
Kentlere ilişkin yeni demografik tanımlar üzerinde – “küresel kentler” (Global City) ve “kent bölge” (City- Region)– duracağız.
Küresel kent tabiriyle para, nüfus, bilgi ve mal akışının yoğunlaştığı, küresel ekonomik ağların kilit noktalarını teşkil eden şehirler kastediliyor. New York, Hong Kong, Tokyo, Londra, İstanbul ve Paris gibi.
Kentlerin fiziki sınırları giderek belirsiz hale gelmektedir. Bu yüzden son dönemlerde şehirlerin çevre bölgelerini ve artalanlarını da kapsayan “kent-bölge” kavramına daha sık başvurulur oldu. Örneğin bugün Tokyo, Shenzhen, Şangay, Mumbai, Mexico City gibi kentlerin sınırlarını kesinkes belirlemek kolay değildir. Aslında Trakya’dan İzmit körfezine, Marmara’dan Karadeniz kıyı şeridine uzanan İstanbul’u da bir “kent-bölge” olarak ele alabiliriz. Bursa bile İstanbul’un artalanı olarak kabul edilebilir. Burası toplam 20 milyon nüfusuyla bir “Global City” olmaya adaydır.
Hollanda’nın Amsterdam-Rotterdam ve Den Haag üçlüsü de bir kent bölgedir. Yine bir köprü ile birbirine bağlanmış olan Danimarka’nın Kopenhag ile İsveç’in Malmö şehri bir “kent bölge” sayılabilir. ABD-Meksika sınırını aşan San Diego-Tijuana bölgesi de bu bağlamda düşünülebilir. ABD’nin doğu yakasında New York’tan Philadelphia’ya kadar olan koridor da aynı kapsamdadır. (Kentlerin Türkiye’si, İletişim Yayınları)
Ağırlıklı olarak başat ekonomik-siyasi birim olan ulus-devletin karşısına kent-bölgeler çıkarılmaktadır. Kent-bölgelerin belli meta ve hizmetlerde uzmanlaşmış “marka” şehirlerden oluşması bu iddianın gerekçesidir. Kimi yazar ve araştırmacılar, hatta Birleşmiş Milletler örgütü dünya ekonomisini biçimlendirenin ulus-devlet ekonomileri kadar bölgeselleşmiş şehirler olduğunu ileri sürmektedir. Kent bölgeler, “yığılma ekonomileri ve yaratıcı potansiyelleriyle yüksek üretkenlik düzeyine sahip iktisadi faaliyetlerin iç içe geçtiği mahallelerdir”. (age) Dünya ekonomisinin artık bu türden “mekânsal yığılmalar” üzerinden gerçekleştiği önemli bir tartışma konusudur. Kent-bölge her ne kadar ekonomik, siyasi ve coğrafi bir realite olsa da onu devletten tümüyle bağımsız kendi içinde özerk bir oluşum olarak görmektense, devletler ve sermayenin yeniden yapılandırılmasının önemli bir parçası olarak ele almak çok daha gerçekçidir. Evrensel bir “kent-bölge” modelinden bahsetmek için henüz çok erkendir. Kent-bölge sonucu önceden bilinemeyen bir süreçtir. Öte yandan bunun 21. yüzyıl devrim stratejileri için çok önemli bir değişim momenti olduğunu da görmek gerekir. Eğer bir “şehir devriminden” bahsedeceksek bunu bitişik kentler ve ya kent-bölgeler üzerinden yapılandırmak gerekecektir.
Kimi araştırmacılar da ortaya çıkan bu yeni dünyada “yerlerin mekânından” ziyade “akışların mekânı”nın önem kazandığını iddia ederken (Castells) kimileri de “mesafesiz, sınırsız etkileşimler” önem kazandıkça bir önceki evrenin yer temelli (place-based) formlarının ortadan kalkacağını öne sürüyorlar.
