Kapitalizmin varoluşsal krizi sadece yeni bir uygarlığın kurucu ilkeleri ve programıyla aşılabilir – E. Gozel Dündar | Komün 6. Sayı

Kapitalist sistem krizdedir. Bu kriz için N. Kondratiyev’in 50-60 yılda bir tekrarlanan inişli çıkışlı ekonomik uzun dalgalar tespiti yapan da var, daha boyutlu belirlemelerle varoluşsal kriz diyen de. İki ayrı kriz belirlemek yerine iç içe geçmiş, bütünsel hal almış bir kriz tespiti daha doğrudur. “Kondratiyev döngüleri” ya da “iktisadi yaşamın uzun dalgaları” adlı teorinin şöyle farklı bir yanı var: Bu döngüler sonunda kapitalizm kendi işleyişini inişli çıkışlı süreçlerle devam ettirir. Kriz oluşur ama yeniden düzen ve istikrara kavuşulur. Oysa varoluşsal krizde durum böyle ele alınamaz. Varoluşsal krizin sorunları ancak toplumsal devrim ve programlarıyla çözülebilir. Aksi halde çöküşün önüne geçilemez. Sistem ölümcül düzeyde bünyesel bir kangrenleşmeye teslim olur. Varoluşsal kriz toplumsal yok oluşla sonuçlanır. Hiçbir hegemonik gücün geleceği ve istikrarı söz konusu değildir. Varoluşsal uygarlık krizine göre Kondratiyev’in teorisi ekonomik boyutlarda seyreder, hatta ekonomist yorumlara fazlasıyla meyillidir. Fakat böyle olması kapitalizmin uzun dalgaları ve döngüleri olmadığı anlamına gelmez. Belli derecelerde karşılığı olan bir teoridir.

Kondratiyev döngülerine göre kapitalizmin 50-60 yılının ilk 25-30 senesi yükseliş, son 25-30 senesi ise düşüş trendine giriyor. Yükseliş trendinde ekonomi büyüyor, istikrar kazanıyor ve refah dönemi yaşanıyor. Düşüş evresinde ise kapitalizm krize giriyor, kar payları azalıyor, ekonomiyi koruma mücadelesi başlıyor. Kaos, belirsizlik ve savaşlar baş gösteriyor. Otorite boşluğu doğuyor, kayıt dışı ekonomiye alan açılıyor. Hegemonya kaybı yeni güçlere fırsatlar sunuyor. Savaşlar ve yoksulluk nedeniyle göç dalgaları başlıyor. Devletçilik, milliyetçilik, ırkçılık, faşizm, işgaller ve sömürgecilik ön plana çıkıyor.

Bu döngülere göre 1980-1990’lardan beri 25-30 yıllık yükseliş ve ardından da 25-30 yıllık bir düşüş sürecinin içindeyiz. Yaklaşık olarak 2050’li yıllara kadar derin ve çatışmalı bir krizin içinde olacağız. Kapitalist sistem bu süre zarfından sonra yeniden bir yükselişe mi geçecek, yoksa varoluşsal kriz nedeniyle içinden çıkılmaz bir dünyayla karşı karşıya mı kalacağız? Konuya salt ekonomik krizler ve kapitalizm cephesinden bakılırsa halklar ve devrimler cephesi ekonomist tahlillere kurban edilir. Bu sürecin nereye akacağını belirleyecek olan şey devrim ve karşı devrim mücadelesidir. Krize devrimci müdahaleler yapılırsa bütün bu tartışmalar kaldırılıp bir kenara fırlatılır ve halklar kendi özgürlük destanlarını yazmaya başlarlar. Bunun işaretleri de fazlasıyla vardır: Arap Baharı, Rojava, Gezi, Sarı Yelekliler, ABD’deki ırkçılık karşıtı gösterilerin dünyaya yayılması vb.

Reel sosyalist blok kapitalizme çözüldüğünde kapitalizmin hegemonik güçleri, ekonomik olarak rahat bir nefes alacaklarını düşünüyorlardı. Eski reel sosyalist ülkeler ile onların kol kanat gerdiği ülkeler, emperyalistler için büyük bir pazar anlamına geliyordu. Neoliberalizm, küreselleşme ve sermayenin önündeki engellerin kaldırılması vb. ideolojik ataklarla devletçilik ve ulus gibi eskimiş olguların bir kenara atılması savunuluyordu. Fakat 30 yıl öncesinin dengeleri bugün yoktur. ABD’nin başını çektiği imparatorluk hayali çok kısa sürede tuz buz olmuştur. Kapitalizm kendi krizinde debelenmektedir. Hegemonya çok merkezli bir kapitalist sisteme eviriliyor. 15 – 20 yıl öncesinin dengeleri dahi korunamıyor. Neoliberalizmin ve küreselleşmenin yerini ulusal korumacılık, devletçilik, ırkçılık, faşizm ve muhafazakar eğilimler almaktadır.

Kriz Ortadoğu’da savaş şeklinde devam ediyor. ABD ve Avrupa, kapitalist krizin yarattığı savaş ve yoksulluk nedeniyle oluşan göç dalgalarına karşı barikat kuruyor, askeri tehditler savuruyor, yasalar çıkarıyor, tedbirler arıyor.

Dünya yeni bir dönüm noktasındadır. Ekonomik-politik ilişkiler yeniden biçimleniyor. Devletler arası ilişkiler yeniden kuruluyor. Dost-düşman güçler yeniden belirleniyor. Sabit ittifaklar yoktur ya da oldukça azalmıştır. Çok merkezlilik eğilimi güçlendikçe ittifaklar zamana, mekana, olaya ve olguya göre çok hızlı değişkenlikler gösteriyor. Bazı kırmızı çizgiler eskiyor ve anlamını yitiriyor. Kriz ve savaşın ortaya çıkardığı boşlukları emperyalist güçler bile dolduramıyor. Reel sosyalizme karşı yapılanmış kapitalist ittifaklar dağılıyor, dostluklar sorgulanıyor. Kapitalist güçler pazar ve hegemonya savaşına tutuşuyorlar. Üstelik piyasaya Rusya ve Çin gibi güçler de çıkmıştır. Avrupa’da canlanan bir hegemonyal güçler mücadelesi var. İngiltere fazla görüntü yapmadan ben kendi başıma süper güçlerden biriyim diyor. Brexit ile meydan okuyor. Büyük bir ekonomik ve derin bir siyasi güçtür. Ortadoğu’da ABD ile çıkarları çatışmaktadır. Almanya Avrupa’nın lideri olmak istiyor, Fransa ile Avrupalılık geçmişini hatırlatarak hegemonik ittifak ilişkileri kuruyor. ABD’ye ve hiç kimseye mecbur değilim diyen bir Almanya ve Fransa var. Fransa Aydınlanmanın ilkelerini biraz değiştirerek Avrupa’yı yeni bir rönesansa çağırıyor. Avrupa değerleri ile Avrupa medeniyeti hatırlatması yapıyor.

