Artık hiçbir yolculuk ihmale gelmiyor ve hiçbir yolculuk sır değil. Sadece kendinde olanı arz ediş biçimi farklı. Onu ayrıcalıklı kılan da bu zaten. Onu kaydı tutulsun tutulmasın, “görülmüştür” ibaresi taşısın taşımasın her bir zarfa düştüğümüz adresten tanır ve biliriz. Ama çoğu kez bilmeden görmezden geliriz. Yine de meramımız; merakımız ağır basar hep üsteleriz. Sorumluluğumuzun gereği deyip ardımızda bıraktıklarımızın ısrarla peşine düşeriz. Çünkü her bir süreç her bir adrese, pula, zarfa, mazrufa vekalet verirken ne zamandan çalarız ne de kendimizden; hayattan aldığımızı hayata geri veririz. Bunu yapmaktan da gocunmayız. Eksiğine gediğine dair biriktirdikçe eksilir, eksildikçe de biriktiririz; düstur bu! Böylece kaydımız hakikatimiz olur, gerisi lafı güzaf!
***
Komün Dergi’nin ilk sayısının ağırlıklı konusu devrimci örgütlenme, devrimci yaşam ve devrimci kimlik üzerineydi. Kısaca o başlıkları hatırlatacak olursak: “Bir çıkış hikayesi: Komün”, “Devrimciler var, devrimcilik yok; fakat çıkışsız değiliz”, “Bir yol yapmak”… Haliyle her bir ‘komünar’ için bu yazıların tamamı kendi gerçekliğinde ve gerçekliğimizde ne anlam ifade ediyor sorusunu öne çıkarıyor ve kendimizi ortaya koyuş biçimimizle – “Kendine bakma ama nasıl”a da cevap arıyor. Tüm bu yazılar dışa dönük olduğu kadar esasında içe dönüktür ve doğrudan bizi ilgilendirir.
Neyi nasıl öreceksek bu hattan öreceğiz
Kendine bakmama, kendini görmeme, duymama ve hissetmeme halleri sanıldığı gibi yalnızca bir eğilimin ürünü değil, bir çizgiye dönüşün de hikayesidir. Çok uzun bir süredir bu böyle. Bu noktaya birdenbire gelinmedi. Elbette bir evveliyatı var, o evveliyat bugün karşımıza bir sonuç olarak çıkıyor ne yazık ki ve hala kendini konuşturuyor. Amiyane tabirle zurnanın zırt dediği noktadayız ya da kimilerinin deyimiyle “deniz tükendi”. Haklılık payları olmakla birlikte bu umutsuz durumdan umudu büyütmek başlangıçta da belirttiğimiz gibi gerçekliğimize vereceğimiz yanıtlarla mümkündür çünkü sahiciliğimizi yitirdik. Kim ne derse desin, hakikat bu! Artık neyin ne olduğunu bilelim. Böyle yürünmez diyorsak, sil baştan başlamayı göze alacağız. Zaten doğrusu da bu.
“Yeni bir yol yapmak
Yeni bir yol açmak
Sahiciliğimizle mümkündür ancak”
Kolay yok, zor var, zorun zoru ve biliyoruz ki hiçbir şey “ha dendiğinde” gerçekleşmeyecek, düzelmeyecek, zaman alacak, varsın alsın. Yeter ki bugünü kazanırken, bu yolun genç yolcularının önü açılsın. Sahi bundan daha büyük bir görev ve sorumluluk var mı? Öyleyse vakit kaybetmeden gözle görülür, elle tutulur olalım. Artık “mış gibi” yapmanın bir alemi yok; öyle her yere her şeye yetişemeyeceğimizi de bilelim. Neysek oyuz, neysek o kadarız, fazlası değil. Bu bizi küçültmez tam aksine sahici kılar, uyanık tutar, dikkatimizi dağıtmaz, hedefe kilitler. Sürdürülemez dediğimiz tarzın, dönüp dolaşıp bizi etkilemesine ayak bağı olmasına izin vermez. Ayrıca gençlerimizi eskinin her türlü eğilimi ve alışkanlıklarından ne kadar uzak tutarsak o kadar iyidir. Yeni dönemin kadro tipi sürecin özelliklerine ve ihtiyacına göre şekillenir, kendi gerçekliğinde geleceği örer. Buna özen göstermeliyiz. Onların gelişimi donanımı her şeyden önemlidir. Bu görev komün gücünündür. Hiçbir şey bu gerçeğin önüne geçemez ve geçmemelidir.
