Kitap incelemesi: “Marksizmin Krizi ve Yeniden Yapılanma*” üzerine – Resul Kocatürk

Felsefi Temeli idealizm olarak kurulan bir anlayıştan Marksizm çıkmaz!

Devrimci bir yapı, eğer devrim diye bir ‘dert’ edinmişse kendisini bir düşünce sistematiğine, ideolojik, politik ve stratejik bir perspektife oturtmak zorundadır. Bunu belli oranlarda da olsa başaramayanların geleceği olmamıştır ve olmayacaktır!

Bu eksende yayın hayatına 2019 yılı ile birlikte başlayan Komün Dergi paradigmal sistematiğini üzerine basarak vurgulamaktadır. Şöyle ki Komün Dergi‘nin birinci ve temel ilkesi Marksizm-Leninizmdir. Kendi mahallemizin zaten kabul ettiği bu basit gerçeği, ayrıca vurgulamamızın gereği var mıdır? Marksizm-Leninizmin üzerinde sadece kelime olarak dahi ısrar etmenin, teori yapmak için Marksizmi eleştirmenin veya onu aşmanın amentü haline geldiği akademik solculuğa karşı önemli olduğunu düşünüyoruz. 20. yüzyılın olumsuz deneyimlerini önce Sovyet revizyonizmine, yetmeyince Stalinizme, hızını alamayınca da Marksizmin kendisine rücu eden liberal sol anlayış her cepheden Marksizme meydan okuyor. Sol liberalizm, 21. yüzyılın olumsuz deneyimlerini yaşamsal, psikanalitik, kimlik, cinsel tercih ve ekoloji açılarından oldukça yetkin ve ayrıntılı inceliyor; incelerken de Marksizmi yetersizlikle suçlamayı ihmal etmiyor, sınıfsal yorumu arkaik buluyor.”[1]

Her ne kadar derginin Marksist-Leninist olduğu vurgusunun gereksiz olduğunu düşünüyor olsak da, konu düzleminde ortaya koymuş olduğu düşüncelere katılıyoruz. Ne var ki temel ilke olarak böylesi bir beyanda bulunan ya da niyet tazeleyen dergi, ‘Özel Ek’ olarak yayınladığı ve içeriğinin Komün Dergi anlayışı bakımından bağlayıcılığının olup olmadığına ilişkin editoryal olarak herhangi açıklama yapılmaksızın “Marksizmin yanlışlanmış ve tarihsel olarak geçersizleşmiş bir teori olduğu, dolayısıyla rasyonelliği olmadığı için aşılması gerektiği çağrısı” olarak değerlendirdiğimiz ve yazı boyutunda ele alacağımız; Erol Dündar imzalı Marksizmin Krizi ve Yeniden Yapılanma isimli kitabın kamuoyu ile paylaşılmış olması, kafa karışıklığı nedeniyle midir yoksa editoryal bir eksiklik midir? Sorunun cevabını ancak yapılacak muhtemel açıklama ile öğrenebileceğiz.

Marksizme dair Avrupamerkezcilik, aydınlanmacılık, ilerlemecilik, pozitivizm gibi mütemadiyen tartışılagelen bir dizi ‘sorunlar’ mevcuttur. Yer yer reel sosyalizm pratikleşme sürecine de yansımaları olduğunu düşündüğümüz ‘sorunların’ etraflıca tartışılması gerektiği kanısındayız. Yalnız söz konusu sorunların tartışılmasının ve çözümler üretilmesinin zemini de koşulları da Marksizmde mevcuttur. Yani Marksizm evrensel bir teori olarak bu beceri ve kapsayıcılığa sahiptir. Çünkü Marksizm durağan, dogmatik bir teori değildir. Dolayısıyla Marksizm, içkin sorunları bir bütün olarak kendi kapsayıcılığı içinde ele alıp bunlara çözümler getirebilecek bir yapıdır. Yani ‘çözüm’ de ‘yeniden yapılanma’ da Marksizm içinden olacaktır.

