Paris Komünü
“Kentler bir zamanlar geniş bir tarım denizinde birer adacıktı. Ancak şimdi yeryüzünün nüfus bakımından yoğun bölgelerinde verimli tarım alanları yalıtılmış yeşil adacıklara dönüşüyor”
(L. Mumford / Tarih Boyunca Kent)
Egemen Batı düşüncesinde kentler daima ilerleme, uygarlık ve aydınlanma ile ilişkilendirilmiştir.
Öncelikle, “Kent” ve “Kır” sözcüklerinin eski Yunan ve Roma’dan Batı düşüncesine kalmış olan güçlü ve köklü bir mirasa dayandıklarını önemle vurgulamak gerekir.
Kentler, ilk olarak Mezopotamya’da krallar ve ruhban sınıflar öncülüğünde Nil nehri kıyısında, İndüs vadisinde devasa düzlüklerin ortasında kalmış adacıklar şeklinde kurulmuş; işbölümünün gelişimi ile Atina’da polis devleti şeklinde serpilmiş; peşi sıra Roma İmparatorluğu’nun –cumhuriyet biçimiyle– çökmesiyle büyük yıkımlara uğramış; Orta Çağ’da Avrupa’da yüzlerce özerk bölge veya komün cumhuriyetleri şeklinde yeniden hayat bulmuş; nihayetinde köylü ayaklanmaları ve kiliseyle devletin ayrışmasıyla, ne kadar dirense de 16 ve 17. yüzyıldan itibaren kapitalizmin gelişimiyle burjuvazinin denetimine girmek zorunda kalmış ve ulus-devlete dönüşmüş tarihsel bir üründür.
Kentler nihai biçimlerini kapitalizm ile birlikte almış olsalar da salt kapitalizmin kategorileri ile tanımlanamayacak kadar derin bir tarihselliğe sahiptirler. Antik Çağ imparatorlukların, Orta Çağ kentsel komünlerin, Yeni Çağ ise ulus devletlerin dönemidir. Kentlerin geleceğinin nasıl şekil alacağı günümüzde ciddi bir tartışma konusudur. Kentler ileride yok mu olacak? Ya da tüm dünya devasa bir “kentsel arı kovanına” mı dönüşecek, ki bu da farklı bir yok oluş biçimidir. Ya da kırlarda günümüzden çok farklı ekolojik kentler mi kurulacak?
İnsan ve doğanın gelişimi ile, kent ve kır dengesini olumlu yönde etkileyecek yeni türden bir kent kurma imkânı hala mevcut mu?
Megapol uygarlığı nihai bir aşamayı mı temsil etmektedir?
Nekropolis ile ütopya arasında gerçek bir seçenek var mı?
Mevcut kentsel güç yoğunlaşmasının alternatifi olmadığına inananlar, bunun tarihsel sonuçlarını göz ardı ediyorlar. Bu cehennemi döngünün çıkıştan önceki son durak olduğunu düşünmemiz için çok sebep var.
Metropolün günümüzdeki biçimi, biçimsizliğidir; tıpkı amacının kendi amaçsız büyümesi olması gibi. Birinci ve ikinci paylaşım savaşında 60 milyon insanın yaşamına son vermiş olan kapitalist uygarlık, (barbarlık!) reel sosyalizmin çözülüşünden sonraki savaşlarda bir o kadar daha insanın ölümüne neden olmuşken, onun bu konuda adım atacağını beklemek elbette büyük bir saflık olacaktır.
Lewis Mumford “Tarih Boyunca Kent” isimli kitabına bu ve benzeri sorularla başlar.
Gerçekten de kentlerin gelecekte nasıl bir şekil alacağını kestirmek son derece zordur. En kötü senaryolardan biri, insanlığın topyekûn bir termo-nükleer savaş sonunda oldukça azalmış bir nüfusla, uzun yıllar boyunca yeraltında yaşamaya mahkûm olabileceğidir.
Bir avuç zenginin dışında her ülkede, megapol (dev şehir) kapitalizminin birçok cephede bizi tehdit eden güçlerini yavaşlatma veya durdurma mücadelesi veriyoruz. Kent ve kent-kır ilişkisi için yeni bir temel atmayı, daha güçlü bir direniş hattı örmeyi düşünüyorsak kentin tarihsel doğasını ve gelişim evrelerini incelemeden geleceğe doğru cesur adımlar atmak mümkün değildir.
Kentin doğasına ilişkin kavrayışımıza 7 bin yıldan daha uzun bir süre içinde ulaştığımız düşünülürse kentin henüz gerçekleşmemiş potansiyellerini tüketebilmek için daha da uzun bir zaman gerekebilir.