Geçmişe göre çok daha zor bir süreç bizi bekliyor. Mevcut durum ortada, biz ortadayız. Kendimizi bileceğiz, sürecin bizi sürüklemesine izin veremeyiz. Kulvarımıza çekilişimiz süreçten uzaklaştığımız anlamına gelmemeli. Süreci içimizde örmenin yollarını ararken, yola koyuluyoruz; bir başka deyişle yönelimlerimizi etkin kılma ve ulaşamadıklarımıza ulaşma derdindeyiz. Kısa vadedeki hesaplardan biri de budur. Bir kez daha yinelemekte yarar var; kendimize bakmadığımız müddetçe ne içimizdeki ne de dışımızdaki gelişmeleri anlamamız ve kavramamız mümkün değildir. Biriyle ilişkilenemiyorsak, dokunamıyorsak yabancılaşmayı başka yerlerde aramayalım. Artık bize her fırsatta başvurduğumuz gerekçelerimiz/mazeretlerimiz bile tahammül etmiyor, edemiyor.
Gerçekliğimize yeni bir yön veriş ve o yönün kendisine dönüşmenin olanaklarını yaratmakla yükümlüyüz. Hem de mevcudu aşan bir devrimciliği önümüze koymuşken, devrimci olmak yetiyor artık! Nasıl bir devrimcilik yapacağız sorusuna da yanıtlar aramalıyız. Esas itibariyle bir çıkış hikayesi yazılacaksa tam da buradan yazılacak. “Kendine bakma ama nasıl”ın da kilitlendiği nokta burası. Bizi bize anlatacak ve sahiciliğimizi yeniden keşfettirecek, kazandıracak eşik; kolektifin her bir unsuruna aittir. Neyi nasıl yapacağımızı ortaya koyarken elbette bir başımıza değiliz. Yüzümüzü kitlelere dönerek kitlelerden öğrenmenin yollarını bulacağız. Bugüne kadar bulamamış olmamız bundan sonra bulamayacağız anlamına gelmez. Yeter ki hedefe odaklanalım. Israrımız, sabrımız, tutarlılığımız bizi en yakınımızdakilerle buluşturacak ve sonra da egemen güçlerin etkisi altındaki emekçi kitlelere doğru yöneltecektir. Bu kuşkusuz çekim merkezleri yaratarak olur. Etkinlik düzeyimizi geliştirmekle, yetkinleştirmekle…
Yaşamı örgütleme, yaşamı devrimcileştirme dediğimiz şey; ama küçük ama büyük hiç vazgeçmeksizin ve durmaksızın elimizin değdiği/dokunduğu her şeye bu düşünceyi, duyguyu taşıyan ve yaşama geçiren birer aktörlere dönüşmemizle olur. Ancak bu şekilde hız kazandırırız Komün’e. Bu esnada eksiklerimizi gideririz, yenileniriz. Çıkış çizgimiz bizi biraz daha yakınlaştırır koyduğumuz hedeflere. Bunlar bilinmeyen şeyler değil elbette fakat bilmekle yapmak arasındaki fark; meseleyle ilişkilenişle, içselleştirmeyle alakalıdır. Biz sadece bilen değil, yapan da olacağız. Eleştiriye tabi tuttuklarımızı düzeltirken sözümüzle eylemimiz birbirini tamamlayacak. Biz bizden öncekilerin geliştirdikleri, ortaya koyduklarını tekrar ede ede kendimize özgü herhangi bir şey geliştiremediğimiz için hem emeğimize hem de değerlerimize yabancılaştık. Sahip çıkma adına sergilediğimiz pratikler birer ritüellere dönüştü. Yıllık anmalar ve merasimlerle geçiştirdiklerimiz, aşınmamın veya aşındırmanın bir yüzüdür, tezahürüdür. Mücadeleyi büyütürsek ve geliştirirsek onları gerçek anlamda değerlerimizi yaşatmış oluruz. Aslında aşma fikrinin özü budur. Birbirini aşan süreçleri kesintisizce örgütlemek ve o süreçlerde birbirini aşmak! Komün gücü bunun için var, ‘komünarlar’ varını yoğunu bunun için ortaya koyacak. Sadece kendi deneyim ve tecrübelerimizden değil, başkalarınınkinden de yararlanmasını bileceğiz. Buna açığız. Komün’ü özgün kılan bu yön hafife alınmamalı. Komün, sadece teorik, ideolojik, siyasal bir hat değil, aynı zamanda örgütsel şekillenişin bir ürünüdür.