Üzerinde değerlendirme yaptığımız kitabın ismi “Marksizmin Krizi ve Yeniden Yapılanma” dolayısıyla içerikten bağımsız olarak, ismi üzerinden edindiğimiz ilk izlenim “Marksizmin krizine yönelik yeniden yapılandırılmış bir Marksizm önermesi” sunduğu temelinde oluyor. Ne var ki kitabı okumaya başladığımızda adı üzerinden edindiğimiz izlenimin doğru olmadığını anlamak için fazla beklemek gerekmiyor. Yazar, Marksizmin yeniden yapılandırılmasına ilişkin bir önerme sunmadığını kendisi açıklıkla ifade ediyor.

“Her bilimsel paradigma bir dönem sonra ontolojik temellerin değişmesi ya da epistemolojik teorilerin yanlışlanmasını ortaya çıkaran bilimsel teorilerle değişmektedir. Biz de bir paradigma öneriyoruz. Bu paradigma bilimsel değişmelerle veya yanlışlanmalarla geçerliliğini yitirmez. İnsanlık var oldukça bu paradigmanın temel doğruları değişmez! Bu paradigmanın tüm tarih boyunca esas aldığı ölçü ve ilke özgürlüktür. (…) Marksizme eleştiri yönelttiğimiz, yeniden yapılanma ve paradigma değişimi yapmak bir zamandayız.”[2]

Yazar, ‘Paradigma değişiminden’ söz ederken Marksizmin genel olarak geçersiz kılındığını iddia ediyor ve buna karşı da “esas aldığı ölçü ve ilke özgürlüktür” dediği başka bir paradigma öneriyor. Yani, metin düzleminde herhangi bir Marksizm ekolü ile olumlu diyebileceğimiz bir ilişki geliştirmiyor. Aksine Marksizmin çeşitli yorumlarının olumlu yönlerini ele alıp bu birikim üzerinden hareket etmek yerine her birinin en geri yanlarını ele alıp karikatür bir Marksizm yaratıyor. Yazar, anlattıkları ile Marksizm arasındaki bağları nasıl ve nereden kuruyor bilmiyoruz! “Ben şu sebeplerden dolayı Marksistim…” demeli ki, biz de ona göre Marksizm düzleminden değerlendirmelerde bulunabilelim! Ne var ki bu yönlü bir perspektife rastlamıyoruz. Dolayısıyla yazara “Marksizmin tezleri şunlar şunlardır, senin önermelerin ise bunlara uymaz.” deme olanağımız kalmıyor. Çünkü açık olarak Marksizmin yanlışlanmış, tarihsel olarak geçersizleşmiş ve dolayısıyla aşılması gereken bir teori olduğu önermesini temel alıyor.

Tarihi sınıf mücadeleleri tarihi olmaktan çıkarmak

Kitabın büyük kısmını kapsayacak şekilde uzun bir tarih özeti sunuyor yazar. Ne var ki ‘tarih felsefesi’ temelinde ele alınan ve bu düzlemde öne sürülen herhangi bir tez tutarlı, birbirini destekleyecek sistemli bir sunum ve kanıtlama dizgesi içerisinde yapılmıyor. Bu noktada hangi konunun öne alındığı, hangisinin kanıt olarak sunulduğunu belirgin olmaktan oldukça uzak görünüyor. Öyle ki, bütün bir toplumlar tarihi ve tarihsel koşullar herhangi bir düzen gözetilmeksizin sunulmuş bir yığınla karşı karşıya kalıyoruz.

Marksizmin tarihsel olarak geçersizleştiğini ve bu eksende ‘tarih bilimi’nin yetersizliğini kanıtlama adına yapılan eleştiriler, eleştirilen yaklaşımla tutarlı ve de açık seçik bir şekilde ortaya konularak yapılmıyor. Örneğin Newtoncu pozitivist bilim paradigması yoğun şekilde konu ediliyor ve eleştirilmeye çalışılıyor; fakat eleştirdiği yaklaşıma dayanarak izafiyet-kuantum-kaos kavramları üzerinden doğrusal olarak bilim referanslı bir alanı kendisine dayanak yapıyor!

