Kapitalizmin tarihine yeniden bakmak-Tufan Yakın

Kapitalizme alternatif düşünebilmek için onun batılı geçmişini bilmek yetmez. Batı dışındaki geçmişini de bilmek gerekir.

Yüz bin kişinin çalıştığı artık kapatılmış olan “Çıplak Dağ” isimli altın madeni. 1980 /Brezilya. Salgado’nun fotoğrafı.

1.Kapitalizmi Normalize Etmek

“Kapitalizm ve kökenleri meselesi ya hiç sorulmuyor ya da kapitalizmin nasıl ve niçin bazı özel şartlarda, belirli yerlerde ortaya çıktığı sorulduğunda, başka bir soru ile bastırılıyor” (E.M.Wood)

Müteveffa Amerikalı Marksist Ellen Meikes Wood (EMW) “Kapitalizm tarihin doğal doruğu olarak kabul edilirse aşılması tasavvur edilemez” derken sadece çok haklı değil, devrimcilerin reel sosyalizm yıkıldıktan sonra yaşadığı teorik-politik krizin önemli bir nedenini de ifade etmiş oluyordu. Dünya, Sovyet devrimi dâhil, çok kısa dönemler hariç hala kapitalizmin aşılmasını tasavvur eden bir sosyalizm pratiğiyle tanışmamıştır. Devletin ele geçirilmesi, savaş komünizmi, NEP, tarımda kolektivizasyon ve özel mülkiyetin devletleştirilmesi, Küba ve Vietnam deneyimleri, Yugoslavya gibi özyönetimci sosyalizmler, Arnavutluk gibi ateist anayasası olan iktidarlar vb. tüm bunların kapitalizmi aşan pratikler olmadığını, devrimci bir halk demokrasisinin ötesine geçmediğini artık hepimiz biliyoruz. Latin devrimciliğini dışarıda tutarsak, Avrupa ve Sovyet devrimciliği kapitalizmin köken ve gelişimini İngiliz ekonomi politiği, Rönesans, Aydınlanma, Alman felsefesi ve Fransız devrimi ile sınırlı ele aldığı için tasavvur ettiği sosyalizm de bu dairenin dışına çok çıkamamıştır. Sayılan dönemleri birbirinin üzerine konulmuş, bir sonrakinin daha değerli olduğu taşlar olarak düşünürsek, sosyalizm de gerçekleşmiş olmakla bu taşların en üstündeki yerini almıştır. Ama böyle mi olmalıydı? Üst üste dizili taşları yıkıp kendi özgün yapıtını oluşturması gerekmez miydi? Sosyalizm böylece ne birlikte büyüdüğü mahalle arkadaşlarından kopabilmiş ne de komşu mahallelerle yoldaşlık kurabilmiştir, aynı mahallede kısılıp kalmıştır.

‘Bu dereler nereye akar, bir sonu var mı’ diye merak edip yola koyulan ve türlü tehlikeleri göğüsleyip sonunda açık denizleri keşfeden bir ” karabalık” olamamıştır. İranlı muhalif yazar Behrengi’nin özgürlük metaforu “Küçük Karabalık” kapitalizmle mücadelenin doğulu kökenleri içinde neden sayılmasın?

Kapitalizm, ilk insanal insanın (Homo Sapiens-160 bin yıl) ortaya çıkışından ya da neolitik ’ten (tarım devrimi)  beri geçen zamana göre çok kısa süredir mevcut. 12.000 yıl öncesinin tarım devrimini düşünürsek bunun sadece son 400 yılını kapsamaktadır. Bu koşullarda kapitalizmi insanlık tarihinin nihai ve en son sistemi olarak kabul etmek elbette insan aklına aykırıdır.

Kapitalizmin kökenleri, Kuzey Mezopotamya, Doğu Akdeniz, Çin, Mısır ve Afrika’nın ilk ticaret erbabına ve oradan Ortaçağ’ın kentsoylusu ve köylü ayaklanmalarına geçerek nihayetinde İngiltere’nin sanayi kapitalizmine değin neredeyse bir birini takip eden sistemler şeklinde anlatılır. İlk devrimciliğimizden beri okuduğumuz ya da öğretilen işte bundan ibarettir! Sovyet Bilimler Akademisinin resmi yayınları ile sınırlı okumalardı bunlar. Marksist-Leninist klasiklerin çoğu kapitalizmin, insanlığın yaşamak zorunda olduğu kaçınılmaz ve olağan bir sistem olduğunu söylüyordu. Sömürünün ilahıydı ama ne hikmetse olağandı. Savaşların baş müsebbibiydi ama sonuçta Nazizm’i saymazsak genelde burjuva demokrasisiydi, olağanüstü bir rejim bile değildi! Bir aykırılık, özel bir baskı türü, bir sapma ya da bir saçmalık değildi. Sosyalizmler bile, (Komünist Enternasyonal) önce kapitalizmin savaşsız yaşayamayacağını söylerken daha sonra onunla “barış içinde bir arada yaşamayı” kabul ederek onu dolaylı olarak meşrulaştırabilmişlerdi.