Kısa bir hatırlatma:
Hem nesnel gidişata hem de öznel koşullarımıza ayna tutarken, içe ve dışa dönük görünürlüğüyle dünün hesaplarını bugünden karşımıza çıkaranlar, yarının hesaplarını şimdiden görme telaşına düşenler ya da var olan özgül sorunları fırsat bilip kendini dayatanlar; yeni ile eski tarz arasında gidip gelirlerken, bilmelidirler ki bütün bu yüzlere alışığız ve aşinayız! Bizler de o yüzlerin bir parçasıyız. “Kendine bakma ama nasıl” sorusu asıl bu noktada sınar kendini ve kayda geçer; muaf tutup tutmadıklarıyla. Bir başkasının yüzünde kendini görür, kendi yüzünde bir başkasını. Kendine bakmak böyle bir şeydir işte! Biraz daha açıklayıcı olmak gerekirse; her içe dönük gelişmeler iyisiyle kötüsüyle bizlerden bir şeyler alır götürür. Ne olursa olsun diyemeyiz. Yok sayamayız, sırtımızı dönemeyiz. Kendilerini arz ediş biçimleri salt onların sorunu değil, bizim de sorunumuzdur. Bunu dert edinecekte biziz, biz! Bir başkası değil. Başkalarının üzerinden kendimizi inşa etmiyoruz. Bu tarz anlayışın tamamen dışına çıkıyoruz. Bu temel ayrımı; fark yaratmak, farklılık oluşturmak için de yapmıyoruz. Bizim komünden/komünarlıktan anladığımız budur. Ayrıca komünü komün, komünarı komünar yapan da bu aklı ve kalbi duygudur. Yalnızca bu damar biz neyi nasıl yapabileceğimizi söyler. Kendimize bakmayı öğretir, hissettirir ve ileriye taşır.
Sürecin arzı endamı ve bizdeki halet-i ruhiyesine kısa bir bakış
Sürecin bizi zorlayışı ile bizim süreci zorlayışımız aynı şey değildir ama çoğu kez biz onu zorluyormuşuz izlenimi versek de asıl o bizi kendi içinde, kendi gerçeğine zorlar ve en sonunda bizi içine hapseder. Bu iç içeliği istesek de istemesek de benimseriz, onda erir ve ona dönüşürüz. Çatışan yönlerimizle, çelişen yönlerimizle, imkanlı imkansız yönlerimizle ve daha bir sürü şeyle sınanırız. Aynen bugün olduğu gibi… Eğer doğru değerlendirir, doğru konumlanırsak, yol açarız ve yolu düzleriz. Sadece süreç deyip rotamızdan şaşmayalım. Buna hareketimizin içindeki süreçler de dahildir. Bundan böyle ne süreci aşındıracağız ne de sürecin içinde aşınacağız. Bugüne kadar bu iki eğilimin arasında gidip geldik, onun bizde yarattığı halet-i ruhiyeyi hafife alamayız. Bizi kendine nasıl esir ettiğini sürecine bağımlı kıldığını varsa yoksa onunla yatıp kalktığımız gerçeğini unutamayız. En kötüsü de o hareketliliklerin bir parçası olamazsak, eksiklik duygusunu yaşatmakla kalmayıp kendimizden kuşku duymamızı da sağlayan ‘o’dur. ‘Bu’ bizim son kırk yılın irili ufaklı eylemliklerine, direnişlerine, olaylarına bakışımızı, yaklaşımımızı ve konumlanış biçimimizi oluşturuyor. Her ne kadar her biri hakkında değişik yorumlarda ve çıkarsamalarda bulunduğumuzu iddia etsek bile farklı bir sonuç ya da sonuçlara ulaşamadığımız gibi elde ettiğimiz sonuçlar da maalesef birbirinin birer kopyasıdır. Toplumsal bir maddi güce dönüştürülmemesinin acı gerçeği… Kendini var edeceği yerde kendi gerçekliğini yadsıyan bir profil çizişin süreçsel hikayesidir ‘bu’. Özetle; paradoksallığımızın hikayesi…
Buralara nereden geldiğimizi iyi biliyoruz şimdi de nereye gideceğimizi de bilmek istiyoruz. Bütün çabamız, arayışımız bunun için ve bu bir feveransa feveran, itirazsa itiraz, reddedişse reddediş ve kopuşsa kopuş! Mücadelenin esasları içinde yeni bir tarzı geliştirmenin arayışı, sorgulayışı, soruşturması bizimkisi. Kendimizi bu içerikte üretirken yeniden kuruyoruz.