“Newtoncu pozitivist paradigma 20. yüzyılda çözülüş sürecine girdi. Bu paradigma nasıl doğa bilimsel olarak oluştuysa, onun geriletilmesi de aynı alanda başladı. 20. yüzyılın kuantum kuramı ile aynı yüzyılın ikinci yarısının ortalarından itibaren kaos kuramı, Newtoncu paradigmayı sarsan üç önemli kuramsal gelişmeydi” diyor yazar.[3]

Yine sayfalar boyunca yaptığı tarih özeti ardından ‘özgürlük diyalektiği’ dediği şeyi tüm tarihin taşıyıcı sütunu yapıyor. Bu bağlamda ‘ özgürlük diyalektiği’ ekseninde ‘tarih teorisi’ inşasına yöneliyor. Yazara göre tarih teorisi “uygarlığı, sınıflar mücadelesini, üretici güçleri esas almaz. Uygarlık diyalektiğine gömülmüş bir bilim anlayışının geleceği yoktur. Zaten uygarlığı da yanlış yorumlamıştır. Varoluşsal gerçeklerden kopuktur. Tarih Teorisi kendisini sınıfsal değil toplumcu-varoluşsal özgürlük diyalektiği ile var etmektedir. Sınıfsal parçalılık, özne-nesne, akıl-duygu, ruh-beden, insan-doğa ayrımlarını aşmış bütünsel bir diyalektiği savunur.” [4]

Ne var ki ortaya çıkan sonuç vulgar bir metafizik olmanın ötesine geçmiyor. Toplum gerçekliğinin sınıflara dayandığı durumda ‘sınıfsız düşünme’yi öneren, sınıf gerçekliği reddi üzerinden ‘tarih teorisi’ kuran yazar, esas olarak gerçeklikle kurguladığı toplum anlayışını birbirine karıştırıyor. Ardı ardına sıralanan ifadeler basitçe bir tutarlılık sınamasından geçirildiğinde çok uzağa gitmeden metin içinde yanlışlanıyor ya da tutarsız kılınıyor. Buna teorik disiplin yetersizliği ya da kullanışlı olana yönelik seçicilik demek mümkün.

Öte yandan Marksizmi salt bir tarih teorisi olarak değerlendirmek idealist bir tutumdur. Ekim devrimi önderi Lenin, Marksizmi bir takım tarih kurguları üzerinden değil, bilakis Marx’ın ifade ettiği şekliyle ‘gerçekler üzerinden devrimcilik’ olarak ele almış ve etkili bir şekilde yaşamsallaştırmıştır. Dolayısıyla tarih teorisinin özü ‘gerçekler üzerinden devrimcilik’tir.

Tarihi sınıf mücadeleleri tarihi olmaktan çıkararak rastlantılara dayalı, uydurularak yazılan tarih, spekülasyonlara dayalı yazılmış bir tarih olmaktan öteye gitmeyecektir.

Marksizmin önermelerinin geçersizliği yaklaşımı ve 11. Tez

A. Marksizmin tarihsel, toplumsal süreci açıklama biçimi değil; aynı zamanda bütün önermeleri geçersiz sayılıyor. Bu tutum politik olarak Marx öncesi bir sosyalizm ‘inancı’ ‘arzusu’ olarak karşımıza çıkıyor. Yani Marksizmin reddi üzerinden oluşturulmaya çalışılan paradigma ile ‘özgürlükçü sosyalizm’, ‘tarihsel sosyalizm’ denilen bir ideal oluşturuluyor.

‘Ahlak, özgürlük, iyilik vb.’ sıklıkla kullanılan ve genel olarak açıklanması gereken normatif ifadeler açıklayıcı olarak sunuluyor. Ayrıca kurgulanan sosyalizm temeli olarak gösteriliyor ve komün olarak somutlanan ortak (komünal) toplumdan bu yana bu ‘değerlerin’ değişmediği, toplumda içkin olarak korunduğunun iddia edildiği metafizik bir açıklama getiriliyor. Oysa biliyoruz ki, Marksizm açısından ifade edilen şeyler, toplumsal süre içerisinde beliren bilinç biçimleridir ve bunlar her toplumsal süreçte farklı içerikler kazanmıştır. Sınıfsal olarak ‘özgürlük’ nesnel bir ölçüt değildir.

