Kapitalist dünyayla çarpışmak ve devrimi örgütlemek kolektif bir hareketi ve eylemi gerektirir. Ancak kolektif olarak akıntıya karşı yüzebilir, kapitalist sisteme karşı mücadele edebiliriz. Kolektif hareketin muhtevası burada önem kazanır. Zira insanlar birlikte mücadele ederken birbirine el uzatır, destek olur ama en nihayetinde akıntı güçlüyse yorulurlar. Yüzler terk edilen kara parçasına, güvenli alanlara, döner. Akıntıya karşı ilerlerken, rüzgar nereden eserse essin, alabora olmayacak, her zorluğa göğüs gerecek, rüzgarı arkasına almayı sağlayacak bir araca ihtiyaç vardır. Tıpkı yelkenli gibi rüzgar nereden eserse essin, dümeni kırıp yelkenine rüzgarı dolduracak bir araca. Partidir bu. Yelkenli gibi değişen koşullara karşı geliştireceği araç ve biçimlerle, rüzgarın gücünü arkasına alacak olan parti… Rüzgar, doğrudan arkamızdan esiyorsa kuşkusuz daha hızlı yol alırız. Kim bilir belki de sınıf düşmanımızın kabusu haline gelecek fırtınaya dönüşürüz. Ama eğer arkamızdan esmiyorsa rüzgar; onu beklemez, yelkenlerimizi dolduracak rüzgarı kendi çabamızla üretiriz. Her koşulda kavgayı büyütecek bir stratejik hat belirler ve düşmanın burçlarını döveriz.
Devrimi yapacak partinin tüm yönleriyle ele alınması, bütünlüklü bir parti teorisinin oluşturulması, günün yakıcı ihtiyaçlarından biridir. Ancak bu, öncelikle belli tartışmaları tüketmeyi ve yeni gelişen toplumsallığı kavrayan bir bakışı gerektirmektedir. Bu çalışmada, Leninist parti teorisinin güncellenme sorununa değinecek, yaşanan donma ve geriye doğru kırılmanın kaynağına inmeye çalışacak, Leninist parti modelinin ileriye doğru aşılmasını koşullayan dinamikler ve bizim bunları nasıl okumamız gerektiğine odaklanacağız. Bu bağlamda, partinin yapısı ve işleyiş ilkesi temel gündemimiz olacaktır.
Devrimimizin niteliği, mücadelenin en temel aracı olan partinin niteliğini belirler
Nasıl bir parti sorusu nasıl bir devrim sorusuna bağlanır. Yanıt aramamız gereken bir diğer soru da komünist partinin kendisini hangi sınıfın temsilcisi olarak ifade ettiğidir. Bu da elbette devrimimizin muhtevasıyla koşut olarak ele almamız gereken bir sorudur.
Paris Komünü ilk devrim deneyimdir ve 72 gün ayakta kalmış olmanın kısıtlarını barındırır. Ancak kendisinden sonraki tüm devrimleri proletarya diktatörlüğünün zorunluluğu ve temsililik ilişkisinin alanını daraltan uygulamalarıyla etkilemiştir. Komün devrimi komünist bir devrimdir. Onda aşamalılık yoktur.
Ekim Devrimi de aşamalı devrim anlayışıyla birlikte anılamaz. Şubat devrimi sonrası burjuva demokratik devrimin tamamlandığını ve önlerindeki devrim aşamasının sosyalist devrim olduğunu söyler Lenin. Nitekim Lenin’in hayatta olduğu dönemde Komintern’in ilk dört kongresinde de aşamalı devrim anlayışına tekabül eden bir formülasyon; demokratik devrim, sosyalist devrim diye bir aşamalandırma yoktur, ülkeleri ölçüp biçip ona göre demokratik devrim sosyalist devrim biçiminde bir belirleme söz konusu değildir. Rusya’nın özgünlüğünde, Şubat devrimi sürecinde sınıflar arası güçler ilişkisi, daha doğrusu işçi sınıfının ve partisinin örgütlülük düzeyi nedeniyle, yapılan devrim burjuva demokratik karakterdedir. TDH’nin koyduğu kriterler, aşılması gereken eşik diye ifade ettiği bir belirleme ise yoktur.
Çok açıktır, Lenin’de devrimi belirleyen hangi sınıfın iktidarı aldığıdır. Şubat Devrimi’nde işçi sınıfının örgütlülük düzeyi zayıf olduğu için iktidarıburjuvazialır. Şubat devriminin üzerinden iki ay geçmişken artık önlerindeki devrim aşaması, işçi sınıfı ve yoksul köylülüğün ittifakının bir sonucu olan sosyalist devrimdir. Üçüncü Enternasyonal’in 6. Kongresinde ülkelerin kategorize edilmesiyle belirlenen devrim programları ile Lenin’in bu program anlayışı çok örtüşmez. Komünist Enternasyonal Programındaki formülasyona göre Lenin’in Nisan Tezleri yanlıştır.
Bu anlamda bizim ezberlerimizden biri olan demokratik devrim, sosyalist devrim gibi kalıplar Lenin’de yoktur. O, Rusya’nın özgün koşulları içerisinde tamamen siyasal iktidar sorunuyla bağlantılı bir devrim tanımı yapar.
Komünist Enternasyonal Programında ülke devrimleri için sosyoekonomik yapı tahlili başa alınıyor ve bu temelde burjuva demokratik devrim tipleri ile sosyalist devrim tipi tanımlanıyor; örnekler veriliyor. Kategorilendirme şöyle; hayli gelişmiş kapitalist ülkeler, orta düzeyde gelişmiş kapitalist ülkeler -ki bunlar da kendi içerisinde düzeylerine göre kategorize ediliyor- için doğrudan sosyalist devrim, sömürge ve yarı sömürge ülkeler ve Afrika’nın bazı kısımlarını içine alan sömürge ve yarı sömürge ülke kategorisinden de geri ülkeler içinse demokratik devrim çerçevesi çiziliyor. Program, kapitalist üretim ilişkilerinin ve üretici güçlerin durumu, proletaryanın devrim yapabilecek nitel ve nicel güce sahip olup olmaması, köylülüğün durumu vb. üzerinden belirleniyor.
Pozitivist bir değerlendirmenin üzerinden yapılan (Lenin ise oldukça dinamik bir devrim perspektifine sahiptir) aşamalı devrim teorisi ve bunu daha da karikatür hale getirmiş olan TDH’nin devrim programına yaklaşımını aşmalıyız. Tüm tarihsel devrim deneyimlerini hem tarihselliği içerisinde hem de kısıtları, yanlış ve hatalarıyla birlikte deneyim haznemize dahil etmeliyiz. Paris Komünü’nden başlayarak, Ekim Devrimi, Çin, Küba ve Vietnam devrimleri ve tüm diğer sosyalizm deneyimleri devasa birikimiyle yolumuzu aydınlatıyor. Ancak biz tarihi bu devrim deneyimlerinde dondurmuşcasına program ve örgüt teorisi sorununa yaklaşamayız.
Elbette bir devrim programımız olacak, burada devrimi nasıl tanımladığımızı ifade edeceğiz. Türkiye’nin sosyoekonomik yapısını değerlendirdiğimizde bu, komünizmin ilk evresinin başlatıcısı olmaktan başka bir anlama gelmeyecek olan sosyalist devrimdir.[1] Bugün kapitalist üretim ilişkilerinin gelmiş olduğu düzey üzerinden sosyalist devrimin maddi-toplumsal temelleri mevcuttur ve önümüzdeki devrim -komünizmin ilk evresi anlamında- sosyalist inşayı gerçekleştirebileceğimiz bir devrimdir. Öte yandan, Türkiye’de faşizme ve sömürgeciliğe karşı mücadele içerisinde, geniş ittifak ilişkileri ile şekillenebilecek bir devrimin koşulları gelişebilir. Bu anlamda sömürgeci faşist devleti yıkıp iktidarı hangi koşullarda ve hangi ittifak ilişkileri içerisinde alacağımız, devrimimizin niteliğini de belirler. Böylesi bir devrim diyalektiği gerçekleştiği koşullarda da gerçekleşen siyasal devrimi daha ilk baştan bir toplumsal devrime doğru ilerletmek, sosyalist inşaya geçiş yapmak elzemdir.
Şu açıktır, siyasal bir devrimle sınırlamaksızın sosyalist inşaya örgütleyeceğimiz devrimimizin karakterini belirleyecek olan örgütlenme, komün olacaktır. Önüne komünlerin birliğinden oluşan bir yönetimi koyacaktır. Bu, şekli olmayacak; daha baştan üretim-yönetim birliği esasına dayanacaktır. Yaşam alanları da dahil toplumsal üretim ve yeniden üretim süreçlerinin hepsini, yaşamsal bütün ihtiyaçları tanımlama ve karşılamayı da bu esas üzerinden ele alacağız. Kuşkusuz hiçbir devrim laboratuvar koşullarında gerçekleşmez ve inşa olmaz. Her devrim uzun veya daha kısa bir iç savaş sürecinden geçer, bu iç savaşın toplumsal dokuda ve yaşamda bırakacağı etkiler neler olacaktır? Devrim sonrası, içeriden ve dışarıdan büyük bir saldırıyla karşı karşıya olunacağı kesindir. Bu anlamıyla bu yazdıklarımızdan bir idealizasyona gittiğimiz anlaşılmasın. Devrimimiz ve sosyalizmin inşa süreci, toplumsal güçler dengesi ve sınıf mücadelesinin seyri, ulusal ve uluslararası güçlerin durumu zemininde ilerleyecektir. Ancak koşullar her ne olursa olsun yönümüzü -devrim perspektifimizin temel ayrım çizgisini- belirleyecek olan üretim-yönetim birliğidir ve bu, devrim yapma iddiasındaki partinin yaşamsal ilkelerine de nüfuz edip bugünden onu belirleyen, karakter kazandıran yön olacaktır. Komün gücü kavramlaştırmamız da Leninist parti modelini güncelleme perspektifimiz de buradan çıkışını almaktadır. Parti yaşamında kolektivizmi bir yaşam ilkesi olarak kavrayıp örgütlemeyi esas alıyoruz. Bunun araç ve biçimlerini tartışıyor, örgüt teorisini buradan geliştirmeyi önümüze koyuyoruz.
Nasıl bir devrim sorusu, partiyi ve onu şekillendirecek olan örgütsel işleyiş ilkesini tartışırken şuradan önem kazanıyor: Aşamalı devrim anlayışı, komünizme yakınsayan iç ilişkiler sistematiğini gerektiren bir parti arayışının yakıcılığını; bunun aynı zamanda, bugünün sınıfsal/toplumsallığını kavrayıp örgütlenmek için gerekli olduğunu ıskalar. Mücadele koşullarının getirdiği zorunlulukları normalleştirmeye meyilli bir devrim anlayışına kapı aralar. Oysa zorunluluğu aşma bilinci sonal amacımızla bizi karşıtlaştırmamalı, aksine daha da yakınlaştırmalıdır. Antiemperyalist demokratik halk devrimi tanımı doğrultusunda tartışılacak ekonomik-siyasal-sınıfsal-toplumsal birçok dönüşüm bizi buraya hapseder. Bu devrim tahayyülü “eski öldü, yeni henüz doğmadı” demektir. Oysa bizim devrimimiz, başlı başına yeninin kendisi olmalıdır. Eskinin izlerini taşısa da artık yeninin içinden konuşmalı, cümleler kurmalıyız. Öte yandan siyasal devrimin komünistlerin hazır olmasını beklemeksizin kapıda olacağı zamanlarda gerçekleşecek bir demokratik devrimin -örneğin bugün Türkiye’de güçlü bir antifaşist hareketle gelişecek bir devrimin- de kesintisizce sosyalist inşanın adımlarını örgütlemesi, devrimi sosyalizm yönünde derinleştirmesi gerekir. Komünarlar, kendisini her durumda demokratik devrimde sabitleyen, ülkedeki nesnel gerçekliği yok sayma pahasına hayatı demokratik devrim formülasyonuna uydurmak için gerçekliği tersyüz eden anlayışları kesinlikle reddeder.
İhtiyacımız olan yeniden yapılandırma değil yeni yapılanmadır
Buraya kadar anlattıklarımız devrim perspektifimizin en genel anlamda ortaya çıkarmış olduğu düzlemi ifade etmektedir. Bunu kapitalist üretim ilişkilerinin gelişkinlik düzeyi, oluşan yeni sınıf durumu, yaşanmakta olan siyasal-sınıfsal-toplumsal altüst oluş ile birlikte değerlendirmek gerekir. Emperyalist kapitalist sistemde yaşanan dönüşümün bir sonucu olarak, üretim ve emek organizasyonlarında yaşananları görmeli ve bunun teorisini, siyasetini yapan, örgüt teorisini yeni sınıf/toplum/birey durumunu kapsayacak şekilde oluşturan bir parti olarak kendimizi örgütlemeliyiz.
Lenin’in parti teorisi, devrimler çağı olan emperyalizm çağının başlarında yaşanan Rus devriminin damgasını taşır. Bu, işin doğası gereği böyledir. Sovyet devrimi de Bolşevik parti deneyimi de devasa birikimiyle bugün de önümüzü aydınlatıyor. Ancak her deneyim, pratikleştiği anda artık aşılmaya başlar. Bu, inkarcılık değil içererek aşmaktır. Bugün bu aşma ilişkisinin muhtevasını belirleyen, devrimci kopuş çizgisini gerekli kılan ise içinde yaşadığımız dünyada yaşanan köklü değişikliklerdir. Emperyalist kapitalist sistem cephesinden adeta bir çağ dönümü olarak ifade edebileceğimiz büyük alt üst oluşların yaşandığı; bunun ekonomik, siyasal, toplumsal, sınıfsal, askeri, kültürel her alanda karşılığının olduğu bir dönemde, devrimimizin muhtevası da parti teorimiz de değişmek dönüşmek zorundadır.
