Türkçe’ye “kayıp dava narsisizmi” olarak çevrilebilecek Lacancı bir tabir vardır. Bu tabir, kişinin gelecekte sonuçlanacak bir olay hakkında önceden edindiği kötümser görüşlerin onun ruhsal örüntüsünü ne kadar çok beslediğini konu edinir. Yani kişi ilkin, herhangi bir olay hakkında, o olayın gerçekleşmesinin imkânsız olduğuna dair yorum yapar. Bu yorum kişiyi öylesine esir alır ki, artık olayın gerçekleşip gerçekleşmemesinin ona vereceği faydadan veya zarardan çok kendi haklılığını düşünmeye başlar. Sonunda kişinin tahminleri gerçekleştiğinde ve dava kaybedildiğinde, kişi sonunda zarar görse bile mutlu olur. Burada ona tatmin duygusu veren şey sadece haklı çıkmış olmaktır. Bu durumun gündelik dildeki ifadeleri “ben demiştim zaten” veya “çok önceleri ben tahmin etmiştim” böbürlenmeleridir.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi başkanlığı seçimleri iptal olunca, memleketin ahvalinden çok geçmişte edilen sözlerin haklı çıkmadığı tartışılmaya başlandı. Yalnızca bu durum bile pratik politikadan ne denli kopuk olunduğunun, zihin dünyasında yer alan kavram setlerinin gerçek nesnelerin ötesine geçtiğinin resmi olmuştur. Seçimler iptal edildiğinde, daha 23 Haziran için hazırlıklar başlamadan, AKP iktidarının bir faşist rejime tekabül ettiğini savunanlar, iktidarın seçim sonuçlarını kabullenmemesini kendi teorileri için kuvvetli bir veri olarak algıladılar. Öyle ya, faşizm seçimle gitmezdi ve işte AKP iktidarı seçim sonuçlarını tanımıyordu. Faşizm tahlilinin doğruluğu için bir veri yaşanması, faşizmin baskısına karşı mücadele yöntemleri aramaktan öteye geçiyordu. Ya da faşizme karşı burjuva, demokrat veya diğer ittifak güçleriyle bir cephe deneyimi tasavvur edenler, onu geriletmek isteyenler seçim sonuçları kabullenilmese bile, alınan oy çokluğu üzerinden bu sefer 23 Haziran için umutlanmaya soyundular. Öyle ya, 31 Martta başarılan 23 Haziran’da da başarılabilirdi, faşizm geriletilebilirdi. Yine TC’deki güçler asimetrisinin faşizm ile ifade edilemeyeceğini, egemen sınıfların varlığını koruyarak Erdoğan üzerinden Bonapartist denge içine girdiğini savunan görüş de seçimlerin iptalinden kendisine pay çıkarttı. Öyle ya, seçimler açık ve oy gizli sayım ilkesine göre yapılıyordu, ardından iptal ediliyordu; ama bir kez daha yapılmasına da müsaade ediliyordu; hatta en sonunda Ekrem İmamoğlu kazanıyordu, bu ancak hâkim güçlerin Bonapartist dengesi ile açıklanabilirdi.
Memleketin teori erbapları, devrim ve sosyalizm davasının ezilenler içinde kök salmasından daha fazla kendi tezlerinin doğru çıkmasını istiyor gibiler! Sosyalist dükkâncıkların değişmez kalemşorlarının faşizm/oligarşi/Bonapartizm tahlilinin veya faşizmi geriletme düşüncesinin haklı çıkması kişisel gurur meselesi olmuş durumdadır.
Endonezyalaşma
Komün Dergi bir süredir Endonezyalaşma vurgusu yapıyor. Endonezya vurgusunun iki önemli sebebi var. İlki Endonezya’nın tipik Batılı devlet kuramları içinde kolayca bir tasnife oturtulmaması ise ikincisi bir devlet iktidarının iç savaş diyalektiğine girilince milyonlarca demokratı ve komünisti kısa süre zarfında yok edebilecek aygıta hızlıca dönüşebilmesidir.