*******
Murray Bookchin kentlerin “ebedi” olduğunu düşünmeye alışkın olduğumuzu söyler. Gerçekten de kentlerin sınıf savaşımları, bilim ve teknolojideki ilerlemelerle değiştiğini kabul ederiz ancak zamanın tahrip gücünden, tarihteki alt üst oluşlardan etkilenmediğini sanırız. Oysa birçok arkeolojik araştırmanın, Anadolu’da, Mezopotamya’da ve Latin Amerika’da bulunan kalıntıların gösterdiği gibi, birçok kent sonsuza dek yeryüzünden silinebilmiştir. Yer altına gömülü yüzlerce, belki binlerce kentin kazılarla açığa çıkarılması kentlerin yok olabileceğinin tarihsel birer kanıtıdır. Hiçbir gelişme süreci kaçınılmaz değildir. Toplumsal gelişmeleri “önceden belirleyen güçler” var mıdır sizce? Tarih hakkında çok şey söylenir ama çoğu kez bir “bilmece” olduğu söylenmez. Tarihçilerin tarihe bir bilmece çözer gibi yaklaşmalarına rağmen onun bir bilmeceye benzediğini söylememeleri bir ironidir.
*******
“Kentten önce mezralar, kutsal yerler ve köyler vardı; köyden önce de obalar, ilkel sığınaklar, mağaralar ve işaret taşları.” (Mumford)
Ölülerin bir kurgan, bir ağaç veya yüksek bir kayayla işaretlenmiş yerlere gömülme törenleri insanlar için “ilk daimi toplanma yerini” şekillendirmiştir. Buralar ata ruhlarının evidir. Mumford’un deyimiyle “kentin ilk embriyonudur”.
İnsan tarih boyunca hareket ve yerleşim temelinde iki kutup arasında gidip gelmiştir, sürekli hareket halinde olma durumu ile yerleşik yaşama tabi olma durumu. Biriktirme ve bir yere yerleşme, oraya ait olma eğilimi, insanın özgün karakterinden biri olmalıydı. Barınak ve yeterli gıda bulduğu yer insan için elbette çok gözde bir mekândı. Yiyecek bulma, yeni barınma alanlarını keşfetme ya da sadece merak duygusu onu mekânı terk etmeye zorlasa da tüm insanlarda ortak olan bir diğer özellik, “yaşadığı yere geri dönme isteği” hiçbir zaman yok olmadı.
Lewis Mumford “Canlıların kentinden önce ölülerin kenti vardı” derken ilk kalıcı yerleşim alanına sahip olanların ölüler olduğunu ifade ediyordu. Ölüye duyulan saygı ve bilinçli gömme işlemi belirli bir toplanma mekânını gerekli kılmıştır. “Bu anlamda Paleolitik Çağ insanının göçebeliğinin ortasında, ilk kalıcı yerleşim alanına sahip olanlar ölülerdi.” (Mumford) Yaşayanlar bu mezarları ecdatlarının ruhlarıyla konuşmak veya onları teskin etmek üzere ziyaret ederlerdi.
“Ölüler kenti canlılar kentinin öncülü, nerdeyse onun özüdür. Kent hayatı ilk insanın ölülerinin gömülü olduğu alanlarla, tarih boyunca sayısız uygarlığın son nefesini verdiği yer olan nihai mezarlık, -Nekropolis- arasındaki tarihsel alanı baştan sona kat eder.” (Mumford)
İlk başlarda tarihsel kente egemen olan merkezi çekirdeğin büyük bir kısmını Paleolitik Çağ mağaraları oluşturmuştur. Mağaralar, ilk insanın mimari tasarım ile tinsel-duygusal-moral coşkuyu ilk kez oluşturduğu yerlerdi.
Kutsal yerler, mezarlar ve mağaralar; hayatı idame ettirmekten ziyade, insanların gerçek ve düşsel hayat arasında geçiş yaşadığı ve hayata asıl anlamını veren mekânlardı. Ölümle ölüm ötesinin nihai gizemi, cinsel üremenin ilksel gizemi ve geçmiş ile gelecek üzerine kafa yorma, tüm bunların muhakemesinin yapıldığı mekânlardı buralar. O zaman diyebiliriz ki, kentin ilk tohumu insanların törensel toplanma alanı olarak gittikleri yerlerde, bir tür ibadethanelerde atılmıştır.
Bu noktadan sonra kentlerin tarihindeki durak evcilleştirme ve köydür.
Paleolitik Çağ insanının hayatını idame ettirebilmek için geniş bir sahaya ve büyük bir hareket serbestliğine ihtiyacı vardı. Eti tütsülemeyi ve tuzlamayı öğrenene kadar kâh tıka basa doyuyor kâh açlıktan kıvranıyordu. Günü birlik yaşıyor, küçük gruplar halinde dolaşıyor, sabit bir yerde ikamet etmiyordu. Bol ve güvenilir gıda tedarikine ilişkin ilk bulgular, dolayısıyla sürekli yerleşime ait arkeolojik eserler bundan 15 bin yıl öncesine Mezolitik Çağ’a aittir. Bu, yırtıcılığın ortak yaşama teslim olduğu bir döneme girildiği zamanlardır. Tohum ıslahı ve hayvanların evcilleştirilmesi, yani Neolitik. Evcilleştirme iki büyük değişime işaret eder. Kalıcı ve sürekli yerleşim ve doğa olaylarının öngörülüp denetim altına alınması.