Bugünün ihtiyacı olan bir komünist öznenin nasıl olması gerektiğini tartışmak, teorik-siyasal anlamda bir kuruculuğu gerektirir. 100 yılı aşkın bir zamandır yaslandığımız bir deneyimi süzerek, ona dayanarak bugünün ihtiyacı olan örgüt anlayışını oluşturamayız. Dün belki, teorik-siyasal olarak yazılmış olanları referans alıp, ona eklemeler yapmak veya ondan bir şeyleri çıkarmak yeterliydi. Bugün bu yetmiyor, referans sistemi değiştiği için bu yeni düzlemi tanımlayarak, bunu karşılayabilecek teorik-siyasal çıkarımları yapma ihtiyacı var. Yani teorik-siyasal-örgütsel her anlamda kuruculuğa ihtiyaç var. Ve bunların bileşkesi olarak pratikte karşılığını bulacak bir buz kırıcılık gerekiyor. Buz kırıcılığı nasıl olabilir? Eğer kitleyi biriken bir suya benzetirsek onun akacağı kanalı açmaktır. Bu anlamda mücadelenin akış yönünü belirlemek ve ilk çıkışı sağlamakta ifadesini bulur. Elbette bu, tek taraflı bir ilişki değildir; kitlelerle, kitle hareketiyle karşılıklı bir ilişki olmadan, ona değmeden, onun gerçek talep ve ihtiyaçlarına dokunmadan yön tayinini gerçekleştiremeyiz. Bunu yapabilmek; öncelikle gideni ve gelmekte olanı anlamayı şart koşuyor.
Kitle hareketine, yeni toplumsal hareketlere baktığımızda bile bu ihtiyacı görürüz. Bu hareketler, başka bir yere akıyor. Eski kodlarımız içerisinde kaldığımızda bu hareketleri kavrayabilecek kapsayabilecek durumda olmayacağımız aşikardır. Bu örgütlenme arayışlarını, sınıfsal/toplumsal çelişkileri kavrayarak devrim mücadelesine akıtabiliriz. Kitlelerin yeni örgütlenme ve toplumsallaşma arayışlarını kavrayıp nüfuz edemezsek bunlar sisteme içerilecek, en radikal olanı bile kapitalist dünyanın içerisinde kendisine yol arayacaktır.
Zaman-mekan diyalektiğini doğru kavradığımızda düzlemin bir bütün olarak farklılaştığını ve artık yeniden yapılandırmayı aşan ve yeni yapılanmayı gerektiren koşullar içerisinde olduğumuzu görürüz. Belli tarihsel dönemeçler vardır ki artık süreklilik içinde kopuş yetmez, içinde olduğumuz dünya, paradigma değişimini koşullar. İşte tarihin tam da bu yerinde, hareketimizin muhtevasını belirleyecek olan, devrimci kopuş çizgisidir. Bu, uzay boşluğunda yaşanmaz, bir birikimin, bir tarihselliğin üzerine oturur; bu birikimi ve tarihselliği içerir ve yeni olanı inşa eder; yeniden süreklilik içinde kopuş diyalektiğine bağlanır.
Teorik-siyasal-örgütsel her düzeyde yeni yapılanmayı tartışıyor, bunun çabasını veriyoruz. Örgüt sorununda yeni yapılanma demek, daha en baştan devrimimizin muhtevası tarafından belirlenen iç ilişkiler sistematiğini ve örgütlenme ilkelerini oluşturmaktır. Devrimimiz üretim yönetim birliği ilkesine dayanacak; çalışma, yaşam ve yönetim işlerinin hepsinin komün esasına göre yürütüleceği bir devrim olacak, dedik.
TDH’nin devrimci yükseliş zamanlarında üretilmiş çok güzel bir sloganı var; “üreten biziz yöneten de biz olacağız!” Bu slogan sade, özlü olduğu kadar geleceğin toplumsal ilişkilerini ifade etmesiyle de anlamlı bir slogandır. Kaba iş bölümünü, kafa ile kol emeği arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırma perspektifini içerir. Bugün kolektif emekçi karakteriyle kafa ile kol emeğinin iç içe geçmişliğinin bu denli artmış olduğu koşullarda bu sloganın işaret ettiği üretim-yönetim birliği ihtiyaç olmanın yanı sıra bir zorunluluk olarak devrimimize damgasını vuracaktır.
Lenin, devrimin ilk zamanlarında, bir aşçının aynı zamanda yönetme işini yapabileceği, yöneticiliğin gereksizleşeceği bir toplumsal örgütlenmeyi anlatır. Yönetme işi artık sadece nitelikli emek gücünün yerine getireceği bir iş değildir. En basit işi yapan işçinin bile nasıl yönetebilir hale getirileceğini anlatır, bunun örgütlenme anlayışını, konsey örgütlenmesi ve demokrasisi olarak formüle eder. Konseyler demokrasisi, doğrudan demokrasiye yakınsamasıyla; yönetim işini ayrıcalıklı bir kesimin fonksiyonu olmaktan çıkartacak şekilde tariflenir. Ekim devriminin ilk zamanlarında bunun yoklaması yapılmış, ancak hem nesnel koşulların elverişsizliği hem de öznel koşullar, tercihler nedeniyle bu doğrultudan sapılmıştır. (Konumuz Sovyet devriminde yaşanan kırılma ve yabancılaşma olmadığı için nedenlerini ayrıca ele almıyoruz.)
Öte yandan 20. yüzyıl sosyalizm deneyimlerinde, sovyetler/konseyler arası ilişkiyi örgütleyebilmek alabildiğine güçtü, iletişim ağlarının zayıflığı koşullarında her şey kırtasiye demekti ve bürokratik işleri gerektiriyordu. Bir belgenin bir yerden bir yere gitmesi bile bir zaman, bir mekanizma, bir hiyerarşi oluşturuyordu. Bu, devrim öncesi örgüt çalışması ve işleyişi için iki kat daha güçtü. Bugünse bilişim teknolojilerinin, iletişim ve enformasyon ağlarının bu denli geliştiği koşullarda dün yönetme erkini koşullayan ve onun asli fonksiyonlarından birini oluşturan birçok iş, hiçbir mekanizmayı, aracıyı gerektirmeden, herkesin doğallığında yapılabileceği düzeye gelmiştir.
Leninist parti teorisinin çıkış koşullarını anlamak
“Komünistlerin vardıkları teorik sonuçlar, hiçbir şekilde, şu veya bu sözde dünya reformcusu tarafından icat edilmiş ya da keşfedilmiş olan düşünce veya ilkelere dayanmaz. Bunlar yalnızca, var olan bir sınıf mücadelesinin, gözlerimizin önünde gerçekleşen bir tarihsel hareketin gerçek ilişkilerinin genel ifadesidir.” Komünist Manifesto’daki bu bu belirlemeyi örgüt teorisine doğru da genişletebiliriz. Buradan hareketle devrim yapma iddiasındaki parti, sınıf mücadelesinin, “tarihsel hareketin gerçek ilişkilerinin” içinde, onun bir parçası olarak örgütlenmek durumundadır.
Leninist örgüt ve Bolşevizm, Lenin’in kahin kafasının ürünü değil, o dönemin tarihselliğinin belirlediği sınıflar mücadelesinin ateşi içinde ve bizzat bu pratiklerin her aşamasında, daha önceki aşamanın eksikliklerini tamamlayarak, yanlışlarını aşarak, doğrularını geliştirerek bir tarihsel dönemin en ileri politik devrimci örgütlenmesi olarak doğmuştur. Bu anlamda toplumsal mücadele için evrensel birikimleri içinde taşıyan en yüksek kazanımıdır. Ama bugün bize Leninist örgüt yetmez. Bolşevizmin ve sonrasındaki tüm devrim ve iktidar deneyimlerinin kazanımlarını, bugünün dünyası ve sınıfsal gerçekliği üzerinden, yeni bir devrim partisini yeniden kurmak zorundayız.
Parti, üretim ilişkilerinin ve üretici güçlerin gelişim düzeyi, tarihsel, siyasal, toplumsal, sınıfsal, kültürel vb. birçok etken tarafından şekillenen koşullar içerisinde var olur. Partinin mevcut ilişkileri alt üst edecek devrimin kaldıracı olabilmesi, ancak içinden çıktığı koşulları doğru okumasıyla mümkündür.
Bolşevik partinin içine doğduğu koşulları en genel hatlarıyla tanımladığımızda şunları söyleyebiliriz: Bolşevik parti proleter devrimlerin çağı olan emperyalizm çağında, devrimin güncel olduğu koşullarda gelişmiştir. O dönem, kapitalizmin gelişmesiyle köylülükte yaşanan çözülmeyle gerçekleşen toplumsal-sınıfsal dönüşümün yanı sıra işçi sınıfı da sanayi proletaryasının iş bölümü, kontrol ve denetim mekanizmalarının da etkisiyle kendi içerisinde dönüşmekteydi. Ve bunların siyasal, sınıfsal, toplumsal, kültürel dokuya doğrudan etkide bulunduğunu söyleyebiliriz. Lenin, partiyi düşmanın gücü ve siyasi-askeri örgütlenme düzeyini, devrimin ihtiyaçlarını çözümleyerek, Çarlık Rusyasını yıkacak ve sosyalist dönüşüme öncülük edecek şekilde örgütler. Ancak ekonomik-siyasal-toplumsal-kültürel dönüşümün yönünü belirlemeksizin böyle bir çözümlemeyi yapmak mümkün değildir. Henüz Rusya’da ağırlık kazanmamış olsa da tarihsel gelişimin yönü artık kapitalizmin gelişim süreci ile birlikte sanayi proletaryasının merkezinde olduğu bir örgütlenme ve yapıyı koşullamaktadır. O dönem açısından sanayi proletaryasını belirleyen ise Taylorist üretim modeliydi.
Taylorist üretim modeli, fabrika üretiminin bant sistemi şeklinde dizayn edildiği bir modeldir. Fabrikadaki tüm işçiler, üretim bandı üzerinden birbirine bağlanır. Bir parçadaki aksaklık ondan sonra gelen tüm parçaları da aksatır. Çalışmaların tüm bilgisinin toplandığı bir yönetim merkezinin yanı sıra, kendi içerisinde ardışık bir dizilime sahip olan bölümlerin her birisinin denetimini, kontrolünü yapan, onları yönlendiren bir ara kademe vardır. Her şeyin planlayıcısı, karar vericisi merkezi yönetimdir, alınan kararları aşağı doğru taşıyan, uygulanması sırasında çıkan aksaklıkları, sorunları çözen; çözemediyse üste bildiren; planlamanın kontrol, denetim ayağını yerine getiren ise bir hiyerarşik dizilim içerisindeki bu kesimlerdir. Dikey bir yapıdır fabrika. Kaskatı bir hiyerarşi hüküm sürer. Ve o dönem, bu temelde gelişen üretim ve emek organizasyonları, toplumsal dokuya kadar sirayet etmiş, yönetim ilişkilerini de belirler hale gelmiştir.
Lenin, partiyi, o dönemki sınıfsal, toplumsal, kültürel yapıyı kavrayarak örgütler. Merkezi yapısıyla, hiyerarşik dizilimiyle Bolşevik partinin yapısı, yıkmayı hedeflediği Çarlık otokrasisine karşı savaşmanın zorunluluklarıyla birlikte içinden çıktığı dönemin sınıfsal, toplumsal, kültürel etkilerini taşır.
Kuşkusuz burjuva diktatörlüğü yıkmak ve devrim yapmak iddiasındaysak şiddet tekelini elinde bulunduran devlete karşı bir savaş başlattıysak, bu savaşımın zorunlu bir sonucu olan hiyerarşiyi bir bütün olarak reddedemeyiz. Ancak bizim dünyamıza ait bir şey olmadığının bilinciyle, yoldaşlar arası ve kadro-örgüt ilişkisindeki yabancılaştırıcı etkisine karşı sürekli bir iç mücadele içerisinde olmalıyız. Lenin, dikey örgütlenmenin, katı hiyerarşik dizilimin olumsuzluklarını elimine etmek, komünist ütopyamızda yeri olmayan iktidarcılığın gelişmesini engellemek ve kadroların örgütün gelişimi üzerinde etkide bulunabilmesini sağlamak için merkeziyetçiliği demokrasiyle dengeler; temel işleyiş ilkesi olarak demokratik merkeziyetçiliği belirler.
Merkeziyetçilik de demokrasi de sınıflı toplumun ürünü olan kavramlardır. Komünizmde bu kavramların hükmü kalmayacaktır. Bunları yazarken ideal bir parti ve iç ilişkiler anlatımı yapmak değildir derdimiz. Önümüze hedef olarak koyduğumuz, daima sigortalar oluşturarak ilerleyeceğimiz hattı ifade ediyoruz. Merkeziyetçilik bir zorunluluk olarak şekillenirken onun bize yüklediği gerilikleri, bize yabancı ilişki biçimleri ile savaşımı, yine sınıflı dünyanın içerisinde varlığını sürdüren demokrasiyle yapmalı mıyız, bugün bunu tartışıyoruz. Bu, belki de o dönemin sosyoekonomik koşulları, henüz feodalizmin etkisinin ağır bastığı kültürel şekilleniş, o günün dünyasındaki sınıf dizilimi üzerinden gelişen toplumsal yapıya uygundu. Devrimleri yapan partiler bu işleyiş ilkesi temelinde örgütlendi.
Buradaki sorgulayıcılığımız merkeziyetçiliğe dair değil, koşulların değişimiyle elbette merkeziyetçiliğin kendisi de değişip dönüşüyor. Ancak şu bir gerçek ki, sınıf düşmanımızla savaşım içerisinde, yer altı koşullarında merkeziyetçiliğin varlığı ve koşullara göre ağır basması bir zorunluluktur. Lenin devrim yapacak partide demokratik merkeziyetçiliğin merkeziyetçi yönünü öne çıkartır ve dengeleyici unsur olarak demokrasiyi kullanırken, devrimin ilk zamanlarında -diyebiliriz ki Kronştand Ayaklanması’na kadar- tersten demokrasi ayağına öncelik veriyor. Sovyetlerin bu ilk süreçleri bizim bugünümüze de ışık tutabilecek zenginlikte kitlelerin devrimci öz girişkenliğini, yaratıcılığını, devrime aktif katılımını sağlayacak şekilde gelişir. Merkeziyetçilik kuşkusuz devrimin korunması ve toplumsal örgütlenmesinin planlanması için yine bir zorunluluk. Ancak bu, kitlelerin kolektif hareketinden beslenen ve onu besleyen, üretim ve yönetim birliği ilkesini yaşamsallaştıracak şekilde temsililik ilişkisinin alanını daraltan bir yerde duruyor. Söz konusu olan konseyler demokrasisidir, parti diktatörlüğüne dönüşen bir sosyalizm anlayışı değildir. Parti, ideolojik siyasal önderliğiyle, esasta komünist kadroların sovyetlere içeridenleşerek önderlik yapabilmesiyle devrime yön kazandırır.