Program taslağı boyutuyla önerilmekte olan ‘tarihsel sosyalizm’ sanki ‘hiçbir yerde olmayan yer’ gibi duruyor’ Zamandan, zeminden ayrıksı olarak bir umut, istek, hayal gücünün kudreti olarak sosyalizm tasavvuru yapılıyor.

Halbuki Marx’ta sosyalizm tarihsel, güncel ve gelecek arasındaki bağa dayanır. Günün çelişkilerinin çözüm noktası ve bugünün alternatifi sosyalizm olarak kurulur. Yazar, ‘Tarihsel sosyalizm’ derken Marksçı sosyalizmin karşısına tarihsel komünaliteyi ampirisist bir şekilde koyuyor.

B. Politika konusunda yataycılık tüm tarihe içerilmiş arzu, istek vs. gibi bir dizi nokta politikanın özgün etkinliğinin farkındalığından uzak olduğu izlenimini doğuruyor. Dolayısıyla neyin amaçlandığı çok da belirgin değil. Şöyle ki bir noktada eleştiri maksadıyla ilk yöneldiği, mantıksal ideolojik teorik platformda saplanıp kalıyor. Mesela Marksizm bilgiye ve onun ontolojisine duyarlı bir politika ve uygulama alanı kuruyor diye spekülatif bir çoğul ontolojiye uygun politika arıyor. Bu noktada meselenin özü oluşturmaya yöneldiği teorinin ana çerçevesinin dışına çıkamıyor.

C. “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumladılar, aslolan onu değiştirmektir.” (Marx, 11. Tez)

Marx’ın Feuerbach’ın görgücülüğünü, yani ampirik materyalizmini mahkum etmek için ortaya koymuş olduğu tezler, öncelikli olarak yazar tarafından bağlamından koparılarak yalnızca 11. Tez üzerinden spekülasyona varan değerlendirmeler yapılıyor ve Marx’ın haksızlığı iddiası öne sürülüyor.

Şöyle diyor yazar:

“11.Tez’e dünyayı değiştirmek üzerinden değil, ama değiştirmek isteyenlere kapıları kapattığı için eleştiri yöneltmek gerekir. (…) Peki, kimdir bu filozoflar, insanlık tarihindeki bütün filozofları kapsar mı, yoksa sadece Marx’ın döneminde yaşayan yorumcu filozofları mı anlatmaktadır? Bu tezin bütün tarihe dair söylendiği kanısındayız. Ve bundan dolayı Marx’ın haksız olduğunu düşünmekteyiz. (…) 11. Tez sadece Marx’ın döneminde dünyayı yorumlayanlar için kullanılabilecek bir tezdir.” [5]

Yazarın doğru bulmadığımız yorumları üzerinde çok fazla durmanın anlamsız olacağını düşünüyoruz. Çünkü yazar, hiçbir düşünce biçiminin dönüştürme çabasını engelleyemeyeceğinden, felsefenin düşünce süreci ve var olan pratiği de teoriyi de düşündüğünden, felsefenin kendi başına dönüştürücülüğünün olmadığından bihaber davranıyor.

Filozoflar bir yana, devrimci bir militanın dahi bir eyleminde düşünselliği vardır; ama aslolan pratiğidir. Yazarın bağlamından kopararak 11. Tez üzerine öne sürmüş olduğu düşünceler tamamen vulgardır.