Oysa köle ve serfi derebeyi ve dinden özgür kılan, sömürüyü çıplak zor ile değil karşılıklı mukavele ile bağıtlayan ve bu şekilde gizemleştiren bir sistem olarak 400 yıldır hâkimiyetini sürdürmesi onun olsa olsa güçlü bir ideolojisi olduğunu gösterirdi, yıkılamaz olduğunu değil. O aslında özgürlük verirken onu geri alıyor, eşitlik derken eşitsizliği en ince şekilde yeniden kuruyordu. Özgür ücretli işçi çalışma süresinin yarı parasının patrona gittiğinin çok sonradan farkına varıyordu. Ekonomi dışı zor son bulmuş ama canlı emek gücü vazgeçilmez bir meta olarak artı değerin gerçekleşmesinin en temel unsuru olmuştur. Emekçi bundan böyle köle ve serften farklı olarak özgür olsa da “artık emeğine” salt iktisadi araçlarla el konulmaktadır. Sadece kapitalizmde “artık emeğe” doğrudan zor kullanılmadan el konulmaktadır. Piyasa artık geçmişteki gibi mübadele ve dağıtım mekanizması değildir, toplumun ve hatta devletin devamının temel belirleyicisidir.

2.Açıklanması gereken şeyi var saymak!

Ya da Kapitalizmin başlangıcını sorgulamadan kabul etmek!

“…Sanki tarihsel hareketin varış noktası hep kapitalizm olmuştur: dahası bizatihi tarihin yönüne de başlangıcından itibaren kapitalizmin ‘hareket yasaları’ yön vermiştir” ( Ellen Meikes Wood)

E.M.Wood, kapitalizmin başlangıcının çoğu anlatıda analiz edilmediğini, zaten var olduğu farz edilerek ele alındığını iddia ederken çok haklıdır. Wood daha da ileri giderek çoğu sosyalistin kapitalizmin ayırt edici başat özelliğini bir “fırsat” ya da “seçim” olarak gördüğünü oysa kapitalizmin tarihte bir “zorunluluk” olarak kendini dayattığını ortaya koymuştur.

Kapitalizmin ortaya çıkışı ve gelişiminde hâkim olan anlayış hala Avrupa’yı merkez alan, Doğu’yu durağan, iç dinamiksiz ,”taşralı takipçi” veya  “pasif seyirci” gören egemen tarih anlayışlarıdır.

“Sanki Avrupa, kapitalizmi sahiplenerek iyi ve ilerici ne varsa hepsine sahip çıkıyor; sanki farklı bir tarihsel çizgi başarısızlık oluyor. Bu çizgilerde tarih doğal rotasını izleseydi sanki kapitalizme ulaşabileceklerdi ama tarih onlara bu şansı vermedi!” (E.M.Wood)

Anlaşılacağı üzere, Batı dışı toplumların değeri kapitalizme ulaşmakla ölçülüyor!

İkinci en önemli sapma, kapitalizmin kökenini klasik ekonomi-politik ve aydınlanmanın ilerleme anlayışı ile açıklama çabasıdır. Tarihin nihai, kaçınılmaz hedefi sanki kapitalizmden başkası olamazmışçasına, ilkel komünal toplumdan sonraki tüm teknolojik devrimler ve mübadele-takas ilişkileri ile “ticaret toplumu” bu yöne evirilmeye yazgılıymışçasına ele alınır. Sadece çoğu insan değil çoğu aydın ve devrimci kapitalizmin “kaçınılmaz” ve “doğal” bir gelişim süreci sonucu oluştuğuna inanmış vaziyette! Demek ki kapitalizmin sadece günümüzde “doğal” bir sistem olduğunun reddi değil, tarihin ”kaçınılmaz” bir sonucu olarak görülmekten nasıl çıkarılacağı da esas meselelerimizin başında gelmektedir.