Gelin, artık bakış açımızı teoriden pratiğe doğru çevirelim. Sezarizm, Bonapartizm, faşizm, Hamidizm, Rabiacılık, popülizm kavramlarının ikiliğinden ve beraberinde getirdiği haklı çıkma kaygısından çıkıp pratik meselelere dönelim.
Türkiye’de faşist rejimin sertleşeceği ve iktidarını kaybetmemek için savaş konsepti içinde Endonezyalaşacağı tespiti yabana atılmamalıdır. Devletin bütün egemen blokları Tayyip Erdoğan ismine onay vermiş durumdadırlar. Finans kapitalin ihtiyaçlarından biri olan başkanlık rejimi AKP eliyle yerleştirilmiş; siyasete, yargıya ve akademiye ait bütün kritik kurumlar tek tipleşmiştir.
Başkanlık sistemi, diğer rakip devlet sınıflarına siyasal zoru kullanma ve kritik karar alma mekanizmalarında söz hakkı tanımamasına rağmen; onların varlığına ve devlet içindeki konumlarına ses çıkarmamayı da taahhüt ediyordu. AKP’nin MHP ile olan zorunlu koalisyonunu, Erdoğan’ın II. Abdülhamid’i ancak Mustafa Kemal’i dâhil ederek anabilmesini ve her seçimde verilen “Beni aslında sandık yoluyla devirebilirsiniz” mesajını bu eksende değerlendirebiliriz. Yani AKP, kendi rakibi olan devlet sınıflarının varlığını tanımakta, onlara yaşam imkanı vermekte; ancak siyasal zoru ve kritik karar mekanizmalarını kullanmak noktasında inisiyatif vermemektedir. CHP adayının İBB başkanlığı seçimini kazanmasını ve yenilgiyi AKP-MHP bloğunun kabullenmesini bu çerçevede ifade edebiliriz. Nitekim İmamoğlu ilk konuşmasında Erdoğan iktidarını meşru gördüğünü bir kez daha teyit etme zorunluluğunu hissetmiştir. İmamoğlu’nun Erdoğan’a selam gönderen sözleri, bir tür takiye veya gizli bir ajandanın başlangıçta söylenmesi gereken zoraki sözleri değildir. İmamoğlu, gerçekten de Erdoğan ile uyumlu çalışmak niyetindedir.
CHP-İYİP koalisyonu, Erdoğan’ın kitle desteği sayesinde elde ettiği iktidarı tanıyor; hatta onun TC’nin devletlu geleneği ile verimli bir rezonans yakaladığını da kabul ediyor. CHP-İYİP koalisyonu bu verimli geçişin Erdoğan’ın bedeninin biyolojik sınırlarına mahkûm olduğunu da seziyor ve ideolojik sözcüsü olduğu kadim devlet sınıflarına uygun konumlanışlar arıyor. AKP iktidarının en büyük handikabı, kurdukları tüm sistemin tek bir bedenin -Recep’in- biyolojik sağlığına muhtaç olması ve dayandıkları geniş toplumsal temelin sınıfsal yapısı itibarıyla kof ve kaypak olmasıdır. CHP-İYİP koalisyonu elbette uluslararası gelişmelerin ve ekonomik krizin de Erdoğan aleyhine yaratacağı atmosferi gözlemlemekte, bu puslu havayı iple çekmektedir. Ancak bu koalisyonun bırakalım iktidarı ele geçirmek gibi açıktan faaliyeti, bu yönde gizli emeli dahi bulunmamaktadır. Erdoğan’ın bedensel sağlığına tekabül eden yaklaşık 8-10 yıllık zaman, rakip devlet sınıfları için bekleme zamanıdır. İşte AKP’nin İBB başkanlığı gibi bir mevziiyi kaybettiğinde, sosyalistlerin sevinç çığlıkları atmasını sağlayan siyasal ortam yalnızca budur!