Marksizmin doğa-toplum bilimini tekleştirdiği varsayımı

“Marksizmin en büyük sentezi tek bilim dediği Tarih bilimidir. Bu sentez doğa-toplum bütünlüğünü kurma çabasıdır. Doğanın diyalektiği ile toplumun diyalektiğini tekleştirme düşüncesidir.” [6]

Yazarın ‘tekçilik’ iddiasının altında yatan şeyin Marx’ın monist anlayışı olduğu kanısındayız. Evet, Marx’ta bir tekçilik vardır, ama bu kesinlikte yazarın anladığı ve tarif ettiği biçimde değildir. Marx’ın tekçiliği ‘felsefi ontolojik monizm’dir. Yazar ise bu durumu epistemolojik düzeye, yani bilimin açıklayıcı düzeyine taşıyarak karikatürleştiriyor ve bu düzlemden yola çıkarak Marksizmin doğa-toplum bilimini tekleştirdiği savını öne sürüyor. Oysa her bilimin kendi indirgenemez nesnesi vardır. Bu bir anlamda Lenin’in Materyalizm ve Ampiriokritisizm kitabında ifade ettiği ‘fiziğin maddesi ile felsefenin maddesinin farklı olması’ meselesidir. Öte yandan, Marx’ın Köln yargılamasında jüri üyelerine hitaben söylediği “Toplum yasalara dayanmaz. Yasaların ruhu mülkiyettir.” belirlemesi, yazarın sözünü ettiği düzlemde bir tekleştirme anlayışı olamayacağının bariz göstergesidir.

İkili ontoloji denilen şey ise dümdüz idealizmdir. Kartezyen yaklaşımın bir uzantısı olarak, bilinci ayrı bir varlık bağımsız olarak tanımak anlamına gelir. Descartes, düşünen töz ve cisimli töz ayrımı yapar ve her iki varlığın beyinde bir bölgede (kozalaksı bez-Epifiz) birleştiğini söyler. Burada asıl mesele düşüncenin, iradenin vs. adına ne denirse densin aslında herhangi bir yaşayan, kurala tabi olmaya, kendi kendini oluşturan özerk bir varlık olduğu savıdır. Marksist Materyalizm bu yaklaşıma doğrudan karşı çıkmak için inşa edilir. Toplumun iradeler toplamı ya da bireyler toplamı olmayan bir doğal gerçeklik türü olduğunu savunur. Ancak bu durum mesela biyoloji biliminin nesnesi ile toplum-tarih biliminin nesnesinin aynı olduğu anlamına gelmez. Buna ontolojik özdeş, epistemolojik olarak farklı diyebiliriz. Yazar, belirgin şekilde ampirik akıl yürütmektedir. Dolayısıyla oluşturmaya çalıştığı ‘Tarihsel sosyalizm’ paradigmasının felsefi temeli olarak idealizmi esas alıyor ve düşüncenin maddeden önceliğini söylüyor. Bu savına kanıt olarak “Önce özel mülkiyet vardı da sonra mı düşünce oluştu? Önce tekerlek, balta, kılıç, dikiş makinesi, bilgisayar vardı da sonra mı düşüncesi oluştu?” [7] gibi çalışma kapsamında bolca karşımıza çıkan Aristotelesçi mantıkla akıl yürütme soruları soruyor. Bunlara karşılık, sadece “Taşı yontma düşüncesi olmadan tekerlek düşüncesi olur muydu?” sorusunu sormayı yeterli görüyoruz.

Benzer şekilde, Descartes’ın “Düşünüyorum, demek ki varım.” şeklindeki cogito uslamlamasını kanıt olarak önümüze sürüyor. Şu halde tüm toplumsal süreç, bütün bir tarih kurgusal aklın oyunu oluyor! Bu akıl, Tanrı, ilk kurgulayan insan, rahip, kral, adına ne dersek diyelim ama son tahlilde aşkın yüce bir akıl oluyor!