Neolitikten günümüze tüm toplumsal gelişmelerin kendini kapitalizm hedefine kilitleyerek, şaşmaz bir doğrultu içinde ilerlediğini iddia etmek bu sistemin “nihai çöküş ihtimali” üzerine de hiç düşünmemektir. Kapitalizmin kökenlerini “murat edilen” sonuca göre ele almak, böyle bir yöntemi benimsemek, araştırılan nesnenin (kapitalizm) önceden zaten var olduğunu farz etmek oluyor. Kapitalizm tarih üstü nesnel bir olgu idi ve zaten oluşacaktı! Açıklanması gereken şeyi, açıklamayıp onu var saydığımızda kapitalizmin soy ağacı doğal olarak ilk Babilli tüccardan başlayıp Ortaçağın feodal lordlarına, oradan da modern burjuvazi ve sanayi kapitalizmine kadar uzanır. Bunun anlamı kapitalizmin adeta tarihin şafağından beri potansiyel olarak hep var olduğunu iddia etmektir. Oysa kapitalizmin başlangıcı ne bir ön taslak, ne bir embriyon hatta ne de bir kök hücre şeklinde bile olsa 16.yüzyıldan önce var olmadığıdır. Paranın çoğalması, kentleşmenin artması, ticaretin yaygınlaşması ya da servet birikimi bunların hiç biri kapitalizm değildi! Hemen hepsi feodal dönemde de zaten var olan şeylerdi. Servet kendi başına bir sermaye değildir. Serveti sermayeye dönüştüren toplumsal mülkiyet ilişkilerindeki dönüşümdür. Rekabet, kar maksimizasyonunda artış, iş gücü verimliliğindeki artış, artı değerin yeniden üretime yatırılması ve üretici güçlerin gelişimi kapitalizmi kapitalizm yapan da, mülkiyet ilişkilerini dönüştüren de işte bu hareket yasalarıdır.

3. “İlksel birikim” ve Geçiş tartışmaları

“Alman ideolojisi ve Komünist Manifesto ’da kapitalizmin kökeni açıklanmaktan ziyade varsayılır. Oysa Grundrise ve Kapital’de bu mesele daha geliştirilmiştir. “İlksel birikim” tezi ile feodalizmin prangalarının asıl kopuş nedeni aydınlığa kavuşmuştur” (EMW)

Kapitalizmin ortaya çıkmasını analiz etmeye çalışan en yaygın ve basit açıklama ticarileşme modelidir. Kapitalist gelişimi, neredeyse insan türü var olduğundan beri insan faaliyetlerinin doğal sonucu olarak kabul eder. Adam Smith’in “ekonomik insan” da tasvir ettiği gibi insan tarih boyunca hep takas ve mübadele yapmıştır. İnsan faaliyeti önce ticari toplumu peşi sıra piyasaları, sonra iş bölümü ve teknolojiyi yaratarak, tedrici olarak kapitalizme ulaşmıştır. Oysa komünistlerin görüşü kapitalizmin önceki toplumsal formasyonlar üzerinden tedrici bir düzenlilikle, birike birike ortaya çıkmadığıdır. Söz konusu olan nicel bir gelişim değil nitel bir kopuştur. Bir nüvenin ya da tohumun yavaş yavaş gelişip serpilmesi değildir. Daha önce hiç var olmamış yeni bir nüvenin çok özgün koşullarda dünyanın sıkışık bir köşesinde ortaya çıkışıdır. Kapitalizm evrimci yolla değil öngörülemez bir yer ve zamanda beklenmedik şekilde ekonomik koşulların kendini dayatmasıyla ortaya çıkmıştır. İnsanın evrimi gibi Darwinist bir açıklaması yoktur onun. Ne teknolojik gelişmelerle ne nüfus artışı ile ne de şehirleşme dinamikleriyle açıklanamaz. Son derece özgün tarihsel koşulların ürünüdür. O ne bir fırsat ne de bir seçimdi, zorunluluğun dayatması olarak öngörüsüz bir biçimde tarih sahnesine çıktı.

Ticarileşme modeli dışında öne sürülen “Dünya sistemleri”, “Bağımlılık”, “Merkez-Çevre” ve “Demografik” model ile “Annales Okulu” gibi anlatıların tümü kimi rötuş ve düzeltmelerle ticarileşme modelinin varyasyonlarıdır. Bu modellerin kapitalizmin gelişimine dair ortak noktaları şu şekilde özetlenebilir.

-Ticari faaliyetin tüm dünyada nicel artışı.

-Merkez-çevre arasındaki eşitsiz gelişim Batı’nın aşırı servet birikiminin asıl nedenidir.

-Her aşama önceki aşamanın üzerinde yükselmiştir.