*******
“Yuva ve anne” Neolitik Çağ tarımının her evresine kesinlikle damgasını vurmuştur. Mumford biçim açısından köyün kadının eseri olduğunu ileri sürmektedir. Daha da ileri giderek, “Ev, köy nihayetinde kentin kendisi genel anlamda kadının fermanıdır” demektedir. Eski Mısır tabletleri bu özdeşleşmeyi teyit etmektedir. Mısır hiyerografisinde ev ve anne aynı simge ile gösterilmektedir.
Kent ortaya çıkmadan önce köy “komşuluğu” yaratmıştır. Yani bir seslenişle birbirlerini duyacak mesafede bulunan insanları. Ölenin ardından seninle birlikte ağlayan, doğumlarla birlikte seninle birlikte sevinen insanları. Çok eski bir Yunan atasözündeki gibi, “İnsanın kendi akrabaları işi ağırdan alırken komşusu onun yardımına hemen koşar”
Köyün düzeni ve istikrarının yanı sıra, doğa güçleriyle kurduğu uyumlu birlik ve bireyi güvenli bir ana kucağı gibi sarmalayan kapalı yapısı da kente taşınmıştır. Kentin aşırı büyümesi sonucunda bu unsurlar büyük ölçüde çözülmüşse de mahalle ve semtlerde varlığını sürdürmektedir. Ahlak dediğimiz şey de köyün hayatı kollayan gelenek ve töreleriyle başlamıştır.
Neolitik çağın teknolojisine gelirsek burada en önemli olgu erkeksi silah ve aletlerden (mızrak, yay, çekiç, balta vb.) ziyade dişi kökenli kap kacakta gerçekleşmiştir. Mumford bu konuda “Kadının egemenliğinde neolitik çağ öncelikle bir kap kacak çağı olmuştur. Bu çağ taştan ve çamurdan yapılma kapların, testilerin, çömleklerin, sarnıçların, ambarların, ahırların, evlerin hatta sulama arkları vb. daha büyük kolektif kapların çağıydı. Kadının bu katkılarının biricikliği ve önemi bütün teknik gelişimleri makineleşme ile ölçen günümüz bilim adamları tarafından göz ardı edilmiştir.” demektedir.
Bu anlamda erken dönem neolitik çağ cinsiyetin başlı başına iktidar olduğu dönemdir diyebiliriz.
Kentin ortaya çıkmasından çok önce ortaya çıkan toprağın biçimlendirilmesiydi. Bunun baş aktörü de kadındı!
Kentin kristalize olmasına gelirsek; Mumford ilk kentsel dönüşümün Paleo-Neolitik Çağ’ın içinden “aniden ve öncülsüz” olarak belirdiğini iddia eder. Mumford “nüfusu ne kadar artarsa artsın köyün kente dönüşecek potansiyeller içermediğini” söyler. Köy kültüründen kent kültürüne sıçramada bambaşka dinamiklerin devreye girmesi gerektiğini, bunun da iş bölümünün gelişimiyle ilgili olabileceğini belirtir. Yeni iş bölümünde “yaşlıların bilgeliğine” değer verilmiyordu artık. Avcı erkeğin cesareti ve hayal gücü ihtiyar heyetinin hayat tecrübesi ile edindiği birikimi galebe çalıyordu. Dahası Çatalhöyük ve Eriha gibi ilk kentler, başlangıcı köy olmayan, avcı-toplayıcılar tarafından daha en baştan birer kent olarak inşa edilmiş, yapılandırılmış şehirlerdi.
Kentin ortaya çıkış sürecinde asıl dinamik köyün dışından gelmiştir. Kabilelerin avcılıkta usta olan ileri savaşçılarının yetenekleri onlara köy kültürünün alışagelmiş görüş açısından daha geniş bir ufuk sağlıyordu. Mumford’un ileri sürdüğü gibi, “avcının riske girme istekliliği, vahşi hayvanlar karşısında ölümü göze alması, avını yakalama uğruna açlık ve yorgunluğa uzun süre katlanması” bütün bunlar ona liderliğe özgü özellikler katmıştır. Büyük ölçekli topluluk hayatının karmaşıklığıyla karşı karşıya kalındığında bireysel cüret tarım köyünün beslediği yavaş toplumsal tepkilerden daha geçerli bir özellikti. Köy topluluğundan farklı olarak ilk kent, egemen bir azınlığın ihtiyaçlarını karşılamak üzere örgütlenmiş bir kastın yönettiği bir topluluktu; karşılıklı yardımlaşan ailelerden oluşan bir toplum değildi artık.
