“Denize varmaktır amacı nehrin, denize varmak, ey yolcu
Büyükse dağ, aşamıyorsa üstünden nehir, dolanır çevresini dağın.
Büyükse kaya, söküp atamıyorsa nehir, birikip birikip taşar
üstünden, dolanır yanını yöresini. Yokuşsa yolu, koşamıyorsa
menderesler çizer nehir. uçurum çıkarsa önüne, kapıp bırakır kendini
nehir, açar kanatlarını; varır varacağı yere, oraya denize”
Devrimin gerçekleşebilmesi için, uygun nesnel koşulların yanısıra, iki temel bileşene ihtiyaç vardır. Birincisi eskisi gibi yönetilmek istemeyen toplum, ikincisi ise devrimci özne. Yani eskisi gibi yönetilmek istemeyen topluma yön gösterecek, reaktör görevi görerek onu tepkimeye sokacak, devrime öncülük edecek devrimci özne! Diğer yandan, devrimci özne öncelikle kendini özne yapabilmeli ki örgüte kattığı bireyi veya topluluğu da özneleştirebilsin ya da devrim sürecinde, reaktör olarak toplumu özneleştirebilsin, onu en etkili bir biçimde devrim sürecine katabilsin. Ancak bu özneleşme ve özneleştirme meselesi, teoride çok iyi anlatılsa da Türkiye Devrimci Hareketi’nde her zaman için çözülemeyen bir hastalık gibi kalmış ve yaşatılmıştır. Eğer bu yazıda anlatacağımız, özne olmaya dair çözümlemeler, teoride kalır ve hayata geçirilmez ise yazacaklarımızın çok bir kıymeti harbiyesi olmayacaktır.
O halde, öncelikle özneyi yaratmamız için gerekli koşulları incelemeye başlayalım.
Kendimizden başlayalım sorgulamaya. Örgüte geldiğimiz ilk günlerden… Neden içinde yer aldığımız örgütü seçtik? Bazen bu bir heyecanla, bazen de bilinçli bir seçimle ya da devrimi bu örgütün yapabileceğini düşünerek katılmış olduk. İlk zamanlar amatör ruhumuzla, ama tüm benliğimizle mücadeleye ne katabileceğimizin, nasıl bir yolla devrimi yapabileceğimizin, örgütü nasıl geliştirebileceğimizin, en ufak bir zerre de olsa onu devrime nasıl katabileceğimizin hesabını yapardık. Ancak zamanla karşılaşılan katı-kurumsal yapılar, şef-memur ilişkisi, çarpık-tek yönlü işbölümü ve uzmanlaşma dolayısıyla gelişen yabancılaşma, bütünü kavrayamama dolayısıyla kendini bütünde var edememe vs. genellikle özne olma iddiasındaki bireyin amatör ruhunu aşındırır. Ve kolektif-birey ilişkisi birbirini besleyen değil, kolektifin bireyi aşındırdığı bir sisteme dönüşür. Yapısal sorunlara dair bu örnekler çoğaltılabilir. Ancak konuyu dağıtmadan meramımıza gelelim ve örnekleri, çözüm parametreleriyle birlikte, yazı ilerledikçe arttıralım. Bu noktada, doğru bir kolektif-birey ilişkisini yakalamak, dolayısıyla özneleşen ve özneleştiren bir yapıyı kurmak için nasıl bir yol-yöntem izlemeliyiz sorusu aklımıza geliyor. Buna cevabımız en basit haliyle kolektivizm olacaktır.
Örgütün yapıtaşı kolektivizm
Kolektivizm, bir örgütte bulunan bütün bireylerin emeğinin ve aklının, devrim kavgasına en uygun koşullarda akıtılabilmesi halidir. Kolektif, bireyi içermeli ve bireyde kendini kolektifte bulabilmelidir. En basit haliyle birilerinin karar alıp diğerlerinin sadece kendine verilen görevle ilgilenmesi şef-memur ilişkisini üretir ve bu zamanla kolektifteki bireylerin ideolojiye, stratejik hatta ve kitlelere yabancılaşması sonucunu doğurur. Bireyin, ilk geldiği zamanki heyecanla kendini kolektife katma isteği, mücadeleyi nasıl geliştiririm fikriyatı yok olur, körelir. Çünkü kolektifte kendini var edemez ve kendisini bulamaz. Dolayısıyla özneleşen ve özneleştiren bir pozisyonda olamaz. Böylesi bir mekanizma oldukça mekaniktir, canlı bir organizma değildir. Kendini değişen koşullara göre yenileyecek yeterli aklı yoktur. Zira kolektifin tüm aklını birleştirerek bir potada eritebilecek yeteneğe sahip değildir.