-Olgun kapitalizm üretilemedi ise bunun nedeni önüne çıkan engellerdi.

-Kapitalizm kısıtlama olmama şartına bağlı bir ticari teknolojik ilerleme ile olgunlaşarak varacağı son noktaya ulaşmıştır.

Kapitalizmin gelişim modellerinin çoğunun gözden kaçırdığı kritik mesele kapitalizmin hareket yasalarıdır. Nedir bunlar? Rekabettir, karın maksimizasyonudur, işgücü verimliliğindeki artıştır ve üretici güçlerin gelişimidir. Bu bağlamda tek bir cümle ile toplumsal mülkiyet ilişkilerindeki dönüşümdür. Ticaret, kent, servet birikimi, nüfus artışı bunların hiç biri doğası gereği feodalizm karşıtı değildi. Feodalizmi çözen “içsel etken” köylüler ile beyler arasındaki sınıf mücadelesiydi. Ama bu ileride açacağımız üzere sıradan değil daha önce hiç gerçekleşmemiş özgün bir mücadeleydi.  Kapitalizm böyle ortaya çıkmıştı. Ticaretin nicel artışı, kentlerin nüfus artışı, servetin olağanüstü birikimi ile değil.

Bildiğimiz bazı kapitalizm teorisyenleri, F.Braudel, Paul Swezzy, A.Gunder Frank ve İmmanuel Wallerstein son tahlilde Adam Smith’in ticarileşme modelinin dışına çıkamamışlardır. Maurice Dobb gibi kimi çağdaşları ise  “esas itici sebebi” kent yerine kırda tespit etmekle ve ticaretin yayılması yerine “artığı gasp edenlerle üreticiler arasındaki sınıf mücadelesini” (EMW) temel almakla Adam Smith, Max Weber ve devamcılarından kopmuşlardır. Ama yine de kapitalizmin “feodalizmin çatlaklarında yetiştiği”, yani kimi engellerin kaldırılması ile adeta azat edildiğini ileri sürmeleri nitel değil nicel bir dönüşüm teorisi olarak kendi içinde sınırlı kalmıştır.(EMW)

Geçiş tartışmalarına yeni bir bakış açısı getiren İngiliz Marksist Perry Anderson ise Marx’ın “ilksel birikim” de sözünü ettiği toprak sahiplerinin üretimde verimliliği artıran zengin çiftçilerden giderek daha fazla kira almaları meselesine eğildi. Kırsaldaki bu dönüşüm rekabeti ve kırda mülksüzleşmeyi beraberinde getirerek yeni bir ekonomi yaratmıştır. Anderson tam bu noktada feodal istikrarı bozan esas etkenin  “feodal yükümlerin para ile ödenen kiraya dönüşmesi” (EMW) olduğu üzerinde durmuştur. Bu, mülkü mübadele değeri yaratma temeli üzerine oturtmaktır. Kapitalist mülkiyet kuramının en kritik hamlesi olmuştur. Çitlemenin getirdiği en kritik sonuç da budur.

Tüm bu gelişim tekil servetlerin, toprak mülkiyetinin ve ticari alışverişin artık piyasada dolaşıma girdiği ve sermayeleştiği anlamına gelmektedir. Artık metaların ekonomisine geçilmiştir.

Bu yeni durum, – “yükümlerin parasal kiraya dönüşümü”– senyörlerin daha önce özerk olan siyasi gücünü mutlakiyetçi krallıkla paylaşmasını ve kırsalın kısmen özgürleşmesini beraberinde getirmiştir. Fransa’da egemen sınıf içindeki rahipler ve senyörlerin toprak mülkiyeti üzerindeki hâkimiyetleri zayıflarken İngiltere’de lordlar buna izin vermemiştir. Fransa’da krallık yerleşik örfi yasalar nedeniyle köylüyü ‘korumak’ zorunda kalırken İngiliz monarşisi senyörler ve kiracı zengin çiftçilerden yana olmuş, küçük köylülük mülksüzleşerek kentlere göçmüş ya da kırsalda tarım işçisi olmuştur. Bu feodalizmin çözülüşüydü. İktisadi sömürü ile ekonomi dışı zor birbirinden ayrılıyordu. İdeoloji ile – din ve ruhban sınıfı- ekonomi dışı zor da birbirinden ayrışıyordu. İngiliz köylüleri çitlemeyle gelen yeni özel mülkiyete karşı monarşiye karşı mücadele ederken Fransız köylüleri devlete çöreklenmiş soyluların ağır vergilendirmesine karşı mücadele ediyordu.