Lenin, proleter demokrasiyi, doğrudan demokrasiyi yakınsayacak şekilde tarifler ve öyle savunur; temsiliyet ilişkisini mümkün olduğu her yerde azaltmayı öne alır, böyle formüle eder. Ve devrimin ilk yıllarında, konseyler demokrasisi şu şekilde formüle edilir: Bir bölge sovyetinde temsilcilerden oluşan bir kurul seçilir. Ancak bu her şeye karar veren pozisyonunda değildir. Esas olarak Sovyette alınan kararların yürütümünden sorumludur. Doğrudan tüm sovyet üyeleri karar alma sürecinde yer alır, bu kararların yürütümünden ve merkezle senkronizasyonundan sorumlu temsilcilerini seçer ve gerekli gördüğü her an bu temsilcileri geri çağırma hakkına sahiptir. Kitleleri devrime yabancılaştırıcı kurum ve mekanizmalar, devrimi inşa ve koruma ihtiyacı nedeniyle varlığını korur, ancak ileriye doğru aşmak ve sönümlendirmek asıl hedeftir. Devrimci hareket, Ekim devriminden dersler çıkartır, bu deneyimi süzerken en başta sovyet demokrasisinin söz konusu olduğu, konum ve mekanizmaların sönümlenme ilişkisi ile tanımlı olarak varlığını koruduğu bu ilk yılları esas almalıdır. Farklı siyasal öznelerle ilişkide de parti içi mücadelede de bu yıllar, oldukça zengin bir deneyimi içermektedir. Bu anlamda Paris Komünü’nün dersleri capcanlıdır.
Leninist parti modelinin bugünü karşılayamayacağını, ondaki evrensel yönleri alıp zaman ve mekanla sınırlı niteliklerini, ilkelerini aşmamız gerektiğini ifade ettiğimizde karşılaştığımız temel eleştirilerden bir tanesi ML’yi tahrif ettiğimiz, Leninist parti modelini reddettiğimiz yönündedir. Oysa bizim savunduğumuz, kapitalist üretim ilişkilerinin gelmiş olduğu düzey ve yaşanan altüst oluş temelinde gelişen sınıfsal-toplumsal durumu, yeni birey durumunu gören bir devrimci özneye ihtiyaç olduğudur. İhtiyaç tespitini tarihsel deneyimlerden süzerek karakterini belirlediğimiz devrim anlayışımız ve kapitalist üretim ilişkilerinin gelmiş olduğu düzeyin bir sonucu olarak gelişen toplumsal dönüşüm üzerinden yapıyoruz. Dünün örgüt anlayışı, artık bugünü karşılamıyor.
Leninist parti teorisini dogmalaştırma sorunu
Lenin parti teorisini yaparken çok doğal olarak içinde yer aldığı zamansallığın ve mekansallığın içerisinden bakıyor. Maddi toplumsal temelleriyle birlikte o, Rus devriminin içerisinde, devrimin sorunlarına çözüm üretebilecek, ihtiyaçlarına yanıt oluşturacak olan örgüt teorisini geliştiriyor. Bolşevik parti, 1900’lü yılların başında, Rusya’nın o dönemki somutluğu içerisinde şekilleniyor. Haliyle hem dönemin hem de Rusya’nın özgün koşullarının üzerinde gelişiyor. Bunları ifade etmek Leninist parti teorisinin evrensel yönlerini yok saymak anlamına gelmez. Biz sadece teorinin dogma haline getirilmesine itiraz ediyoruz.
Hiçbir şey boşlukta oluşmuyor, havaya asılı bir zaman diliminde gelişmiyor. Zuhur ettiği tarihsel-toplumsal-siyasal koşulların etkilerini taşıyor. Tıpkı Leninist parti modelinde olduğu gibi. Komünist Enternasyonal’in 21 koşuluna damgasına vurmuş olan Bolşevik Parti’nin Komünist Enternasyonal’e sunduğu karar tasarısı için Lenin’in yazdıklarını burada hatırlamak yerinde olur. Lenin, alınan kararların, belirlenen ilkelerin Rusça olduğunu söyler. Ve yabancılar için bu anlaşılmazdır, der. Burada bir benzetim vardır, yoksa Rusça mevzusu değildir sorun. Kararlar Rusya’nın, o dönemki tarihsel-siyasal-toplumsal-kültürel koşulları içerisinde alınmış, ancak dünya partisi olan Komünist Enternasyonal kararlarına dönüştürülmüştür. Aynı zamansallığın içerisindeyken bile bu uyarıyı yapar Lenin. Oysa sonrasında yaşanan pratik çok daha katıdır. 100 yılı aşkın bir zaman önce ne karar alındıysa onların aynen kabulü üzerinden ilerlenmektedir. Bu tam bir donmadır. Lenin, canlı bir yapı olarak partinin, program ve tüzüğünün her kongrede değişebileceğini ifade eder. Zira mücadele koşulları, devrimin sorunları farklılaştıkça bunlar da güncellenir. Bir yerden sonra devrim ütopik bir hal alıp mistisize olmaya başlayınca partinin kendisi ve işleyiş ilkeleri de mistisize edilmeye ve değişmez doğrulara dönüşmeye başladı.
O halde, parti ilkeleri daha Lenin zamanında Komünist Enternasyonal üyesi diğer partiler için Rusça kaldıysa, Lenin bugün yaşasaydı kim bilir ne derdi? Şu açık olmalıdır, biz tüm tarihsel deneyimlerden öğreneceğiz. Leninist parti modelinin de evrensel yönlerini alacak bugünün koşullarında, çok daha geliştirmiş olarak kullanacağız. Ancak her zaman-mekanın ve bu temelde gelişen siyasal, toplumsal koşulların bir özgünlüğü vardır. Ve tüm bunlarla beraber parti şekillenir. O dönem özgülünde de, her ülkenin salt bir komünist parti tarafından temsil edilmesi kararı, Ekim Devrimi’nin özgün koşulları içerisinde, bir yerden sonra şekillenen -parti içerisinde de ideolojik görüş ayrılıklarına yer vermeyen tekçi- tek partili sosyalizm anlayışının ilkeselleşmiş halinin yansımasıdır. Dönem açısından da ciddi sorunları içerir. Türkiye’de devrimci örgütler, Komünist Enternasyonal kararlarını, Leninist parti olmanın kriterleri olarak kabul edilen 21 koşulu, zaman-mekan diyalektiğini yoksayarak savunmuş, o dönem partilerinin karikatürleri haline gelmişlerdir. Hiç fabrika hücresi olmayan partiler kendilerini hücre tipi örgütlemekten bahseder, onun formülasyonunu yaparlar. Ancak bunun bir karşılığı yoktur.
Leninist partide evrensel olan ne varsa alıp geliştireceğiz
Leninist partinin evrensel yönlerini alacak, ancak kendimizi salt bunlarla sınırlamayacak; bugünün ekonomik, siyasal, askeri, sosyal, kültürel koşullarını karşılayacak ve devrim yapma iddiamızı soyut bir söylem olmaktan çıkaracak partiyi ele alacağız. Bu temelde Leninist partinin evrensel ve bugün de hiç tereddütsüz savunmamız gereken yönlerine sımsıkı sarılacağız.
Bunları sıralarsak;
1- Devrimin toplumsal öznesi olan sınıf, en devrimci sınıf işçi sınıfıdır. Bu, komünist partinin siyasal bir özne olarak temsil edeceği sınıfı ifade eder. Marx, sınıf analizini burjuvaziye karşı mücadelede mevzilenmeyi sağlayacak şekilde tarifler. Kapitalizmin gelişimiyle birlikte çözülmekte olan sınıf ve sınıf kesimlerini analiz eder ve oradan evrenselleşen sınıf olarak işçi sınıfına varır. Bu, partinin hangi sınıfa karşı hangi sınıfla, hangi bağlaşıklarla konumlanacağının bilgisini verir bize. Bugün yıkıcı proleterleştirme dalgalarının bir sonucu olarak proleterleşen toplumdan bahsediyoruz. Bir diğer boyut da, yaşamın her alanının metalaşması ve meta üretim ve egemenlik ilişkilerinin bir parçası haline gelmesiyle sınıfsal çelişki ve çatışmaların salt üretim süreciyle sınırlı kalmayıp yaşamın her alanında ifadesini bulmasıdır. Bu da toplumsal proletarya tarifini yapmamızı sağlamaktadır. O halde işçi sınıfı salt bir ekonomik kategoriye indirgenemez ve sınıfsal karşıtlık ve çelişkiler yaşamın tüm alanlarında açığa çıkar. Tarihsel-toplumsal birçok çelişki ve çatışma da bugün sınıfsal çelişkilerle yoğrulmuş ve dönüşmüş olarak etkisini sürdürmektedir ve toplumsal proletarya dediğimizde sınıfsal çelişkisinin yanı sıra cinsel, ulusal, mezhepsel, kültürel vb tüm çelişkileriyle birlikte tariflediğimiz bir sınıf durumundan bahsetmiş oluruz. Bu, aynı zamanda tüm bu çelişkileri devrim mücadelesinin kaldıracı haline getireceğimiz anlamına gelir.
2- Devrimin partisi, ister burjuva demokrasisi ister faşist diktatörlük koşullarında olsun farketmez, mutlaka yer altı temelinde örgütlenmelidir. Devrim yapma, burjuva sınıf diktatörlüğünü, hangi biçimi olursa olsun, yıkma hedefinin bir sonucu olarak böyle olmalıdır. Bu, örgütsel varlığını korumanın yanı sıra, partinin ideolojik-siyasal bağımsızlığının garanti altına alınması açısından da elzemdir. Burjuva demokratik alanın varlığı veya genişliği bu ilkeyi silikleştirmenin gerekçesi yapılamaz. Bu durum olsa olsa fiili meşru mücadele alanını çok daha etkin ve geniş kullanmamızın önünü açar. Yer altı temelinde örgütlenme sorunu, TDH içinde genel olarak faşizmle/olağanüstü rejim tipiyle birlikte ele alınır. Oysa yer altı temelinde örgütlenme ilkesinin evrensel olması, devrimin burjuva diktatörlüğünü yıkma hedefiyle tanımlı olmasından kaynaklanır. Sınıf düşmanımız bu faaliyetimiz karşısında bize gül atmayacaktır. Bu nedenle, parti faaliyetinin sürekliliği ve güvenliği, devrim yürüyüşünün akamete uğramaması için, zaman ve mekandan bağımsız olarak illegal temelde örgütlenmek zorunluluktur. Bu açık alanda etkin bir mücadele yürütmeyeceğimiz, burjuva demokrasisi veya olağanüstü bir rejim tipiyle genişleyip daralan imkan ve koşulları değerlendirmeyeceğimiz, açık alanı devrim için istismar etmeyeceğimiz anlamına gelmez. Devrimin partisi tersten söyleyecek olursak en koyu faşizm koşullarında, çok yoğun baskıların olduğu dönemlerde bile kesinlikle yer üstünde de örgütlenmek, kitlelerle temas noktalarını artırmak durumundadır. Politikanın açık örgütsel faaliyetin kapalı olması burjuva diktatörlüklerinin her dönemi için geçerlidir. Etkin bir açık alan faaliyeti yürüttüğümüz koşullarda bile.
3- Evrensel sınıfın partisi, her koşulda evrensel olmalıdır. Enternasyonalizm, konjontürel olarak öne çıkartacağımız bir yön değil çizgi sorunudur. Dün de bugün de ülke devrimlerini dünya devrimine doğru ilerletmek, komünist partilerin en ayırıcı özelliği oldu. Bu yönün zayıfladığı her devrim ulusal tandanslı devrimlere dönüştü, içe döndü, dünya halklarını ve devrim mücadelelerini emperyalist kuşatmayı etkisizleştirecek şekilde geliştiremedi. İçeride de yapısal birçok sorunla birlikte, bir yerden sonra yozlaşıp çürüdü. Sovyetler ve Komünist Enternasyonal, sosyalist anayurt savunması adı altında, farklı coğrafyalardaki devrim mücadelelerini ya SSCB’nin dış politikasına bağlayarak araçsallaştırdı ya da destek vermedi. Birçok ülke komünist partisi, ezen ulusun komünistleri olarak ülkelerinin sömürgeciliğine ses çıkarmayarak yozlaştılar. Türkiye özgülünde şunu çok açık söyleyebiliriz; Kürdistan’daki sömürgeci savaşa karşı net tutum almak ve Kürt halkının özgürlüğünü savunmak, sömürgeci faşist devlete karşı savaşmak devrimciliğin, komünist olmanın turnusol kağıdıdır.
“İnsan yaşadığı yere benzer/O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer…” Tam da bunun için vatansız olan proletaryanın partisi olarak biz tanımsız bir coğrafyada değil içinde yaşadığımız ülkede devrim yapmayı önümüze koyuyoruz. Tanıdığımız, bildiğimiz, toprağına suyuna benzediğimiz, tarihsel-toplumsal-kültürel birikimiyle harmanlandığımız, kendimizi var ettiğimiz yerden başlayarak, bölgeyi ve dünyayı sarsmayı hedefliyoruz. Devrimimiz ulusal sınırlar içerisinde kalmayacak, dünya devrimine dönüşene kadar sürecektir! İşte bu yüzden daha en baştan enternasyonalist bir çizgide mücadele edecek bir partiyi inşa edeceğiz.