Elbette, AKP-MHP koalisyonu açısından İBB başkanlığının kaybedilmesi, faşist koalisyonun içinde barındırdığı çelişkileri ve tıkanmışlıkları belirginleştireceği, bir değişim ihtimalini körükleyeceği tespitleri doğrudur. Yine, sebebi ne olursa olsun demokratik halk muhalefetinin biriktirdiği ön-devrimci potansiyelin yerel seçimler üzerinden ifade olmak zorunda kaldığı ve bu sayede muhalefetin tabanının “seçimciliği” kendiliğinden aştığı da doğrudur. Bu politik atmosferin itkisiyle siyasallaşan, hak aramaya girişen, iktidardan kaynaklanan memnuniyetsizliğini cesurca dile getiren ve oyları korumak/seçim kutlamalarına katılmak gibi faaliyetlerle sandığı sokağa taşıyan insanların varlığı da oldukça hayırlıdır.
Hayırsız olan şey ise, sosyalist muhalefetin kendisini zaten siyasal sanıyorken, zaten hak aramayı bilen özne olduğunu ilan ediyorken, gayet bilinçli bir tercihle AKP’yi yıkmaya niyeti olmayan bir devlet kliğinin inisiyatifini kabul etmiş olmasıdır. Hatta daha da ileri giderek, Ekrem İmamoğlu seçimleri ikinci kez kazandığında, bu devlet kliğinin başarısında, sosyalist solun ideolojik ve örgütsel birikiminin de payı olduğu fikriyatına kapılmasıdır. Kürt Özgürlük Hareketi’nin dönemsel tercihi, sosyalist solun bir kısmının içinden asla söküp atamağı aydınlanmacı ve devletçi reflekslerin gün yüzüne çıkmasını sağlamıştır.
Bu nedenle, yenilenen 23 Haziran İBB başkanlığı seçiminin CHP adayı Ekrem İmamoğlu’nun zaferiyle sonuçlanması, iktidarın kılıcını bilemesine vesile olacaktır. Politikanın kılıcı zaten daima keskindir, AKP de bu keskinliği test etmekten asla geri durmayacaktır.
Kemalizm de kılıcını atmış oldu
Kemalizm kendi kılıcını atarken, sosyalist solda değişik yaklaşımlar görüldü. Bugüne kadar Kürt Hareketi ile arasına sınır çekmeye özel önem atfeden, HDP’nin kurumsal yapısına dâhil olmaktan imtina eden blok (Halkevi, TİP, EMEP, ÖDP) HDP’nin faşizmi geriletmek adına İmamoğlu’nu destekleme taktiğini ısrarla savundular. Bugüne kadar HDP ile aralarında özenle korudukları mesafe, yerel seçimler dönemi boyunca kayboldu. Yine HDP’nin sol bileşenlerinden SYKP ve Yeşiller ve Sol Parti de aynı iştahla İmamoğlu’nu destekleme taktiğini benimsediler.
Aralarında Komün Dergi‘nin de olduğu, Kürt Özgülük Hareketi’ne yoldaşlıkta şüphe etmeyen yapılar ise HDP’nin organik bileşeni olmalarına rağmen, CHP adayını desteklemeyi uygun görmediler. Yine sosyalist solun Alınteri, SMF, Partizan, Kızıl Bayrak, TKP(Gelenek Dergisi) gibi bazı özgün damarları da benzer tutum aldılar. Birkaç sosyalist yapı bağımsız aday çıkardıysa da bu taktiklerinden 23 Haziran’ın gücüyle adaylıklarını geri çekerek vazgeçtiler ve İmamoğlu cephesinde yerlerini aldılar. Köz ve YDİ Çağrı ise ilk seçimlerde bağımsız aday çıkartmalarına rağmen; yenilenen seçimlerde adayları geri çekmeyerek kendilerini dahi boykot etme, bu taktiğin de pratik çalışmasını yapma kararını aldılar.
Şimdilerde CHP adaylarına oy vermeyen yapıların kendilerini iyi anlatamadıkları, ideolojilerini yayma ve örgütlenme anlamında başarısız olduklarını gözlemliyoruz. Hatta bu yapılar AKP’nin ekmeğine yağ sürmekle, klavye solculuğu yapmakla, “politikasız” olmakla, ezilenler içinde ciddi örgütlenmelere sahip olmadıkları halde yüksek siyaset yapma gafletiyle samimiyetsiz hale gelme ithamıyla karşı karşıya kalıyorlar. Hal böyleyken, CHP adaylarına oy çağrısı yapan örgütlerin oy sayısının ve sokak çalışmalarının, CHP ve HDP’nin kurumsal yapısı yanında dikkate alınmayacak denli küçük kalmasının ise ne denli “politika” sayılabileceği ise iyi bir sorudur.