Üretici güçler ve sınıf mücadelesi önermesinin yanlışlanması

“Sınıflar savaşı, üretici güçler; Marksizm bu iki temel koşuldan ayrı düşünülemez. Bu iki temel önermesi ister birlikte isterse ayrı ayrı ele alınsın, tarih biliminin krizde olduğunu gizleyemez. (…) Bilim süreklilik isteyen–doğrulanan–nesnellik isteyen bir alan olarak kabul edilir. Fakat Marksist tarih bilimi tarihsel gelişmelerle çelişki içindedir. Temel önermeleri doğrulanmak yerine yanlışlanmıştır.”[8]

Yazar, genel olarak tartışma konusu yapılagelen ve çalışmasının önemli bir kısmında konu ettiği Marksizmin iki tarih önermesini, yani üretici güçler ve sınıf mücadelesi önermesinin yanlışlandığını iddia ediyor. Esas olarak konu politik ya da tarihsel değildir. Çünkü yazar, direk olarak açıklayıcılık biçimiyse yani epistemolojik bir reddi temel alarak böylesi bir vargıya ulaşıyor.

Mesela sınıflar denen şey nedir? Buna dair bir açıklık getirilmiyor. Kabaca ‘sınıflar dünyasında sınıf mücadelesi olur!” gibi söylemler yeterli değildir. Toplumun sınıflı olduğu kabul edildiği durumda -ki yazar bunu kabul ediyor- açıklanması gerekir ki yazarın deyişiyle “sınıfsız toplumu yaratacak sınıfsızlık bilinci ve eylemi” örgütlenip geliştirilebilsin. Yine yazarımız toplumsal nesneliğin herhangi bir açıklayıcı yanının olamayacağını öne sürüyor. Oysa nesnel bir toplumsal gerçeklik ve onun tarihsel niteliği açıklayıcı bir şekilde ortaya konulmuyorsa, söylenenlerin bir anlamı olmayacaktır.

Lenin sınıfları şu şekilde tanımlamaktadır;

“Sınıflar, tarihsel olarak belirlenmiş bir toplumsal üretim sisteminde ispat ettikleri yerle, üretim araçlarıyla olan ilişkileriyle, emeğin toplumsal örgütlenmesi içindeki rolleriyle ve dolayısıyla, kullandıkları toplumsal zenginlik payının boyutları ve bunu elde etme biçimleriyle birbirinden ayrılan geniş insan gruplarıdır.”[9]

Lenin’in tarif ettiği sınıflara Marx, Komünist Manifesto’da kısaca ezen-ezilen sınıflar demektedir. Bu bağlamda yazarın gözlerden ırak tuttuğu sınıf antagonizması, sınıfların var olmasıyla birlikte hep farklı içeriklerde olmuştur. Yani,  bir toplumdaki nesnel çatışmalar sınıfsal kümelenmeler yaratır. Kapitalist topluma ezen-ezilen olarak kümelenen sınıflar arasında oluşan çelişkinin niteliği uzlaşmaz bir boyut alır, yani antagonisttir. Devrim dediğimiz durum da bu antagonist çelişkinin çözülmesi demektir. Özetle sınıf mücadelesinin zaferiyle birlikte sınıfsızlık bilincinin gelişmesinde önemli bir aşamaya gelinmiş olur. Bu durum politika teorisi bakımından da açıklayıcı bir biçimdir. Diğer taraftan tüm ezilenler mücadelesi ve ezilenler kitlesi ezilme biçimlerinden bağımsız olarak toplumsal formasyonda sınıfsal nitelik taşırlar. Yazar bu ontolojik varsayımı eleştirirken farklı bir ontolojik varsayımı aynı mantıkla işleterek sürekli eleştirmeye çalıştığı pozisyonda iltica ediyor.

Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın önsözünde üretici güçler üzerinden tarihsel sürecin aklandığını söyler ve bunun da bilimsel bir yönde ortaya konulduğunu belirtir. Yine toplumsal sınıfların özellikle toplumsal formasyon düzeyinde tanımlayıcı biçimde olduğunu ortaya koyar. Yani tüm toplumun sınıfsal zeminde açıklanabilir olduğunu işaret eder. Bu aynı zamanda sınıf mücadelesinin de açıklandığı bir maddi birim olarak üretken güçlerle birlikte anılmasını ortaya koyar.