4- Burjuva diktatörlüğünü yıkmak; sınıfsız, sömürüsüz, sınırsız, cins eşitlikçi yeni bir dünya kurmak istiyorsak, partimiz, devrimci şiddeti ve zoru temel almak zorundadır. Bolşevik Partinin gelişimi özgün bir deneyimi içermesine rağmen devrimci şiddet ve zorun devrindiriciliğiyle birlikte olmuştur. Narodniklerin, Ekim Devrimi’nin nesnel ve öznel (Bolşevik partinin Menşevizmden koptuğu her adımda Narodnizmle suçlandığını belirtmemiz kafidir) koşullarını hazırlamadaki rolüne atıf yapmadan geçmeyelim. Devrim, Birinci Emperyalist Savaş koşullarında asker sovyetlerin hızla örgütlendiği bir zaman aralığında yaşanmış, asker sovyetler adeta devrimin yıkıcılığını oluşturan güç olmuştur. Ekim Devrimi özgün koşullara rağmen devrimci şiddetin mutlak suretle gerekliliğine yapılan bir alt çizmedir; bugünün koşullarında, emperyalist kuşatmanın ve bunca yeğinleşmiş burjuva diktatörlüklerin olduğu bir dünyada silahlı mücadele, devrimimizin temel unsurudur. Ve partimiz askeri ve siyasi kanatları olan bir örgüt değil, politik-askeri bir örgüttür, devrimci bir savaş örgütüdür. Bu da nasıl bir parti sorusu bağlamında tarihten devraldığımız ve devrimimizin özgün koşulları içerisinde şekillenen bir ilkedir. Devrimler her zaman için, her hamlesi, her adımıyla kurucu şiddeti gerektirir. Yıkacak ve yıktığının yerine yeniyi inşa edecek bir şiddet. Lenin’in partisinde kurucu şiddet ayaklanma süreciyle ifadesini bulmuştur. Bugün ise bizim devrimimiz, daha en baştan mücadelenin her aşamasında devrimci şiddeti icra edecek, devrimci savaş stratejisi temelinde kendisini örgütleyecek bir partiye ihtiyaç duymaktadır.
5- Merkeziyetçilik ilkesi, devrim yapma iddiasının bir sonucu olarak şekillenmektedir. Onun hangi koşullarda nasıl gelişeceği tartışılabilir, ancak merkeziyetçiliğin yok sayılması, partiyi kötürüm hale getirir. En temelde merkeziyetçilik, örgütün ideolojik-siyasal bir hat doğrultusunda hareketini sağlamaktır. Burjuva diktatörlüğü tepeden tırnağa merkezi bir güç yoğunlaşması ile karşımızdadır. Ona karşı savaşım da bu yapıyı dağıtabilecek bir nitelikte olmalıdır. Merkeziyetçilik, işleyişe ve biçime dair değil öze dairdir. İdeolojik-siyasal-örgütsel her alan ve düzeyi keser. Bir çizgi sorunudur. Bu çizginin oluşum sürecinin kolektivize olması ile birlikte, bu aslında örgüt iradesinin kendisidir.
Toplumsal üretici güçlerin gelişimi, işçi sınıfının kolektif emekçi karakterinin de gelişmesi demektir. Bugün dayandığımız sınıfın bu karakteri, örgütsel olarak içe ve dışa doğru ilişkilerimizi kolektivizmi esas alarak geliştirmemizi gerekli kılar. İşçi sınıfını devrimin öncüsü yapan niteliklerden biri de budur. Komün gücü felsefesinin, örgütümüzün temel karakteristik özelliği olarak salt söylemde değil yaşamın içerisinde belirginleşmesi, kolektivizmin bir yaşam ilkesi haline gelmesi gerekiyor. Partimiz, mümkün olduğunca komünal ilişkileri geliştirecek, örgütsel yaşama yön verecek şekilde kendisini örgütlemelidir. Biz komünizmin gündeki karşılığı olan ilişkiler sistemi olarak partiyi inşa iddiamızı hep en yüksekte tutmalı, yürüyüşümüzü bu doğrultuda ilerletmeliyiz.
Sınıf artık eski sınıf değil
Hangi sınıfın partisi sorusuna toplumsallaşan proletaryanın partisi yanıtını verdiğimiz anda, proletaryayı hem dar anlamda ekonomik bir kategori olmaktan çıkartır hem onu salt üretim alanındaki konumu ve çelişkisi üzerinden değerlendirmemiş hem de tüm toplumsal çelişki ve çatışkıları sınıfsal karşıtlık ekseninden okumuş oluruz. 1900’lü yılların Rusyasında öyle mi? İşçi sınıfı hem nicel hem de nitel olarak bu denli gelişmemiştir.
Kolektif emekçi karakteri gelişkin proletaryanın, neo liberalizmin atomize edici tüm etkilerine, üretim ve emek organizasyonlarının bu temelde örgütlenmesine rağmen kolektif davranabilme yeteneği de gelişmiştir. Takım çalışması vb. bunun burjuvazi tarafından örgütlenen boyutudur. Henüz sınıf mücadelesi cephesinden kolektif işçi olarak örgütleyip gelişkin örneklerini açığa çıkaramamış olsak da bu bir realitedir. Bireyin parça işçi olmaktan sıyrıldığı koşullar oluşmakta ve bu, yaşamın her dokusuna nüfuz ederek onu dönüştürmektedir.
Öte yandan emeğin nitelik kazanması, kapitalist dünyanın içerisinde bireyciliğin pompalanmasının zeminini de güçlendirmiştir. Bireysel gelişimi sakatlanmış ve kendisine yabancılaşmış, toplumsal ilişkiler bütünü olarak kendisini ortaya koyamayan insanlar topluluğu ile kapitalizm aynı zamanda birey özürlü bir toplumdur. Bir yanda artan ihtiyaç ve özlemleriyle birey olmaklığını duyumsamak/ yaşamak isteyen insan, diğer yanda bu arayışı çarpıtıp insanı kendisine yabancılaştıran kapitalist dünya. Şu açıktır, örgütlenmediğinde, işçi sınıfının kolektif davranma yeteneğinin artmış olması, onun kolektif davranabileceği anlamına gelmez. En temel sorunlarımızdan biri, toplumsallaşan proletaryanın kolektif davranma yeteneğini açığa çıkarabilecek (yeni dönemin ihtiyaçlarına uygun) sınıf örgütlenmelerini oluşturmaksa, diğeri bilgi ve birikimi, beceri ve yetenekleri, ihtiyaç ve özlemleriyle bugünün gelişmiş insanını örgütleyebilecek ve özneleştirebilecek komünist partiyi inşa etmektir.
Dünya çapında emek-sermaye, burjuvazi-proletarya karşıtlığı temel çelişki haline gelmiştir. Ancak bu sadece modern sanayi proletaryasını öncü olarak görenlerin kavrayabileceği bir şey değildir. Toplumsal tüm çelişkilerin sınıf çelişkisi dolayımıyla yeniden belirleniyor oluşu ve yine tüm çelişkilerin çözümünün sınıf çelişkisinin çözümüne bağlanması, işçi sınıfının rolü ve misyonun, tarihsel özne olmasının, devrimin öncüsü olmasının zeminini daha da güçlendirmektedir.
Dün üretimin tasarım sürecinde yer alan kafa işçisi ile üretim bandında yer alan işçi arasında geçirimsiz bir ilişki söz konusuydu. İşçi üretim sürecinin bütünsel bilgisine sahip olmadığı için üretimde çıkan bir aksaklığı gidermek için kafa yormuyor, parça işçi olarak işini yapmakla yetiniyordu. Kafa emeği de kol emeği de üretim sürecine ve emeklerinin sonucu olan ürüne yabancıydı. Ancak bu bölünmüşlük burjuvazi için, emek kontrolünü sağlamakta avantajlı bir durum oluştursa da verimsizliğe yol açar. Oysa burjuvazinin varlık koşuludur, artı değer sömürüsünü azamileştirmek. Üretici güçlerin gelişimi; bilgi, iletişim ve enformasyon teknolojilerinin geldiği düzey; bilginin doğrudan bir üretici güç haline gelmesi ile birlikte üretim süreci de dönüşmüş, kafa ile kol emeğini birleştiren emek ve iş organizasyonları geliştirilmiştir. Üretici güçlerin gelişimi salt üretim sürecinde değil bir bütün olarak siyasal, toplumsal, kültürel alanda da kapsamlı bir dönüşümü koşullamıştır. Hiç uzağa gitmeye gerek yok, ilk akla gelen değişimi söyleyelim; bilgisayar-internet, akıllı telefon yaşamın her anının vazgeçilmez araçları haline gelmiştir. Oyun-eğlence alışkanlıkları, insanların sosyalleşme dinamikleri bir bütün olarak değişmiştir. İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin en temel yaşamsal ihtiyaçları üretici güçlerin gelişimi, toplumsal refahla koşut olarak genişlemektedir.
Örneğin bugün insanların asgari yaşamsal ihtiyacı içerisinde iletişim ve enformasyon teknolojilerine erişim de vardır. Telefon-tablet-bilgisayar artık lüks değil tüm toplumsal kesimlerin zihinsel, entelektüel, kültürel, sanatsal birçok anlamda genişleyen ihtiyaçlarının bir sonucu olarak temel ihtiyaç haline gelmiştir.
“(…) toplumun kendisinden doğan yeni ihtiyaçların keşfedilmesi, yaratılması ve karşılanması; toplumsal insanın tüm niteliklerinin geliştirilmesi, nitelikleri ve ilişkileri zengin olduğundan bu insanın mümkün olduğunca zengin ihtiyaçlara sahip biri olarak üretilmesi -bu varlığın, mümkün olan en bütüncül ve evrensel toplumsal ürün olarak üretilmesi, zira çok yönlü bir tatmin için, pek çok hazza sahip olması, yani yüksek derecede kültürlenmiş olması gerekir- aynı şekilde sermayeye dayalı üretimin de bir koşuludur.” (Marx, Grundrisse)
Bir oda düşünün, bu odadaki oksijen oranı sabit olsun. Dün o odada kalanların, fiziksel ve düşünsel aktiviteleri daha düşük bir düzeydeydi ve odadaki oksijen yetiyordu. Bugünün insanı, işyerinde çalışmanın dışında, sosyal aktivitelere, kendi gelişimini sağlayacak etkinliklere ihtiyaç duyuyor. Kapitalist sistemin gelişimiyle artan toplumsal ihtiyaçlara sahip. Ve artık odadaki oksijen bu insana yetmiyor. Bir insanın havasızlığı etinde kanında hissetmesi, o odaya artık hapsolmak istememesi gibi bir şey bugünkü insanların ruh hali. Toplumsal gelişimin bir sonucu olarak insanın artan ihtiyaç ve özlemlerine, özgürlük arayışına rağmen kapitalist sistemde bunların karşılanmasının önündeki engel sermayenin kendisidir. Oysa kapitalizmin gelişimi üretici güçlerin gelişimini de sağlar. İşçi sınıfının kolektif emekçi karakterinin gelişimi böyledir. Bilginin, teknolojinin, enformasyonun üretici güç olarak devasa gelişimi de toplumsal gelişimi sağlayan etmenlerden biridir. Daha düne kadar bir işçi bilgisayara, internete ihtiyaç duymazken bugün evinde bilgisayar olmayan, internet kullanmayan, sosyal medyada kendisini ifade etmeyen işçi kalmadı. Dün temsili ilişki kendisini değerli görmek için yeterli gelirken bugün artık bu yetmiyor. Sorun ve süreçlere etkide bulunmanın kanallarını arıyor, burjuva toplumsallığın sınırlarına çarptığında farklı arayışlara yönelebiliyor.
Sermayenin üretici güçleri geliştirme yönündeki eğilimi, bireyin artan ve çeşitlenen ihtiyaç ve arzularını da açığa çıkarır. Birey, ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel, bilişsel, sanatsal her yönden artan ve bununla birlikte kendi bireyselliğini duyumsayabildiği ihtiyaçları ile birlikte vardır. Toplumsal üretici güçlerin bu düzeyini, durumunu görmeyen bir yönetim tarzı/örgütlenme modeli ister sermaye ve devleti için olsun ister devrimci örgütler için olsun artık sürdürülebilir değildir. Türkiye’de faşizm, ekonomik/siyasal/toplumsal/askeri birçok fay hattının hareketlenmesinin yanı sıra bugünün toplumsallığını ve bireyini yönetememe krizinin de bir sonucu olarak gelişmiştir. Ancak bu, devrimci dinamikleri güçlendirmekten, kitlelerin öfkesini büyütmekten başka bir işe yaramayacaktır.
Yönetme krizi
Burjuvazinin bir yönetememe krizi var. Bunu görmek çok zor olmasa gerektir. Ancak devrimci örgütler de yönetememe krizinden muzdarip. Temsililik ilişkisine sığmayan, bunu aşan araç ve biçimleri sürekli zorlayan bir toplumsallıkla karşı karşıyayız. Bu kuşkusuz burjuva toplumsallığı aşan bir yerde durmuyor. Ama eskisi gibi de değil. Bugün bir toplumsal hareketin parçası olup da devrimci örgütlere örgütlenmeyen çok geniş bir kesim var. Gezi sonrası bu çok daha belirginleşti. Sadece bizde mi böyle? Tabi ki değil. En son Sarı Yelekliler üzerinden Fransa solunun tüm müesses nizamını tartışılır hale getiren bir toplumsal hareketin geliştiğini gördük. Bizde de Gezi’nin böylesi bir etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Kendiliğinden harekete geçen kitleler, devrimci örgütlere akmadı. Devrimci örgütlerle yan yana durdu, ancak onlara örgütlenmedi.
Kapitalist üretim ilişkilerinin gelişim düzeyiyle birlikte burjuvazi, üretim ve emek organizasyonunda dönüşüme gitti. Bunun burjuva yönetimde de bir dönüşümü koşulladığı tartışmasızdır. Özcesi emeğin yaşam, çalışma ve yönetilme koşulları bir bütün olarak dönüştürülmüştür diyebiliriz. Her şey sömürü düzeyini ve derecesini artırmak; sistemi yönetilebilir kılmak içindir. Haliyle bu yaşanmakta olanların, toplumsal yaşamı bir bütün olarak dönüştürdüğünü söyleyebiliriz. Bugün devrim iddiamızı sürdüreceksek şu soruya mutlaka yanıt aramak zorundayız: Tüm bu süreci görüp alt üst edecek, onu yapı söküme uğratacak; toplumsallaşmış proletaryayı örgütleyip savaştıracak olan parti nasıl olmalıdır?
İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin maddi hayatı üretme ve yeniden üretme edimleri temelinde organize olma biçimleri onların örgütlenme biçim ve kültürlerini de dönüştürmektedir. Bu temelde gelişen kitle dinamiklerini kavrayıp büyütebilmemiz, devrim mücadelesine akıtabilmemiz ancak kitlelerin sosyalleşme ve siyasallaşma düzlemlerini kavrayarak, buralara temas edecek ve tüm bunları devrimin imkanlarına dönüştürecek yapıları geliştirerek olabilir.