Gordon Childe “Yükselen ruhban sınıfının yardımı olmadan avcı kabile reisi kendisini krallığa yükselten ve denetim sahasını genişleten büyük güçlere ve kozmik otoriteye ulaşamazdı. Böylece kaba zor ve büyü ritüelin bileşimiyle iktidar kendi gücünü elde etmiş oluyordu” derken krallığın ilkel kökenini çözümlüyordu. Köy ekonomisinden hayli örgütlü bir kent ekonomisine doğru yaşanan değişimin en önemli faili kraldı. Ya da krallık kurumu. Şimdi Mumford’u dinleyelim: “Kentsel içe patlamada kral merkezdedir. O her şeyi kentin merkezine çeken ve uygarlığın bütün yeni güçlerini SARAY İLE TAPINAĞIN (Piramit, Ziggurat vb.) denetimi altına alan bir mıknatıstır. …Kişi düşüncesi ilk kez komünal matrisinden ayrılmış, grubun sorumluluğunu üstlenmiş en yetkili kişi olan kralda ortaya çıktı. Kentin yükselişiyle birlikte, yeni bir insani gelişim fikri kralın kişiliğinde cisimleşti. Ve kent neredeyse bu evrimleşmekte olan fikrin toplu cisimleşmesi haline geldi”
Burada fail kralın kentlerin gelişimindeki ideolojik rolü çok daha belirgin vurgulanıyor. Dördüncü bin yıla denk gelen bu dönemden sonra iktidarın ve insani kişiliğin büyümesi el ele gitti. Sonunda kentin kendisi insanın dönüşümünün en önemli faillerinden biri oldu. Güç ve mülkiyet farkında olmadan insan için bir ”yuva” hazırlamıştı! Ama bu yuva neolitiğin pozitif yönlerini kısa sürede bir yana bırakarak büyük oranda savaş, sömürü ve köleliğe dönüştü.
Saray, tapınak ve bir üçüncü şey; tahıl ambarıdır, ilksel kenti oluşturan. İşte bu üçlü; SARAY, TAPINAK VE TAHIL DEPOSU, kale kentleri oluşturan simgesel dünyanın bileşenleriydi. Ardından bunlara savaş da eklendi. Savaş, kentin varlık nedenlerinden biri haline gelir gelmez kentin zenginliği ve gücü de savaşın doğal bir hedefi haline geldi. Savaş için geçmiş çağlarda “kralların en büyük sporu” denilirdi.
İlkel kale kent kabile reisinin ya da kralın hububatının ve kadınların yağmadan korunduğu bir depo gibiydi. Yıllık tarımsal üretim fazlasını denetimi altında tutmayı başaran kişi hem açlık tehdidiyle işgücünün etkili bir şekilde hizaya sokulmasında hem de komşularına karşı uyguladığı planlı kıtlıkla onların hayat ve ölümü üzerinde güç sağlıyordu.
Tarihte özel mülkiyet; ortak mülkiyetin tamamının, hayatı ve refahı topluluğunkiyle özdeşleştirilen kralın kişisel mülkü olarak kabul edilmesiyle birlikte başlar. Mülkiyet, halkın yegâne temsilcisi olarak, kralın kendi kişiliğinin uzantısı ve genişlemesiydi.
Mumford gibi M.Bookchin de bu konuda aynı fikirdedir.
“Ortadoğu’daki devletin kaynağının antik bir tapınak çerçevesinde oluşturulmuş bir birlik olduğu tahmin edilmektedir; kabiledeki ortak yaşam ile kamunun toprak kullanımı üzerindeki denetimi dinsel temellere dayanır. Bu zamanda rahipler çoğunlukla kral olarak görev yapar ya da krallar dinsel bir karaktere sahip olurdu. Tapınak ya da saray kabileyi heybetli kılar, ona tanrısal bir anlam kazandırırdı.”
A. Toynbee de benzer şekilde kentin ana var oluş gerekçelerinin başına “semavileştirme”yi koymuştur.
Kabilesel yaşamın güç kaynağını oluşturan kan bağı, cinsiyete dayalı iş bölümü ve yaşa dayalı mevki, yavaş yavaş kent adı verilen yeni bir toplumsal düzenin içine alınmaya başlandı. İşgücünün mesleklere göre dağılımı ve ortak ekonomik çıkarlara ya da güç ile prestije dayalı çeşitli tabaka ve sınıflar, kentlerin ana yapısını oluşturdu. Kan bağı, cinsiyet ve yaş gibi biyolojik olgular yerlerini yavaş yavaş komşuluk, meslek, zenginlik ve ayrıcalık gibi toplumsal olgulara bırakmaya başladı.
Ortak insani faaliyetlerin belki de ilk kez komünal biçiminden ayrılarak özelleşmiş meslekler haline gelecek şekilde farklılaşması, bu büyük bir dönüşümün görünümüydü. Uygarlığın ortaya çıkışı!