“Kıtamız için ortaklaşa, değişen bir dünya da, medeniyetimizin biçimini politik ve kültürel olarak yeniden tanımlamamız gereken bir an. Avrupa rönesansının zamanı. Geri çekilme ve bölünme önerilerinin karşısında direnerek, bu rönesansı özgürlük, koruma ve ilerleme etrafında gerçekleştirmeyi öneriyorum.” (Macron)

Almanya ve Fransa arasında ciddi anlaşmalara imza atıldı. Avrupa ordusu tartışması da gündemdeki yerini koruyor. Almanya dünyanın en büyük üretici ülkelerinden biridir. Ayrıca Rusya ile ekonomik politik ilişkilere açıktır. Rus doğalgazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınması ABD’yi endişelendirmeye yetiyor. Avrupa’nın Rusya’ya bağımlı olacağını öne sürüyor. Esasta ise Avrupa’ya kendi kayagazını pazarlamak istemektedir.

Çin ve Rusya dünya siyasetine ve ekonomi piyasasına el atmışlardır. Bütün kıtalarla ekonomik ve siyasi ilişki kuruyorlar. Kapitalist dünyanın yeniden paylaşım mücadelesinde hegemonyal dağılım vardır. Ortada tek bir merkez yoktur, çok başlılık oluşmaktadır. ABD ekonomisi esas olarak dışa bağımlıdır. Temel tüketim maddelerini bile kendisi üretmiyor. Pandemi sürecinde maske üretemediğine tanık olduk. Yaptığı şey üretmekten çok dünyayı denetlemektir. Dünyaya eğlence ve silah pazarlamaktadır çünkü savaşa göre konumlanmış bir devlettir. Tefecilik ve rantiyeye dayalı yaşamaktadır. Dünyanın enerji kaynaklarını denetlemek, stratejik noktalara askeri üsler kurmak, işgal ve savaş kışkırtıcılığı dışında bir gücü yoktur. Kapitalizmin en büyük krizleri ya doğrudan ABD’den başlamıştır ya da bu krizlerden en çok etkilenecek ülkelerin başında gelmektedir. Üretime dayalı olmayan ekonomilerin hepsinin böyle bir sorunu vardır. ABD’nin işgallere yönelmesi, savaşlardan geçinmesi, faşizme sarılması, ırkçılık yapmasının nedeni budur.

ABD gerilemeye başlamışken Asya ve Avrupa kapitalizmi yükseliştedir. Güç merkezlerinin çoğalmasıyla birlikte pek çok orta düzeydeki ülkeye bu boşluklardan yararlanma fırsatı doğuyor.

20. yüzyılın dengeleri, soğuk savaş iklimi geride kalmıştır. Son 30 yıllık süreç kriz, kaos ve boşluklar doğurmuştur. Denetlenemeyen güçler çoğalmaktadır. Çoklu kapitalist hegemonik yapı, ikinci dünya kapitalizmlerini de öne çıkarıyor. Bölgesel düzeyde yaşanan 3. dünya savaşına ve değişen dengelere göre ustalıklı stratejiler ve ittifaklar geliştirenler, güçleneceklerdir.

İçinde bulunduğumuz 3. Dünya Savaşı koşulları sınırların, ittifakların, hegemonyaların yeniden kurulmasına ivme kazandıracaktır. Bu savaş 1. ve 2. Dünya Savaşları’na benzemiyor olabilir, fakat koşulları benziyor. Özellikle Ortadoğu ve Türkiye açısından 1. dünya savaşının koşullarını anımsatan gelişmeler var.

Kapitalist hegemonik güç dengesinin çoklu yapıya evirildiğini doğru okuyan Türk derin devletinin sözcüsü Erdoğan 2019 Haziran’ında şöyle bir beyanatta bulunmuştu; “Böyle bir fırsat bir ülkenin ayağına yüzyılda bir gelir, bu fırsatı kaçırmayacağız, kullanacağız!” Yüzyılda bir doğan fırsat kapitalizmdeki çok başlılıktır. Ortadoğu’daki savaş ve kaostur. Yanı başında Rusya gibi güçlü bir siyasi varlıktır. Yüzyıl önce de Ortadoğu aşağı yukarı aynı görünümdeydi. Çoklu güç merkezlerinin oluşmaya başladığını tespit ederek bölgesel güç olmak adına ilk düşünceler, 90’lı yıllarda Ergenekoncular tarafından dile getirilmişti. Yeni bir stratejik hamle için Avrasyacı ilişkilere meyledilecekti. Benzer şekilde Saddam da ortaya çıkan boşluğu görmüş ve Kuveyt’e girmişti. Ergenekoncuların hamlesini gören ABD (nasıl Saddam’ı tasfiye etmeyi kafasına koyduysa) Ergenekoncuları da F.Gülen ve AKP eliyle tasfiye etmeye karar verdi.

Fakat durum tersine döndü ve ABD’ci F. Gülen kanadı tasfiye edildi. Ergenekonu tasfiye etmek isteyen Erdoğan’ın AKP’si ise Ergenekoncuların eline düştü. Ergenekoncular 90’larda bölgesel emperyalist güç olmak için hamle yapacaktı. 15 Temmuz bu eğilime yeniden zemin sundu. Yeni Osmanlıcılık bunun bir başka adıdır. Ordu merkezli bu düşünce siyasi partilerin bir kısmına da kabul ettirilmiştir. Dolayısıyla 15 Temmuz darbe girişiminin başarısız olmasıyla İttihatçı-Ergenekoncu-Kemalist gelenek iktidara el koymuştur. Doğu/Batı denkleminde daha cesur adımlar atılmıştır.

Yaklaşık yüz yıl önce İttihat ve Terakkiciler, iktidarda bulunan Hürriyet ve İtilaf Partisi’ni bir darbeyle indirip iktidara el koymuşlardı. 15 Temmuz’la birlikte benzer bir senaryo yaşandı. Türkiye, İttihat-Terakkici siyasi gelenekler tarafından yönetiliyor. Erdoğan, tasfiye etmek istediği güçler tarafından kuşatılmıştır. Kendini bu güçlerden kurtaracak bir askeri desteği veya başka bir ittifakı yoktur. İttihatçı-Enverist politikaları uygulamak zorunda kalmıştır.

1. Dünya Savaşı’na giden süreci kısaca hatırlayacak olursak, bugünle olan benzerliklerini görebiliriz.

19. yüzyılın ikinci yarısında dağınık kentlerden oluşan İtalya ile feodal prenslikler halinde bölük pörçük olan Almanya vardı. İtalyan Makyavel, Avrupa burjuvazisine ahlaktan arındırılmış siyaset teorisiyle, Alman Hegel ise kutsal devlet felsefesiyle yol göstermiştir. Böylece devletler eliyle birliğin sağlanabileceği düşüncesi egemen olmuş, bu yolda her şey mübah ve tanrı buyruğu sayılmıştır. On yıl arayla, her iki ülke, devletçilik yoluyla ulusal birliğini sağlamıştı. Almanya’da Hegel ve Bismarck eliyle devletçilik köklü bir felsefe ve siyasi pratik haline getirilmişti.

Almanya ve İtalya merkezi devletler haline gelince palazlanıp, diğer emperyalistlere kafa tutarak dünya parasına göz diktiler. Almanya’nın gözü Doğu’daydı. Kafkasya’daki enerji kaynaklarını ele geçirmek istiyordu. 1. Dünya savaşına yol açan en önemli etkenlerden biri buydu.