Hareketin yönünü doğru kavrayıp buna uygun örgüt teorisi geliştirmez, bir mücadele kültürü açığa çıkaramazsak toplumsal muhalefet dinamikleri ile buluşup buralardan güç toplamamız, hareketi örgütleyebilmemiz mümkün olmaz. Sadece bu mu? Dün temas edebildiğimiz örgütleyebildiğimiz insanlar da artık yok. Değişen dünyanın kodlarını okuyamayan ve buna göre kendisini reorganize etmeyen arkaik yapılara dönüşme tehlikemiz, bugün hiç olmadığı kadar büyük. Bu bizim öncellerimizden daha beceriksiz olduğumuz, onların yaptıklarını yapamadığımız için değil (belki bu da vardır ama asıl neden bu değil) yeni dünyayı, onun toplumsallığını çözümleyip bu temelde bir örgüt teorisi ve stratejisi geliştiremediğimiz içindir. Öncellerimizin yaşadığı dönem henüz köklü bir alt üst oluşun yaşanmadığı bir dönemdi ve tarihsel deneyimlerin ışında, değişimin tedriciliği yeterliydi. Teorik-siyasal-örgütsel her anlamda kuruculuğu gerektiren koşullar yoktu. O dönemin kuruculuğu, mevcut teorik-siyasal-örgütsel düzlemin bizim coğrafyamıza uygun yoğrulması ve yeniden üretimiyle sınırlıydı. Ancak 2000’ler sonrasının Türkiyesine artık bu şekilde hitap edemeyiz. Bugün, eski referans sistemini ters yüz eden bir zamansallığın içindeyiz.
Dünya çapında yaşanan ve Türkiye’nin de dışında kalmadığı ekonomik, siyasal, toplumsal, sınıfsal, kültürel değişimin bir sonucu olarak gelişen yeni sınıf ve birey durumu, bugüne kadar kullanılan örgütlenme biçimlerini, araçlarını, önderlik anlayışını etkisizleştirdi. Artık sorunumuz parti konusunda, aşınmış, deforme olmuş olanı doğrultmak değil, bugün içinde bulunduğumuz dünyayı kavrayıp ona yanıt oluşturacak örgüt teorisini geliştirmektir.
Burjuvazi kitleleri rıza üreterek yönetir. Bunu yapamadığı yerde zoru, rıza üretiminin temel unsuru haline getirir. Faşizme duyduğu ihtiyacın bir boyutu budur. Yönetemediği için, kapsama alanı daraldığı için burjuva toplumsallığın içerisinde absorbe edemediği kitlelerin taleplerini bastırmaya çalışır. Rıza üretimini korku imparatorluğu oluşturarak örgütler. Yaşadığı çoklu krizi yönetilebilir kılmak için, kitleleri milliyetçi-şoven duygularla kendisine yedeklemenin yolu olarak yayılmacı savaşlara başvurur. İçe doğru baskı ve zora daha fazla ihtiyaç duyar.
Çoklu kriz koşulları dışında, sadece baskı ve zorla, milliyetçi-şoven duyguları köpürterek işçi sınıfı ve emekçi kitleleri yönetmeyi tercih etmez burjuvazi. Zira bu, üretici güç olarak işçi sınıfı üzerinde artı değer sömürüsünü derinleştirmesinin, yüksek üretim kapasitesine ulaşmasının önünü keser. En üretken köle gönüllü köledir! Diğer yandan burjuvazi, kafa ve kol emeğinin çok daha iç içe geçmesiyle birlikte, her bir işçiyi iliklerine kadar sömürmesinin koşul ve imkanlarını yoklar. O, bugünün bireyini, sınıfını yönetebilir hale gelmek için -azami sömürü ve egemenlik ilişkisini oluşturacak şekilde- onu kapsayarak, kimi talep ve özlemlerini çarpıtılmış bir biçimde karşılayarak ilerler. Baskı ve zor koşullarında işle kurulan dışsal ilişki, bu koşullarda içsel bir ilişkiye dönüşür. Elbette bu bir yere kadardır. Zira burjuva toplumsallaşması, kapitalist emek süreci, işçinin kendisini gerçekleştirmesinin önünde sınır oluşturur, işe yabancılaşmanın koşullarını ortadan kaldırma adına atılan hiçbir adım da bu sınırı ortadan kaldırmaz. Tüm yapıp ettiklerine rağmen, üretici güçlerin gelişkinlik düzeyi ve bunun engeli haline gelen kapitalist üretim ilişkileri, burjuvazinin yönetememe krizini derinleştirmektedir. Burjuvazi, ne yapıp etse de bunu aşamaz; çünkü üretici güçlerin sınırsız gelişimizin engeli sermayenin kendisidir. Bizim krizimiz ise çözümsüz değil. Eski parti anlayışı ve örgütlenme biçimlerinin bugünkü toplumsallaşma dinamiklerini kavrayamaması nedeniyle yaşıyoruz bu krizi.
Gelişen toplumsal muhalefeti örgütleyip devrim mücadelesine akıtamıyoruz. Toplumsal hareketler bir yanda, biz devrimci örgütler bir yandayız. Gelişen bir eylemlilik sürecinde bile bir iç içe geçmişlik yaşanamıyor. İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerden, gençlikten, kadın kitlelerinden bize yüzünü dönen oldukça sınırlı sayıda insan oluyor. Ve bunlar da devrimci örgütlere geldiklerinde tek biçimli, dar ve sekt örgüt yapısı içerisinde adeta tornadan çıkmış gibi hızlıca bize benziyor ve gelmiş oldukları toplumsal kesimden kopuyorlar. Yeteneklerini, becerilerini adeta unutuyor, bizim gibi düz “asker”/örgüt insanı oluyorlar. Bu durum yer yer ikili bir varoluş olarak sürüyor; örgütlenen kişi örgütsel ortamlarda beceri ve yeteneklerini yok sayarak varolur, klasik anlamda örgüt işine dahil olurken; kendisini gerçekleştirme, yeti ve yeteneklerini geliştirme arayışını ise devrimci faaliyetin dışında gerçekleştiriyor. Bu, bir yere kadar sürüyor; bir yerden sonra ya bu ikili varoluş ya örgüte doğru ya da sisteme doğru çözülüyor. Örgüte doğru çözüldüğünde ortalama bir devrimci olmanın gerekleri, artık yeni örgütlenen kadroyu da belirler hale geliyor, adeta tornadan çıkmışçasına örgüt toplamına bir kişi olarak eklenmiş oluyor. Rengi solmuş; yeti ve yetenekleri boyutuyla sakatlanmış; tek tip kadroya dönüşerek örgüt içerisinde kalıyor. Değilse bir yerden sonra doku uyuşmazlığı başlıyor, bireysel gelişim ve özgürleşmesinin engeli haline gelen tek biçimli, dar örgüt ortamı ile bir yerden sonra çelişkileri derinleşiyor ve o insan mücadeleden düşüyor.
Eğer bir kadro tüm yeti ve yeteneklerini kapitalist sistemi yıkma mücadelesine hasredebiliyorsa; varoluşunun, sınırsız gelişme ihtiyaç ve özleminin engeli halindeki burjuva-faşist devletle savaşırken kendisini devrime katabildiğini, devrimciliğini gerçekleştirebildiğini duyumsayabiliyorsa, örgüt özgürleştirici iç ilişkileriyle toplumsal hareketlere adres olabilecek düzeydedir. İşte bugün, bunu yapabilen bir örgüt, devrimimizin bir zorunluluğu olarak karşımıza çıkmaktadır. Örgütlerden bir örgüt, iç işleyişiyle, dışa doğru örgütlenme biçimleriyle geçmişte donmuş kalmış bir örgütü değil komün gücünün, kolektivizmin tüm hücrelerinden fışkırdığı bir örgüt olmaktır amacımız.
Kadroların gelişimini ketlemeyen, gelişkin birey olarak kolektife özgürce katılmasını sağlayan bir kolektif olabilmeli örgüt. Kadro kendi gelişiminde örgütün, örgütün gelişiminde kendi gelişimini görebilmeli. Dar ve geçirimsiz örgütsel mekanizmalarla, bürokratik bir yapıyla bunu gerçekleştirebilmek mümkün değildir.
İşleyiş ilkesi olarak demokratik merkeziyetçilik, bugün yönetme krizini aşmaktan çok derinleştirir
Leninist partide merkeziyetçi yön çok güçlüdür. O dönem partinin şekillendiği siyasal-toplumsal koşullar, sınıfın durumu üzerinden dikey bir yapı olarak şekilleniyor. Bugün üretim modelinin değişmesi ve esnek üretim ve emek organizasyonlarına geçilmiş olmasıyla birlikte yataylık ve dikeyliğin beraber kullanıldığı bir yapıya daha fazla ihtiyaç olacaktır. Ağ tipi üretim organizasyonları yaygınlaşmış durumda. Ağ tipi örgütlenme kapitalist üretim ve örgütlenmenin yataylaşıp merkezsizleştiği bir biçimde gelişmiyor. Aksine kapitalist üretim ve sermaye birikimi, alabildiğine merkezileşiyor. Zaten ağ tipi örgütlenmeyi sağlayabilmesi, esnek ve inisiyatifli birimler üzerinden üretim örgütlenmesine gitmesini sağlayan da bu.
İdeolojik-siyasal anlamda güçlü bir merkezi tesis ettiğinizde her bir yerelin örgütlenmesinde çok daha esnek bir ilişki kurabilirsiniz. Bu merkeziyetçiliği zayıflatan değil aksine güçlendiren bir etki yapar. Bugünün örgütsel anlamdaki merkeziyetçiliğini şöyle tarifleyebiliriz: Bir ağı düşünelim. Bu ağda düğüm noktaları vardır. Merkezden doğru ağın tüm düğüm noktalarıyla bilgi alışverişi, onları senkronize bir şekilde harekete yönlendirme söz konusuyken her düğüm, etkide bulunduğu alanın adeta bir merkezi olarak işlev görür. Bu yerel merkezleri, bir devredeki modülün işlevine de benzetebiliriz. Modüllerden oluşan bir devreyi ele alalım. Her modül kendi fonksiyonu bağlamında tek başına çalışabilir durumdadır, özerktir; devreyle ilişkisi, üstlenmiş olduğu fonksiyon dolayımıyladır. Tek başına bulunduğu alanın bilgisini işleyen ve karar veren bir yapıdadır. Bir anlamda özerk bir yapısı vardır. Modülle devrenin ilişkisi dikeyliği taşır, ama bu seri üretimdeki bir bant gibi tüm bilgi süreçlerinin raporlanmasını ve tüm süreçler için yukarıdan direktif gelmesini gerektirmez. Modüler yapı, kendi iç organizasyonunu yaptığı gibi, merkezle ilişkisinde özerktir. Tanımlı olduğu fonksiyon üzerinden doğrudan merkezle ilişkilenir; etkiler, etkilenir. Dün, hiyerarşik dizilimi sağlayan dikeylik belki o dönemin koşullarına uygun bir yapı olabilir. (Ki bu Lenin’de, kaskatı bir dikeylik değildir. İç savaşın zorlu koşullarında, konjonktürel etkinin baskın olduğu kimi uygulamaların sonrasında ideolojikleştirilip parti teorisinin değişmezleri haline getirildiğini görürüz.) Bugün içinse uygun olan esnek üretim ve emek organizasyonu temelinde örgütlenen kapitalist sistemi yapısökümüne uğratacak, yani devrimi örgütleyebilecek yatay ve dikey örgütlenme biçimlerinin çok daha iç içe geçtiği, ağsal örgütlenmede her bir düğüm noktasına karşılık gelen komitelerin/örgütlerin, ağın düğüm noktası olarak alabildiğine inisiyatifli bir şekilde hareket edebileceği, yer altı koşullarının kısıtlarını aşacak anonimleşmeyi de sağlayabilecek imkanlarla farklı düğüm noktaları ve merkezle etkileşimli bir ilişki kurabileceği bir işleyişi örgütleyebiliriz. Bu her anlamda kolektivizmin örgütlenmesine imkan tanıyan bir örgütsel işleyiştir. Aynı zamanda her bir düğüm noktasının/örgütün ve kadronun merkeze içerili olabilme imkanlarının da arttığı bir düzlemdir.
Bugün nasıl ki yapacağımız devrimde temsililik ilişkisinin etki alanını daraltıp kitlelerin kendi kararlarını kendilerinin vermesini sağlayabilecek imkan ve koşullara sahipsek bugünden başlayarak kadroların örgütün ideolojik-siyasal-örgütsel karar süreçlerine kongre düzlemiyle sınırlı kalmaksızın dahil olabileceği koşullara sahibiz. İşte bu süreci örgütleyebilecek parti, merkeziyetçiliği dengelemek için demokrasiyi kullanmak zorunda değildir. Demokrasinin ötesine geçmelidir. Daha en baştan, ilişkiler mevcut iletişim ve bilişim teknolojilerinin de yardımıyla anonimleştirilerek ve düşman tarafından saldırıya uğrayacak bir örgütsel ilişki bilgisi olmaktan çıkartılarak kadronun merkeze içerili hale gelebileceği bir örgütsel işleyiş oturtulabilir.
Merkeziyetçilik devrimin koşuludur, ama nasıl?
Merkeziyetçilik en başta sınıf mücadelesine dair tüm bilgi, birikim, deneyimin merkezileşmesi, yoğrulup yeniden örgüte mal edilmesini sağlar. Böylece tüm alan ve düzeydeki örgütsel faaliyet bu veriler ışığında eş güdümlü bir şekilde yürütülebilir.
Devrimci bir savaş örgütünde merkeziyetçiliği koşullayan en temel şey burjuva diktatörlüğünü yıkma bilinci ve partinin bu doğrultuda konumlanmış olmasıdır. Partinin tüm imkan ve birikiminin kolektifleşebilmesi de güçlü bir merkezi yapının varlığını gerektirir. Bizim partimiz merkeziyetçi olmasının yanı sıra alabildiğine ademi merkeziyetçi bir yapıda örgütlenmelidir. Bu merkezden beslenen ve merkezi güçlendiren, besleyen örgütler bileşkesi olarak partiyi oluşturur.
Biz politik-askeri bir örgütüz. Bu, düşmanla doğrudan karşı karşıya gelmenin her zaman ve koşulda gerçekleşmesi demektir. Silahlı mücadeleyi temel mücadele biçimi olarak almış bir örgüt, düşman gerçekliğini her daim akılda tutmak zorundadır. Bu cepheden atılacak adımlar, doğası gereği güçlü bir merkeziyetçiliği gerektirir. Burada demokrasi ile dengelenecek bir merkeziyetçilik değil daha baştan komün gücü felsefesinin merkezden doğru tüm kadrolarda sindirilmiş olması ve örgüt yaşamına yön veren değerler sisteminin bu yönde oluşmuş olması gerekir.
