Kim Ne Düşünüyor? | TC, Silahların Eşitsizliği Koşullarında İmralı’da Anlaşmaya Vardığı Prensip ve İlkeleri Neden Çiğniyor? – Mehmet Turan

12. Kongreye dair bir önceki yazımızda evrimci yolun kısmen açıldığı koşullardaki görev ve sorumluluklarımızdan bahsetmiştik. Şimdi ise rejimin Kürtleri geçmesi çok daha zor, çok daha dar, dolambaçlı ve engebeli bir yola mecbur bırakacağı koşullara değineceğiz. İlk yazımızı mevcut gerçeklikle bağını koparmadan devrimci bir iyimserlikle yazmıştık. Şimdiki yazımızı ise, mevcut gerçekliğin, -bölgesel gelişmelerden dolayı- sürekli değişme istidadı gösteren boyutlarını da göz önüne alarak sürecin daha farklı bir şekilde gelişebileceğini göz önüne alarak kaleme alıyoruz. İlk yazı tarihsel gerçekler ve son 50 yılın muhasebesi üzerine iken bu yazı bölgedeki güncel ve çok hareketli askeri-politik atraksiyonların Kürt meselesini yeni biçimlere büründürebileceği, yeni hamleler yapabileceği üzerine olacaktır. Bunu zaten SDG sürecinden çok yakından gözlemleyebiliyoruz. Kaldı ki devletin bakış açısı da daha çok bu minvaldedir. Öcalan ile masaya oturduğu günlerden bugünlere hızla değişen o kadar çok şey oldu ki! Devlet kendini bu konuda adeta otomatik bir güncellemeye tabi tutmuş gibidir. Geriden gelmesine rağmen “adıma karşı adım” politikasıyla ilerlemeye çalışmaktadır. Öcalan ile ilk kez masaya oturulduğundaki görece dingin bölge şartları, yerini bugün çok daha dinamik ve hareketli bir sürece bırakmıştır. Gazze soykırımı, Trump’ın iktidara gelmesi, İran’ın vekil güçlerini geri çekmek zorunda kalarak hegemonya kaybına uğraması, İsrail’in Suriye’de adı konulmamış bir işgal gücü haline gelmesi ve Suriye’de SDG’nin umulmadık hızla iktidarın dengeleyici gücü olması; tüm bunlar İmralı’daki masanın temel konuları arasına sonradan dâhil edilmiştir. Bu durum anlaşmaya varılan temel prensiplerde belli kaymalara sebebiyet vermiş gibi gözüküyor. Özellikle TC mevcut gelişmelerin satranç tahtasının yeniden kurulmasını gerektirecek büyüklükte olduğunu düşünmektedir. Mesela SDG’nin giderek güçlenmesi, İsrail’in Suriye’yi ABD ile birlikte angajmanına alması; devleti satranç tahtasında daha önce düşünmediği yeni hamleler yapmaya zorlamaktadır.

Ama söz konusu olan 100 yıllık bir tarihsel haksızlığın giderilmesi ve her iki tarafın ciddi kayıplar verdiği 50 yıllık bir savaşın sona erdirilmesi ise üzerinde anlaşmaya varılan tarihten sonraki gelişmeler temel prensipleri görmezden gelmeyi ya da bu ilkeler metninin dışına çıkmayı beraberinde getirmemelidir. Kaldı ki bu prensipler resmi bir taraf olarak kabul edilen esaret altındaki bir önderlikle yapılmıştır. Silahların eşit olmadığı koşullarda yapılan bu anlaşmaya en fazla saygı göstermesi gereken devlet tarafı olmasına rağmen, anlaşma sonrası gelişen olayları bahane ederek üzerinde anlaşılan prensip ve ilkeleri bozan o olmuştur. Üzerinde duracağımız meselelerden biri bu ciddi ihlalin nedenleri olacak.