Bazı şeyleri sürekli hatırlatıyoruz. Haliyle rahatsızlık uyandırıyor. Buna bir müddet daha mecburuz. Alışkanlıkların gücü diye bir şey var. Hele ki o alışkanlıklar bugüne kadar bizleri çekip çevirmişse… Lamı cimi yok; işimizi ciddiye alacağız ve en başta kendimize çeki düzen vereceğiz. Bundan kaçan kendinden kaçar, gerçekliğinden kaçar. Bu da nereden çıktı diyenlere bir sözümüz yok. Bu onların bileceği bir şey. Sözümüz bizi bağlar. Sözümüze sahip çıkacağız. Haklı olarak sorgulanacağız, sorgulayacağız, kefaretini ödemekten kaçınmayacağız. Sorular soruları izleyecek, vereceğimiz her bir yanıt beraberinde yeni soruları içinde barındıracak. Söz konusu süreç bizi bir noktada buluşturacak. Asıl amacımız da bu zaten.
Yüzleşmeyse yüzleşme!
Hesaplaşmaysa hesaplaşma!
Aşınmışlığımız aşılacak,
Çıkış noktamız;
Düsturumuz!
Kendine bakmak ama nasıl? Bu minvalde bakış, bir o kadar da zordur aslında. Kendini anlatmak, anlattığında, kendine dokunmak, içine içine işleyecek ki sorun edindiklerine sorun teşkil etmeyesin.
Halden anlayıp-anlamama halleri gözümüze görünen ama göze görünmez kıldıklarımız her şeyimize sirayet ettiği gibi, geleceğimizi de ipotek altına almış bulunuyor. ‘Olupbitti’ denilen şeyler sanıldığı gibi geçip gitmiyor. Bize bugünümüze musallat olup hükmediyor ve bizler hiçbir şey olmamış gibi sadece seyrediyoruz. Eğer sıranın bize gelmesini bekliyorsak daha çok bekleriz çünkü o arada ne çok şey oluyor ne çok şey gelecek olanın geleceğini belirliyor. Biz hala o ezberlerimizi konuşturuyoruz. Bildiğimizi okumak işimize geliyor. Rahatız ne de olsa ne bir hesap soran var ne bir hesap veren ne de sorumluluklarımızı hatırlatan birileri! Ahkâm kesmekten de geri kalmıyoruz. Oh ne ala siyaset! Oysa dönem bütün ayarlarımızla oynuyor, kurgularımızı, ezberlerimizi bozuyor, bir sürü şeyi altüst ediyor. Hala seyrediyoruz. İçinde bulunduğumuz dönemin ayırt edici bir özelliği de bu işte! Sen sendekini göremiyorsun, o sendekine işaret ediyor. Eksiğini-gediğini gösteriyor. Kendini görmezden gelme diyor, gelme! Yüzünü komüne dön! Ne sadece geçmişe yaslan ne de geçmişe tamamen sırtını çevir. Gelmekte olanla bugüne yanıt ol! Elindeki avuçtakinin kıymetini, değerini bil! Koru kolla, geliştir, büyüt, heba etme! Şu an sürecin hızına yetişememe, yarın yetişemeyeceğin anlamına gelmez. Merak etme, hiçbir şey bir yere kaçmıyor, bir yere gitmiyor, yalnızca kendi içinde şekil değiştiriyor. Bir başka versiyonla karşımıza çıkıyor. O yüzden acele etme! Gücünü ve yönelimini doğru tahkim et! Tüketme, tükenme! Unutma sadece kendine karşı sorumlu değilsin. Sebep olduklarından da sorumlusun. Süreç sana, sen sürece dâhilsin. Aynı anda aynı içerikte bir düşünüşe, pratiğe sahip ol ki; neyi yapıp yapamadığın açığa çıksın. Bundan asla sakınma! Marx; “dürüstlük her şeydir” der. Yol göster, öğret, öğren. Örgütleyeni, örgütleneni bütünle ve kopmaz bir bağla sarıp sarmala. Süreklilik içinde değiş ve dönüş. Kuşatıcı ol, yani derleyici toparlayıcı. İlişkilendiğini etkile, ilişkilendiğinden etkilen. Karşılıklı etkileşimlerle yeniden keşfet kendini, yenile! Aslolan bunlardır.