Bu anlamda kolektivizm; kolektife katılan, var olmaya çalışan bireyin ya da topluluğun heyecanını, amatör ruhunu, kendini tüm benliğiyle katma isteğini koruyup, bireyin/topluluğun emeği ve aklını kolektifte var edebilen ve bunu kolektif olarak geliştirebilen bir canlı organizma olarak örgütü inşa etmektir. Bunu yaratmak için kolektifte, devrimin çıkarları doğrultusunda, insanın tüm yetenek ve özelliklerinin özgürce geliştirebileceği koşullar hâkim olmalıdır.
Kolektivizm ilkesi esas itibariyle, komünizmin günümüzde, örgütte vücut bulmuş halidir. Bu ilkeyle birlikte örgütsel çalışmalar çok yönlüleşir; karşılıklı etkileşim halinde, diyalektik bir biçimde birbirini besleyen canlı bir organizma oluşur. Kolektivist bir yapı bireyi, tek yönlü hareket etmekten ve bağımlılık ilişkisinden çıkarır; geçişli ilişkiler kurabilen, özneleşirken özneleştiren, dinamik bir pozisyona getirir. Kolektivizm, bireyin gerçek anlamda elinden gelenin fazlasını devrime katabilmesi için gerekli koşulları ve hareketi sağlar. Örgütsel aklın ve emeğin birliği ve onu ileriye doğru sıçramalı olarak geliştirmenin yegâne koşuludur.
Daha da açacak olursak, her demokrasi ilişkisi (buna demokratik merkeziyetçilik de dâhil) bir erk/iktidar ilişkisi yaratır. Bu anlamda kolektivizm, zorunlulukları gözeterek bu erk/iktidar ilişkilerini asgari bir boyuta indirgemeyi amaçlar. İş bölümü, uzmanlaşma, yetki, konumdan gelen iktidar alanlarını, ayrıcalıkları ortadan kaldırmayı, sönümlendirmeyi önüne koyar. Kuşkusuz iş bölümü ve uzmanlaşma örgüt için olmazsa olmazdır. Ancak birey uzmanlaşırken bütüne yabancılaşmamalıdır. Kolektivizm, -doğal- önderliği, öncülüğü reddetmez. Yine mücadelenin gereklilikleri olan savaş ve mücadelenin hızlılığı koşullarını da gözetir ve buna uygun olarak örgütü konumlandırır.
Örgütün yaşamsal ilkesi kolektivizm uygulandığında, matematik hesapları alt üst olacaktır. Bir yanıyla 1+1+1=1 olacaktır. Çünkü kolektif, çokluğu çokluk olarak bırakmayacak; tüm aklı ve emeği, bir potada eritecektir. Bu şekilde kolektifin her üyesi, kendisini kolektifte var edebilecek, kolektifte kendini bulabilecektir. Diğer bir yanıyla örgüt, örgütü oluşturan bütün parçaların toplamından fazlasını oluşturacaktır.