Bir siyasal taktiği veya stratejiyi savunmak için tarih sayfaları açılınca bolca örnek bulunabilir. Örneğin faşizmi geriletmek adına İmamoğlu ismi altında ortaklaşanlar veya onun ismine şerh koyarak onay verenler, eğer isterlerse tarihte kendi lehlerine çokça olay göreceklerdir. Zaten bu örneklerin birçoğunu da yazmayı ihmal etmiyorlar, geçmişin fırsatlarını kaçırmıyorlar. Örneğin, Lenin’in bilmem kaçıncı Duma seçimlerine hangi amaçlarla girdiğini, gerektiğinde en gerici partilerle bile görüştüğünü, köylüleri saflara katmak için akla gelmeyecek tavizler verdiğini hatırlatıyorlar. Çin Devrimi lideri Mao’nun politik pragmatizm konusunda herkesten çok daha cesur olduğunu söylüyorlar. Vakti zamanında en büyük düşmanı olan Kuomintang lideri Çan Kay Şek’i tutuklayacak fırsatı ele geçirdiğinde bile onu serbest bıraktığını ve onunla ittifak kurmayı tercih ettiğini anımsatıyorlar. Gerçekten de komünizm tarihinde böyle örnekler çoktur ve iş bir siyasal hattı savunmaya geldiğinde, destekleyici örnekler ardı sıra yazılabilir. Sonuç gayet ikna edici de olabilir.
Fakat tarihsel olayların ne kadar öğretici olduğu ise büyük muammadır. Devrimler tarihine bakıldığında geçmiş olaylardan ders alınarak hareket edilmediğini, yalnızca konjonktürün potansiyelinin açığa çıkmakla kalındığını iddia etsek mübalağa olmayacaktır. Hele hele politik devrimler ve reformlar esnasında değişimin verdiği anlık zevkinin etkisiyle büyülenen kitleler, hiç de geçmişin yükünü üzerlerinde hissetmezler. Bu anlamda tıpkı Gezi’nin, sosyalist örgütlerin politika zannettikleri şeyi kendiliğinden aştığı gibi, yeni halk muhalefeti de politika sahasında yer edinmek için İmamoğlu’na oy çağrısı yaparak kendilerini Lenin ve Maovari taktisyenler olarak gören sosyalistlerin nostaljik dünyasını yıkacaktır. İmamoğlu’na oy veren sosyalistler umdukları örgütlenme imkânlarını bulamayacakları gibi, bağımsız rotalarını kaybettikleri için potansiyel halk muhalefetinin dahi altında kalacaklardır.
31 Mart yerel seçimlerinde ve yenilenen İBB seçimlerde kaybeden AKP-MHP bloğu olmuştur; kazanan ise düzenin diğer egemen kanatlarından biridir. Evet, İmamoğlu’na oy veren halk muhalefetinin dönüştürücü gücü ve bu sayede yeni yeni siyasallaşan kitlelerin/gençliğin enerjisi egemen kanatların tahakkümünü aşabilir, bu durum ihtimal dâhilindedir. Fakat bu ihtimal için çalışmak ve emek göstermekle, İmamoğlu’na oy çağrısı yapmak arasında hiçbir ilişki yoktur. Sosyalist sol, kendi özgün programından ve iddiasından vazgeçerek, yeni dönemin gerisinde kalacağının sinyallerini şimdiden vermiştir.
Yeni halk muhalefeti açıkça İmamoğlu’nu savunmakta, bilinçsizce egemen bloklarından birine yedeklenmektedir; bu durumun değişme ihtimali vardır. Sosyalist solun CHP’ye oy veren kanatları ise utangaçça İmamoğlu’nu savunmakta, bilinçli şekilde egemen bloklardan birine yedeklenmektedir; bu durum asla değişmeyecektir!