Yazarları ortaklaştıran temel motifse, dünyada insanların, metaların ve sermayenin dolaşımının artmasıyla birlikte toplumsal ilişkilerin giderek artan biçimde yersizleşeceğidir. Sabit bir mekâna tabi ya da bağlı olmayan ekonomik-sosyal ilişkiler elbette şimdiden bir realitedir. Yersizleşmekten kastedilen budur. Tekelci sermayenin üretimi, dolaşımı ve pazarlamayı uluslararası planda taşere etmesi, kurumsal olarak sadece kendi ülkesinde maddi bir varlığa sahip olması, para-meta-para dolaşımında gittiği ülkenin vergi avantajları ve düşük işçi ücretlerinden de faydalanarak artı-değeri maksimize etmesi; sermayenin yersiz-yurtsuzlaşmasının çevrimi bu şekilde cereyan etmektedir. Akışkanlığın maddi temelinde uzmanlaşmış uluslararası taşeron sistemi vardır. Tekelci kapitalistlerin kendilerine ek bir maliyet ve külfet getiren tüm bir bürokratik iş yığınını taşeronların üzerine atması sermayenin üretim ve dolaşım hızını alabildiğine artırmıştır.
*******
Sosyalizm çözüldükten 10 yıl sonra toplumsal muhalefet bir çıkış yolu bulabilmek için Lefebrve’in “gündelik hayatın eleştirisi” olarak tabir ettiğine benzer eylemler üzerinden kendini göstermeye başlamıştır. Sendikaların geri çekildiği, işçi sınıfının marjinalize edildiği ve komünist parti ve güçlerin iç hesaplaşmaya yöneldiği koşullarda mücadelenin seyri “radikal demokrasi” biçiminde tecelli etmiştir. İlerleyen süreçte bu mücadele tarzı postmodernizmin ve postmarksizmin de bir dayanağı halini almıştır. Kent, kadın, kültürel hareketler, azınlıklar ve göçmenler ile ekoloji meselesinin de bu boşlukta kendini yeniden doğurduğunu söyleyebiliriz. Kent, kadın ve ekoloji vb. toplumsal hareketler meselelerine reel sosyalizmin hiçbir şey vermemesi bir yana, kendi yıkımından sonra doğan siyasal boşlukta yürütülen bu mücadeleleri “turuncu devrimlerin” bir ayağı olarak düşman bellemiş, emperyalist kapitalizm ise yakın bir tehlike olarak görmemiş, üzerinde fazla durmamıştır. Bu durum söz konusu hareketlerin dünya çapında beklenmedik şekilde büyümesine ve güçlenmesine sahne olmuştur.
21. yüzyılda yerel yönetimler meselesi mücadeleyi sürdüren komünistlerin çok daha fazla gündemine girmiştir. Bunun çok haklı nedenleri vardır. Öncelikle reel sosyalizm deneyimlerinin devlet ve iktidar meselesinde dogmatik bir tavır içinde olmaları yeni bir bakış açısını zorunlu kılmıştır. Politika ile devlet yönetimi arasındaki karmaşanın günümüzde hala sürmesinin belki de en önemli nedenlerinden biri politikanın tarihsel kaynağı ve başlıca sahnesi olan kentleri gözden kaçırmasıdır. Kentleri özgül biçimi ile sınıf mücadelelerinin eksenine oturtamamasıdır. Kentleri düşünce tarihinin temel bir maddesi yapamamasıdır. İkinci olarak yukarda da değindiğimiz üzere kentlerin, özellikle metropollerin, “bitişik kentler” ve “kent-bölgeler” şeklinde nerdeyse küçük birer ulus/devlet işlevine bürünerek siyaset sahnesinde ön plana çıkmasından söz edilebilir. Bundan 100 yıl önce dünyada nüfusu 1 milyonun üzerinde 20 şehir varken bugün bu sayı 500’ü aşmıştır. Son olarak antikapitalist kent mücadelelerinde, başta kadın, ekoloji ve “kent hakkı” konularında, şehirli beyaz yakalı çalışanların da mücadeleye katılması kayda değer bir gelişmedir. 21. yüzyılın emekçi kuvvetleri yazılım mühendisleri gibi beyaz yakalılar, sanayi işçileri, hizmetler sektörünün genç işçileri ve modern tarım yapan küçük üreticilerin birliğinden oluşacaktır. Biz bunlara kısaca “emekçi kuvvetler” diyeceğiz.