*******
Kentin ve kırın gerçek tarihi büyük çeşitlilik gösterir. Kentler başkent, yönetim merkezi, dinsel merkez, pazar kenti, liman kenti, askeri karargâh, sanayi merkezi vb. olduğu halde köyler bir yaşam biçimi olarak kabile, feodal beylik, küçük tarım işletmesi, kırsal komün, plantasyon ve devlet çiftliği biçiminde örgütlenmiş, çok değişik avcılık, hayvancılık, çiftçilik gibi pratiklerle ilgilidir.
Eski kent (polis): Toprağa dayalı sınıfların yönetimde egemen olduğu tüketim merkezleriydiler.
İlk çağ Helen uygarlığında kent yönetimine katılma hakkına sahip olmak için özgür, erkek ve taşınmaz mal sahibi olmak gerekiyordu.
Antik Çağ’daki kent yaşamı kendi kendine ekonomik bir varlık olmaktan çok büyük ölçüde kırsal toplulukların iş gücüne ve tarımsal üretimine bağımlıydı. Bu anlamda köylük bölgelerdeki kuraklık ya da savaş gibi durumlar, kentlerin çöküşüne neden olabilmekteydi. Kentler çok uzunca bir süre Mumford’un dediği gibi uçsuz bucaksız kırsal bölgelerin içindeki adacıklar gibiydi.
Kent devleti henüz salt kentsel mülkiyet ve kentsel yaşama dayanmayan, elinde toprak bulunan kimselerin örgütüydü. Bunun göstergelerinden biri “Villa”nın Roma dünyasında kent asilzadelerinin hem ekonomik temeli hem de kırsal karargâhı olarak gelişmesidir.
Roma’nın 5.yüzyıl başlarında Gotlar tarafından yağmalanmasından sonra Rahip St. Augustin yazmış olduğu The City of God (civitas dei) adlı incelemesiyle kentin ahlak dışı ve bozulmuş karakterinin karşısına “Tanrı Kenti” koymuştur. Romanın yağma edilmesi Hıristiyanlık inancını sarsmamalıdır demiştir. Bu anlamda kentin sığınılacak yer ve kurtuluş arasında kurduğu bağ Orta Çağ Avrupa’sında büyük önem kazanmıştır.
Batı kentinin dili ve siyaset felsefesi üzerindeki bir başka tarihsel etki dizisi ise Kuzey Avrupa’nın Alman asıllı dünyasından kaynaklanmıştır. Bu noktada Romalıların “kent havası insanı özgür kılar” atasözünün öneminden bahsetmek gerekir. Bu o dönemde baskıdan kurtulma olarak simgeleşen bir söz olmuştur.
Germen dillerinin çağdaş kent terminolojisine önemli katkıları olmuştur. Bu kavramlardan en önemlisi kale ya da oturma alanı anlamına gelen “burgh” ya da “borough” sözcükleridir. Kentler (burgher), burjuva (bourgeois) ve burjuvazi (bourgeoisie) de bu kökten kaynaklanır. Kent sözcüğü de (town) duvarla çevrili yer anlamına gelen Almanca bir kökene sahiptir.
11. ve 12. yüzyıllarda silah taşıyabilen taşınmaz mal sahibi insanların oluşturduğu, üzerinde çok durulan “kentsel” komünlerin gelişmesi, özgür Yunan ve Roma yurttaşlık kavramlarına, kentin bir sığınak yeri olduğuna ilişkin Hıristiyanlığa özgü kavramlara ve kentin bir kale olduğu yolundaki Alman düşüncelerine dayanmıştır.
Özetlersek:
Yurttaşlık Helen-Roma mirası,
Sığınılan yer Hıristiyanlığın mirası,
Kale ise Almanların mirasıdır.
11. yüzyıldan 16. yüzyıla kadar kentlerin büyümesi oldukça istikrarlı ve yavaş bir hızda olmuştur. Kentler feodalizmin parsellenmiş hükümdarlık sistemi içinde ticaret ve zanaatın düğüm noktalarıydılar. Adeta “coğrafik bir sinir ağı” gibiydiler. Max Weber’in deyimiyle “kale ve pazarın füzyonuydular.” Her biri idari bir merkez ve ekonomik faaliyetlerin dayandığı yerlerdi.
Ortaçağ loncası, sadakatle birbirine bağlı yurttaşlardan oluşuyordu. Gerektiğinde mahalle ölçeğinde silahlı birlikler kuracak güçteydiler. Loncalar dönemin işçi sınıfı olarak sayılabilirlerdi. Tüccarlar ise ilerici küçük burjuvalar olarak görülebilirdi.
Manifaktür döneminde şehirleşmede temel değişim meskenin aynı anda hem konut hem de işyeri olarak kullanılmaktan çıkmasıydı. Bir diğeri kasaba ve kentlerin büyük bölgeleri bir bütün olarak ya konut ya da fabrika üretimine ayırmasıydı. İş ve konut pazarda alınıp satılan birbirinden ayrı metalar haline geldi. İş ve evin ayrılması çalışan insanların işçi sınıfı kültürünü kendi mahallelerinde geliştirmelerine imkân tanıdı. Ev ekonomisinden kent ekonomisine ve buradan da ulusal ekonomiye geçildi.