Taktikler ve düzenin sınırları
İmamoğlu rüzgârına kapılan, onu gerçekten demokrat görenlerin sosyalist saflarda fazla olduğunu sanmıyoruz. HDP’nin çağrısıyla birlikte iştahla İmamoğlu cephesine katılanların geleceğe dair kaygıları olduğunu sıklıkla okuyoruz. Onlar da tıpkı bizler gibi İmamoğlu’na güvenmiyorlar, onun bir burjuva kliğinin temsilcisi olduğunu biliyorlar ve temkinli yaklaşıyorlar. Şöyle hisleri olduğu seziliyor: AKP İmamoğlu zaferinin ardından inişe geçecek, halk İmamoğlu’nun gerçek bir demokrat olmadığını görecek, sosyalistler de bu göreli özgürlük ortamında kendi siyasetlerini gösterme imkânı bulacaklar ve böylece kitleler nezdinde bir seçenek haline gelebilecekler. Bu nedenle İmamoğlu’na oy veren sosyalistleri tipik reformistler olarak nitelemek, onlara haksızlık etmek olacaktır. CHP’ye şerhli destek veren sosyalistlerin temel görüşü, AKP iktidardayken örgütlenme imkanlarının tükendiği, AKP iktidardan gittikten sonra ise bazı kanalların açılacağıdır. İmamoğlu’nun bir sosyalist hatta demokrat bile olmadığının onlar da pekâlâ farkındadırlar ve siyasal altüst oluş döneminin kendi lehlerine olacağını düşünmektedirler. Hatta bu konuda şimdiden çalışmalara başlamak, örgütlenmek gerektiğini planlamaktadırlar.
Peki, sosyalistlerin tavrı geçici bir taktik midir, halk seçimlerin ne kadar da düzen içi ve manipülasyona açık olduğunu fark edebilecek midir? Açıkça söylemek gerekir, burjuva partilerini, onlarla asla uzlaşmaksızın hedef tahtasına oturtan bir komünist öncü olmazsa, halk düzenin sahteliğini bugüne kadar fark etmediyse bundan sonra da etmeyecektir. Hele hele kendileri gibi seçimlerde aynı düzen içi partiye oy çağrısı yapmış partilerin ikazlarını kitleler dikkate bile almayacaktır.
Uzun metrajlı tarihimiz açısından örneklerle açıklayalım. Daha yolun başında, 1908 Devrimi’nin sonrasında, Meclis seçimleri yapılırken Ermeni Taşnak örgütü İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin demokrasi vaadine inandı. Taşnaklar, İTC ile Abdülhamid adlı ortak düşmana sahip olmanın verdiği enerjiyle meclis seçimlerinde sınırlı sayıda vekil çıkartmayı kabul ettiler. Sonrasında ise İttihat ve Terakki yüz binlerce Ermeni’yi soykırıma uğrattı. Yine, Mustafa Suphi de Kemalistlerin vaadine inandı ve Ankara Hükümeti ile birlikte antiemperyalist hat kurma hayalleri Karadeniz’in derin sularında son buldu. Geçmiş deneyimler öğretici olmamıştı ki, TKP Komintern’in Halk Cephesi taktiği uyarınca Kemalizm’e desteğini sundu; sonuç binlerce TKP’linin zindanlara atılması oldu. Uzun yıllar geçse de, hapishanelerde devrimcilerin yüzüne asit atıp, onları F tipine mahkûm edenler bu siyasetin temsilcilerinden başkası değildi. Tarih, basbayağı öğretici olamıyordu.
Kısa tarih açısından da tablo farklı değildi. Kitleler, defalarca kez hayal kırıklığına uğramasına rağmen sandıktan umudu kesmiyordu. Herhalde Kasım 2015, Nisan 2107 ve Haziran 2018 seçimlerinin sonuçlarının açıklandığı akşamlarda, 2019 yılında yapılacak yerel seçimlerde sosyalistlerin Ekrem İmamoğlu’nu desteklemek için sıraya gireceğini iddia etseler, herkesin yüzünde bir tebessüm olurdu. Zira o esnada herkes artık herkes sandık devrinin bittiğini düşünüyordu. Sonuçta, tarih ve yaşananlar yine öğretici olmuyordu; çünkü tarihin zaten böyle bir misyonu yoktu. Sandık, kendi umudunu yeniden yeşertmekte pek maharetliydi!