Güçlü yerel birimler üzerinden gelişen güçlü bir merkez oluşturmalıyız. Her konunun, çalışmanın bir merkezi olmalı. Ve bu merkez, bildiğimiz anlamda en tepedeki merkez değil. Çekirdek, örgütsel terminolojiyle ifade edersek MK, tüm bu merkezlerin eşgüdümlü çalışmasını sağlayan, onları ana doğrultu temelinde yönlendiren pozisyonda olmalıdır.
Demokrasiyle dengelenen değil kolektivizmle kaynaşmış bir merkeziyetçilik
Kolektif emekçi karakteri gelişmiş toplumsallaşmış sınıfın partisi olarak kendimizi inşa etmenin sorunlarını ele alıyoruz. Komünal ilişkileri yakınsayan bir örgüt modelinin ve işleyişinin nesnelliği, bugün çok daha fazla var. Ve örgüt teorisine buradan yaklaşıyoruz. Komünizmde demokrasi yoktur. Doğrudan demokrasinin en tam uygulanması ile birlikte demokrasi ortadan kalkmış olur. Demokrasi sınıflı toplumların ürünüdür. Temsililik ilişkisini içinde barındırır. Oysa komünizmde temsililik ilişkisi ortadan kalkar. Leninist parti teorisine ruhunu veren demokratik merkeziyetçilik ilkesi de yer almaz. Zira komünizm demokrasi üzerinden tariflenemez. Komünizm, kolektif olma halidir. Bu anlamda, komünizmi demokratik ve demokrasi üzerinden değil kolektivizm üzerinden tarifleyebiliriz. Komünist özgürlük dünyasına ulaşmayı önüne koyan bir örgüt, yolda yürürken ona yakınsamayı da hedeflemelidir.
Bugün maddi-toplumsal temelleri çok daha gelişmiş olarak komünizm günceldir. Ve bugünün insanı, kapitalizmin sınırlarına çarptıkça, bir yandan kapitalizm içinde çıkışsızlık ve çaresizlik içerisinde, intihar fikrine yakınlaşıyor, bazıları ölümle yaşam arasında asılı kalan hayatlarını sonlandırıyor, diğer yandan sistemden kopuşun sınırında, yeni bir yaşama komünizme olan ihtiyacı çok daha fazla duyumsuyor. Bu bilinçli bir duyumsayış değil. Ama Gezi gibi her kırılma anında, komünal ilişkilere olan yönelimi görüyoruz. Çok açık, bugünün bireyi, mücadele içerisinde kendisini var edebileceği toplumsallığı, kolektivizmle birlikte tarifliyor. O halde parti teorimizin temelinde kapitalist dünyanın içerisinde şekillenen, bir dönem onu yıkmanın zorunlu koşulu olarak açığa çıkan demokratik merkeziyetçilik değil, komünist ufka sahip bir örgütlenme ilkesini, kolektif merkeziyetçiliği örgütsel yaşamı inşa etmede esas almalıyız. Demokratik merkeziyetçilik bugün kolektif bir özneyi şekillendirmede yeterli değildir. O ancak asgari bir sınır çizgisi oluşturur, ancak partiyi şekillendiren işleyiş ilkesi asgari düzeyle sınırlı olamaz. Merkeziyetçiliğin, hiyerarşinin dışsallaştırıcı ve yabancılaştırıcı, bürokratizme alan açan yönlerini dengelemek için demokrasi ile domine edilmesi toplumsal üretici güçlerin gelişim düzeyine karşılık gelmez. Nitekim örgütlerin kaskatı yapılara dönüşmesi -yönetemez hale geldikçe ve zaman ileriye doğru akarken eskide ayak diredikçe bu kaçınılmaz olandır- sonucu yaşanmakta olan budur. Bugünün insanları kendilerini devrimci örgütler içerisinde var edemiyorlar. Örgütler adeta kadrolar için birer hapishaneye dönüşmüş durumda.
Demokratik merkeziyetçiliği, en gelişmiş haliyle uygulasak bile, o, bugünün ihtiyacı olan örgütün temelini oluşturarak işleyiş ilkesi olamaz. Onu ileri doğru aşmalıyız. Bu, demokratik merkeziyetçiliğin demokrasi ayağını kolektivizme doğru aşmak da değildir. Kolektif merkeziyetçilik; bugünün sınıfsallığını, toplumsallığını, bireyselliğini kavrayıp örgütleyebilecek partinin işleyiş ilkesi olmaktan öte, komünal ilişkilere imkan yaratacak yaşam ilkesidir. Kolektif merkeziyetçilikte artık merkeziyetçilik de eski haliyle kalmaz, o da dönüşmüştür. Alabildiğine dar ve geçirimsiz ilişkileri, dikey örgütlenmeyi temel alan bir örgütlenme anlayışının aşılması ile merkeziyetçilik de eski merkeziyetçilik olarak kalmaz.
Her bir yerelin alabildiğine inisiyatifli olması, partinin ideolojk-siyasal çizgisi doğrultusunda kendi alanından sorumlu hale gelmesi gerekir. Partinin politik perspektifi, yerelde yeniden üretilerek zenginleşmiş olarak merkeze geri dönmelidir. Bu, politikanın-taktiğin genişletilmiş yeniden üretimi anlamına gelir. Kuşkusuz, bugün parti içerisinde, karar alma süreçlerinde, temsiliyeti ve azınlık-çoğunluk ilişkisini bir bütün olarak ortadan kaldıramayacağız. Bu, partide eski ve yeninin kendi içerisinde çarpışması biçiminde yaşanır. Ancak kolektif merkeziyetçiliği esas aldığımızda artık gelişim yönünü belirleyen eski olan değildir. Yasalar, işleyiş ilkeleri hareketin tarihsel gelişim yönü esas alınarak belirlenir. Bu şekilde karar süreçlerinde hala azınlık çoğunluk mekanizması işletilse, parmak demokrasisine benzer kimi örnekler yaşansa bile, artık temsiliyet ilişkisini alabildiğine azaltma, doğrudan demokrasiyi yakınsayan araç ve biçimleri oluşturma, kolektivizmi buradan örme hattına girilmiş olur.
Örgütsel emek, kolektif emektir
Parti içerisinde kolektivizmi geliştirirken, örgütsel ilişkilerimizi bir bütün olarak belirlemenin önündeki tek engeli -sermaye ve devleti- kavramalı, bu engeli yıkma mücadelemizin kimi yönleriyle bize ait olmayan dünyanın yapı ve ilişkilerini içerdiğinin bilinci ile bunun örgütsel yapımızda deformasyona yol açmaması ve komünist özgürlük dünyasıyla bizi karşıtlaştırmaması için mücadele etmeliyiz. Bu, aynı zamanda, örgüt içerisinde “kültür devrimi”ni süreklileştirmeyi zorunlu kılmaktadır.
Parçada tam sorumluluk ve gelişkin bir varoluş, ancak bütünsel çalışmaya hakimiyetle sağlanabilir. Neyi niçin yaptığını sorgulayabilecek, hem parça hem de bütün üzerine kafa yorabilecek bir içeridenleşmeyle, yani merkezin en küçük birime içerili hale gelmesiyle olabilir. Çok basit bir örnekle gidelim, biz politik askeri bir örgüt olduğumuzu söylüyoruz. Hiçbir faaliyetimiz kendinde bir sonuç oluşturamaz, silahlı mücadeleyi esas alan bir örgütün yapacağı bir afiş çalışması da, en basit bir reform talebi üzerinden başlattığı bir mücadele de gelir buraya bağlanır. Nasıl mı? Siyaset-silahlı mücadele ikiliği oluşturmadığımız için örneğin akademik-demokratik bir sorun temelinde kitle çalışması yürüten gençlik kadrolarımız kitlelerin öz girişkenliğinin önünü açan bir mücadele yürütürken kendinde bir faaliyet yürütemezler. Bizim tüm alan ve çalışmalarda eksenimizi belirleyen devrim yapma bilinci ve iddiasıdır. O halde yapmak durumunda olduğumuz siyaset devrim mücadelesinin siyasetidir. Ve devrim, devletin şiddet tekelini yıkacak, devrimci kriz koşullarını örgütleyecek, devrimci kitle şiddetini açığa çıkaracak devrimci bir savaş örgütünü gereksinir. O halde ajitasyon propagandamız, yazıp çizdiklerimiz, kitle faaliyetimiz ve doğrudan şiddetin kendisini örgütlediğimiz silahlı eylemler de gelir bu yalın gerçekliğe bağlanır. Birinde doğrudan eyleminle icracısı olursun diğerinde kitleleri bu duruşa örgütleyen olur, ona yakınlaştırmak için söz kurar, emek verir, faaliyet yürütürsün.
Diyeceğimiz o ki yapıp eylediğimiz her şeyde devrim için gerekli olan kurucu şiddetin -öncü ve kitlesel- örgütleyicisi, hazırlayıcısı, icracısı olursun. Bütünlük, bunu her çalışmamızda özsel olarak hakim kılan olur. Bu bilinç açıklığı her bir kadronun kolektifin misyonunu en iyi şekilde yerine getirmesi için hem parçada hem de bütünde kendisini en ileriden koymasını sağlar, en üretken şekilde emeğini ortaya koyar. Böylece kadro, örgütsel emeğin kolektif üretimi olarak partiyi inşaya girişir.
Böylesi bir örgütün kadrosu, hep beraber devrim adını verdiğimiz büyük tabloyu yapmaya girişmenin bilinç açıklığıyla hareket eder. O büyük tabloya düşürdüğü fırça darbelerinin bütüne etkilerini bilmenin yanı sıra, bu fırça darbelerinin bir tasarım doğrultusunda gerçekleştiğini ve bu tasarımın da kolektif olarak beraber üretildiğini duyumsayan bir kadro neleri yapmaz ki? Amaç bağı güçlü, bütüne yabancılaşmayan kadrolar topluluğundan oluşan bir örgüt ancak gelişkin bir merkeziyetçiliği inşa edebilir.
Elbette komünizmin olmadığı bir dünyada yabancılaşmanın bir bütün olarak ortadan kalkmadığını atlamaksızın bunları yazıyoruz. Partimiz, komünizmin gündeki karşılığı olarak yabancılaşmayı en aza indirgemeyi hedeflemek durumundadır. Yabancılaşma, iş bölümü ve uzmanlaşmanın olduğu bir yerde sürekli kendisini üretir. Sosyalizmde, toplumsal iş bölümü ve uzmanlaşma temelinde değer yasası varlığını az ya da çok korur. Sovyetlerde, kırılma yaşanmasaydı da değer yasası alanı daraltılmış olarak hala varlığını koruyor olacaktı ancak bu sönümlenme sürecindeki toplumsal iş bölümünün bir sonucu olacaktı. Herkese emeğine göre dediğimiz anda bir kıyas, ölçüm yapmış oluyoruz. Ve sosyalizmde hala bu söz konusudur. Bu durum örgüt içinde emeklerin birbiriyle bir bütün olarak kaynaşamaması, buluşamaması üzerinden gelişir. Elbette örgüt bunu asgariye indirgemeyi hedefleyen iç ilişkileri ve kültürü geliştirmeyi hedefler. Ancak sınırlandırılmış olsa da bu durum varlığını sürdürür. İşte biz bunun varlığını bilerek ve bununla savaşım içerisinde ilerlemek zorundayız.
Askeri yönden gelişkin olan bir yoldaşın kendi emeğini farklı alanlarda yer alan yoldaşların emeği ile kıyaslayarak biricik görmesi, kendisinin kelle koltukta bu mücadeleye emek verdiğini ve bu yüzden işin merkezinde olduğunu düşünmesi değer yasasının en çarpıcı ifadesidir diyebiliriz. Bu kadro, emeğini, örgütsel emeğin bir kişideki tecessümü, kolektif gelişimin bir ürünü olarak ele almaz. Örgütsel emeğin, icra edeni kim olursa olsun, kolektif bir emek olduğunu görmez. Askeri yönde gelişmiş bir kadro, bu gelişimin örgütsel bir birikimin üzerine oturduğunu görmez ve kendi emeğinin aslında diğer emek türleriyle buluşup kaynaştığında asıl rolünü oynayacağını, mesela bir silahlı eylemin güçlü bir propagandası olmaksızın rolü ve etkisinin tam açığa çıkamayacağını fark etmez.
Örneğin askeri yönden çok çok iyi olabiliriz. Silah kullanma, askeri taktikleri geliştirme konusunda öne çıkıyor, kolektife bu cepheden öncülük ediyor olabiliriz. Ama güçlü bir askeri zekaya sahip olmamız, silah ve teknik bilmemiz kendi başına hiçbir şey ifade etmez. Bu zekayı, yeti ve yetenekleri açığa çıkaracak kolektif bir dava olmadıkça yaratıcı etkinliğimizi açığa çıkaramayız. Tüm bunları sağlayan örgütsel emeğin kolektif yapısıdır, o bütünlüktür. Bu yüzden, bize has olan bir yeteneğin açığa çıkması olarak görülecek bir örgütsel faaliyet de dahil, tüm örgütsel emek aslında binlerce emeğin kolektif bileşkesi olarak vardır. Bunun bilincinde olan kadro kendisini örgütte, örgütü kendisinde bulan/gören kadrodur. İşte kolektif merkeziyetçilik kadro-örgüt ilişkisini, birbirine dışsal kurmamakla bunu en ileriden sağlayan örgütsel ilkedir.
Düşmanı sarsacak bir eylemin örülmesi süreci, birçok yoldaşın gizli emeğini de içinde barındırır. Ayrıca bırakalım bu eyleme doğrudan emek koyan gizli kahramanları, bir eylemi kaldırabilecek, eylem sonrasında düşmandan gelecek saldırıları göğüsleyebilecek bir örgütselliği inşa etmede, her bir yoldaşın payı vardır. Gerillanın en sofistike eyleminin bile eğer kitlelere taşıyacak, onun politik etkisini örgütleyebilecek bir örgütsel varlığınız yoksa çok bir anlamı olmayacaktır. Gerillanın böylesi bir eylemin örgütleyici olabilmesi, kolektif varoluşun eseridir.