Endüstriyel kentler kapitalist birikimin mantığı üzerinde çalışma alanları olarak kurulmuşlardı. Londra, Paris, New York, Berlin gibi eski ticaret merkezleri böyleydi.
19. yüzyıl düşüncesi, hemen tüm akımlarıyla ilerlemeyi kentlerin kırsal alanlar üzerindeki zaferinde görmüştür. Yoksulluk, hastalık, çevre kirliliği ve suç gibi toplumsal sorunların kentlerde artmakta olduğu bilinmesine rağmen bu görüş geçerliğini korumuştur. Toplumsal gelişmenin merkezi olarak kent idealini sarsmamıştır. 19. yüzyılda işçi sınıfının deneyimlediği dünya öncelikle kentseldi. Kentler, kapitalizmin işçi sınıfını bir araya topladığı yerlerdi.
19.yüzyılın hem liberal hem de sosyalist düşünceleri kent yanlısı ideolojilerdir.
Günümüzde kırsal köylü toplumların sürekli küçülmesi ve geleneksel olarak kentlilikle özdeşleşen olguların (ulaşım ve iletişim gelişmesi, fabrikaların kent dışına çıkarılması, ülkemizde köylerin kentlere bağlanarak mahalle yapılması vb.) kırsal alanlara girmesi sonucunda artık kır ve kent gibi ayrımlara ilerici ya da tutucu akımları temsil ediyorlarmış gibi bakmak güçleşmiştir. Kaldı ki 20. yüzyıldaki kimi köylü hareketleri, özellikle Çin devrimi, kent proletaryasının köylülük karşısında çok da üstün olmadığını göstermiştir.
Sosyalizmin kent ve proletarya yanlısı özgeciliği eleştirilmelidir. Sosyalizm “özgür kent havasını” maksimize etmekten çok kır-kent ayrımının ortadan kaldırılmasına odaklanmalıydı. Sosyalizm bugüne kadar olduğu gibi kent ağırlıklı bir ideoloji olmaktan çıkarılmalıdır. Günümüzde kent, geçmişteki değerini yitirmiş uygarlığı yaratan bir mekândan başka bir şey değildir. Fidel Castro kentleri “devrimcilerin mezarı” olarak gördüğünü söylerken belki de çok haksız değildi!
*******
Geçiş tartışmalarına dair Marksistlerin karşılaştıkları en büyük sorunlardan birisi, Batı’da kapitalizmin neden kentsel değil, ulusal bir çerçeve içinde gelişmiş olduğudur. Bunun nedeni bir yanıyla kentlerin birbirleriyle ticari rekabete girmesi, diğer yanıyla Avrupa’nın parçalanmasının yeni sınıf dinamiklerini ortaya çıkarmasıydı. Kentler büyüyen ekonominin temerküzünü sağlayamayacak kadar âdem-i merkeziyetçi ve birbirleriyle rekabet halindeydi. Bunu sağlayabilecek tek güç, öncülüğünü burjuvazinin çekeceği merkezi bir ulus devletin gelişimiydi.
Örneğin 500 yıl kadar önce Avrupa’da hiçbir bölge İtalya kadar modern ve kapitalist değildi. İtalya buna rağmen ulus devlet kurmada Avrupa’nın en gerisinde kalmıştı. Ancak 1861’de bir ulus devlet kurabilmişti.
İtalya, 1861’de birleşip tek bir devlet olana kadar, şehir devletleri, cumhuriyetler ve diğer bağımsız oluşumlardan meydana geliyordu. Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasının ve Orta Çağ’ın gelişinin ardından (özellikle 11. yüzyıldan itibaren), İtalya Yarımadası çok sayıda devlete bölündü. Bu devletlerin çoğu, İtalya Yarımadası’ndaki gücü dengeleyen büyük siyasi birimlerde birleşti: Papalık Devleti, Venedik Cumhuriyeti, Floransa Cumhuriyeti, Milano Dükalığı, Napoli Krallığı ve Sicilya Krallığı.
İngiltere’deki pazar ekonomisi diğer bütün ekonomik yaşam biçimlerini yutmuş ve 19.yüzyılda tüm dünya için bir model haline gelmişti. Bugün bile 17 özerk bölge ve şehre sahip olan İspanya; en önce ulus devlet olmuşsa da pazar ekonomisini geliştirmede Avrupa’nın en gerisinde kalmış, 1930’lara kadar bir tarım toplumu olarak yaşamını sürdürmüştür. Orta ve Güney Avrupa’da (Almanya ve İtalya) ulus kavramının 19. yüzyıla kadar ortaya çıkmamasının nedeni yerel özerklik geleneğinin güçlü olmasıydı.
Göbeklitepe (‘Gire mıraza’ = Çare aranan tepe)
İlk kentsel merkez doğal tanrılara ve güçlere tapınılan törensel bir bölgeydi.
Bu giriş bölümünde kentlerin kökeninden biraz daha bahsetmek gerekiyor.