Son olarak bizim de yakın olduğumuz ve E.M.Wood ’un ön plana çıkardığı Marksist tarihçi Robert Brenner’in yaklaşımına geldi.

1.“Brenner kapitalizmin daha önce zaten var olduğunu farz etmeden kapitalizmin kökenini açıklamaya çalıştı. Feodalizme meydan okuyacak bir kapitalizmin embriyo halinde bile mevcut olmadığını öne sürdü. Kapitalizm, öncesinde küçük meta üretimiyle gelişen bir prokapitalizm de değildi ona göre.” (EMW)

2.”Brenner’e göre mesele, İngiltere’ye has belirli koşullarda feodal beylerle köylüler kendilerini olduğu gibi korumak amacıyla sınıf mücadelesi yaparken istemeden kapitalizm için gereken dinamiği harekete geçirmesiydi. Bunun niyet dışı oluşan etkisi üreticilerin piyasanın zorunluluklarına tabi hale gelmesiydi. Feodalizmin çözülüşü İngiltere’de kapitalizme Fransa’da mutlakıyete yol açtı” (EMW)

3.”Hem üreticiler hem de toprak sahipleri kendi konumlarını sağlama alıp sürdürebilmek için tarihte görülmedik biçimde piyasaya bağımlı oldular. İngiltere’de kapitalist kiracı büyüye büyüye kapitalistleşmiş bir küçük üretici değildi. Üretim araçlarıyla somut ilişkisi, toprağa erişme koşulları onu bir anlamda baştan kapitalist kıldı.” (EMW)

Nasıl oldu da İngiltere’de mülkiyetin eski siyasal biçimlerinin yerini salt iktisadi bir biçim aldı? Ve bu değişim nasıl kendini sürdürebilen farklı bir iktisadi gelişme süreci başlattı? Bu soruların cevabını yukardaki başlıklar içinde bulabiliyoruz.

İngiltere’de toprak kullanım şartlarının yasalarla (intifa hakkı, örfi yasalar) belirlenmesinden piyasa dolayımı ile belirlenmesine geçişle birlikte rekabet arttı. Tarım kapitalizminin oluşumunun zemini bu şekilde, – feodal yükümlerin parasal kiraya dönüşümü ile-  doğdu. İngiltere’nin farkı egemen sınıfın ekonomi dışı zora ihtiyacı olmaması, kiracıların üretkenliğine bel bağlamasıydı. Kırk hektardan fazla toprağın kullanım hakkına sahip zengin İngiliz orta köylülük (“yeoman” lar deniliyor) sadece işini ve servetini büyüterek ya da “husbandman” denilen küçük köylülüğü ücretli tarım işçilerine dönüştürdüğü için kapitalist olmadı! Kapitalist olması baştan itibaren kendisini idame etmek için gerekli araçlar ile ilişkisi ona ve istihdam ettiği bütün ücretli işçileri piyasanın zorunluluklarına tabi kılmasındandı. Çoğu sosyalist kapitalizmin ayırt edici başat özelliğinin “fırsat” ya da bir “seçim” olmadığını bilakis bir zorunluluk olduğunu hala kavrayamamıştır.

4.”Brenner bir geçiş sürecini, yani bir toplum türünün bir diğerine dönüşmesini, kendini sürdüren bir sistemin kendini sürdüren başka bir sisteme dönüşmesini, bir tarihsel dinamiğin bir başkasına dönüşmesini gerçekten ele alan nadir yazarlardan biridir.”(EMW)

Bu bölümü bitirirken özetin özeti: Kapitalizmin tarihi hareketi, evrensel bir ilkeymişçesine genelleştirilemez. Kapitalizm, bireylerin ve sınıfların kendi seçtikleri biçimin dışında, kendi düşüncelerinin ötesinde, hiçbir öngörüde bulunmaksızın hayat bulmuş bir ekonomik sistemdir. Politik özne yaptığını zannettiği tarihin sonuçları karşısında bazen dehşete düşer. Failin sadece kendisi olmadığını anladığı an işte bu andır! Tarih işte böyle hem büyük şaşkınlıklarla, hem beklenmedik kazanımlarla ama daha fazla hiç hesap edilmemiş dehşete düşüren sonuçlar ve tüm bunlardan çıkarılan derslerle ilerler. Kapitalizmi “hiç hesap edilmemişler” içinde sayıyoruz.

4.Toprakta Mülkiyetin İdeolojik Kökeni

Toprağın “ıslah” edilmesinden kentsel dönüşüme.