Kolektivizmi inşa edebilmek için parça-bütün ilişkisinin de iyi anlaşılması gerekir. Şef-memur ilişkisine dönüşen örgütsel yaşamda, birey sadece ona şefinin verdiği görev ve aktardığı kadarını bilebilir. Kadro, bütünden kopar ve bu durum, kadronun ideolojiye, stratejiye ve kitleye yabancılaşmasına neden olur. Bir örnekle bunu daha da anlaşılır kılmaya çalışalım. Bir otomotiv işçisinin görevi araç sanayiinde sadece vida sıkmak olsun. Bütüne dair bilgisi olmasın. Bu koşullarda işçi, araba ürettiğini hissedemez. Bütünle ilişki kuramaz. Sadece vida sıktığını düşünür. Yani üretimine katkıda bulunduğu aracın yabancısıdır. Onunla ilgili çok bir fikri yoktur. Bu da doğaldır zaten. Ancak bir de şöyle bir üretim mekanizması düşünelim. Yine işçi vida sıkıyor, ancak arabanın üretimine dair genel bir bilgisi ve fikriyatı var. Ve aracın daha iyi bir şekilde üretimi için fikir verebiliyor. Diğer parçaları üreten ve birleştiren işçiler de aynı şekilde genel üretim sürecine hâkim ve birbirlerine daha iyi üretim için fikir verebiliyorlar. Yani bütünle ilişki kurabiliyorlar. Böyle bir kolektifin, aracın gelişiminde veya daha efektif üretiminde katkısı en üst düzeyde olur. Bu durumda vida sıkan işçi, bütünle ilişki kurabildiği için, araba ürettiğini hisseder, kolektifte kendisini var eder ve böylece yabancılaşma ortadan kalkar. Tabi ki bu durum, devrimci bir örgütle birebir örtüşmese de bize önemli ipuçları verir.
Komünizme yakınsayan bir deneyim: Persimfans Orkestrası
Devrimci örgüte daha yakın ve somut bir örnek olması dolayısıyla 1922 yılında, Lev Tseitlin tarafından, Sovyetler Birliği’nde kurulan Persimfans Orkestrası’nı inceleyelim. Persimfans öncelikle çalışmalarında şefliği reddeder ve kaldırır. Bunun nedeni; hangi eserin çalınacağına, eserin hangi kısmında hangi müzik aletinin devreye gireceğine sadece orkestra şefinin karar vermesidir. Bütünle ilişki kurabilen sadece şeftir. Orkestranın diğer bileşenleri ise sadece kendi aletleriyle çalacakları kısımlara hâkimdir ve bütünle ilişkileri bundan ibarettir. Bütüne dair fikir veremezler, yine birbirleriyle ve müzikle geliştirici, bütünleyici bir ilişki kuramazlar. Şef ise bütün kolektif emeğin cisimleşmiş haliymiş gibi sahnede, en önde seyirciye şovunu yapar. Şef, mimik ve hareketleriyle, orkestranın diğer üyelerine, tuşlarına bastıkça çalan birer alet gibi davranır. Şef, orkestranın müzik ve seyirciyle olan ilişkisinde yabancılaşmaya neden olur. Seyircinin de katılımını engeller. Orkestrayı teknikileştirir ve memurlaştırır. Persimfans ise bu kültürü yıkarak şefsiz orkestrayı kurar. Artık sahne de oval bir şekilde herkesin birbirini görebildiği, birbirini etkileyebildiği, birbirini denetleyebildiği bir oturma pozisyonu alır. Çalınacak eserleri ve eserin hangi bölümünde, hangi aletin devreye gireceğine birlikte karar vererek çalarlar. Herhangi bir orkestra üyesi, eserin çok küçük bir parçasını da çalsa, eseri baştan sona çalmayı, yani eserin bütününe hâkim olmayı öğrenir. Böylelikle orkestra üyeleri, birbirlerini duyumsar, geliştirir ve denetler. Teknik ilişkilenme ve memurluk ilişkisi ortadan kalkar, emeklerini kolektifte var edebilirler ve çaldıkları müzikte kolektifi duyumsayabilirler. Kendilerini dışsal bir etkenin memuru olmaktan çıkarıp, içselleştikleri bir yapının üretken özneleri haline gelirler. Halk konserleri sonrasında ise eserlerin tarihi altyapısı, çıkış koşulları ve Marksist tarih anlayışı gibi konular üzerine söyleşiler gerçekleştirip dinleyiciye de dinamik bir katılım imkânı sağlarlar. Bu bağlamda, karar alan ve uygulayanın bütünleşmesini kendi kolektiflerinde sağlamış ve kolektivizasyonu tam anlamıyla uygulamışlardır.
