlarına göre kullanıyor.

Bu bağlamda bilimi ve kapitalist sistemin, ömrünü uzatmaya çalışırken ürettiği gözetleme-takip-savaş-ölüm makineleri gibi teknolojileri birbirinden ayırmak ve bilimi-teknolojiyi mücadele alanına çevirmek, onu çağın paradigması bağlamında anlamlandırmak ve inisiyatifi olabildiğince ele geçirmek gerekiyor. Bilginin rahatlıkla paylaşılabildiği çağda, yaşam için bilim, şiarıyla bilimi toplumsallaştırmak ve praksis felsefesiyle onu anlamlandırma, temel görev olarak önümüzde duruyor. Teknik üniversiteler, savaş endüstrisinin-baronlarının hegemonyası altında. Filistin davası bağlamında gelişen duyarlılık; savaş baronlarının hegemonyasını kırmanın, bilimle yaşam esaslı bir ilişkinin mümkünlüğünü geliştirmenin kapısını aralayabilir. Direnmek, sadece egemenlerin isteklerini yapmamak değildir. Ki böylesi sürdürülebilir de değildir. Özgürleşmek ve her alan-mekanda onunla çarpışmak için, onun ulaştığı düzeyi aşan bir devinimin içinde olmamız gerekir.

Bilim, evrenle bağ geliştirme bağlamında, bilinenden bilinmeyene doğru ilerlemektir. Ateşin bulunuşu, hayvanların ve tohumların ehlileştirilerek tarım ve çiftçiliğin geliştirilmesi, coğrafya ve iklim koşullarına göre konumlanma; zamanın içinden bakılırsa, dönemlerinin en büyük bilimsel keşifleridir. Ve bilgi, kolektivize olduğu için genellikle komünal yaşama helal getirmemiştir. Dolayısıyla, komünist mücadele, sadece eşitlikten zuhur eden bir mücadele değildir. İnsanın evrene, topluma, üretime ezcümle kendine yabancılaşmasını aştığı bir devinimi de tarif eder.

10. “Gerçeği söylemek zordur çünkü, aslında, tek bir gerçek vardır ama bu gerçek canlıdır; bu nedenle de çehresi bir canlınınki gibi durmadan değişir.” Franz Kafka

Franz Kafka, tek cümleyle hakikati canlı oluşuyla, devinim halindeki değişimiyle gayet iyi tanımlıyor. Biz, buna ek olarak hakikatin, evrensel yönleri olduğu kadar yerel yönleri ve yerelin de evrensel yönleri olduğunu düşünüyoruz. Bu yüzden tek bir hakikatten bahsedemiyoruz. Bu bir yana kapitalist sistem, toplumun hakikatle buluşmasını engellemek için elinden geleni yapıyor. Bilimi ve felsefeyi tekeline almaya çalışıyor. Oysa evrenle kurulan her yeni bağlantı, aslında devrimci güçlerin rüzgarı kanatlarına doldurması potansiyelini güçlendiriyor. Mesele o bağlantıyı kuramayan, bilimi ve felsefeyi toplumsallaştıramayan, mücadelenin ve yaşamın konusu haline getiremeyen bizlerin ufuk darlığıdır. K. Marks, 1856’da yaptığı bir konuşmada şöyle der: “Günümüzde her şey karşıtına gebe görünüyor: İnsanın emek süresini kısaltan ve verimini artıran harika bir güçle donatılmış olan makineleri açlıkla seyrediyor ve aşırı çalıştırıyoruz. Yaratılan yeni zenginlik kaynakları, gizemli bir büyüyle yoksunluk kaynaklarına dönüştürülüyor… İnsan doğayı egemenliği altına alırken, aynı hızla öteki insanların ya da kendi kötülüklerinin kölesi haline geliyor. Bilimin arı ışığı bile, cehaletin karanlık zemininden başka hiçbir şeyi aydınlatamıyor. Tüm buluş ve ilerlemelerimiz, maddi güçlerin entelektüel yaşam kazanmasıyla ve inisiyatifi git gide yok edilen insan yaşamının bir maddi güce dönüşmesiyle sonuçlanıyor gibi görünüyor.” Evet bilim  toplumsallaştığında devasa bir gelişime yol açacakken kapitalistlerin elinde tam karşıtına dönmektedir. Marks, burada nasıl karşıtına döndüğünü çarpıcı bir şekilde betimler. Bizim kapitalizme karşı mücadelemiz, aynı zamanda, bilimin ışığını toplumsallaştırma mücadelesidir. Bilgiyi/bilimi, sınıf mücadelesinin motor gücü haline getirdiğimizde her şey kendi hakikati temelinde ayakları üzerine dikilecektir. Bu savaşım içerisinde emekçi sınıflar ve ezilenler inisiyatifi ele alacaktır.

Devam edecek…