Komün neyse komünar odur. Tersi de doğrudur. Sürecimizin hem öznesiyiz hem nesnesiyiz. Bütünselliğin içinde özgünüz, özgünlüğün içinde bütünseliz, hemhaliz. Derinleşmemiz ve yetkinleşmemiz, konumlanışımıza bağlıdır. Bu özellikler bir anda elde edilemez, kazanılamaz. Devrimci yaşamımız veya yaşamımızın devrimciliği zaman alır, zamanın inişli çıkışlı evrelerin süreğenliği içinde gerçekleşir ve şekillenir.
Çok yönlü sınanışlar içindeyiz
Sırf biz sınanmıyoruz. Hemen hemen herkes ve her şey sınanıyor; elbette bundan kaçış yok. Ancak bilmek gerekiyor ki çıkışsız değiliz. Bu çok yönlü sınanışlar içinde yer açıyor yer ediniyoruz kendimize. Dert ettiklerimizle ve dert edemediklerimizle… Bu bir irade bildirimi, önceliklerinde ısrar eden bir irade! Biz, zorun zoruyuz. Gücümüzü ondan alıyoruz. Amacımız, hedefimiz bellidir. Kitleler içindeki komünarlığımıza ve kitle çalışmasına özel anlamlar yüklüyoruz. En zayıf halkamızdan başlıyoruz ki iki yakamızı bir araya getirelim. Öyle devrim kitlelerin eseridir demekle devrimler örgütlenmiyor, devrimler gerçekleşmiyor. Görev edineceksin, iş edineceksin kendine. İşinin ehli olacaksın. Yani aşkla, şevkle sarılacaksın, tuttuğunu koparacaksın ki yanındaki, beraberindeki senden feyz alsın. İlk çıkışlar, ilk başlangıçlar her daim iz bırakır, dikkat çeker. Gidişatı belirler. Kâğıt üzerinden değil hayatın içinden karşılık verirsen karşılık görürsün. Kimle neyi nasıl yapacağını, kimlerle nasıl bağlar kuracağını şimdiden belirle ve güncelle ki ileriye doğru atılan her adım diğer adımları desteklesin ve hızlandırsın. Kitleler içindeki durumumuz düşünüldüğünde bir an evvel işe koyulma zamanıdır. Geç kalmışlık duygusunu böyle böyle kırarız. Başka yol yok. Yeniden yapan olacağız hem de aynı anda iki şeyi bir ara da hem Komün’ü ve hem de kitleler içindeki örgütlülüğümüzü örgütleyeceğiz. Yukarıda yazan tarzı örgütlülük içine yerleştirebilirsek muazzam bir iş çıkarmışız demektir. Bunun o kadar kolay olmadığını biliyoruz. Zorun zoru bu asıl ancak imkânsızdan bahsetmiyoruz. Meseleyi özümseme derdindeyiz. Yönelimimizin insanı olalım. Komün gücü, kitlelerin sorun alanlarına siyasetini götürürken örgütler kurar, örgütler yaratır ya da var olan örgütlülüklerde yer alır -kendine örgütlenmek için yer açar-. Kitlelerin mücadelesine öncülük eder. Bu öncülük, önderlik hareketli-hareketsiz her an için geçerlidir. Yaşama değmesi, dokunması demektir. Bizim sınıfta kaldığımız yer de burasıdır. Onların günlük yaşamında yokuz, var olduğumuz noktaları da birer birer kaybediyoruz ne yazık ki… Böyle bir şey yok diyenlere soruyla karşılık verelim. Kitle bağlarımız güçlü de biz mi görmüyoruz ve bilmiyoruz? Neyin ne olduğu apaçık ortadadır. Kitlelerin bizden, bizim kitlelerden haberimiz yok. Onlar bize, biz onlara yabancıyız. Hakikat bu! Devrimci hareketin kendisinden kaynaklanan bu gerçeği görmesi gerekiyor artık. Derlenip toparlanmak için yeni bir şey de koymuyor!