*******
21.yüzyıl için “kent çağı” diyenler var. Kimilerine göre ise artık “şehir-devletler ”den oluşan bir dünyada yaşıyoruz. Günümüzde Singapur, Vatikan ve Monako şehir devletlerinin ilk tarihsel örnekleridir. Ayrıca tam olarak bir şehir devlet olmasalar da, küçük yüzölçümü ve tek bir noktada yoğunlaşmış şehirleşme gibi özellikleri nedeniyle Katar, Brunei, Kuveyt, Bahreyn ve Malta da şehir devlet olarak sınıflandırılabilir.

Sümerler tarafından kurulduğu kabul edilen ilk kentler, aynı zamanda siyasal olarak birer kent devletiydi. Site adı verilen, bu kent devletlerine Ur, Uruk, Eridu, Lagaş, Kiş ve Larsa gibi devletleri örnek verebiliriz.

Ragusa Cumhuriyeti. 14. yüzyılın başlarında bugünkü Hırvatistan’ın Dalmaçya kıyısındaki Dubrovnik şehrinde kurulmuş ve 1808 yılında I. Napolyon döneminde Fransız ordularınca zapt edilinceye dek Osmanlı Devleti’nin himayesinde varlığını sürdüren şehir devleti.

Vatikan. Dünya Katoliklerinin merkezi. Roma kent merkezinde yer alan bir şehir cumhuriyetidir.

Singapur, resmî adıyla Singapur Cumhuriyeti, Güneydoğu Asya’da bir ada ülkesi ve şehir devletidir. Ekvatorun 1 derece kuzeyinde, Malay Yarımadası’nın güney ucunda yer alan ülke batıda Malakka Boğazı, güneyde Endonezya’ya bağlı Riau Adaları ve doğuda Güney Çin Denizi ile çevrilidir.
Yönetimsel olarak ulus/devlet olgusu belirleyici kavrayış olmakla birlikte kent olgusunun teritoriyal devlet sınırları içindeki önemi artıyor. Merkezi iktidarlar karşısında birçok yönden daha ‘özerk’ bir konuma yükseldiklerini söyleyebiliriz. Özellikle iç politikanın belirlenmesi, seçimler, egemen sınıf ve devlet içindeki kimi güçleri etki altına alması ve uluslararası ticaretin yükünü çekme konularında hesaba katılması gereken bir güç konumunda oldukları söylenebilir: İmamoğlu’nun 20 yıl önce Tayyip’in söylediğine benzer şekilde, “İstanbul Ankara’dan yönetilemez” demesi, Kuzey İtalya burjuvazisinin on yıllardır “Fakir” Güney’den ayrılmak istemesi, Brexit’ten sonra dönemin Londra belediye başkanının şehrin krallıktan ayrılması için referandum yapılması önerisi, Trump’un yenilgi aldığı bir önceki seçimden (2019) sonra Kalifornia eyaletinin ABD’den ayrılması için kampanya başlatması, benzer nedenlerle Hollanda’da “Amsterdam Cumhuriyeti” tartışmalarının toplumu epey meşgul etmesi ve son olarak ABD’nin 1. Körfez savaşından sonra Irak şehirlerini mezhepler temelinde birbirinden duvarlar ve her türlü elektronik aygıtlarla donatılmış güvenlik tedbirleriyle ayırması, adeta şehir içinde şehir inşa etmesi…
Görüleceği üzere, kentlerin giderek jeopolitik ve ticari değeri artmaktadır. Hong Kong, New York, Paris, Tokyo, Londra, Şenzen, Yeni Delhi, İstanbul, Diyarbakır, Kudüs vb. adeta böylesi küçük birer “ulus-devlet” ya da sembolik-ideolojik değer taşıyan şehirlerdir. Günümüzde kentlerin yerel yönetimleri, demokratik kitle örgütleri, değişik dini ve milli azınlıklar ve kent burjuvazisi kimi meselelerde kendi ulusal parlamentoları kadar ülke üzerinde söz hakkına sahip olabilmektedirler. Örneğin Türkiye’de kayyım atanan Kürt belediyeleri son seçimlerdeki kazanımlarıyla devlet karşısında “ikili iktidar” potansiyeli taşırken İstanbul Belediye Başkanı İmamoğlu da arkasındaki İstanbul burjuvazisi ile gelecekte Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın rakibi olarak görülebilmektedir. Tüm bunlara rağmen devlet ve ulus/devlet rakipsizliğini korumaktadır. Bookchin’in konfedere bölgeler, komünalizm ve yerel özerkliğe ilişkin görüşleri bu anlamda tekrar değerlendirilmeyi beklemektedir. İleriki sayfalarda buna değineceğiz.