Osmanlı İmparatorluğu ise ulusal bağımsızlık akımına karşı direnemiyordu. Özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısında Batı’nın ekonomik ve politik baskıları karşısında güç kaybediyordu. Siyasi otoritesi zayıflıyor ve toprak bütünlüğünü koruyamıyordu. Osmanlı Devleti bu kötü gidişe engel olmak için Almanlardan yardım talep etti. Bismarck’ın Alman birliğini sağlaması ilgi uyandırmıştı. Osmanlı, siyasi otoritesini güçlendirmek, savaşlardaki yenilgilerine son vermek, toprak kaybını engellemek için güçlü devletin şart olduğunu düşünüyordu. Gerileme ve çöküşün sebebi ordunun zayıflığında arandı ve gelişmiş ülkelerin orduları düzeyinde eğitilip, düzene sokulması kararlaştırıldı. Almanlar yardım talebini kabul ettiler. Böylece Osmanlı ordusu Alman subaylarına teslim edildi ve Alman ideolojisiyle biçimlenmeye başlandı. Bismarck’ın tek devlet, tek millet, tek vatan, tek bayrak anlayışı orduya empoze ediliyordu.

Alman subaylarının Osmanlı ordusunu eğitmeye başlamasıyla, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kuruluşu aşağı yukarı aynı döneme denk gelir. İttihat Terakki kadroları büyük oranda Alman ideolojisiyle eğitilmiş askerlerden oluşuyordu. Bunun yanı sıra Batıcılığa özenen, İngiliz ve Fransız ideolojilerine (burjuva sosyolojilerine) ilgiyle yaklaşan bir grup İttihatçı aydınlar kuşağı da vardı. İngilizcilik, Fransızcılık ve Almancılık yaygındı. Fakat İngiltere’den sonra Osmanlı politikasını belirleyecek güç Almanya olacaktı.

19. yüzyılda Tanzimat’la başlayan Batılılaşma hareketi reformcu şekilde devam etti. Osmanlı’nın içine düştüğü yıkılış sürecinden çıkması için aranan ideolojik çareler arasında Yeni Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük ve Batıcılık akımları vardı. Bunlardan bazen biri öne çıkıyor, bazen diğeri ya da sentez şeklinde savunuluyorlardı.

Alman birliğini sağlayan tek millet anlayışı Osmanlı’ya uygun değildi. Çok milletli yapıyı kapsayamıyordu Tek millet düşüncesi diğer milliyetleri dışlayarak ulus devlet rotasına sokmaya hizmet ederdi. İngilizlerin liberal yaklaşımı ise daha otonomcu bir sistemi öngörüyordu.

Yeni Osmanlıcılık ulusal bağımsızlığı engellediğinden, pek rağbet görmüyordu. Batılılaşma eğilimine direnemiyordu. Ulusçuluk, imparatorluk anlayışını parçalıyordu. İslamcılık peşinen gayrimüslimleri dışladığından, kendi eliyle bölünmeyi ve imparatorluğu parçalamayı savunmak anlamına geliyordu. Hristiyan milletlerin böyle bir ideolojik yapı içinde kalması için sebep yoktur.

Türkçülük ise hem Türk olmayan Müslüman milletleri hem de gayrimüslim milletleri dışlayıcı bir düşünceydi. Diğer milletlerin milliyetçiliğini teşvik etmek anlamına gelmekteydi. Birlikten ziyade bölücülük olurdu. Osmanlı’nın denetimindeki güçlerin dağılmasına yol açardı.

Batıcılık, bütün ideolojik tartışma ve reçetelerin içine sızmıştı. Yeni Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük akımlarını savunanlar bunu mutlaka Batıcılıkla birlikte ele alıyorlardı. Tanzimat’tan beri zaten Batılılaşma hedeflenmekteydi. İlerleme hareketi, yenilenme, reform, meşrutiyet hareketleri zaten kapitalizme, ulusçuluğa doğru yol almaktı. Osmanlı’yı bölüp parçalamak isteyen Batı kapitalizmiydi. Ayrıca ulusal bağımsızlık hareketi de Batıcılık ideolojisinin başka bir görünümüydü! Bu nedenle bazen “üç tarzı siyaset” bazen de Batı ile harmanlaşmış Doğuculuk vb. sentezler savunuluyordu. Batı’nın teknolojisinin alınması ama Doğu’nun geleneklerinin korunması hedefleniyordu vs.

Her haliyle bir değişim dönüşüm dönemidir ve Osmanlı’da ideolojik buhran vardır.

İttihat Terakki’de ise İngilizcilik ve Almancılık tartışmaları yapılmaktaydı. Bu tartışmalar siyasi planda liberalizm ve devletçilik şeklinde görülür. 1902’de düzenlenen kongre’de Prens Sabahattin’in temsil ettiği İngilizci-liberal kanat ile Ahmet Rıza’nın temsil ettiği Almancı- devletçi kanat arasında ayrılık yaşanır. Prens Sabahattin kanadı (İngilizci-liberal kanat) bundan böyle Hürriyet ve İtilaf Partisi adıyla varlığını sürdürecektir. Yüzyıldan fazladır, Türk siyasi hayatında mücadele eden güçler, bu iki ideolojik-politik akımın geleneğini sürdürmektedirler. Güçlü kanat Hürriyet ve İtilaf partisiydi. İkinci meşrutiyetten sonra seçimle iktidar oldular. Fakat 1913’te İttihat ve Terakki Partisi darbe ile iktidara el koyar. Bu olaylar Osmanlı’nın Balkan Savaşı’nı kaybettiği, yönetim krizinin kangrenleştiği anlarda yaşanmaktadır. Yenilgiler ve toprak kayıplarıyla nüfuz alanları daralmış, Osmanlıcılık ideolojisinin çimento görevi görmediği ortaya çıkmıştır. Hristiyan milletlerin kopuşu hızlandıkça Türk-İslam çizgisi ön plana çıkmaya başlamıştır. Almanların yönlendirmesiyle ideolojik arayış Pantürkizme doğru evrilir. Almanya, Osmanlı devletini kendi stratejisi doğrultusunda yönlendirmeye çalışır ve bunu İttihat Terakki’ye kabul ettirir. Nihayetinde ittihatçılığın kurucu liderleri Alman eğitiminden geçmişti. İttihatçılar, Almanya’nın stratejisini kendi lehlerine kullanarak Asya’daki Türklerle birleşeceklerini düşünmüştü. 1. Dünya savaşına girdiler. Osmanlı ordusunu Alman subayları yönetiyor, İttihatçıların Pantürkist ve emperyalist hayallerini provoke ediyorlardı. Sonuçta bu plan tutmamış ve Osmanlı bu yenilgiyle dağılmıştır denilebilir. O dönemin en dramatik olayı olan “Ermeni Tehciri” meselesine dair yakın zamanlarda Almanya bir açıklama yaparak, bu meselenin arkasında kendilerinin olduğunu, kendi paylarına özür dilediklerini belirttiler! İttihatçılar Almancıydı ve onların stratejisine uydular, provokasyonlara geldiler. Bismarckçı Alman ideolojisi ittihatçılarda vücut bulmuş totaliter bir anlayıştı. Savaş kaybedilince İttihat Terakki’nin esas kadrosu tasfiye oldu. Geriye ikinci kuşak kadrolar kaldı ki M. Kemal ve cumhuriyetin kurucu kadroları bunlardı.