Gariptir ki, şimdi aynı tebessüm ve alaycı bakış İmamoğlu’na oy vermeyen sosyalistlere sergileniyor. Başka türlüsü olabilir miydi, sürecin asli karar mercii neresiydi hiç düşünülmüyor. Pekala, sandık siyasetinin meşru olmadığı savunulup, HDP içinde samimi bir tartışma yürütüp, aktif bir politik faaliyet sergilenebilirdi. CHP aksi yönde tavır alsa bile, belediye başkanlığını Binali Yıldırım’a bırakmak pahasına, bu politik hat çok üretken ve verimli direnişlere galebe çalabilirdi. Bu görüş şimdilerde aşağılayıcı bir dille AKP yandaşı olmakla itham ediliyor; ama bu tavrın ayrıntıları, nasıl yürütüleceği bir hafta süreyle bile tartışılmadı, üzerinde emek harcanmadı. Tüm politik özneler, sürecin en başından itibaren CHP’nin reflekslerine teslim oldular.
Bu politik hattın belirleyeninin CHP olması ciddi bir sorundur. Problemin ikinci yönü ise, AKP’yi geriletmenin taktik olarak ilan edilmesinden sonra, sosyalistlerin egemen kanatlardan biriyle, Kürt Özgürlük Hareketi’nden çok daha farklı bir etkileşime girmesi olmuştur. İmamoğlu’na oy veren Kürtler, gerçekten bağırlarına devasa bir kaya parçası basmaktadırlar; ancak sosyalistlerin çakıl taşından fazlasını bastıkları şüphe götürmektedir. Sosyalistler oy verirken ve CHP’liler ile yan yana pozlar verirken Kürtler kadar rahatsız görünmemektedirler. Kürtlerin taktiği, sosyalistlerin kısmen aşıldığını/kopulduğunu sandığımız tarihsel, aydınlanmacı, devletçi ve yenik bir hattıyla örtüşmüştür.
İlginç bir gelişme olarak Abdullah Öcalan’ın dosdoğru görüşleri
Seçimlerden hemen önce yaşanan ilginç bir gelişmenin de üzerinde durmak gerekmektedir. Abdullah Öcalan yazdığı mektupta doğru bir politik hattı savundu. Zaten Komün Dergi’nin de içinde olduğu çeşitli sosyalist yapılar bu görüşleri benimsiyordu. Fakat TC bu doğru görüşleri seçim öncesinde ucuz bir politik manevranın aracısı yapmak istedi. Devlet, Öcalan’ın görüşlerini uygun olmayan yollarla, uygun olmayan bir zamanda, bir devlet ajanın eliyle yaymayı tercih etti.
Türk devletinin ihtiyaç duyulduğunda her türden kılığa büründüğünü bilmek gerekir. Bu devlet, ülkedeki komünist hareketi doğmadan boğmak için, Bolşevik ilkeler doğrultusunda TKP ismiyle parti kurmuş bir devlettir. Savaş yıllarında kurmaylarının başlarında kızıl kalpakla Leninizm propagandası dahi yaptığı bilinen gerçekler arasındadır. Dolayısıyla gerektiğinde Öcalan’ın görüşlerinin de komünistlerin bağımsız hat vurgusunun da devlet tarafından suiistimal edilebileceğine şaşırmamak gerekir.