Dikey mimarinin önlenemeyen yükselişi

21. yüzyıldaki en tipik ve en yaygın ilksel birikim modeli kentsel mülkiyetler üzerinde yükselmektedir. Zamanında Proudhon mülkiyet için “sahte tanrıların sonuncusu” derken bunu devrimcilerin güçlü olduğu ve bir biri ardına ayaklanmaların gerçekleştiği bir dönemin ona verdiği güvenle söylüyordu. Oysa bugün kentlerde yükselen gökdelenler kapitalist azametin somut birer göstergeleri olarak görülebilir. Hiç te sahte değiller. Sadece zenginliğin ve gücün göstergesi de değiller; toplumun dışında ve üstünde başka bir hayatın göstergesidirler. Bugün burjuvazi kendini çok bilinçli olarak toplumun dışına atmıştır. Tüm yatay ilişkilerini bir bir geride bırakmakta, dikey bir hayata geçmektedir. Çok zorunlu olmadıkça yukarıdan aşağıya inme gereksinimi duymadıkları bir hayat tarzıdır bu. Dronlar, gökdelenler, uydular, dijital kültür, ’akıllı’ kentler, dikey mimari, yapay zeka, kablosuz hayat, küresel kapitalizm, Google Earth ve Google Map, üç boyutlu sanal gerçeklik ve simülasyon, bunların tümü adeta post modern hiper uzayda yaşayan yeni tür bir burjuvazinin tasvirini tamamlayan ögelerdir.

Artık şehirlerde doğal jeolojik, arkeolojik, tarihi ve kültürel zeminler bir bir yok edilmektedir. Kentsel alanlara bizzat kapitalizm her zamankinden daha etkili yollarla şekil vermektedir. Kentsel doku ve zeminlere yeniden imal edilebilir gözle bakılmakta, hızla parçalanıp işgal bölgelerine çevrilmektedir.

Bir kent hakkı savunucusu “Denizin 10 bin metre altından yeryüzünün 35 bin km üstündeki yörüngeye”  kadar kentlerin hayati alt yapı ünitelerinin yerin altında, suda ve dış uzayda devasa boyutlara ulaştığını söylüyordu. Demek ki teorik olarak sınıf savaşımları artık sadece yatay verilemez durumdadır. Yeraltı, denizler, atmosfer ve dış uzaya genişleyen yukarıdan ve yeraltından verilecek bir yeni sınıf savaşının kurgulanması gerekmektedir. İzdüşümü her hâlükârda kentler olan, yerçekiminin zenginlerden yana olduğu bir sınıf savaşımı!

“Dünyanın sayıları hızla artan yaklaşık 950 civarındaki aktif uydusu,- 400’ü ABD ye ait-  günümüzde yeryüzündeki hayatın örgütlenmesinde, deneyimlenmesinde ve aynı zamanda tahrip edilmesinde merkezi bir rol oynuyor” ( Uydulardan Sığınaklara Dikey Dünya / Stephan Graham)

O yüzden bir gerilla liderinin son dönemde verdiği “müjde” hiç yabana atılmamalıdır. Gökyüzü her zamankinden önemli olmuştur.

4.1) “Maddi servetin babası emek ise anası da topraktır…”  William Petty ( 16.yy.İngiliz iktisatçı)

Kapitalizmin ortaya çıkışının en temel sonuçlarından biri insanın o güne kadar doğa ile uyum içinde olan yaşamının niteliksel bir dönüşüme uğrayarak kadim dostu doğadan kopuşudur. Bu neden böyledir? Çünkü kapitalizmin kökeni kentler değil kırlardır. Topraktır, tarımdır; doğadır sonuçta. Kapitalizm ortaya çıkışıyla birlikte dünyanın “inorganik bedeninin” canavarı olmuştur. Var oluşuyla doğal çevreyi ve toprağı mübadele değeri olan bir metaya çevirmiştir.

Daha önce insan zihninde var olmayan mülkiyet fikrinin sonradan nasıl geliştiği önemli bir sorudur. Soy devamını sağlamak, dış koşuların tehlikelerinden korunmak, sosyal ve biyolojik gelişimini ve ruhsal bütünlüğünü sağlamak, şarkı söylemek, dans etmek, resim çizmek, beslenmek ve alet üretmek için kullandığı doğayı insan nasıl bir meta haline dönüştürebilmiştir? On binyıllar boyunca gidebildiği her yer onundu, “ilkel bir sınırsızlık” içinde yol alırken doğayı ve toprağı sahiplenmiyor, sadece kullanıyordu. Nasıl oldu da kullanım değeri olan doğayı değişim değeri olan bir metaya çevirdi? İşbölümü ve sınıflaşma bu sorunun çok genel ve sınırlı bir cevabıdır.