Çok iyi bildiği, hatta baş aktörü olduğu bir filmden ödünç aldığı donmuş karelerle bir süreç başlatmış, ancak görmüştür ki güncel gerçeklikle filmdeki klasik son arasında büyük farklar var. Şimdiki yeni jenerikte beyaz adamın kaybedeceği çok şey vardır! Hatta ne fena ki, oluşturduğu çeteden bazıları eskiden düşman belledikleri, lince maruz bıraktıkları ünlü bir politikacının cenazesine katılarak sevgiyle onun fotoğrafını okşamakta, onun karşısında saygı duruşunda bile bulunabilmektedir.

Kim ne düşünüyor? Herkesi bir beklenti hali almış. Bu işin sonu nereye varacak? Gergin bekleyiş ve telaş, ikisi bir arada. 100 yıllık bir mesele, 50 yılı düşük yoğunluklu savaş içinde geçmiş, önderliği esaret altında. Ortadoğu’da merkezi bir role bürünmüş. Tüm gözler onun üzerinde. Onlarsız politika geliştirilemiyor. Savaşa da hazırlar, diplomasiye de. Selefi faşizmle de, emperyalizmle de aynı masaya oturacak kadar kendilerine güvenliler. Bunu amaca giden yolda her araç mubahtır biçiminde pragmatistçe değil, bölge haklarının barış içinde ve demokratik öz yönetimlerle yönetilmesi ilkesi çerçevesinde yapmaya çalışıyorlar. Emperyalizmin gölgesi altında, bölge gericiliklerinin ise açık saldırıları karşısında bunu yapmaya çalışıyorlar. Adeta vahşi bir cangılda “ormanın kralı benim” diyen aslanlarla başkalarının avlarını çalmaya, üzerine konmaya, büyük bir hırsla bir parçasını koparmaya çalışan sırtlanların arasında kalmış bir pozisyondalar. Kürt halkıyla birlikte Suriye’nin diğer halklarına çoktan hak ettikleri yeni bir hayat alanı açmaya çalışıyorlar. Sonal amaçları tüm bölge halklarını aslanlar ve sırtlanların karşısında dimdik ayakta durabilecek güce ulaştırmak. Sonuçta hiçkimse bu tarihsel fırsatın kaçırılmasını istemiyor. AKP faşizmi hariç!

Sol cenahta bir kesim harıl harıl dünyadaki diğer çözüm süreçlerini inceliyor, acaba ortak noktalar olabilir mi diye. Tabi bu nafile bir çaba. Çünkü Kürdistan meselesi, tarihsel boyutu, demografik-coğrafi yapısı ve ulaştığı uluslararası düzey nedeniyle en azından şu andaki aşama açısından benzersiz bir kurtuluş mücadelesidir. Kimi sol gruplar alabildiğine umutsuz, faşizm koşullarında böylesi bir barış ve demokrasi sürecinin akla mantığa sığmadığından o kadar eminler ki, Kürdistan İşçi Partisi’nin tuzağa düştüğüne inanıyorlar. Kimi sol radikal kesimler ise Kürt halkının 12. kongreye olan desteğine rağmen Kürdistan devriminin artık kendi omuzları üzerine kaldığına dair ütopik bir geleceği tasarlıyorlar.

Kürt halkına gelince, kendine güvenli ama sürecin bu kadar uzaması, devletin şu ana kadar hiçbir adım atmaması onlarda haklı olarak büyük bir endişe ve öfkeye neden oluyor. Devletin karakterini en iyi onlar bildikleri için somut adımların bir an önce atılmasını istiyorlar. Soğukkanlı bir bekleyiş değil onlarınki! Kalplerinde büyük bir çözüm umudu taşıyorlar.