1. Dünya savaşı dünyayı paylaşmak isteyen emperyalist güçler ve onlarla ittifak edenlerin savaşıydı. Pek çok devlet bu kapışmadan yararlanarak büyük güç olmak istiyordu. İttihatçılar da bu çerçevede hareket ettiler. Türk-İslam ülküsüyle Asya’ya yöneldiler fakat Türk dünyasını birleştiremediler, Osmanlı’yı kurtaramadılar, emperyalist hayallerini gerçekleştiremeyerek Anadolu’ya sıkıştılar.

Bundan sonra devlet nasıl kurtulur ve bu devlete bir ulus lazım noktasına gelindi. İttihat ve Terakki kavram olarak birleşme ve ilerleme gibi Aydınlanmacılıktan devşirilmişti. Bu yol uluslaşma yoluydu. Cumhuriyet’i ikinci nesil ittihatçılar kurdu. İdeolojik çimentosu Batıcılıkla harmanlanmış Türk-İslam senteziydi. Bismarck’ın tek devlet, tek millet, tek vatan, tek bayrak formülü cumhuriyetin kurucu düsturu yapıldı. Cumhuriyet devletçilikle damgalı doğdu. Önüne çıkan ulusları, siyasi partileri, muhalifleri kuruluş aşamasında ya tasfiye etti ya da kısa dönemli iradesini kırdı. Devlet merkezli bir toplumsal mühendislik yapıldı ve uzun yıllar tek parti tek şef süreci yaşandı.

Bugün faşizm tartışması yapanlar İttihat ve Terakki’nin 1913’teki darbesinden günümüze kadar süren kurumlaşmaya bakmalıdırlar. H. Kıvılcımlı ve İ. Kaypakkaya’nın Kemalizmle başlattıkları faşizm tahlillerine ya da pek çok sosyalist parti ve aydınların, faşizmi başlattıkları 1971 ve 1980 darbelerine değil, 1.Dünya savaşı sürecindeki kurumsal pratiğe bakılmalıdır. Faşizm ya da protofaşizm buralardan itibaren düşünülmelidir. Cumhuriyet sürecinde ise kurumsallaşmasını net olarak oturtmuştur. Bu yüzyıldan daha fazladır yaşanan bir hikayedir.

Yüzyıl öncesi ile bugün arasında şöyle bir kıyas yapılabilir: Dünya dengelerinde değişimi yaratan iki yeni güç; Almanya ve İtalya tarih sahnesine çıkmıştı. Kapitalizmin düşüş trendine girdiği 20- 30 yıllık bir Kondratiyev döngüsü süreci yaşanıyordu. İstikrarsızlık savaş getirdi. Sınırlar değişiyor, haritalar yeniden çiziliyor, nüfuz bölgeleri belirleniyordu. Osmanlı her türlü krizin merkezindeydi. Feodalite ile kapitalizm, Doğuculuk ile Batıcılık çelişkileri, bağımsızlık hareketleri, dinsel çelişkiler, ideolojik boşluk, yönetim krizi, teknolojik zayıflık, Enverci emperyalist hedefler ve yenilgi!

Bugün buna benzer olarak; Rusya ve Çin’in kapitalist olarak tarih sahnesine çıkışı var. Gerek siyasi planda gerekse ekonomik alanda hegemonya kurmak istiyorlar. Bu bir dönüm noktasıdır. Yüzyıl önce Almanya ve İtalya’nın oynadığı rolü oynuyorlar. Kapitalizm, hegemonik güçler açısından yine çöküş evresine girmiş bir Kondratiyev döngüsü içindedir. ABD güç kaybederken, Avrupa ve Asya’da, yeni hegemonyal güçler doğuyor, çok merkezlilik gelişiyor. Bölgesel savaş yaşanıyor. Fosil yakıtlarına dayalı enerji kullanımının sonuna gelindiği tespitleri yapılıyor. Petrole, kömüre ve gaza 50 ile 100 yıl ömür biçiliyor. Yeni enerji kaynaklarının devreye gireceği ileri sürülüyor. Peki öyleyse neden hala petrol üzerinden savaş devam ediyor? Ortadoğu’daki petrol kavgası neden? ABD’nin bölgede yürüttüğü savaşın nedeni, petrolün başka güçlerin denetimine girmesini engellemektir. Suriye’den çekileceğiz dediklerinde “petrolü denetim altına aldık” demeyi ihmal etmediler!

Türkiye soğuk savaşın ardından doğan boşluklardan yararlanmak için yüzünü Asya’ya çevirmek istedi. Gerek Gerek Ortadoğu gerekse Asya’ya önce ABD stratejisinin yanında yer alarak yönelecekti. Ortadoğu’da ve Asya’da İslamcılığın kullanılmasına karar verildi. Büyük Ortadoğu projesi de bunu istiyordu. Fakat Ergenekoncu derin devlet çekirdeği Avrasyacılığa meyledip Rusya ile ilişkilenmek isteyince ABD tarafından tasfiye için düğmeye basıldı. Ergenekoncuları tasfiye planı büyük oranda da başarılı olmuştu. Fakat Erdoğan’ın da ABD çizgisinden çıkmaya başlamasıyla 15 Temmuz darbe girişimine yeşil ışık yakıldı. Darbenin başarısız olmasıyla her şey hedeflerin tersine döndü ve İttihat Terakkici-Ergenekoncu-Kemalist kanat F. Gülenci-Batıcı kanadı tasfiye etti.

15 Temmuz darbesinin boşa çıkarılması, Türkiye siyaseti için bir dönüm noktasıdır. Devlet, çok merkezli dünya eğilimini gözeterek Doğu-Batı çelişkisinden yararlanarak Batı’ya karşı elini güçlendirmek istedi ve Rusya kozunu kullanmaya başladı. Çoklu ilişkiler ortamına göre tutum belirledi, jeostratejik konumunu jeopolitik bir güce dönüştürmeye başladı. Bölgesel güç olmanın yolu sahada ve masada olmaktan geçiyordu: Suriye’ye, Irak’a ve Libya’ya girdi.

Dengelere oynayarak fırsatçılık yapan Türkiye’nin iç meseleleri oldukça derinliklidir. 15 Temmuz sonrası devletin yeniden yapılandırılması beka sorunu sayılmış, siyasi iktidara el koyanlar muhaliflerine darbe hukuku uygulamışlardır. Burjuva muhalefete ve toplumsal hareketlere karşı topyekun saldırı başlatıldı. İttihat Terakkici güçler, siyasi iktidarı ellerinde bulundurmalarına rağmen ciddi bir yönetim krizi mevcuttur. Ordu, polis ve parlamenter çoğunluğa sahip olmaları, devletin bütün olanaklarını kullanmaları bile yönetim krizini gideremiyor, toplumsal güven kaybını engelleyemiyorlar. Kürt meselesi bütün ağırlığıyla en ciddi tehlike olma konumunu koruyor. Yönetememe krizi Başkanlık sistemi ile içinden çıkılmaz hale getirildi ve parlamenter sistem tartışmaları siyaset arenasını böldü. Şimdi yönetim krizi ve büyüyen toplumsal huzursuzluğu sadece şiddet ve korku ile bastırıyorlar. Erdoğan oy potansiyelinin ve halk desteğinin azaldığını biliyor ve İyi Parti’ye göz kırpıyor. Fakat MHP’nin buna razı olmayacağı bellidir. Akşener ise parlamenter sisteme dönülmesi şartıyla Cumhurbaşkanı ile görüşebileceği mesajını verdi.