Kentler devletin ilk çekirdeğidir. İlk devletler kent devletleridir. Kent devletlerinden önce kent olmayan kale kentler vardı.Marx “ilk gerçek sınıflı toplum antik kenttir” der.
İlk önceleri tapınak çevresinde kurulu Sümer kentleri vardı; daha sonraları Babil gibi meydanlar çevresine kurulmuş kentler ortaya çıktı; daha dinamik bir nitelik taşıyan eski Helen demokrasilerinde insanlar arasındaki etkileşimi teşvik eden kent meydanları (Agora) yaşamın merkezini oluşturdu; Orta Çağ’a ve daha yeni dönemlere ait olanlar ise pazar yerlerinin -Doğu’da camilerin– çevresine kurulmuştu.
Kentin kökenlerine dair geleneksel inanış birkaç başlık altında toplanabilir. İlki, Neolitik dönemle birlikte büyük bir yiyecek fazlasının ortaya çıkmasının tetikleyici olduğu şeklindedir. Diğeri, toprağın işlenmesi ve hayvan gücünün kullanımının şehirleşmede belirleyici olduğu, bir diğeri ise oluşan maddi bolluğun iş bölümünü geliştirerek idari işlerle zanaatçılığı artırıp tarımın öneminin azalmasına yol açtığı ve sonuncusu ise tarımla uğraşan toplulukların nüfuslarının kritik bir eşiğe ulaştıktan sonra ister istemez (!) şehirleşmeyi geliştirdikleri iddiasıdır. Ancak yapılan son arkeolojik araştırmalar akla en uygun gibi gelen bu ilerlemeci görüşleri yıkmıştır. Keza arkeolojik çalışmalar, ilk kentlerin oluşumunu ne toprağın işlenmesine yönelik gelişmiş teknik yöntemlere ne de hayvanların kullanıldığı saban tarımına bağlamaktadır. Yani kentsel devrim, kırsal devrimin bir sonucu değildi! Bu konuda arkeolog ve etnografların görüşleri belirleyicidir. Anadolu’daki Çatalhöyük ve Filistin’deki Eriha (ve yeni keşfedilmiş Göbeklitepe) gibi eski yerleşimlerde yapılan kazılar, ilk kentleri kuran insanların yiyeceklerinin çoğunu avlanarak ve yaban bitkilerini toplayarak temin ettiklerini göstermiştir. Demek ki ilk kentlerin sahipleri toprak işleme deneyimi olmayan insanlardı! İlk kentli nüfus avcı ve toplayıcı idi.
Varlığını yüzyıllar boyunca sürdüren Çatalhöyük’ün kentlerin kökeni sıralamasında ilk sırada (şu anda Göbeklitepe onun yerini almıştır) olmasının nedeni dinseldir. Kent volkanik taşların çıktığı bir madenin yakınında kurulmuştu. Çıkan maden (Obsidyen) hem yiyeceklerle takas için hem de ok başı ve bıçak yapımında kullanılan sert parlak bir madendi. Bununla birlikte kentin en çarpıcı özelliği çok sayıda dinsel türbeye sahip oluşuydu. Araştırmayı yapan arkeolog (James Mellaart) höyükte çanak çömleğe rastlamamıştı. Hâlbuki bu neolitiğe damgasını vuran özelliklerden biriydi. Mellaart bu kentin sakinlerinin dikkati çekecek kadar ana merkezcil bir özelliğe sahip olduklarını, kentte kadın kült ve sembollerinin sık olarak yer aldığını tespit etmişti. Ayrıca hiyerarşi ve savaş kentin belirleyici bir özelliği değildi. Mezarların ve evlerin muhtevasından kentte yaşayanların oldukça eşitlikçi bir topluluk olduğu anlaşılmaktaydı. Ne yakınındaki diğer kentte bir yıkım izine ne de mezarlardaki iskeletlerde her hangi bir şiddet izine rastlanmıştı. Anlaşıldığı kadarıyla köyden kente geçiş yaygın olarak kabul görmüş “teknolojik gelişimin beklenen doğal bir sonucu” değildi. Açlığa yol açan nüfus baskısı, savaş ya da doğal felaketlerin de burada ciddi bir rolü yoktu. Kentli bir toplum oluşturmak için gerekli ekonomik gelişkinliğe sahip olmayan avcı ve toplayıcı topluluklar görüldüğü üzere çok büyük kentler oluşturabilmişlerdi. Kullandıkları teknoloji ise Neolitik’in değil, Taş Devri’nin teknolojileriydi.
Ancak yapılan son kazılar sonucu ülkemizde bulunan ve Mısır piramitlerinden 7 bin 500 yıl daha önce yapılan Göbeklitepe (11.600 yıl önce) Yerleşik hayata geçişlerin ilk izleri için büyük bulgular barındırmaktadır. Çünkü yerleşik hayatı simgeleyen ve tarıma işaret eden buğdayın ilk izleri Göbeklitepe’de bulundu. Dinler tarihini de etkileyen Göbeklitepe, Çatalhöyük ve Piramitlerden daha eski, bilinen ilk ibadet merkezidir. Kürtçe ismi ‘Gire mıraza‘. “Çare aranan tepe” demektir.