Türkiye halkının ise başından beri, sürece çok sempati ile bakmasalar da, cepheden karşı çıkmadığı, sessizce gözlemeye devam ettiği görülüyor. Faşist odakların bir “vatandaş harbi” başlatmak istedikleri anda tavırlarının ne olacağını tahmin etmek ise hiç kolay değil. Kürt meselesine günlük yaşamlarından uzakta süren bir savaş gözüyle baktıkları için, -bu devletin başarısıdır- odaklandıkları asıl konu, giderek eriyen ücret ve maaşları, işsizlik, dayanılmaz yoksulluk ve iktidarın neden olduğu bu büyük sefalet karşısındaki duyarsızlığına duydukları öfkedir. Ezilmenin de bir sınırı, bir derecesi var! Büyük bir şatafat ve zenginlik içinde yaşarken elindeki sopayı sürekli halkın üzerinde Demokles’in kılıcı gibi tutmak elbette halkta bambaşka bir aşağılanma psikolojisi yaratıyor. Devleti soyuyor, halkı soyuyor, muhalefeti iç düşman ilan ediyor, ülkeyi emperyalizmin jeopolitik hedefleri doğrultusunda peşkeş çekiyor, Kürtleri, onları çileden çıkaracağına inandığı bir “bekleme odasında” tutuyor… Tüm bunları yaparken hiçbir itiraz istemiyor. Hak, hukuk, adalet ve iş, ekmek, özgürlük isteyenlerin karşısına demir çivili sopayla çıkıyor.

Sırrı Süreyya Önder’in azımsanmayacak, takdir edilecek kardeşleşme çabası, Türkiye halkının belli kesimlerinde sürece dair olumlu etkiler yaratsa da bu şahsi çabanın Türkiye solu tarafından yeterince sahiplenilmediği koşullarda giderek gücünü yitireceği ortadadır. Birçok Kürt yurttaşı ile devrimciler, demokrat Türk aydını ve vatandaşların onu gözyaşları içinde uğurlarken aynı gün bu büyük sempatiye dayanamayan İttihatçı faşizmin bir beslemesi tarafından yapılan saldırı, elbette kitlelerin büyük bir coşku ile sahiplendiği cenaze merasimine gölge düşürememiştir. Bu da onlara dert olsun.

Kürdistan İşçi Partisi, birinci aşama açısından çok ciddi tavizler vermiş durumda. TSK tek taraflı ateşkesi kabul etmedi. PKK fesih ve silahsızlanma kongresini bombalamalardan dolayı dar bir çerçevede ve iki farklı alanda gerçekleştirdi. Silahların bırakılmasını, umut hakkına endekslemekten vazgeçerek bilinmeyen bir geleceğe ertelenmesi riskini göze alarak 12. Kongre’yi gerçekleştirdi. Öcalan’ın 27 Şubat deklarasyonunu bir talimat olarak yerine getireceklerini söyleyip ateşkes ilan ettiklerinde, 12. Kongre ile bunu resmileştirdiklerinde istisnasız sürekli bomba yüklü uçakların hedefi oldular. Dünyadaki örneklerde başlangıçta sembolik de olsa hep “iyi niyet adımları” görülürken ülkemizde bu süreç dağların, taşların bombalanması ile, 19 Mart yargı darbesi gibi bir operasyonla start aldı!  

AKP faşizmi şimdi de Bahçeli’nin 8 maddelik “100 kişilik Meclis Komisyonu” önerisinin karşısına silahlı mücadeleden vazgeçmenin yeterli olmadığını, silahların bizzat teslim edilmesini koymaktadır. Buna “olmazı isteyip süreci bloke etme”, “ipe un serme” ya da açıkça “işi yokuşa sürme” denilebilir.