Askeri ve bürokratik oligarşi Erdoğan’ın oy potansiyeli ve halkta bulduğu destek nedeniyle AKP ile devam kararı almıştı. Fakat yerel seçimlerde toplumsal desteğin düşmesiyle birlikte AKP’nin gözden çıkarılmaz olmadığı da ortaya çıkmıştır. Erdoğan’lı AKP’nin kaderi oy potansiyelinin düşmesi, Kürt meselesinde başarısızlık ya da siyaset değişikliğine gidilmesi, ABD’de seçimlerin sonuçları, NATO ile olan ilişkiler gibi pek çok etkene bağlıdır. Olası başarısızlık durumlarında feda edilecek ilk kurban Erdoğan’lı AKP olacaktır. Yani siyasi iktidar diken üzerindedir. Sorunları kronikleşmiştir. Fırsatlar ve boşluklar kadar açmazlar da çoktur. Türkiye bütünlüklü bir kriz içindedir. İdeolojik düzeyde, Cumhuriyetin kurucu düşüncesi Türk-İslam sentezi krizin ana kaynağıdır. Çok uluslu, etnisiteli, çok dinli bir yerde bu ideolojik çerçeve kapsayıcılıktan uzaktır ve yüzyıldır derin krizlere yol açmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu üç kıtaya yayılmış feodal bir güçtü. Yeni Osmanlıcılık ise aynı aklı kapitalizm koşullarında hayata geçirmenin peşindedir. Yani bütün hegemonik güçlerin nüfuz bölgelerine göz dikmek ve onları karşısına almak anlamına geliyor. Emperyalist bir projedir. Böyle bir planı gerçekleştirmek için güçler dengesine, boşluklara, fırsatlara oynayarak, güçlerden bazen birine bazen diğerine yanaşarak başarılı olması imkansızdır. Böyle büyük bir stratejiyi uygulamak için ortada ne ekonomik potansiyel ne de teknolojik güç var.

Körfez ülkelerinden devşirilen sermaye ile bu stratejinin değirmeni dönmez: ABD’de, Avrupa, Rusya ve Çin’den (vb.) ülkelerden yatırım yapmaları, ticaret ilişkileri ve turizmi canlandırma talebinde bulunmaları ekonominin ne denli zayıf olduğunu gösterir: Katar vd. ülkeler hayrına sermaye aktarmıyor. Topluma; Katar zor günümüzde yanımızda duran, destek veren Müslüman ülke propagandası yapılırken gerçekler bambaşkadır. Karadeniz, Ege, Marmara ve Akdeniz’in kar getirmeye elverişli görülen arazileri Katar’a sunuluyor. Basın yayın, iletişim tekelleri Katar’ın eline geçiyor vs.

Savaş teknolojisi de güçlü olmayan Türkiye’nin, savaş senaryoları üzerinden emperyal güç olma düşüncesi gerçeklerden uzaktır. Bunun farkında olan siyasi iktidar savaş teknolojilerini geliştirmeyi ve bu alana yatırım yapmayı öncelikler sıralamasında öne çekmiştir. Rusya’dan S-400 alınması İHA ve SİHA yapımları, “Türkiye nükleer enerji sahibi olmalı” açıklamaları vs. hep emperyal güç olma isteğine hazırlık amacı taşıyor. S-400’lerin alınması, ABD ve NATO ile sert tartışmaların yaşanmasına, ambargo tehditlerinin gündeme gelmesine neden oldu. Tepkilere ve tehditlere karşı Erdoğan “Biz NATO’nun merkezindeyiz” dedi!

Çok merkezli hegemonya eğiliminin güçlenmesi ve savaş koşulları ortamında Türkiye yine devletçiliğe sarılmıştır. Toplumun, burjuva muhalefeti, finans kapitali karşısına alan, Envercilik siyasetini savunan bir devletçilik. Daha düne kadar basında bildiriler yayınlayarak darbeleri çağıran finans kapital bile bu devletçilik anlayışı ve mevcut siyasi iktidardan kurtulmak istiyor. Türkiye’de, cumhuriyetin tek partili dönemini saymazsak genel olarak devletçilik (devlet kapitalizmi) ile özel sermaye arasında daima ciddi gerginlikler yaşanmıştır. Bu gerginlik 1960 darbesi ile Zirve yapmıştır. Devlet ekonomisi büyük oranda neoliberalizm gereği özelleştirilerek zayıflatılsa da ordu, polis, bürokrasi, eğitim, sağlık Diyanet vb. kurumlar, yine de devasa ekonomilerdir. Yani üretime dayalı ilişkilerden devletin elini çektirseler bile, yine de devlet ekonomik bir güçtür. Ordu, polis ve Diyanet’e aktarılan sermaye çok büyük vurgunlara sahne olmaktadır. Devletçilik Türk uluslaşmasının genetiğinde vardır ve ordu – devlet temel düsturdur. Kaldı ki devlet ulusun kurucusu, toplumun babası ve sermayenin yetiştiricisi benim, demekten hiç vazgeçmedi. Pek çok kez finans kapitali azarlayan, siyasi partilere haddini bildiren bir ordu-devlet gerçekliği vardır. Bugün ise Başkanlık sistemiyle tek adam rejimi ve yanlış uygulamalar nedeniyle sermaye akışı zayıflamış, ambargolarla karşı karşıya gelinmiştir. Yabancı sermaye Türkiye’yi güven duyulmayan ülke ilan ederek yatırım yapmadığından yerli ortakları da zarar görüyor. Yerli sermaye bile yurtdışına kaçıyor. Ekonomik kriz derinleşerek içinden çıkılması zor hale gelip, finans kapitalin kar hacmi düştükçe mali oligarşi siyasi iktidarın gitmesini ister konuma gelmiştir. Özel sermaye, üzerinde buyurgan bir devlet ve devletçilik istemiyor.

Bugünkü siyasi iktidarın devletçiliği, cumhuriyetin ilk dönemindeki devletçiliğe benziyor. Kendini merkeze koyuyor. Tek adamcılık var. Sermayenin sesini kesiyor. Siyasi partiler tehdit altında. Demokratik kurumlar tasfiye edilmek isteniyor, Devrimci-Sosyalist hareketleri bırakalım, liberal, sosyal demokrat ve muhafazakar muhalefeti bile tanımıyor. Kürt sorununda şiddet dışında bir yaklaşım üretmiyor, Alevilik kabul edilmiyor. Etnik yapılar resmi düzeyde tanınmıyor. En küçük bir toplumsal tepkiyi bile beka sorunu, istiklal savaşı bahanesiyle vatan hainliği, Fetöcü vb. ile yaftalayarak provokasyonlar tertipleniyor. Toplum birbirine karşı cepheleştiriliyor, iç savaş dillerden düşürülmüyor. Her olayda şiddeti devreye sokarak toplumda korku yaratmak istiyorlar. Buna rağmen MHP ikiye, AKP üçe bölünmüş, ordu ve polis Ergenekoncu-Kemalist-ulusalcı vb. gruplaşmalar göstermiştir. Türkiye her an her şeyin olabileceği krizli, kaoslu bir siyasi iklime dönüştürülmüştür.