Günümüzde toprak artık sadece bir rant değildir, menkulleştirilmiştir, gayrimenkuldür. Bankaların, yani finansal sermayenin bir bileşenidir. Yanı sıra çok uluslu gıda tekellerinin genetiği değiştirilmiş gıda fabrikasıdır. Ve “kentsel dönüşümlerin” en kıymetli metasıdır.

Kentin kendisi artık ekonomik değerin üretildiği yerdir. Kent artık fabrika ve üretimin lojistiği değil “kendisi rant olan” bir değerdir. İşçi sınıfı ve fabrikalar aynı hapishaneler gibi kentin dışına atılmıştır. Onların yerinde avm, iş kuleleri, imtiyazlı özel okul ve hastanelerle lüks rezidanslar, yat kulüpleri, golf sahaları vb. burjuva yapıları yükselmektedir. Bugün büyük kentlerde otoparklar bile ciddi gelir kaynağı getiren mülkiyetler halini almıştır. Aynı zamanda kadın katliamları ve mafya hesaplaşmalarının birer cinayet mahallidirler!

4.2) Camiler ’in mülkiyeti

Taksim Camii, altındaki otoparkı ve yapı içindeki işletmeleriyle İslami bir eserden ziyade kapitalizmin kutsallaştırarak sermayesini dokunulmaz kıldığı bir mimaridir. Cemaati bizzat, fiziki olarak sermayenin üzerine oturtması ise sadece kapitalizmin başarabileceği bir şeydi! Namaz kıldığın yapının kutsal halesinden faydalanarak milyarları götüren kapitalistleşmiş İslami işletmelerle, tarikat sermayedarlarıyla aynı mekânı paylaşmak insanın huşu ve huzur içinde dua etmesini olumsuz etkilemez mi? Yoksa Taksim Camiine gidenler yerleşkedeki para sayma makinelerinden bihaber midirler? Buranın kapitalist bir işletme, bir rant alanı olduğunun farkına varmamaları mümkün değil.  Namazın ve duanın artık sermayenin organik bileşeni içinde yer aldığını tartışmak çok yersiz. Camisi, okulu, hastanesi, bankaları, helal gıda sertifikalı yemek fabrikaları ve gıda endüstrisi, TV kanalları ve gazeteleri, hiçbir ihaleyi kaybetmeyen müteahhitleri ve etrafı yüksek duvarlarla çevrili muhafazakâr termal ve sahil otelleriyle İslami sermaye kapitalizmin en hızlı büyüyen kesimidir. Sermayenin organik bileşiminde özellikle kentsel dönüşümler içindeki yerini çoktan almıştır.

Halifeler ve sahabelerin güncel politik meseleleri şeriat ekseninde tartışarak Müslüman halkla birlikte çile ve aydınlanmayı yaşadıkları eski zaman camileri yoksulları gözeten, güzel ahlakı öğreten, kibiri en büyük günahlardan biri sayan manevi mekânlar iken, günümüz camileri devletin ve rant ekonomisinin birer parçası haline dönüşerek namaz ve duaları toplumsal birlikteliğin çimentosu olmaktan çıkarmış, Tanrı’ya ulaşmanın sadece sembolik birer ritüeli haline dönüştürmüştür. Namaz ve dualar Müslüman toplumun manevi ortak hazzı ve gündelik yaşamın bir özeleştirisi iken günümüzde artık bireysel kurtuluş, siyasi getiri veya gösteriş alanı halini almıştır. Hep bir ağızdan aynı hislerle, aynı hedefe doğru bir yakarış olmaktan çoktan çıkmıştır.

4.3) Metalaşmada sınır yok!