Devrimci hareket, kitleleri sokağa, eyleme çağırıyor, örgütlenmeye davet ediyor. Yıllardır böyle devam ediyor. Bu tutumla, yaklaşımla onların sorunlarına çözüm ürettiği ve bu şekilde örgütleyebileceğini sanıyor. Devir değişiyor; kitleler, yapılarher şey öyle ya da böyle farklı pozisyonlar alıyor. Bir biz bu hareketlilik içinde aynı kalıyoruz. Sanıyoruz ki kitleler sokağa çıktığında –ki bizim çağrımızla çıkmıyorlar- bıçak kemiğe dayandığı için sokaktalar ya da ihtiyaçları bunu gerektirdiği içindir. Gezi’de olduğu gibi -bizden bağımsız, bizim ona- yedeklenişimizin tezahüründense hiç bahsedilmiyor.
Kitlelerle ilişkilenme sorunu bir başka yazının konusudur. Sadece şu kadarına değinelim: Birbirimize yabancıyız. Hakikatimiz bu demiştik çünkü biz hep bizdekilerle ilgiliyiz. Kitlelerle ilişkilenirken de bu biçimle ilişkileniyoruz. İnsanın, insanımızın -kitlelerin- bin bir derdi var. Bunları bilmemize rağmen görmezden geliyoruz. Gündemimizin bir parçası olmayı bırak lafını bile etmeyiz. Çubuğu daha içe bükelim aynı şey kadro ve çevre güçlerimizle ilişkilerimiz için de geçerlidir. Öyle değil mi? Birbirimizi dinlemiyoruz, birbirimizin sorunlarıyla ilgilenmiyoruz! Hangi dertleri var, nelerle uğraşıyorlar, nelere ihtiyaç duyuyorlar? Bireysel sorunlar deyip küçümsüyoruz. Oysa her şey insana dairdir, bize dairdir. Biz yok saysak da yok olmuyorlar, içten içe kendini koruyor ve var ediyor ya da var edişinin yollarını arıyorlar ve buluyorlar. Alternatifsiz değiller. Senin çalmadığın bir kapıyı başkası çalıyor. Biz ise sanki hiçbir şey olmamış gibi devam etmeyi büyük bir maharet sayıyoruz. Ne de olsa büyük bir davanın insanlarıyız, devasa sorunlarla boğuşuyoruz. Bizim, milletin kişisel meseleleriyle ne işimiz olur? Zaman kaybı diye bakıyoruz. Uğraşacak o kadar çok işimiz var ki! Kuşkusuz ilgisizliğimizi, duyarsızlığımızı bu kadar kaba bir biçimde göstermiyoruz. Sessizliğimiz, suskunluğumuz zaten çoğu zaman yetiyor. Duyarsızlığın inceltilmiş hali… Çoğu kez bu halin farkında bile değiliz çünkü bizim doğrularımız herkesin doğrusu diye düşünüyoruz. Varsa yoksa bizim belirlediğimiz konular konuşulsun, yazılsın, çizilsin istiyoruz. Kendimize dönük beklentilerimiz, isteklerimiz olduğunda ise o eski halimizden eser kalmıyor. Neden acaba? Bizimki kişisel deyip işin içinde sıyrılamayız. Bir de onlara soralım bakalım ne yanıt veriyorlar? Ne düşünüyorlar bizim hakkımızda? Yoksa kelin merhemi olsa başına mı çalar diyorlar? Ya da hiçbir beklentileri yokken bunlar bizim kuruntularımız mı? Bizi onlardan ayrıcalıklı kılan şey bilinç düzeyimiz, hareket kabiliyetimizdir yalnızca o kadar! Kendimizi onlardan, onları kendimizden farklı göremeyiz. Kim kendini farklı yere koyuyorsa yanlış yerdedir ve hepimizi yanlışa ortak etmektedir. Birbirimize benzemekten bahsetmiyoruz. Birleşik mücadelenin asli unsurlarının yan yana gelebilmesinin yollarını arıyoruz. Bu bizim sorumluluğumuzda, kendimizi konumlandırdığımız yerlerden birisi de budur. O nedenle onların her türlü sorunlarına kulak kabartacağız, ilgileneceğiz ve gerektiğinde elimizi taşın altına koyacağız. Kim hangi sorun(lar)la cebelleşiyorlarsa bilgimiz olacak. İnsanlar yalnız olmadıklarını bilecekler. Arayanıyız, soranıyız, yoldaşı, arkadaşı, dostu, kardeşi, ailesi… Sorununu sorunumuz, sorunumuzu sorunumuz belleyecek. Kimle nasıl ilişkileniyorsak, sorunların çeşitliliğiyle karşılaşacağız, değişik yöntemiyle ya da birbirine benzer biçimleriyle. Bu bizi huzursuz, rahatsız etsin ama asla ilgisiz ya da duyarsız kılmasın. Yazımızın girişinde bu eğilimlerin birer tarza, karaktere büründüğünü dile getirirken bugün nelere mal olduğu ortadadır. Siyaseten her şeye değiniyoruz ama yaşamlarına dokunamıyoruz. Bu yönelimlerle kitleleri anlamak, onlara dokunmak imkansızdır. Hissetmeyen dokunamaz, dokunamayan zaten buluşamaz. Kendini nereye koyarsa koysun. Habire haklılığını, doğruluğunu haykırsın dursun. İşçilerin, emekçilerin, ezilenlerin nezdinde hiçbir karşılık bulamadıktan sonra neye yarar ki haklı olmak, haklı çıkmak?