Mevcut koşullardan çıkmanın kolay olmadığını iktidar da iyi bilmektedir. Bu yüzden devletin zaaflarını gizlemek adına orduyu mobilize ettiler. Sürekli iç-dış savaş atmosferi ve propagandası ile toplumsal sorunların dile getirilmesini engellemek istiyorlar. Asker, polis yetmiyor, mahalle bekçilerini devreye sokuyorlar. Sivil ve fanatik taraftarlarını silahlandırmayı ihmal etmiyorlar. Olası bir iç savaş veya yeni bir darbe girişiminde, kim kaç kişiyi öldürmeyi hedefliyor, hangi kesimleri düşman görüyorsa hepsini ayan beyan hükümete yakın TV kanallarında bağıra çağıra ilan ediyor.

Yeni Osmanlıcı emperyalist niyetler ister gerçek bir stratejik hedef, isterse ülkedeki düzensizliği gizlemek için kullanılan ideolojik araçlar olsun, sonuçta ordu fiili olarak savaşır vaziyette tutuluyor.

15 Temmuz sonrası kurulan siyasi iktidar bir gruplar koalisyonudur. Ordunun mobilize edilmesi, polisin sokakları sıkı tutması ve toplumun sürekli baskı altında tutularak provokasyonlarla gündem belirlenmesinin altında, siyasi iktidar içindeki grupların devlette kadrolaşma, pay kapma ve devlete sahip olmanın iç hesaplaşmaları yatmaktadır. Bahçeli ile Erdoğan pek çok konuda karşı karşıya gelmiştir. Perinçekçilerle ayrı düştükleri görülmüştür. Siyasi iktidarın ipi büyük oranda MHP’nin elindedir. Erdoğan bunun farkındadır ama başka çaresi yoktur. Başka çözüm arayışları, değişimi “kanlı mı olsun kansız mı olsun “noktasına getirir.

Yeni Osmanlıcılık, Yeniden Asya açılımı, 2023 hedefleri, 2071 vurguları, Kürt meselesi ve “terör sorunu”, ordunun seferberlik halinde tutulması, sürekli darbe korkusu yaymaları, muhalifleri Fetöcülükle damgalamaları, İstiklal Savaşı ve beka vurguları gibi durumlar, devleti yöneten güçlerin perde arkasındaki paylaşım kavgasını görünmez kılmaktadır. Bütün bunlar, ne kadar güçsüz olduklarını da gösteriyor. Hepsi birbirine tutunmak zorunda olan, çok parçalı bir koalisyonu ayakta tutmakla meşguldür.

Başlarına Erdoğan’ı koymuşlar, birbirlerine tutunarak zor ayakta duruyorlar. İçlerinden bir çevreyi çekip çıkarsan koalisyon toptan çözülür. Süleyman Soylu’nun istifası bile bunu göstermeye yetmiştir! En ufak sarsıntıda, radikal halk muhalefetinde ya da küçük bir oy kaybında iktidarları yerle yeksan olur. Hepsi birbirine girer, dün başkasına söyledikleri vatan haini, Fetöcü kavramları yanı başındakilere söyler, kılıçları çekerler. Bu nedenle Erdoğan’ı ve başkanlık sistemini korumayı iç savaş meselesi haline getirmişlerdir. Adeta savaş hileleri stratejileri uygulanıyor, özel harp doktrinleri günlük siyaset haline getiriliyor. Mezopotamya’da süreklileşmiş bu tarihsel yöntemler şimdi Anadolu’nun gündelik yaşamına uygulanır hale getiriliyor.

Yüzyıl önce uluslar tasfiye edilmiş, Paramazlar, Çerkez Ethem’ler, Mustafa Suphi’ler provokasyonlarla ortadan kaldırılmıştır. Bugün yine benzer uygulamalar vardır. Topyekun savaş konseptine geçilmiştir.

Türkiye’de bireysel ya da “basit” görünen provokatif olaylar, tarihte daima büyük toplumsal ve siyasal değişimleri hazırlamak için kurgulanmış planlarım fitilini ateşleyen kıvılcımlar olmuştur. Darbeler, iç savaş senaryoları, etnik ve dinsel kurumlar hep böyle “basit” birer provokasyonla başlatılmıştır. Bugünkü siyasi iktidarın en büyük gücü, kullandığı provokasyon dili ve pratiği ile siyasete ve topluma ayar vermesinde yatıyor.

Kürt cephesini savaşa, ama hazırlıksız oldukları bir savaşa provoke ederek disiplinsiz, plansız ve tepkiyle hareket etmelerini sağlamak istiyorlar. Bu provokasyona gelenin kazanma şansının olmayacağını biliyorlar. Olası başarılarını da seçimlere malzeme yapacaklardır. Salt askeri alanda değil, demokratik-yasal alanlarda da topyekun tasfiye planı devrededir. Legal kurumların kapılarına kilit vurmalar, parti kapatma propagandalarıyla toplumsal desteği zayıflatma çabaları, demokratik kurumları operasyonlar ve tutuklamalarla işlevsizleştirme gayretleri, kayyum atamaları, vekilliklerin düşürülmesi, demokratik alanda yaşanan ahlaki zaafları afişe etmeleri vb. uygulamalar seçim yasası ve partiler yasasında değişiklik yapmak istemeleri, siyasete ayar verme, pasifize etme, sınır çizme olarak anlaşılmalıdır.

Muhalif basın-yayın faaliyetlerini engelleme, çoklu Baro sistemine geçme, etnisiteler, dinler ve kadınlar üzerinden provokasyonlar tertiplemek, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme isteği, gösterilerin fiilen ve yasal olarak yasaklanması, kıdem tazminatı hakkını gasp etmek, cezaevlerindeki siyasi tutsakları hedef göstererek yeni infaz sistemlerini uygulamaya sokmak vb. konuların tümünü topyekun saldırı ve tasfiye olarak düşünüp, bunları uygularken asıl dertlerinin devleti yeniden yapılandırmak olduğunu görmek gerekir. Bu kendini dizayn saldırısıdır. Bunca baskı tehdit ve sindirme çabasının altında elbette bütün planlarını bozacak yeni bir halk hareketi korkusu var. Çünkü yaptıkları dizaynın, uyguladıkları politikanın toplum tarafından kabul görmediğini biliyorlar. Bahçeli, Çoklu Baro sistemine tepki gösteren avukatlar üzerinden bütün topluma şöyle sesleniyordu: “Hiç kimse Fransa’yı kasıp kavuran Sarı Yelekliler’in eylemine özenmeyi, Gezi benzeri bir kalkışmanın fitilini tutuşturmayı aklından ve hayalinden geçirmemelidir, zira sonuçları ağır olacaktır!”