Bir kadro edindiği nitelikten yaptığı işe kadar her şeyinde kolektifin etkisini, kendi emeğinde yoldaşlarının emeğini görmelidir. Bir birey olarak çok gelişkin askeri veya siyasi niteliklere sahip olabilirsin ama sen bireysindir, bu niteliklerin tek başına bir yere kadar etkili olur. Oysa kolektif içerisinde çoklu emek biçimleri buluştuğunda, kaynaştığında, birbirlerini tamamladıklarında çok daha kompleks bir durum açığa çıkar. Etki gücü ve düşmana vuruş kapasitesi misliyle artar.
Nasıl bir parti
Ne dersek diyelim, alaşağı etmek istediğimiz sınıf düşmanımıza karşı savaşırken, kendi komünist dünya görüşümüzle çelişik kimi araçları, mücadele biçimlerini, mekanizmaları, kuralları vb oluşturmak, kullanmak zorundayız. Burjuva diktatörlüğü tepeden tırnağa yıkmak için yürüteceğimiz savaşın kurallarıdır bizi buna zorlayan. Zorunluluğun bilincinde olmak, sınıflı toplumların içinde köklenen ve asıl olarak o dünyaya ait olan hiyerarşiden otoriteye; hukuktan/disiplinden bürokrasiye tüm yönetsel örgütsel mekanizmaları ve kuralları bugünden gereksizleştirme hedefini dışlamaz. Bu, yarının savaşımı değil, bugünden başlayarak yürütmemiz gereken bir mücadeledir. Komün gücüne çok daha fazla sarılmamız, kolektivizmi çok daha ileriden örgütleme zorunluluğumuz tam da buradan kaynağını alır.
Biz nasıl bir dünya istiyoruz ve bu dünyanın maddi toplumsal temelleri nelerdir? Bugünden bu maddi toplumsal temellerden çıkışını alan ilişkileri nasıl var edebiliriz? Bu soruları çoğaltabiliriz. Parti asıl olarak komünist ütopya ile içinde yaşadığımız dünyanın arasındaki farkı kapatacak yolu yürümemizi sağlayacak olan araçtır. Devrim yapacak ve sonrasında her günü birer devrim haline getirecek olan araçtır. Bu misyon her bir parti örgütünde, komitesinde, kadrosunda o kadar güçlü bir idealizasyonla var olmalı ki, bugünden özgürlük dünyasının ilişkilerini kolektif içinde inşa etmeyi önüne koyabilsin. Kapitalist dünyanın ilişki ve kurumlarını üstüne giymek zorunda olduğu bir elbise gibi taşısın ve yoldaşlar topluluğu içerisinde alabildiğine çıplaklaşması gerektiğini unutmasın.
Bir şeyi yapabilmek için öncelikle tasarım gerekir. O şeyi artık hayal edilebilir hale getirecek bir tasarımı oluşturabildiğimiz an iş bitmiştir, gerisi gelir. Biz herkesin kendisini bulacağı bir form oluşturmak istiyoruz. Her şeyin, herkesin tespih tanesi gibi dizilmediği bir dünyada yaşadığımızı unutmaksızın çoklu yapı ve ilişkileri merkezileştirecek ve burjuva-faşist devlete karşı yöneltebilecek, devrimci yıkıcılığı örgütleyebilecek bir örgütü inşa edebilmek; öncelikle güçlü bir teorik-siyasal aklın ürünü olan bir tasarımı gerektiriyor. Böylesi bir tasarımla birlikte komünist özgürlük dünyasından çıkışını alan iç ilişkileri oluşturabilir, bunu örgütleyebilecek kolektifin hayalini kurabiliriz. İşte böylesi bir parti, kadroların tüm enerjisini ve birikimini devrime hasretmesini sağlar, artık bu içe dönük bir tasarım ve form olmaktan çıkar ve temas edilen herkese bulaşır, onları içine alır. Bize örgütlenen insanların örgüt içi ve dışı diye ayrı dünyaları, ilişkileri, sosyaliteleri olmaz. Her yere kendisi ve kolektif tasarım haline gelen örgütünü taşır. Örgütüyle birlikte bugünün toplumsallığı içinde uç veren ihtiyaç ve özlemleriyle insana dair olan her şeyi kapsar, kapitalist gösteri toplumunun içinde gelişen ters yüz edilmiş ve çarpıtılmış olarak varlığını koruyan arzu ve ihtiyaçları ise yerli yerine koyarak, onları kapitalist dünyayla savaşım konusu haline getirir, yabancılaşmaya karşı mücadeleyi büyütür.
Mücadele ederken, yol yürürken aslında komünist dünyayı yaşamalı, kendimizde onu inşa etmeliyiz. Kimse kendisine değmeyecek, yaşayamayacağı bir dünya ve ilişkiler sistematiği için kavgaya atılmaz. Devrimci örgüt, duruşuyla, varlığıyla, her an her dakika ördüğü ilişkilerle komünist dünyayı, komünü vaat etmelidir. Parti aynı zamanda yol yürürken bizi oluşturandır. Geleceği kendinde buluşturan, geleceğin ilişkiler sistematiğini bugünden örendir. Dışımızda, üstümüzde bir şey değil, her günkü pratiğimizle kendimizi oluşturduğumuz bir süreçtir. Her kadro aynı zamanda partiyi üretenin kendisi olduğunu, kendisi ile birlikte o partinin bütünlendiğini hissedebilmelidir.
Daha önce de ifade ettik, devrim yapma iddiasını taşıyorsanız, her durumda dikey ve yataylığı içinde bulunduran örgüte ihtiyaç duyarsınız. Örgüt varsa, insanlar yönetiliyorsa az ya da çok yabancılaşma da vardır. Örgüt bununla savaşım içerisinde olmalıdır. Yönetme işi, temsililik ilişkisini içinde barındırır. Oysa komünizmde temsililik ilişkisi yoktur. Herkes kendisi olarak doğrudan sözünü söyler, eylemini icra eder, üretir. Ve eyleminin, üretiminin sonucunu bizzat yaşar, hisseder. Bir toplumsallık içerisinde sözünün, pratiğinin doğruluğunu, yanlışlığını görür, bu temelde kendisini düzenler, düzeltir. Sürekli hayat onu düzeltir; eklemeler, çıkarmalar yapar. Bunu o toplumsal ilişkiler içerisinde yapar. Kurumlar dolayımıyla yapmaz. Burjuva diktatörlüğü yıkma zorunluluğunun bize yüklemiş olduğu zorunlulukları göz ardı etmeksizin, o zorunlulukların bizim örgütsel ilişkilerimizi ve mekanizmalarımızı belirlemesine karşı savaşım halinde olacağız. Bize yabancı bir dünyanın yapı ve ilişkilerini inşa etmek zorunda kalırken, aynı zamanda bunların bize ait olmadığını ve yaratacağımız örgütsel ortamla bunların alan ve kapsamını sürekli daraltmayı hedeflemeliyiz. Bu, devrim sonrasına bırakılacak bir iş değil. Bugünden, zorunluluklar caddesinden geçerken bile savaşımını vereceğimiz şeydir.
Konumlar hiyerarşisinin etki alanını daraltan bir partiye ihtiyacımız var. Ona yaslanan, sürekli ondan güç alan bir parti işleyişi değil, onu zorunluluk olarak uyguladığının bilinci ile hareket eden bir parti yapısı oluşturmalıyız. Bunu nasıl yapabiliriz, kolektif değerlendirme ve karar alma süreçlerini oluşturarak ve illegalitenin gerekleri dışında bunu en geniş anlamda kullanarak. Bir alan çalışmasını düşünelim. Bu alan çalışmasında yer alan yoldaşlar topluluğunun yanı sıra bir de faaliyetin yürütümünden sorumlu bir komite vardır. Çalışmaya dair tüm karar süreçleri bu komite üzerinden alındığında, bu alandaki yoldaşlar topluluğunun örgütün kolektif gelişimine katılımı, zayıf olacaktır.
İllegal örgütlenmenin gerekleri nedeniyle (bir düşman darbesine davetiye çıkartmamak için) örgütsel ilişkilerin gizliliği zorunluluktur. Bu, herkesin tanımlı olduğu ilişki temelinde örgütsel bilgiye sahip olması demektir. Daha fazlasına değil. Ancak politikanın açıklığı örgütsel ilişkinin gizliliği ilkesi temelinde politik tartışma ve belirlemelerle birlikte örgütsel faaliyetin birçok gündemi kolektif değerlendirmenin konusu olacaktır. Alanlardan başlayarak tüm yoldaşların örgütlenme politikasının oluşum sürecine dahil olabileceği örgütlenmelere gidilmelidir. Bunun aracı, olanaklı olan her çalışma alanında tanımlı bir şekilde, süreklilik kazanan ve örgütsel iradenin açığa çıkacağı, tüm kadroların katılacağı komün toplantılarıdır. Bunlar, konusuna ve devletin yönelim durumuna bağlı olarak açık toplantılar olabileceği gibi farklı iletişim mekanizmalarıyla da örgütlenebilir. Bu şekilde örgütün her bir alanında ve bütününde, politika oluşturma ve örgütsel pratiği değerlendirme, sonuçlar çıkarma, yeni hedefler belirleme süreci kolektivize edilmiş olur. Bugün bunun imkanlarını yaratabilmek çok daha rahattır. Örgütsel ilişki ve sırların dışında kolektife yapılacak bir bilgilendirme, yoldaşların bütüne hakimiyetini sağlayacak ve örgütün taktik ve örgütsel politika üretimine doğrudan katılımlarının önünü açacaktır.
Kuşkusuz komün toplantıları, alan komitesinin rolü ve fonksiyonunu ortadan kaldırmaz. Komitelerin, komün toplantılarında çıkan iradeyi pratikleştirme, alan faaliyetinin merkezi politika ve planlarla eşgüdümünü sağlamak gibi bir sorumluluğu olacaktır. Bu anlamda komitenin, kimi kararların alınması ve adımların atılmasında inisiyatif sahibi olması zorunluluktur. Bu, burjuva diktatörlüğü yıkma iddiamız nedeniyle yer altı temelinde örgütlenen bir parti olmanın nesnel bir sonucudur. Komün toplantıları, tüm yoldaşların iradesini buluşturan komün iradesini açığa çıkarmakla güçlü bir merkeziyetçiliğin önünü açar. Zira bu irade doğrultusundaki her faaliyet bir bilinç durumunun sonucu olarak gerçekleşecektir. Kendi dışında ve üstünde bir iradenin aldığı kararları değil bizzat tartışma süreçlerine ve olabildiği kadarıyla karar süreçlerine dahil olduğu kararları uyguluyordur. Komünün iradesinin açığa çıkartılması, çalışmaya dair kararların kolektif alınması, bu alandaki komitenin otoritesini ve merkeziyetçiliği zayıflatan değil güçlendiren bir rol oynar.
Bir kez daha örgüt-kadro ilişkisine dair
Parti, örgütlerin/komitelerin alt alta dizilmesi ve toplanmasından oluşmaz. Keza kadroların partideki varlığı da böyle değildir. Parti, farklı farklı fonksiyon ve görevleri olan, içinden geldiği toplumsallığın içerisinde etki ve kapasitesi genişlemiş olarak örgüt içerisinde yer alan kadroların oluşturduğu çoklu ilişkiler sistematiğinin düğüm noktasını, sinir merkezini oluşturur.
– Kadroların, bütüne hakim olabilecekleri ideolojik-siyasal-örgütsel bilgiye sahip olması gerekir. Bu her kadro için tanımlı bir haktır. Örgütsel bilgi konusundaki tek kısıt yer altı temelinde örgütlenme zorunluluğudur. Devrimci bir savaş örgütü olmanın nesnel kısıtları dışında bizi bağlayacak hiçbir şey yoktur. Teorik-siyasal-örgütsel bütünlük kadroların kafasında şekillenmeden, biz ne kadar kadrolar örgütün ideolojik-siyasal hattı da dahil örgütün kolektif gelişimini sağlamak hakkına ve sorumluluğuna sahiptir dersek diyelim, bu sözlerimiz havada kalır. Kolektif tasarımın üreticisi olamayan bu tasarım doğrultusunda güçlü bir pratiğin sürdürücüsü de olamaz, pasif öznelere dönüşür, davaya yabancılaşır.
– Bütüne hakimiyetle birlikte, bir kadro kolektifin hangi parçasında yer alırsa alsın, parça-bütün ilişkisinde etkin olmanın yanı sıra bütüne dair söz oluşturabilme hakkına sahip olur. Kendi faaliyetinin bütündeki yerini görebilmek, örgütsel ihtiyaç ve sorunlara hakimiyet, kadronun bütüne katkısını büyütür, bütünle daha ileriden ilişkilenmesinin zeminini oluşturur. Örgütün politika ve taktiklerinin yerellerde gelişkin pratiğini açığa çıkarır, politikanın yeniden genişletilmiş üretimine katkı sunar. Yerel kendi alanından doğru bunun yaratımını başlatır. Artık hiçbir politika, taktik ilk belirlendiği gibi kalmaz. Yerellerden başlayarak gelişir, geliştirir; merkezde biriken deneyimler ve geri bildirimler ışığında dönüşür, zenginleşmiş olarak kolektife mal olur.