Devlet, İmralı’nın kapısını ilk çalan kendileri olmasına ve ellerinde “çözüm sürecine” ve bunun aşamalarına ilişkin bir plan olmasına rağmen (İmralı’ya gönderilen devlet heyetinin elinde böyle bir aşamalı plan olduğunu varsayıyoruz.) Ortadoğu’da nerdeyse gün be gün değişen siyasi hareketlilikten dolayı öngördükleri adımları atmaktan imtina ediyorlar. Suriye’deki gelişmeleri bir müddet daha gözlemlemek istiyorlar. Açıkçası orada bir iç savaş çıkmasını bekledikleri söylenebilir. ABD Dışişleri Bakanı Rubio’nun, Trump’ın HTŞ’ye “bir şans verdiği” görüşmesinden hemen bir hafta sonra “Angajmanımız olmasa çökerler” demesi, İsrail’in Gazze’deki işgali genişletme hamlesi ve sonrasında İngiltere’nin İsrail ile ticaret anlaşmalarını askıya alacağını deklere etmesi vb. gelişmeler TC’yi sürekli bu gelişmelerin Kürt meselesi üzerinde yaratacağı olumlu ya da olumsuz etkileri düşünmeye sevk ediyor. Bu anlamda Kuzeydoğu Suriye, Gazze ve İran üzerinde merkezileşen emperyalist politikaların Kürt meselesini kendi lehlerine çevirebilecek boşluklar yaratabileceğinin hesabını yaparak, Türkiye için öngördükleri Kürt planını hem uzatıyorlar hem de sağından solundan kırpabileceklerine inanıyorlar. Hatta şu aşamada kuşa çevirebileceklerini düşünmemek için hiçbir sebep yok. Çünkü Öcalan ile masaya oturdukları zaman meselenin ağırlıklı olarak son 50 yılını konuşmuşlar ancak, meselenin 100 yıllık tarihsel boyutu ve Ortadoğu’daki siyasi hareketliliğin sürekli değişen koşullarının sürecin biçimini değiştireceğine dair yeterli bir tartışma yapmamışlardır diye düşünüyoruz. SDG’nin de silahsızlandırılması gerektiğini söylemeleri, Öcalan’ın ise bu konuda kamuoyuna hiçbir açıklama yapmaması bize bunu düşündürüyor. Anlaşılıyor ki devlet ile Öcalan’ın görüşmelerinde başta Rojava olmak üzere açık uçlu bırakılmış birkaç ciddi konu vardır.  İşte bu açık uçlu, tamamına erdirilmesi mümkün olmayan meseleler AKP’ye süreç üzerinde çok daha geniş bir serbestlik kazandırıyor. Daha doğrusu meselenin can alıcı yönlerini göz ardı edecek bahaneler üretmesine gerekçeler sunuyor. HTŞ’nin geleceği ne olacak? Gazze’nin geleceği ne olacak? İran’ın geleceği ne olacak? gibi canlı süreçlerin tümü onun elinde süreci geciktiren hatta kilitleyen bahanelere dönüşüyor. Kendi iç barışı konusunda samimi olmadığının, bu “barış”ın aslen bölgedeki gelişmelere bağlı olarak genişleyip daralabileceğini varsaymamızda hiçbir sakınca yok. Ne meselenin 100 yıllık tarihsel boyutuyla yüzleşerek bunun ağırlığından kurtulma çabası, ne de son 50 yıllık savaş bilançosunun yarattığı insani ve ekonomik kayıpları telafi etme çabası var. İstedikleri, devletin ideolojik karakterini, sermayenin vazgeçilmez çıkarlarını ve Saray rejiminin geleceğini hiçbir şekilde sarsmayacak, kendilerine Ortadoğu’da yeni genişleme olanakları sağlayacak bir Kürt açılımıdır.

Başarısız diplomat Hakan Fidan,  SDG’ye yönelik “ HTŞ ile yaptıkları anlaşmaya uymuyorlar” şeklinde beyanat vermiş. Sen değil miydin Esad’ın düşüşünden sonra “katiyen Kürtlerle masaya oturmayacaksınız” diyen. Bunu hatırlatıp asıl meseleye gelelim, TC için şimdiki asıl büyük tehlike HTŞ’nin SDG’yi meşru bir güç olarak tanıması değildir, bizzat HTŞ’nin iktidardan düşürülmesi seçeneğinin ABD, Fransa, İngiltere ve İsrail arasında konuşuluyor olmasıdır. HTŞ’nin düşmesi demek, SDG’nin daha fazla güçlenmesi ve ülkenin en örgütlü gücü olarak yeni iktidarın bir “eş başkanı” düzeyine çıkması demektir. Peşi sıra böylesi bir konjonktürde bölgenin hegemon güçleri TSK’nın Suriye’de işgal ettiği alanlardan geri çekilmesini isteyebilirler! Suriye’de Kürt karşıtlığının bedelinin HTŞ’nin sonunu getirebilecek kadar ciddi bir yanlış olduğu ortaya çıkmıştır.  Peki, bunu kabul ediyorlar mı? Hayır, bu yanlışı ısrarla sürdürüyorlar. MİT ve Türk Dışişleri el ele aynı Mısır’da Mursi olayında olduğu gibi HTŞ’nin de sonunu hazırlamaktadırlar. Bu devlet kadroları yakın bir arkadaşını kaza kurşunuyla öldürmekten ziyade, onu dayanıksız bir köprüden geçebileceğine inandıran, bu köprüye kendinden önce onu yollayan bilinçli, zeki katiller misali, ellerini kana bulamayan devlet kadrolarıdır.