Marx boş çayırların, dağların ve havanın sadece kullanım değeri olduğunu, bir meta üretimi olmadığı için değişim değeri yaratmadığını söylerken, günümüzde çok küçük araziler üzerine yapılan, topraktan ziyade “hava”yı metrekare olarak kullanan gökdelenleri, dağlardaki kayak turizmi ve teleferikleri, boş çayırlar ve yaylalardaki yürüyüş kafilelerini (trekking) ve orman ve sahillerdeki jeep safarileri elbette düşünemezdi. Tüm tarihi eserler, kültür varlıkları, biyoçeşitlilik ve saklı coğrafi oluşumlar hepsi birer mülkiyet konusu olmuştur. Kanyonlar, şelaleler, mağaralar, yer altı şehirleri; mülkiyetin girmediği çok az alan kalmıştır. Mesela ‘ünlü’ sanatçıların TV reklamlarına çıkan bebekleri aynı zamanda birer meta değil midir?  Hiç ihtiyacı olmadıkları bir para için bebeklerini bir mal gibi pazarlamaları onlarda bir utanç duygusu yaratmamakta, izleyenlerin çoğu ise buna tepki duymaktan ziyade çok sevimli ve doğal bulmaktadır. Şaşırmak, hayret etmek devrimci bir eylemdir. Maalesef artık şaşırmıyoruz! Çünkü kapitalizm artık gözetim ve denetim ile sınırlı kalmıyor (salt panoptikal değil,) sinoptikal bir biçim de alıyor. Gönüllü gözetime teşne, görünür olmaktan haz alan bir kitle yaratıyor. Baskı ve zorlayıcı dayatmaların yanına rızanın imalatını da ekliyor.

4.4 ) John Locke ve Islah ideolojisi

Kapitalizm kapitalizm olalı beri şu hiç değişmedi: “ Kişisel özel mülkiyet tanrı vergisi doğal bir haktır!” John Locke ’un (17.yy.İngiliz filozof. Liberalizmin kurucusu ) mülkiyet teorisi işte bu dogma ile başlar. Kendini sadece yasalarla değil uhreviyetle de koruyan, tasdikleyen bir kapitalizm!

Locke ilk bakışta emeğe çok önem veren biri gibi gözükse de onun emekten kastı insanın çalışarak ortaya çıkardığı kendi emeği üzerinde yükselen, kıskançlıkla sahip çıktığı özel mülkiyetidir. Özel mülkiyeti ortak mülkiyete yeğ tuttuğunu çok açık ifade eder.

Toprağı ıslah etmek maksadıyla ortak mülkiyetten koparıp el koyan her hangi biri ,-örneğin çitleyen kişi- insanlardan bir şey almamış, bilakis insanlara bir şey katmış olur!” (Akt: EMW)

“Başkalarıyla ortak hakkımın olduğu yerde atımın yediği ot, uşağımın biçtiği çim ve toprağı kazarak çıkardığım maden filizi benim olur” (Akt: EMW)

Görülüyor ki, J.Locke’a göre mesele emek harcamaktan ziyade emekten kazanç sağlamaktır! Modern sömürgeciliğin fikir babalarından sayılmalıdır.

Mülkiyeti mübadele değeri yaratma üzerine oturtmak, özel mülkiyet kuramının oluşumunda elbette çok kritik bir hamle olarak görülmelidir.

E. Meikes Wood, Locke için, “ Çalışmayı kar elde etme ile bir sayarak, kapitalist ilkeler üzerine sistemli bir mülkiyet teorisi kuran ilk düşünür olabilir” demektedir.

Locke ‘un mülkiyet teorisini geliştirirken dayandığı temel, toprakların ıslah edilmesi gerekliliğidir. Bu şekilde ıslah rejimi toprak sahiplerinin lehine hukukileştirilmiştir. Çitleme ile büyük yıkıma uğrayan köylülük üzerindeki ekonomi dışı zor bu şekilde yasallaştırılmıştır. Toprağın, arazinin bir sahibi olsa da ıslah edecek bilgi birikimine sahip olmadığı(!)ya da rasyonel ve çalışkan olmadığı(!) için o arazi ve toprağa el koymak mubahtır! Bu tutum en çok sömürgelerde Amerika, Hindistan ve Afrika’da hayata geçirilmiştir.

Islah edilmemiş toprak içinde yaşayanlar olsa da, hatta bunlar ekim de yapsa, göçebe de olsa, avcı-toplayıcı da olsa bu toprak ıssız ve metruktür! Toprağın bir mülk olarak metalaşmasının başlangıcı işte bu düstur temelindedir. Mülkiyet hakkı sadece o toprağın “değerini” bilenlere, yani topraktan en yüksek verimle en yüksek kazancı sağlama yeteneğine sahip İngiliz sömürgecileri ve tarım kapitalistlerine aittir.

Bir serfin toprağına sorgusuz sualsiz hiçbir neden gösterme ihtiyacı duymadan el koyup onu yaşadığı köyde ağır vergilerle yoksulluğa mahkûm etmek ya da kovmak mı yoksa ilerleyen zamanda aynı köydeki serfin yeterli verimi sağlayamadığını iddia ederek toprağına el koyup onu kendi toprağında tarım işçisine dönüştürmek mi? İlki feodalizmin karanlık yıllarının, diğeri ise kapitalizmin doğuş yıllarının resmidir.

 Devam edecek