*******
Devlet Üzerine
Spinoza’nın “Ethika”sı geleneksel sosyalizmin devlet tanımına şaşırtıcı derecede yeni bir nefes ve bakış açısı getirmektedir.
Devlet; mevcut soyut tanımların ötesinde her türden planlanmış tertibin gerçek siyasi aktörüdür, merkezi karargâhıdır. Devlet her zaman günceldir. İleriye ve geriye doğru salıncak gibi sürekli hareket eder. Evet, o zamanı geriye doğru da sarabilir! Unutmasına izin verilmeyen bir hafızaya sahiptir. Bürokrasi onun hafızasıdır. Bu onun tarihten devraldığı bir kurumsallığıdır. Devlet arşivleri tozlu, sararmış yapraklar değil sürekli güncellenen, şimdilerde dijitalize edilen, bu anlamda hafızayı sürekli canlı tutan metinlerdir. Tarihsel hafızası devleti ayakta tutan kolonların en başında gelir.
Devletin egemen sınıfların ezilen sınıfla üzerinde bir baskı aracı , –zor aygıtı– olması, kısa ama özlü müthiş bir Marksist soyutlama olmakla birlikte devrimci mücadele açısından çok fazla bir şey ifade etmez. Hele ki onun tarihte ilk ortaya çıkış nedeninin, ezen ve ezilenlerin “kısır bir savaşım içinde birbirlerini yok etmemelerini sağlayan güç” olduğuna dair değerlendirmenin sadece teorik-bilimsel bir değeri vardır.
Devlet iktidarı (devlet değil!) son tahlilde hukuk, cebir, şiddet ve sermaye tekelinin yönetici bir çekirdekte maddeleştiği bir kadro hareketidir. İktidar, devletin yoğunlaşmış biçimidir. Onu öyle bürokrasi, ordu, polis, istihbarat, cezaevleri, okul ve cami gibi sanki buraların içinde insanlar, yöneticiler yokmuş gibi soyut büyüklükler olarak ele almamak gerekir. Bu soyut gibi gözüken aygıtların işlevi kendini kişilerde cisimleştirmiştir. Bu kişiler devletin ideolojik kadrolarıdır. Hepsi adeta kişiselleşmiş birer devlettirler. 15 Temmuz’da, darbeyi gerçekleştirmek isteyenlerin iktidarı ele geçirmek için kritik devlet kadrolarını tek tek hedef almaları bize iktidarın gerçek merkezini gösteren fiili bir pratik olmuştur. Planlamada devletin stratejik ve ideolojik kurum ve kadrolarına çok özel bir ehemmiyet verilmiş, bu çekirdek kadroların yok edilmesine öncelik verilmiştir.
15 Temmuz, devletin her yönüyle pratik tanımını içerir. Devlet nedir? 15 Temmuz’un darbe ve karşı darbe süreci, devletin fiili tanımıdır.