Devlet cenahının şu ana kadar hiçbir olumlu, pratik adım atmadan, sürekli karşı taraftan ciddi tavizler alarak elindeki yandaş medya aracılığı ile neredeyse zafer naraları atmakla meşgul olması da aynı şekilde bizi böylesi tahminlerde bulunmaya zorluyor. Keza rejim, PKK’nin daha en baştan verdiği büyük tavizlere rağmen başta İmralı statüsüne dair vermiş olduğu sözler olmak üzere diğer demokratik hukuki reformları alabildiğine marjinalize edecek bir yola girmiş gibi gözüküyor.

AKP faşizmi meseleye ne 100 yıllık tarihsel boyutuyla ne de son 50 yıllık düşük yoğunluklu savaşın bitirilmesi temelinde bakıyor. Onun bakış açısı sadece “terör odakları” olarak nitelendirdiği Rojava ve Kandil’in denklemden çıkarılması merkezlidir. Meseleye ülke içi barış ve demokrasi boyutuyla bakmadığı o kadar açık ki. Bunu öncelikle tespit edip bir kenara koymamız lazım. Kürt meselesini devletin bekası açısından değerlendiriyor. Bölgesel ve uluslararası planda ne kaybederim ne kazanırım ekseninde ele alıyor. Onun barış, demokrasi, halkların eşitliği ve kardeşliği gibi bir meselesi yok. Aramızda tüm sol yelpaze ve burjuva muhalefet dâhil böyle düşünmeyen hiç kimse yok! Ama AKP’ninki o kadar yanlış ve riskli bir politikadır ki, ülke içinde burjuva biçimde bile olsa demokratik bir zemin geliştirmeden Kürt meselesinin bölgesel ve uluslararası boyutunda hiçbir şansının ve ciddi rolünün olamayacağını kestiremiyor. Hala bölgede oluşabilecek boşluklar, fırsatlar, kargaşa ve karışıklıklardan yararlanarak ya da bu çeşit olayları provoke ederek Kürt meselesini en asgari düzeyde nasıl kotaracağının hesabını yapıyor. 100 yıllık tarihsel süreç ve 50 yıllık savaş onu İttihatçı zihniyetin prangalarından koparmaya yetmemiştir. Kürt meselesinin asıl çözümü bu faşist-sömürgeci mantalitenin aşılması ile gündeme gelebilecektir. Bu, “devrimden önceki devrim” olarak tarihe geçecek bir aşama olacaktır. Bunun için zamanın henüz gelmediği anlaşılmaktadır. Alman halkının nasyonal faşizmle, Güney Afrika’daki ırkçı rejim ve beyaz azınlığın siyahi halklar ve ANC ile yüzleşmesi elbette çok kolay olmamıştı. Türkiye Devleti’nin kendi tarihiyle yüzleşmesi ise, hala imparatorluk bakiyesine tutkuyla bağlı olmasından dolayı çok daha sancılı ve güç olacaktır. O kadar ki mevcut sistem içinde bunun gerçekleşmesi hayal bile edilemez. Bu bir devrim meselesidir.  Bunu da kesin bir doğru olarak diğer yanımıza koyalım. Türkiye tarihinde unutulması mümkün olmayan devlet suçları vardır. Devletin bu suçlarla yüzleşmesi, torunların dedeleri adına diz çöküp af dilemesi, bu başlı başına Türkiye Devrimi’nin çok özel bir aşaması olacaktır.

Devlet verdiği sözlerden “çark edecek” demesek de, daha ince bir politik söylem ve buna uygun manevralarla Kürt halkına ve demokratik muhalefete “koşulların değiştiğini” bahane ederek, Türkiye halkını ise 50 yıllık savaşın kendileri tarafından çözüldüğüne inandırarak süreci kırıntı kabilinden vereceği haklar ya da sözde reformlarla kotarmaya çalışmaktadır. Yani meseleyi elinden geldiğince uzatma ve yeri geldikçe köşelerini budama!