Ergenekoncu-Fetöcü çatışmasıyla güçlü devlet imajı sarsılmış, ordu yıpranmış ve güven kaybına uğramıştır. Bu nedenle halk hareketinden büyük bir korku duyuyorlar. İmaj ve güven kaybını gidermek ve devleti yeniden yapılandırmak için ordu mobilize edilmiştir. Kapitalist sistemin krizi, Ortadoğu’nun savaş ve ayaklanmalar içinde olması, Türkiye’nin ekonomik kriz, ulusal sorun ve toplumsal huzursuzluğu bir de siyasi ve ideolojik krizle bütünleşince, savaşa göre konumlanmak dışında bir reçeteleri kalmamıştır. Uluslararası hegemonya krizini Erdoğan 6 Ağustos 2019’da 11. Büyükelçiler Toplantısı’nda şöyle vurgulamıştır: “20-30 yıl öncesinin dinamikleri ile gücümüzü değerlendirmek mümkün değildir. Bireylerle, şirketlerle, toplumlarla beraber devletlerin de zamanın ruhunu iyi okuması, politikalarını da buna göre belirlemesi gerekiyor. Yeni dönemin alameti farikası, Uluslararası sistemin çok merkezli bir yapıya doğru evrilmesidir. Alışıla geldiğimiz kurallar, kısa vadeli hesaplarla rafa kaldırılırken, ne yazık ki bunların yerine daha iyisi, daha kuşatıcısı konumlanıyor.” Bu sözler, derin devlet aklının dünyayı okumasını anlatıyor. İşte yüzyılda bir, bir ülkenin ayağına gelen fırsat dedikleri şey de bu boşluktur. Devlet, boşluğu görmüş ve kendini savaş konseptine göre örgütlemiştir.

Bu mantık çerçevesinde Kürt sorununu da, “dışarıda karşılama” stratejisiyle çözmeyi hedefliyor. 90’lı yıllarda Irak’a müdahale etmeyerek orada otonom bir Kürt oluşumunun ortaya çıkmasına sebep olan politikayı bir türlü kabul edemediler. Bir daha böyle bir “hata” yapmak istemiyorlar. Daha Rojava ortada yok iken; Irak’taki gibi bir Kürt oluşumunun Suriye’de ortaya çıkmasına asla müsaade etmeyeceğiz, bu bizim kırmızı çizgimizdir denmişti. Bu haber İmralı’ya gittiğinde oradan da karşılık olarak “Bizim de kırmızı çizgimizdir” cevabı verildi. Sonuçta Rojava’da fiili bir özerklik vardır. Türk derin devleti hedefinden şaşmamıştır. Askeri ve diplomatik bütün gücünü kullanarak, jeostratejik konumunu koz haline getirerek, NATO’da olmasını fırsat bilerek, Rusya’ya tavizler vererek Rojava’ya girmiştir. Bölgedeki DAİŞ, Nusra vb. örgütleri yönlendirerek, ÖSO’yu örgütleyip yeniçeriler haline getirerek Rojava’yı tasfiye savaşı başlatmıştır. Afrin’e girmelerine hegemonik güçlerden karşı çıkan olmamıştır. Son olarak 15 Haziran’da Kürt özgürlük hareketini tasfiye etmek için Güney’e operasyon başlatıldı. Irak’ta epeydir üsler kurmuşlardı. 15 Haziran sonrası ise çıkmamak üzere girmişlerdir. Kalıcı olmak ve Kürt cephesini oradan tasfiye etmek istiyorlar. Operasyona karşı bölgedeki hegemonik güçlerden hiçbiri ses çıkarmadı. Barzanigiller dünden razıydı. Türkiye Irak ve Suriye’ye çıkmamak üzere girmiştir. Kürt meselesi elbette esas nedenlerinden biridir, fakat “Esad’sız Suriye” hedefinden de vazgeçilmiş değildir. Türkiye’nin 15 Haziran’dan bu yana güneyde bulunmasına Emperyalist ve kapitalist güçler neden ses çıkarmıyor? Bu neyin anlaşmasıdır?

Bir süredir NATO’nun Rusya’yı kuşatmak için Avrupa’da hayata geçirmek istediği, Baltık ülkeleri ve Polonya’yı kapsayan “Graduated response plans” adlı savunma planına Türkiye’nin ayak dirediği belirtiliyor. Türkiye bu planın devreye girmesine karşılık, Rojava’daki siyasi ve askeri Kürt yapılarının terör örgütleri sınıflandırılmasına dahil edilmesini istiyor. NATO’da buna sıcak bakmayan ülkeler var. Dolayısıyla mevcut talepler sürtüşmesinden Türkiye kazançlı çıkmış ve NATO’dan sınır ötesi operasyon ve kalıcı olma izni koparmıştır. ABD ve Avrupa, Türkiye’nin elini serbest bırakarak, operasyona yeşil ışık yakmış, alın ne yapıyorsanız yapın, yenebiliyorsanız yenin, tasfiye edebiliyorsanız edin demiş ve bekle gör konumunda kalmıştır.

Rusya en azından NATO planı nedeniyle bile bu operasyona hayır diyebilirdi, diye düşünülebilir. Fakat Rusya, Türkiye’yi NATO’nun zayıflatılması ve ABD’nin Ortadoğu’daki siyasi mühendislik planının güçlü bir destekçisi olmasını engellemek için kullanıyor. Ayrıca özgürlük hareketinin ve Rojava’nın iradesinin zayıflatılmasını Esad için faydalı görüyor. Türkiye ile ilişkilerini ilerleterek Batı’nın planlarını bozmaya çalışıyor. S-400’ler satıyor, Türkiye’ye doğalgaz sağlıyor, Karadeniz üzerinden Avrupa’ya doğal gaz pazarlıyor. Tarım ürünleri ihracat ve ithalatı, turizm geliri ilişkileri vb. düşünülünce Rusya’nın Türkiye’nin operasyonuna karşı çıkmaması anlaşılabilir ki birebir Rusya’nın planlarını karşısına dikilmediği sürece Rusya, Türkiye’yi karşısına almak istemeyecek, keskin restleşmelere girmeyecektir. 

Türkiye, Kürt meselesinde Yeni Osmanlıcılık stratejisi kapsamında “dışarıda karşılama”  çizgisine geçmiştir. Irak’taki Kürt oluşumunu engelleyememe “hatasını” tekrarlamamak için bölgesel düzeyde savaşı esas almış, gözünü karartmıştır. Bahçeli yıllardır Kandil’e bayrak dikmekten bahsediyor. Ergenekoncular da Enverist politikalar savunuyordu. Şu anda izlenen politika işte budur.

Irak ve Suriye’de olmak, sadece oradaki Kürt varlığı ile ilgili değildir. Kürt meselesi büyük plana vize gerekçesi yapıldı. Suriye ve Irak’ta olmak neyse Libya’da olmak da aynıdır veya yarın bölgenin başka bir yerinde olmak da!

Daha özelde ise Özgürlük Hareketine karşı izlenen yöntem bir emperyalist yöntemdir.  Trump’ın “lider doktrini” var! ABD çıkarlarına uymayan askeri ve siyasi liderleri tasfiye etme doktrinidir. Liderlerin sağcı, solcu, liberal, muhafazakar, dindar vb. olması önemli değildir. Aslında bu doktrin emperyalistlerin ve sömürgecilerin, iktidarların tarihsel doktrinidir. Bugün “Trump doktrini” adını almış olması bu mücadele biçiminin öne çıkarılması anlamına geliyor. Örneğin Milosevic, Saddam, Ladin, Kaddafi, Zerkavi, Bağdadi vb. ülke ve örgüt liderlerini NATO katlettirmiştir. A. Öcalan’ı Türkiye’ye ABD vermiştir. Yine Kürt Sosyalist Hareketi’nin öncü kadrosundan üç kişinin başına ABD tarafından ödül konmuştur. Bölgeden Türkiye’ye istihbarat sağlayan güç ABD’dir. Türkiye de aynı doktrini fazlasıyla kullanıyor. “Çözüm süreci”nde bile lider kadrolar, ABD tavsiyesi ile meşguldü.