Öte yandan reel sosyalizm pratiğini doğrudan Marksizmin pratikleştirilmesi olarak ele alarak ortaya çıkan olumsuz sonuç üzerinden Marksizm mahkûm edilemez. Marx, Kapital’de kapitalist üretim tarzını analiz etmiş ve bir üretim tarzından diğerine geçileceğini öngörmüştür. Sosyalist üretim tarzı hakkında herhangi bir çözümleme yapmamıştır. Dahası, bilinçli bir tercihle bunun çözümlenmesini gelecek kuşaklara bırakmıştır. Kaldı ki içinde bulunduğu tarihsel ve nesnel koşullar buna uygun değildir. Dolayısıyla reel sosyalizm pratiğinin bütün olumsuzluklarını Marksizme mal ederek onun geçersizleşmiş bir paradigma olduğu, yanlışlandığı yaklaşımı doğru değildir.

İlerleme ve ilerlemecilik

“Kurucu Marksistler sınıflı uygarlık tarihini zorunlu-doğal-meşru bir ilerleme kabul ettiler. Özgürlüğe doğru ilerleyen bir tarih görüyorlardı. (…) Tarih bilimindeki krizi fark eden, bunu düzeltmek için çaba sarf eden nice Marksist, Marx-Engels’teki öznel yanı öne çıkararak, evrimci nesnelci anlayışı eleştiriye tabi tutsalar da, sonuçta tarihsel ilerlemeci analizin ağlarına takılırlar. Hegelcisi, yapısalcısı vd. “son tahlilde ekonomi belirler” diyerek ekonomik determinizmi üretir.”[10]

Kitap boyutundaki önemli bir konu da ilerleme-ilerlemecilik kavramlarının ele alınışıdır. Çatışma genelinde kavramların ayırt edici özellikleri gözetilmediğinden haliyle öne sürülen önermeler de bu karmaşadan payını alıyor. Şöyle ki ilerleme nesnel bir durumdur, yani tarihsel-toplumsal süreç nesnel bir modernizasyon sürecidir. Marksist açıdan bu değer yüklü normatif bir mesele değil, doğal ve toplumsal süreç içinde ereksiz bir gelişim dinamiğidir.

İlerlemecilik ise normatif eş deyişle ideolojik bir yaklaşımdır. Yani ister bilgisel ister politik süreç içinde olsun sürekli olarak kendi konumunu ilerleme tarafında aramak anlayışıdır. Özetle, tarihsel olarak ileri olanı politik olarak da ileri kabul etmektir.

Marksizm için Hindistan meselesi ile ilgili Marx’ın yazılarında, Hindistan’daki sömürgeciliğin Hint geleneksel toplumunu kendi iradesi yönünden çözmesi ve ‘modernleştirici’ etkisi ‘ilerleme’ olarak görülür. Marx’ın vurgusu da bu yöndedir. Ancak eğer bu mesele demokratik sömürgecilik gibi bir yaklaşıma ve sömürgeci güçleri destekleyici bir politikaya-ideolojiye konu olursa burada ilerlemeci mantık gösterir.

Mesela Hikmet Kıvılcımlı, Bedreddin Hareketi’ni tarihsel olarak sınırlar, fakat Fatih-Osmanlı dinamiğini orta barbar konağı olarak değerlendirerek Fatih-Osmanlı dinamiğinin Bizans medeniyetine barbar aşısı yaptığını söyler. Bu da yalnızca politik üst yapıyı değiştirerek devlet kuran-yıkan olarak formüle ettiği tarihsel devrimdir. Kıvılcımlı’nın tarihsel devrim olarak nitelendirdiği bu yaklaşımı ilerlemecilik olarak karşımıza çıkar. Diğer yandan tarihsel olarak sınırladığı Bedreddin Hareketi dinamiği kendi tarihsel koşulları içinde devrimci bir harekettir ve etrafında toplanan güçler ‘tarihsel olarak geri’ kitlelerdir. Yani modern devletleşme geleneği tarafından dışlanan barbarlardır.