Her fırsatta hakikatimize değineceğiz
Kendimizi bilme, görme biçimi, anlama hali, tanıma da diyebiliriz. Boşuna hemhalliğe/eşgüdümselliğe vurgu yapmıyoruz. Sürecin eşgüdümsel örgütlenişinin güncelliğine dikkat çekiyoruz. Geç kalmış bu dikkat çekişin gerekçelerini “Kendine bakma ama nasıl?” halleri üzerinden Gezi gibi (Haziran Ayaklanması) bir deneyimi arkamızda bırakmamıza rağmen gerçekleştirememişiz. Şimdi bu şartlarda nasıl olacak sorusu elbette anlamlıdır. Fırsatlar kaçtı mı kaçıyor. Sebep olduklarımız elimizi kolumuzu bağlıyor. Hem de öyle böyle değil. Kendindenciliğin, kendisinden memnunluk halidir bu! Ne hikmetse en çok da kendine toz konduramayanları etkisi altına alışı da ayrı bir garabettir. Gezi, her açıdan bir turnusol işlevi görmüştür. Tarih bilinci der dururuz. Nedense bu bilinç hep işimize geldiğinde hatırlanıyor ve hatırlatılıyor. Yaşadıklarını bu kadar çabuk unutan, unutturan ama söz konusu kendisi olunca hiçbir şeyi unutturmayışa ne demeli? Bunu nasıl beceriyoruz, nasıl başarıyoruz, anlamak gerçekten zor!
***
Biz kendi yolumuzu çizmekte kararlıyız. Eğer bunu gerçekleştiremezsek, o beğenmediğimiz tarz peşimizi bırakmaz, bizi tekrar kendisinde alıkoyar ve anlaşılmayan yönümüz, anlaşılmaz kıldıklarımız bizim doğrularımız olur. O yanlış olan doğrular adına, yine pozisyonlarımızı korumanın derdine düşeriz, yetmez yeni roller edinmenin yollarını ararız, hem de bu durumdan hiçbir rahatsızlık duymayız. Dahası da var: Eleştirdiklerimize benzemenin ne menem bir şey olduğunu bilsek de bilmemezlikten gelişlerimiz, bizden ne çok şey alır götürür ve en sonunda bize kaybettirir. Boşuna dememişler; “ne ekersen onu biçersin”.
Sonuç olarak; eğer yeni bir yol açacaksak, eğer yeni bir yol yapacaksak, artık attığımız her adımın bizi fazlasıyla bağladığını bilelim. Bugüne ve yarına ilişkin hak etmediği anlamlar biçmeyelim. Neyse o, neyi hak ediyorsa onu atfedelim. Aldanan, aldatan olmayalım.
Unutmayalım ki; “Kendine bakma ama nasıl?” süreklilik arz eden bir şeydir. Sadece geçmişe ve bugüne ayna tutmaz. Aynı zamanda ‘an’a bakıştır, o ‘an’dan çıkıştır ve sıçrayıştır! Somut hedefler somut adımlar demektir. Dönem ve öznel koşullarımız deneme, yanılmalara da müsaade etmiyor. Kaldı ki böyle bir lüksümüz de artık yok.
Nereye yoğunlaşacağımız bellidir. Komün’lere! Görevler ve sorumluluklar bizi bekliyor. Bu vesileyle her bir komünarın görünürlüğü, komün gücünün de görünürlüğü, etkinliği ve yetkinliği demektir.