Elbette ki Öcalan’ın görüşlerinin seçimden dört gün önce açıklanmasının HDP’nin karar verilmiş taktiğini baltalamak ve Binali Yıldırım’ın oy yüzdesini arttırmak için planlandığı önemli bir gerçektir. Fakat TC’nin bu yönelimi aynı zamanda seçim sonrası için Kürt sorununun devletçi çözümünün bir parçasıdır. Öcalan’ın mektubunu avukatlarından önce kamuoyuna duyuran Ali Kemal Özcan, 2005-2010 arasında Öcalan’ın Birinci Meclis’e yaptığı vurgulardan hareketle onun Kemalist olduğunu savunuyordu. TC’yi yöneten devlet sınıfları içinde Ali Kemal Özcan’ın da dahil olduğu böyle bir eğilim vardır. Bu eğilim silahlı Kürt direnişini tasfiye etmek için Öcalan’ın görüşlerini dönemin hâkim devlet anlayışıyla uyumlu göstermeye çabalamaktadır. Bu önceleri Öcalan’ın Kemalist olduğu vurgusu iken, daha sonraları demokratik ulus ifadesi olmuştur. Son süreçte ise Öcalan’ın yerli ve milli olduğu iddia edilmiştir. Bu kliğin AKP önderliğindeki TC’de ne derece ciddiye alındığını bilemeyiz; fakat TC birçok eğilimi aynı anda devreye sokabilecek ve işine geldiğini tercih edebilecek potansiyele ve çeşitliliğe sahip bir aygıtlar kümesidir.
Bu süreçte Kürt Özgürlük Hareketi, kendi devrimsel yolunu çizebilecek kudrete sahiptir. Buna rağmen sosyalistlerin yönelimi, tarihte yaşanılan onca olayda olduğu gibi, Kemalizm’e yem olmakla yüz yüzedir. Ya bilinçli ya bilinçsiz! Kişisel niyetlerin pek de önemi yoktur! CHP’ye oy veren sosyalistler her ne kadar İmamoğlu’nu eleştirseler, bunun sadece bir taktik olduğunu söyleseler de gerçekte olan İmamoğlu rüzgârına kanalize olan kitlelerin sosyalistlerin pek de yüzlerine bakmayacağıdır.
Gelecek
Komün Dergi‘nin de savunduğu bağımsız komünist siyasal hattın yayılma imkânı bulamadığı, işlevsiz olduğu, kendisine yöneltilen eleştirileri karşılamakta yetersiz kaldığı, hatta Öcalan’ın mektubunda olduğu gibi devlet ideolojisine kurban edildiği bir dönemi geçirdik. Bunun bir sorumlusu bizlerin güçsüzlüğü ise diğer sorumlusu İmamoğlu için çırpınmakta beis görmeyen solculuk türüdür. Bu tür, ülkemizde 20 yıldır aşama aşama yürütülen devrimciliğin tasfiyesinin son halkasına eklenmiştir.
Gerek CHP’ye oy veren sosyalistlerin düzen içi tavırları, gerekse de oy vermeyenlerin yetersizliği, kitlelerin CHP’den ve diğer düzen partilerinden umudunu kesip sosyalistlere yönelmesi adına hiç ışık vermemektedir. Demokratik halk muhalefeti Gezi sosyolojisine benzer türde, örgütleri aşacak bir potansiyeli içinde taşımaktadır. Dolayısıyla, tersinden bakıldığında, komünist örgütlerin muhalefeti yönlendiremediği sürece de makus talih, yani kapitalist restorasyon kaçınılmaz son olacaktır.
Dolayısıyla kısa vadede, yavaş yavaş örgütlenmek, mahalleri ele geçirmek, alan çalışması yapmak gittikçe zorlaşmaktadır, bu imkânlar daralmıştır. Yapılması gereken, AKP’nin işine gelmekle suçlanan bağımsız komünist hattın öyle kolayca küçümsenecek, üzerinden geçilecek bir çizgi olmadığını gösterecek eylemlere girişmektir. Şüphesiz bu faaliyetlerin içeriği ancak zora dayalı olduğunda ve devletin hışmıyla yüzleşebilecek cesaret sergilendiğinde başarılı sıçrayışlar gerçekleşebilir.
***
Herkes çağımızın popülizm çağı olduğunu ve faşizan iktidarların bu duyguyu beslediğini iddia ediyor. Halkta popülizme verilen payeyi, silahlı eylemlerin yerle bir edeceği kesindir. Sosyalistlerin mevcut tıkanmışlığını yalnızca bilinci sınıf siyasetiyle donanmış devrimci şiddet politikası aşabilir. Bu anlamda, zora dayalı mücadele dışındaki yollar tükenmiştir.