Yazar ‘nesnel ilerleme’ düşüncesini spiral bir gelişim yönünde zımni olarak kabul etmektedir. Ancak bunun bir tekrar olduğu varsayımını ileri sürüyor. Döngüsellik ise ifrata vardırılmış boyuttadır. Daha doktriner bir ifadeyle nicel-nitel tartışması da bir ilerleme modelidir. Yani diyalektik ilerleme, nicel birikim, nitel sıçrama gibi…

Bu bağlamda Marksizmin ekonomiyi temel aldığı duyguları işe karıştırmadığı gibi yaklaşımlar öne sürülmektedir.

Öncelikli olarak materyalist olan Marx, toplumların (insanın) gelişmesinde ve özgürleşmesinde maddi refahın önemine işaret eder. Çünkü insanın estetik, sosyal, kültürel, sanatsal vb. boyutlarında çok yönlü beceriler kazanmasında ve dolayısıyla özgürleşmesinde zorunlu yaşam ihtiyaçlarının karşılanması ve bu temelde zorunlu ihtiyaçlarının temini dışında kendisine zaman yaratabilmesiyle mümkündür. Marx’ın iktisat vurgusunun esası tam da budur. Konuyu fazla uzatmadan Engels’e başvurmayı yeterli görüyoruz:

“Materyalist tarih anlayışına göre, tarihteki belirleyici etken son kertede, gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Daha çoğunu hiçbir zaman ne Marx ileri sürdü ne de ben. Eğer bizi bu görüşü iktisadi etken tek belirleyicidir anlamında bozarsa, böylece onu boş, soyut, saçma bir söze dönüştürmüş olur.”[11]

Sonuç yerine

Kitap boyutunda kuşkusuz doğru bulduğum tespit ve değerlendirmeler de mevcuttur. Fakat yazar çalışmasında bütünsel olarak ‘yeniden yapılanma’ anlayışını Marksizmin dışında kurma perspektifiyle ‘yeni paradigma’ önerisi temelinde incelemiş olduğundan tek tek olgusal doğruların Marksizmin sorunlarının çözümüne anlamlı bir katkı sunmaktan uzaktır.

Sonuç olarak; diyalektiği, materyalizmi ve Marksizmin temel kavramları olan üretici güçleri, üretim ilişkilerini, sınıfsal çelişkileri ve nihayetinde sosyalizmi Marksizmin krizinin esasları temelinde ele alan yazar, Marksizmin geçersiz bir paradigma haline geldiği ve aşılması gerektiği savı ile karşımıza çıkıyor.

Öte yandan yazarın ‘tarihsel sosyalizm’ olarak kurduğu ve sosyalizmin yerine koyduğu tarihsel komünaliteyi ya da tarihsel ezilen sınıflar diyebileceğimiz dinamikleri Marksizm yok saymaz ve bu kapsayıcılıktadır. Dünya üzerinde Marksist karakterle başarılı olan Ekim Devrimi’nden Çin ve Yugoslavya devrimlerine kadar neredeyse bütün devrimler kendi halk gerçekliğinin komünal isyan, gelenek ve birikimleri üzerinden Marksizmin evrensel ilkeleriyle bütünleşerek başarılı olmuşlardır.

Marksizm tüm bağlamlarından koparılarak salt bir tarih bilimi, tarih teorisi biçimiyle ele alınarak geçersiz kılınarak. Dolayısıyla, yeniden yapılanma Marksizmin kapsayıcılığı boyutuyla ele alındığı oranda mümkün olacaktır.

*Erol Dündar, Komün Dergi Özel Eki, 2019


[1] Başlarken, Komün Dergi, Sayı 1, s:7

[2] Erol Dündar, Marksizmin Krizi ve Yeniden Yapılanma, Tufan Yayıncılık, s. 27

[3] Age, s: 97

[4] Age, s: 188

[5] Page, s: 158

[6] age, s: 73

[7] age, s: 145

[8] Page, s: 206

[9] Marx, Engels, Marksizm s: 445

[10] Dündar, age, s:74, 208

[11] Marks, Engels, Seçme Yapıtlar, Cilt 3, 1. Baskı, s:59