Bugünkü rejimin Kürt meselesini çözme gücü yoktur. Bunu ne ahlaken ne de politik yarar temelinde istemektedir. İstese bile gerçekleştiremeyecektir. Bu kesin doğru ile soruna yaklaşmak ve kolları buna göre sıvamak gerekir. Devlet, üzerine hiçbir hukuki sorumluluk almadan, karşı tarafa sonradan geri alamayacağı yasal garantiler vermeden, koşullara göre geri alabileceği geçici ve kısmi bir uzlaşmayı öngörmektedir. Sömürgecifaşist karakterinden dolayı atacağı adımların sınırı bu çerçevededir. Buradan sonrası Kürt ve Türk halklarının birleşik ve örgütlü mücadelesi ile geliştirilebilecektir. O nasıl ki Ortadoğu’daki siyasi-askeri hareketliliğin yaratacağı boşlukları gözeterek kendi başlattığı süreci yine kendi eliyle budamaya çalışıyorsa, biz de bu geçici-kısmi uzlaşmanın yarattığı boşlukları büyütmeye çalışmalıyız. Ancak kısmi reformların peşi sıra anayasa ile güvence altına alınmış demokratik haklar ve toplantı ve gösteri yapma hakkı gibi asgari burjuva demokratik hakları bile hapisle cezalandırmaya yönelik yeni yasaları gündeme koyduklarında süreç en başa geri döner. Kürdistan İşçi Partisi’nin askeri-politik mücadeleyi bırakıp demokratik-siyasi mücadele kararı alması karşısında devlet eğer bu yolu da kapatacak yeni ceza yasaları ile karşımıza çıkarsa (‘91 affından sonraki gibi! Siyasi tutsakları bırakıp ardından ceza yasalarını daha da ağırlaştırmak gibi) o zaman Kürdistan’da karşısında gerilla yerine kitlelerin örgütlü şiddetinin yeni biçimlerini bulacaktır, bundan kimsenin kuşkusu olmasın. İşte o zaman Türkiye solu tarihsel bir benzetme yapma olanağına kavuşur. Yeni savaş manzarası genişletilmiş bir Kuzey İrlanda’ya benzetilebilir. Tüm Kürdistan şehirleri birer Belfast şehrine dönüşür. Nasıl ki Kobani döneminde Kuzey Kürtleri ayağa kalktıysa, bunun için binlercesi binlerce yıl mahkûmiyete çarptırıldı ise bu sefer Rojava Kürdistanı kardeşleri için ayağa kalkacaktır. Bugün SDG’yi düşman görüp, Kuzeyli Kürdü kırıntılarla aldatmanın peşinde olanlar o zaman karşılarında emekçi Türkiye halklarını da bulacaktır. Emekçi Türk ona soracaktır: Neden elinde fırsat varken bu meseleyi çözmedin?

Kürdistan o gün geldiğinde il il kendi şehir komünlerini kurar ve işte rejim bugün atmadığı adımların sonuçlarına o gün ciddi biçimde katlanmak zorunda kalır. Ya bugün kayyum faşizminden vazgeçip şehirlerin demokratik-özgür gelişiminin yolunu açacaktır ya da yarın kendini Belfast tipi şehir savaşlarıyla yüz yüze bulacaktır. Ya bugün Kürt halkının demokratik yasal örgütlenme, anayasal eşit yurttaşlık ve anadil hakkını tanıyacak ya da bu hakların meşru kitle şiddetiyle kazanılmasıyla karşı karşıya kalacaktır. Ya Kürt illerini kuşatan asker-polis yığınağını, karakol baskısını, yol kesmeleri, sokakta kimlik sorma, aşağılama, hakaret ve işkence pratiklerini bitirecekler, dağa taşa “Ne mutlu Türküm Diyene” yazmaya son verecekler ya da şehir ve kasabaların yeni serhildan biçimleriyle harekete geçmesine şahit olacaklardır.

Mehmet Turan