Yakın tarihlerde Kürt Sosyalist Hareketi bu saldırılar yüzünden merkezi düzeyde kayıplar vermiştir. Liderleri tasfiye doktrini topyekun savaş konseptinin bir parçasıdır.

Kürt Sosyalist Hareketi de bir süreç okuması yapmış ve bölgedeki olasılıkları tespit etmiştir. Rojava bu okumaları sonucunda, doğan boşluğunu devrimle doldurulmasıdır. Kuzeydeki özyönetim planı ise başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Türkiye, şimdi enerjisinin büyük bölümünü “kırmızı çizgi” dediği Rojava’nın resmi bir statü kazanmasını engellemeye harcayacaktır. Çünkü resmi statünün Kuzey’e yansımaları olacağını bildiğinden Irak’ta da, Suriye’de de, Türkiye’de de Kürt sosyalist hareketine karşı legal ve illegal alanlarda topyekun savaş konumunu aldı.

Devlet, Kürt Sosyalist Hareketi’nin bitmeyeceğini bilir. Burjuvazinin bu konudaki temel stratejisini “Terör bitmez, önemli olan onu en minimum seviyeye çekmek ve kontrolde tutmaktır” şeklinde belirlemiştir. Örneğin topyekun yok edilmiş bir Kürt hareketindense, kontrol edilebilecek düzeyde geriletilmiş bir hareket Türkiye’nin işine daha çok gelir. Sınır ötesinden saldırı var bahanesiyle Irak ve Suriye’ye girmedi mi? İşte oralarda bulunabilmesini bu yolla meşrulaştırmaktadır! Yeni Osmanlıcılık, yayılmak demektir, bölgede sahada ve masada olmaktır. Zayıflatılmış Kürt hareketinden böyle yararlanmak isteyecektir. Ama güçlü bir sosyalist hareket olduğunda bunun sonuçlarını hesap edemez ve bu güçle uğraşırken kendisi de zayıflar. Yine zayıf bir Kürt Sosyalist Hareketi Anadolu’daki halkın şovenleştirilmesi için de bulunmaz nimettir! Bugün pek çok siyasi parti kendini Kürt Sosyalist Hareketi’ne karşıtlık üzerinden yaşatıyor. Bu sorun bir biçimiyle çözülmüş olsa iktidar olanlar %1-2 oy bile alamazlar.

Kürt Sosyalist Hareketi ise enerjisinin büyük kısmını Rojava’nın kazanımlarını korumaya ve resmi statü elde etme yönlendirmiştir. Resmi statü için süreç uzadıkça tehlikeler de büyüyecektir. Olası bir resmi statü ise Ortadoğu halkları açısından yeni ufuklar ortaya çıkaracaktır. Bu nedenledir ki emperyalistler ve bölgenin sömürgeci güçleri resmi statü meselesine ya karşıdırlar ya da uzatmaya bırakarak zayıflaması ve asgari kimi taleplerle sınırlandırılmasından yanadırlar.

Türkiye açısından Kürt meselesi nerede olursa olsun bir “iç sorun” dur. Çünkü öyle veya böyle yeniden büyük mücadelelerin gelişeceği ve kuzeyden sert rüzgarların eseceği kesindir. Anadolu’da ise toplumun büyük bölümü siyasi iktidarı istemiyor. Dolayısıyla yeni bir Gezi vb. halk hareketinin koşulları vardır. Topluma uygulanan bunca baskı bir yerde kırılacaktır.

Kriz, savaş ve boşluklar sadece egemen sınıflar cephesinde değil halklar cephesinde de fırsatlar yaratır; Arap Baharı, Rojava, Gezi, Sarı Yelekliler, ırkçılık karşıtı gösterilerin dünyaya yayılması, sürece verilen cevaplardı. Benzeri hareketlerin çoğalacağını kestirmek hiç de güç değildir. Bütün mesele oluşan toplumsal hareketlerin kapitalizmin son verecek bir rotaya yönlendirilmesidir.

Varoluşsal kriz bütün dünya etkisine alarak yayılmaya devam edecektir. Bazı bölgelerin yaşadığı refah ortamı ve “normal zamanlar”, aldatıcı iyimserliklere yol açmamalıdır. Kriz zamanla ve ani patlamalar şeklinde her yerde ortaya çıkacak, günlük bütün ilişki sistemlerini etkisi altına alacaktır. Asıl bedeli emekçiler dünyası ödeyecektir.

Krizin en yoğun yaşandığı yer Ortadoğu’dur. Türkiye, İran, Suriye ve Irak, başlarındaki “ulusal bela” nedeniyle krizin en sorunlu alanlarıdır. Dünyanın en örgütlü sosyalist hareketi buradadır ve dört parçada da etkilidir. Fakat kapitalizmin hegemonik güçlerinin hepsi bölgede tayin edici roller üstlenmektedirler ve tehlikelerle en fazla karşı karşıya olan halk Kürtlerdir. Sisteme alternatif güç olması nedeniyle ilk elden harcanacak güç ise Özgürlük Hareketidir.

Türkiye’nin kendi yapısal krizlerine, şimdi kapitalist sistemin krizi ekleniyor. Böyle zamanlarda olağan ve alışılageldik siyasi tavır ve tutumlar ile yol almak mümkün olamaz.

Artık kimse “normal zamanlar”, istikrar ve “barışçıl” denge dönemleri beklemesin. Bundan sonrası sürekli kriz, derinleşen istikrarsızlık ve çatışmalı bir süreçtir.

Dünya tarihinin en karmaşık, en kapsamlı ve en derin krizi yaşanmaktadır. “Ya sosyalizm ya barbarlık” sloganı belki de tarihte ilk kez bu denli keskin bir gerçekliğe denk gelmektedir. Durum o kadar berrak ki ya kapitalizm insanlığın sonunu getirecek ya da sosyalizm insanlığa varoluşunu yeniden kazandıracaktır. Toplumlar ya savaş, sefalet ve yıkıma mahkûm olacak ya da yeniden inşa devrimlerine yönelecektir. Ortada ak ve kara dışında bir seçenek kalmamıştır. Krizlere, savaşlara ve fırsatlara “ya sosyalizm ya barbarlık” penceresinden bakmak zorunluluk halini almıştır.

Ak ile kara arasında kalmak, orta sınıfların gri penceresinden bakmak, gri alanların strateji ve programlarına bel bağlamak, emekçi sınıfların sosyalist strateji ve programını demokrat sol çizgiye kurban etmektir.

Çare ne muhafazakâr solculuk ne de postmodern laçkalıktır.

Kapitalizmin varoluşsal krizi antikapitalist bir uygarlığın kurucu ilkeleri ve programıyla aşılabilir.

Öyleyse kapitalizm kendi krizini yeni teknolojiler ve yeni enerji kaynaklarıyla aşabilir mi aşamaz mı tartışmalarına girmeden, krizin en yoğun yaşandığı yerden kapitalist sistemi kuracak Sosyalist Devrim cephesini kurmak gerekir.