– Birey kendisini gerçekleştirebilme ve kolektif gelişimi sağlama noktasında etkin ve rol sahibi olmalıdır. Burjuva yönetim anlayışında, Taylorist ve onun kısmi değişikliklerle düzenlenmiş hali olan Fordist örgüt yapısı düşünme/planlama ve pratikleştirme faaliyetlerinin ayrıştığı ve işin parçalara bölünerek standardize edildiği bir yapıdır. Burada planlamayı yapanlar işi yapan işçilerin üzerinde tam bir hakimiyet kurar. Ayrıca hiyerarşi, sıkı denetim ve kontrol mekanizmaları bu burjuva yönetim anlayışı ve örgüt modelinin karakteristik özellikleridir. Bu, ortadan kalkmış değildir. Burjuvazi bir yandan üretimi yüksek teknolojiye hakim nitelikli çekirdek işçiler üzerinden yapma yönünde bir eğilim geliştirirken diğer yandan 12-14 saatlere varan mesai saatleriyle işçi sınıfının büyük bir kesimine adeta karın tokluğuna kölelik koşullarında çalışmayı dayatmaktadır. Öte yandan kapitalizmin tarihsel gelişim sürecinin bir parçası olarak, giderek hakim hale gelecek olan, burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki göreli artı değer sömürüsünü artırma yönlü arayışlarıdır. Oysa hiçbir üretim ve emek organizasyonunun ortadan kaldıramayacağı şey; proletaryanın yaptığı işe yabancılaşmasıdır. Proletarya, kapitalist emek sürecinde yaratıcı etkinliğini bir bütün olarak açığa çıkarmaz, çıkaramaz. Burjuvazinin tüm çabası, arayışı emek sömürüsünü derinleştirmektir. İşte bu arayışın bir sonucu olarak post-fordist üretim modeli ve örgüt yapısını geliştirdi. Post-fordist iş örgütlenmesi daha küçük, kendi kendisini yönetebilen ekiplere dayanır. Fordist örgüt yapısındaki gibi büyük ölçekli hiyerarşik yapılar kullanılmaz. Esnek organizasyon biçiminde şekillenen yapılarda, işbölümü fordizmdeki gibi alabildiğine küçük parçalara doğru gelişmez, hatta görece, mevcut sınırlar içerisinde önemini yitirdiğini bile söyleyebiliriz. Emeğin beceri ve niteliğinin gelişmesiyle her bir birim planlama ve pratikleştirme süreçlerini iç içe yürütür. Post-fordist örgüt yapısında emek organizasyonunu belirleyen kaskatı bir hiyerarşi yoktur; hiyerarşi bir anlamda seyrelmiştir ve haliyle denetim ve yönetim mekanizmaları da dönüşmüştür. Taylorist-fordist üretim modellerinin kafa ve kol emeğini ayrıştıran ve bu temelde katı iş bölümüne gittiği üretim yapısının etkisiyle gelişen toplumsallıkla post Fordist örgüt yapılarının, buna uygun eğitim anlayışının, emeğin sürekli nitelik kazanmasının (ve ters orantılı olarak büyük bir kesiminin vasıfsızlaşmasının) vb. sonucu olarak günümüz dünyasında gelişen sosyo-kültürel yapının oldukça farklı oluğunu söyleyebiliriz. Biz artık bu dünyanın içerisinde şekillenen insanlara temas ediyor, bu kesimleri kapsamaya çalışıyoruz. Burjuva iş örgütlenmelerinin sınırına çarpan ancak kendi beceri ve etkinliklerini sınırsızca geliştirmek, kendilerini gerçekleştirmek isteyen bugünün işçi ve emekçilerine, kadınlarına, gençliğine komünizmin özgürlük dünyasından çıkışını alan parti örgütlenmesiyle bir adres olmayı önümüze koyuyoruz. O halde yukarıda ifade ettiğimiz, burjuva yönetim gurularının savunduklarından öteye geçmek durumundayız. Bunu ancak onların yalan dünyalarına karşı, kadronun tüm yeti ve yetenekleriyle gelişebileceği, kolektivizmin tüm çalışmaların merkezine oturduğu örgütsel düzlemi inşa edebilirsek başarabiliriz. İşte böylesi bir örgütsel yaşam çekim merkezi olur.
– Her bir kadro, örgütün gelişmesi için attığı adımları kolektivize etmek, örgütün geneline mal etmek ister. Bu, örgütün ideolojik çizgisi doğrultusunda tüm örgüt bileşenlerinin parçada veya bütünde geliştirecekleri teorik, siyasal veya örgütsel adımı örgüte mal edebilme özgürlüğü demektir. Ve devrim stratejisine kilitlenmiş güçlü bir çekirdeğin varlığını ön gerektirir. Devrim stratejisi bir paradigmaya oturur. Esnek ve dinamik bir örgüt, paradigmanın içerisinde kalınarak yapılacak değişimlere her yönüyle açıktır. Tüm değişim dinamiklerini içerimine alıp kapsar. En ilerisinden en gerisine tüm örgüt güçlerinin kolektif aklı ve eyleminin ürünü olarak kendisini inşa eder. Bir parçada yaratılan yeni bir örnek hızlıca diğer alanlar tarafından da alınıp kolektivize edilebilir.
Kadrolar sadece alınan kararları uygulayan pasif özneler değil kolektif merkeziyetçiliği adım adım öreceğimiz mekanizmalarla, örgütün bütünsel gelişimine hakim ve sorumluluk aldıkları alan veya çalışmanın bütündeki yerini görebilen, bu anlamda hem bulundukları alan çalışmasında hem de örgütün bütünsel faaliyetinde azami katılımı sağlayabilen öznelerdir. Merkez komitede yer alan yoldaşlar, haklar boyutuyla her bir yoldaşla aynı haklara sahipken kolektifin sorunlarına daha içeriden vakıf olmak, örgütsel tecrübe ve birikim nedeniyle çok daha ağır bir sorumluluğa sahiptirler. Bir kadronun bir konudaki yetersizliği anlaşılabilirdir, ama önderlik düzeyindeki bir yoldaşın bırakacağı boşluk anlaşılmazdır. Burada tanımlı her bir hak ve özgürlük tüm örgüt üyelerini keser, ama önderlik düzeyindekiler bir de sorumlu olmaktan dolayı iki kat daha büyük bir yükün altına girmelidir.
Güne yanıt verecek parti başa kolektif merkeziyetçiliği yazar
Örgüt sorununda TDH’den çok farklı şeyler anlıyoruz. Bu aşamada, partinin burjuva diktatörlüğünü yıkıp devrimi yapabilmesi için, burjuva-faşist devletin saldırılarına karşı koyabilmesi ve karşı ataklarla devrim hareketini yükseltebilmesi gerekir. Bu da özcesi savaşçı karakterinin önde olması demektir. Partiye yüklediğimiz bu rol ve misyonu yerine getirebilmenin koşulu; bugünden kendimizde devrim yapabilmemizdir. Komün gücü kendimizde devrimin kilit halkasıdır. Örgüt yapısında ve örgüt içi yaşamda, daha ileri komünal ilişkileri yerleştirerek, kolektif davranabilme yeteneğimizi yükseltebiliriz. Böylece partinin savaşçı karakterini korurken eski katı hiyerarşik örgütten tam olarak kopuşu da gerçekleştirebiliriz.
Daha önce de ifade ettik, devrim yapma iddiasını taşıyorsanız, her durumda dikey ve yataylığı içinde bulunduran örgüte ihtiyaç duyarsınız. Ve örgütün varlığı, insanların yönetilir olması da her durumda yabancılaşmaya yol açar. Ancak örgüt bununla savaşım içerisinde var olmalıdır. Yönetme işi temsililik ilişkisini içinde barındırır. Oysa bir kez daha vurgulayalım ki komünizmde temsililik ilişkisi yoktur. Herkes kendisi olarak doğrudan sözünü söyler, eylemini icra eder, üretir. Ve eyleminin, üretiminin sonucunu bizzat yaşar, hisseder. Bir toplumsallık içerisinde sözünün, pratiğinin doğruluğunu, yanlışlığını görür, bu temelde kendisini düzenler, düzeltir. Sürekli hayat onu düzeltir; eklemeler, çıkarmalar yapar. Bunu o toplumsal ilişkiler içerisinde yapar. Kurumlar dolayımıyla yapmaz.
Burjuva diktatörlüğü yıkma zorunluluğunun bize yüklemiş olduğu zorunlulukları göz ardı etmeksizin, o zorunlulukların bizim örgütsel ilişkilerimizi ve mekanizmalarımızı belirlemesine karşı savaşım halinde olacağız. Bize yabancı bir dünyanın yapı ve ilişkilerini inşa etmek zorunda kalırken, aynı zamanda bunların bize ait olmadığının bilinciyle ve yaratacağımız örgütsel ortamla bunların alan ve kapsamını sürekli daraltmayı hedeflemeliyiz. Bu, devrim sonrasına bırakılacak bir iş değil. Bugünden zorunluluklar caddesinden geçerken bile savaşımını vereceğimiz bir şeydir.
Partiye katılan her yoldaş, tablonun bütününde tuttuğu yeri; yoldaşlarına, partiye, devrime kattıklarını görebilmeli. Bu anlamda her bir kadronun emeği biriciktir. Kadro kendisini her yönüyle katabildiğinde, devrimi kendisinde gerçekleştirebildiğinde neleri yapabileceğini tasavvur edebilmelidir. Devrimci kriz anlarında örgütlü bir bireyin güçlü dinamiklere sahip, gelişkin yeti ve yetenekleriyle kendisini var etmiş bir kadronun yapabileceklerinin sınırı yoktur, açığa çıkartabileceği enerji dehşet büyüktür. Parti bunu duyumsattığı gibi duyumsayabilmelidir de. Kendi potansiyelini açığa çıkarabileceği, devrimciliğini gerçekleştirebileceği bir parti ortamında o kadronun partiye, devrime katacaklarının sınırsızlığını duyumsamak, bu gücü elinde bulundurduğunu ve bunun yıkıcı yaratıcı etkinliğini tasarlayabileceğini bilen bir parti, büyük düşünebilir, düşmana büyük vurabilir. Tarihte bireyin rolü eğer gelişkin bir kadrosal şekillenişi sağlayabiliyorsak hiç de sınırlı değildir. Parti bu rolü açığa çıkartan olmalıdır.
Örgütsel emeğin bütünselliğini kavrayabildiğimiz anda, örgüt içinde hem değer yasasının etkime alanını daraltmış hem de yabancılaşmayı ortadan kaldırmış oluruz. Bu temelde örgütsel mekanizmaları oluşturmalı; ideolojik-politik-örgütsel olduğu kadar kültürel olarak da bunun karşılığını örgütlemeliyiz. Her alan çalışmasında ve örgütte, kolektif iradeyi açığa çıkaracak komün toplantılarını örgütlemek bunun bir ayağıdır. Düzenli aralıklarla bunu gerçekleştirmek elzemdir.
Bir partide MK, iki kongre arasında örgüt iradesini temsil eden kurumdur. En üst kurum kongredir. MK, kolektif olarak kongrede belirlenen ideolojik-siyasal çizgi doğrultusunda örgütü yönetir. Bir konu hakkında ancak bu sınırlar içerisinde karar alır ve uygular. Yine de bu, illegal temelde örgütlenmenin de koşulladığı, kapsama alanı oldukça geniş bir temsiliyettir. İki kongre arasında siyasal-toplumsal yaşanacak yeni gelişmeler karşısında politika oluşturmak ve örgütü bu temelde yönlendirmek MK’nın sorumluluğudur. Dün bu şekilde işleyen örgütsel süreç, bugün böyle işlemek zorunda değildir. Farklı iletişim ve örgütsel formları geliştirerek, diyebiliriz ki süreklileşmiş bir kongre düzlemini örgütleyebilmek, temsili ilişkinin alanını daraltmak pekala mümkündür.
Düzenli aralıklarla, merkezi bilgilendirme, örgütsel rapor ve perspektif temelinde, koşulları uygun olan alanlarda Kolektif İrade Toplantıları örgütlenmeli, koşulları yüz yüze bir araya gelişe uygun olmayan alanlarda ise yazılı vb. biçimlerle bu yapılmalıdır. Bu en başta, örgütsel değerlendirmelerin kolektivize olmasını sağlar. Yerellerden başlayarak temsililik ilişkisinin alanını daraltır ve yukarıya doğru bunu taşır.
Kolektif merkeziyetçilikte, konumlar hiyerarşisinin kaskatı yapısı ortadan kalkmış, temsililik ilişkisi bir bütün olarak ortadan kalkmamış olsa da sınırlanmıştır. Bugünün iletişim ve enformasyon teknolojilerini göz önünde bulundurursak birçok konu ve gündemde temsililik ilişkisine ihtiyacın kalmadığı bir örgütselliği oluşturmanın imkan dahilinde olduğunu görebiliriz.
Kolektivizm derken daha az önderlik demiş olmuyoruz. Sınıf düşmanımızın gelişkinlik düzeyi, burjuva-faşist devletin hakimiyet düzeyi, burjuva toplumsallaşmanın geldiği boyut bırakalım daha az önderliği çok daha güçlü bir önderliği, çok daha güçlü bir merkeziyetçiliği gerektiriyor. Ama bir farkla tüm komiteleri ve kadroları önderleştirmeye, bulunduğu bölge veya alan çalışmasında merkez haline getirmeye, tüm bunların toplamı ve üst bir bileşimi olarak önderliği güçlendirmeye, merkeziyetçiliği yeğinleştirmeye ihtiyaç duyuyoruz. Bu önderlik anlayışı kadroya, alan komitelerine dışsal bir önderlik değil, onlarla birlikte, onların iradesiyle bütünleşmiş olarak bir önderliktir. Salt bu da değil kitlelere içerdenleşebilen bir partiyi inşa edecek bir önderlik tüm toplumsal muhalefet dinamiklerine de içsel bir önderlik olmak zorundadır.
[1]. Sosyalizm tanımı Komünist Manifesto’da yoktur. Sonraki dönemde de Marx’ta, kategorik ve keskin bir ayrım olarak hiçbir eserinde yer almaz. Komünist Manifesto’nun 1888 Tarihli İngilizce Baskıya Önsöz’ünde Engels, şöyle der: “1847′ de sosyalizm bir orta sınıf hareketi, komünizm bir işçi sınıfı hareketiydi. Sosyalizm, hiç değilse kıta Avrupa’sında, “itibarlı” sayılıyordu; komünizm bunun tam karşıtıydı. Biz baştan beri “işçi sınıfının kurtuluşu işçi sınıfının kendi eseri olmalıdır” görüşünde olduğumuzdan, bu iki isimden hangisini benimsememiz gerektiği ortadaydı. O günden beri de bu isme sırt çevirmekten her zaman uzak durmuşuzdur.”
Gotha Erfurt Programlarının Eleştirisi’ndeki koyuş da açıktır. Burada,“…uzun ve ıstıraplı bir doğumdan sonra kapitalist toplumdan çıkıp geldiği şekli ile komünist toplumun birinci aşamasında” özel mülkiyet ortadan kalksa bile “kaçınılmaz” olan “kusurlar”dan bahsedilir. Devamla, “Komünist toplumun daha yüksek bir aşamasından, bireylerin işbölümüne ve onunla birlikte kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkiye kölece boyun eğişleri sona erdiği zaman”ı yani “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre!” ilkesinin hakim hale geldiği koşulları tanımlanır. (Sol Y., s. 32-33). Marx’ta bu tercih hep devam eder ve sosyalizm ancak komünizmin ilk evresi ekiyle birlikte ifade edilir. Sosyalizmin doğrudan kullanılmaya başlanması ise Engels’in Anti Dühring’i ile olur.