Anlaşılacağı üzere devlet ve iktidar konusunda M-L’nin soyutlamalar dışında bize verebileceği fazla bir şey kalmamıştır artık. Günümüzde devlet ve iktidarı tanımlarken onunla eş zamanlı olarak ideolojiyi de aynı çemberin içine dâhil etmedikten sonra çok fazla yol alamayız. Bu anlamda Hobbes’un Leviathan’ından Marx, Althusser ve Poulantzas’a kadar hiçbiri bu iki çemberi (devlet ve ideoloji) Spinoza ve Foucault kadar iç içe ele alamamıştır. Spinoza’nın sayılan düşünürlerin tam vakıf olamadıkları bir teması var. Buna göre “iktidar” insanlar üstünde icra edilen bir güç olmaktan çok “insanların zaten yapabilecekleri şeyleri yapabilme kudretlerine sahip olmadıklarını sandıkları anda ortaya çıkar.” (Spinoza) Ulus Baker bunu şöyle netleştirir, “Spinoza’ya göre iktidar Hobbes’ta olduğu gibi gücü yetmeyenlerin üzerinde anlaştığı, tesis ettiği bir üst kudret değildir… Tam aksine onların sanal kudretsizliklerinin bir ürünüdür…”
Bu konuda, iktidar mefhumunu bir kişinin, bir sınıfın özü veya mülkü olarak değil, dayanaklarıyla işleyen “öznesiz” bir yapı olarak ele alan bir tek Foucault olmuştur. Foucault’ya göre iktidar her türden “soysuz” aracılığıyla işler. Bu anlamda Foucault’nun açtığı yol çok daha hakiki ( ve pratik) gibi gözükmektedir. Çünkü Foucault’nun tanımında “insanlar” da var. Devlet iktidarını asıl güçlü kılanın sokaktaki insanlar olduğunu söyler bize. Muhtar, öğretmen, esnaf, avukat, berber, bekçi, kondüktör, şoför vb. vb. Ulus Baker, “İşte bu hepimiziz!” der… Devlet cihazı; ordu, bürokrasi, ideolojik aygıtlar ve sermayedarlar kadar bu somut insanların kendi çıkarlarını bir kenara bırakarak devletin bekasını, bir vazife bilinci ile kendilerine görev addetmeleri ile oluşur. Demek ki devlet her ne kadar toplumun üzerinde yükseliyor gibi gözükse de ideolojik olarak topluma içseldir. İçsel olmadıktan sonra bir hiçtir!
Toplum devletin en büyük tutamağıdır. Devleti yıkmak “soysuz insanı” onun içinden çekip çıkarmakla başlar. Sonrasında o, kolonları zayıf bir bina gibi kendi üzerine çökecektir. Hiç unutmayalım, insanların düşünsel gelişiminde kent devletlerinin, krallık ve ruhban sınıfının belirleyici rolü vardı. Devlet aklı ile insan aklı tarihte birlikte el ele gelişmiştir. Ezilenlere çakıl taşlarıyla dolu bir yol reva görülse de aynı güzergâhta yol almışlardır. İnsanın zihinsel evriminde kral ve ruhbanda cisimleşen güç ve düşünce, –ideoloji ve zor– olduğu gibi egemenliği altındaki insanlara da aktarıldı. İlk kent devletlerin coğrafyada dağınık halde yaşayan insanlar için bir “yuva” olduğunu düşünürsek, devlet mefhumunun binlerce yıl boyunca ezilenler üzerindeki ideolojik hâkimiyetinin ne kadar güçlü olduğunu daha iyi kavrarız. Egemen güç ve zihniyet ile mülkiyet, farkında olmadan insanlar için bir yuva hazırlamıştı. İnsanların devletin içinden çekip çıkarılmasını bu tarihsel bağlam içinde düşünmeliyiz. Devlet, ilk kent devletleriyle insanın dönüşümünde en önemli failse eğer, onun yıkılması aynı zamanda insanın zihinsel-siyasal devrimine de ebelik edecektir. Dolayısıyla devletin yıkılması aynı zamanda soysuz insanın da yok edilmesidir. Bu, yeni insanın, devlet olmayan devletin yaratılmasıdır.
Tufan Yakın