Arkeolojik veriler açıkça kentsel ve kırsal devrimlerin birbirleriyle uyuşmazlık gösterdiğini söylüyor. Kentlerin yükselişi; tahıl ekimi, saban ve evcil hayvanların kullanımıyla değil, türbeler, kültler ve tapınaklar yardımıyla gerçekleşmiş olmalıdır. Sonuçta ilk kentsel merkez bir pazar yeri değil doğal tanrılara ve güçlere tapınılan törensel bir bölgeydi. Şu anki araştırmalar dünyanın ilk ibadet merkezinin Gire Mıraza olduğunu gösteriyor.
Kentlerin gelişimine dair kısa bir tarih sıralaması yapmak gerekirse, ilk kentlerin yaygın olarak MÖ 4000’de Ur, Eridu ve Lagash gibi kentlerle Mısır ve Mezopotamya’da ortaya çıktığını biliyoruz. Çatalhöyük ve Göbeklitepe’yi birer istisna olarak bir kenara koyuyoruz. Takip eden süreçte kentsel gelişme İndüs Vadisi ve Güney Amerika (İnka, Maya, Aztek) gibi bölgelerde görülmüştür. Babil ve Ninova da bu ilk kuşak kent devletleri arasındadır. MÖ 2000’li yıllardan itibaren Anadolu’da bir kentsel gelişme başlamıştır. Sümerler, Asurlar ve Hititler’in kurduğu kentlerin en bilinenleri. Alacahöyük, Efes ve Milet’tir. MÖ 2000-MS 500 arasında eski Anadolu ve Yunan kentleri yerini İslam medeniyeti’nin doğuşuyla oluşturduğu kentlere bırakmıştır. Basra, Bağdat, Şam ve Halep dönemin önemli şehirleridir. Mezopotamya uygarlığı, Yunan uygarlığı ve İslam uygarlığının peşi sıra kent komünleri ile temsil olunan Avrupa Orta Çağ uygarlığı ile karşılaşırız M.S 500-1000 arasında Roma kentleri istilalarla çökerken Avrupa’nın büyük bölümü ilkel bir tarım ekonomisine dönüşür. Bu anlamda feodal toplum çalkantılı bir dönemeç olan 9. ve 10. yüzyıllarda oluşmuştur. Yıkılan kentler büyük bir hızla köylere dönüşür. 1492 yılının haritalarına bakıldığında Avrupa’nın nerdeyse 200 tane devlet benzeri birime bölündüğü görülür. Son dönem ise sanayi devrimiyle gelişen, bugüne kadar gelen kapitalist kentler dönemidir.
Göbeklitepe. MÖ 9500 civarına tarihlenen Göbeklitepe, dünyanın şu ana kadar bilinen en eski tarihî yapısıdır. Bazı popüler kaynaklarda “tarihin sıfır noktası” nitelendirmesiyle de anılmaktadır
Çatalhöyük / Meydan ve sokaklar yok! MÖ 7500
Alacahöyük, MÖ 3500. En dikkat çekici özelliği, dört farklı kültürden kalma on dört yapı katı ya da yerleşimi bulunmaktadır.
Eriha Antik Kent. Batı Şeria. MÖ 8000. Eriha, binlerce yıldır varlığını sürdürüyordu ve insanların avcı-toplayıcı toplumlardan yerleşik medeniyetlere geçiş sürecinde inşa ettikleri ilk şehirlerden biriydi.
ÇATALHÖYÜK “Çatalhöyük’ün şaşırtıcı bir özelliği, sokaklarının olmamasıydı. Küçük meydanlar olmasına rağmen açık yollar bulunmazdı. Kent için yapısal gereklilik gözüyle bakılan caddelere ve geniş bulvarlara bu eski kentlerde rastlanmıyordu. Çatalhöyük’te bir yerden başka bir yere gitmek için çatılardan atlamak, merdivenlerden inip çıkmak, evlerdeki oyuklardan ve küçük meydanlardan geçmek gerekirdi.” J. Mellaart |
Ulus devletin 16.yüzyıldan itibaren yükselişiyle kentler ikinci plana geriledi. Milliyetçiliğin ve ulus devletin yükselişiyle birlikte devlet kent üzerinde ideolojik bir hâkimiyet kurmaya başladı. Eyalet, ulus veya imparatorlukların gelişimi, kentleri ve yurttaşları transforme etti. Kent bir zamanlar yurttaşın sadakatle bağlı olduğu temel bir kimlik göstergesiydi. Aynı coğrafyanın aynı dili konuşan halkları olmasına rağmen sadece kendi kentlerine sadakat duyuyorlardı. Kent onların adeta aile gibi bağlı oldukları bir birlikti.
Tufan Yakın