Burada şef kültürünü yıkmakla birlikte, doğal önderliğe ve öncülüğe karşı çıkan bir pozisyon yoktur. Perfirmans’ın doğal önderi, kuruluşuna öncülük eden Lev Tsetlin’dir. Lev Tsetlin de, orkestranın diğer üyeleri gibi kendine müzik aleti gibi davranılmasından nefret eder ve Perfirmans’ın kuruluşuna öncülük eder. Perfirmans böylelikle gereksiz dikeyliğin önüne geçen, ileriye doğru eşitlikçiliği ören, bireysel ve kolektif gelişimin önünü açan bir örgüt yapısını oluşturur. Orkestra üyeleri, bu koşullarda daha çetin çalışma koşulları içine girmiştir. Ancak buna rağmen içsel bir yapıya kavuştukları ve dinleyici ve müzikle olan yabancılaşmayı engelledikleri için bu çalışmalar, onlar için yorucu olmaktan çıkar. Bugün de kolektivist bir örgüt oluşturduğumuzda birey daha yoğun bir çalışma temposuna girer, ancak örgütle bütünleşeceği için bu çalışmaları seve seve yapar.
Dünya devrimler tarihi Perfirmans gibi ileri örnekler barındırırken, zorunlulukları devrimin değişmez ilkesi haline dönüştüren; örgütte veya gerçekleşen devrimde fazladan iktidar alanları yaratan örneklerle de doludur. Bu noktada yapacağımız temel uyarı zorunlu koşullardan doğru alınan kararlar, örgütün değişmez ilkesi halini almamalıdır. Zorunlulukların, zorunluluk olduğu unutulup devrimin değişmez ilkesi haline geldiği durumlarda, kolektifin ileriye doğru atmaya çalıştığı adımları, örgütü, geriye götüreceği su götürmez bir gerçektir. Kolektivizmin gelişmediği, üretim-yönetim birliğini sağlanmadığı devrimler, parti devletine doğru evrilerek kabuklaşıp içten çökmüştür. Bunun da en açık örnekleri yaşanmış tüm sosyalizm deneyimleridir. Bu örnekler, zorunlulukların ilke halini alması durumunda tahayyül ettiğimiz komünizmi nasıl aşındırdığını bize en açık haliyle gösterir.
Kolektivizm; güçlü merkez-güçlü yerel diyalektiği
Kolektivizmi örgütsel işleyiş ilkesi olarak ele alan bir örgüt, öncelikle güçlü bir merkezi stratejik hattı oluşturmalıdır. Aynı zamanda merkezi stratejik hattın yerellere taşınması, güçlü bir biçimde bu hatta hâkim olan kadroların varlığını gerektirir. Güçlü merkezden meramımız, başka bir yerde, el üstünde duran merkez kadroların varlığı değildir. Anlatmaya çalıştığımız şey, merkezi ideolojik-siyasal hattın güçlülüğü ve tüm yerellerdeki kadroların buna hâkimiyetidir. İşte bu, hâkim olduğu merkezi stratejik hat doğrultusunda, yerelde, gerekli taktik esnekliği uygulayabilen, bürokrasiyi yani zorunlu “iktidar” alanını tam anlamıyla asgariye indiren bir yapıdır. Güçlü merkezi hâkimiyet ile birlikte, herkesin merkez gibi hareket edebildiği ve karşılaştığı zorluklarla ideolojik-siyasal çizgiye hâkimiyetten gelen esnekliği uygulayabilmesi ancak bu şekilde olur. Bu, elbette bazı ön koşullar gerektirir. Örgüt, yaşayan canlı bir organizmadır. O yüzden mekanizma veya sistem dediğimizde, akla mekanik bir yapı gelmemelidir. Yani azami verimliliğe ulaşmak için asgari koşulları yerine getiren bir yapı şarttır. Bu koşulla kolektifte buna uygun bir kültür oluşturulmalıdır. Ancak bu şekilde, kolektifte güven tesis edilebilir ve herkesin merkez gibi hareket edebilmesinin önü açılabilir. “İktidar”ın paylaşıldığı ve iktidarın iktidar olmaktan çıkarıldığı bir sisteme ve örgütsel kültüre ihtiyaç vardır. Tüm kadroların en verimli şekilde kendini kolektifte bulabileceği, kendini kolektifte var edebileceği, yeni katılan birey ve toplulukların da bu şekilde yaşayan canlı organizmaya dâhil olabileceği bir örgütsel bütünlükten bahsediyoruz. Böyle bir bütünsellikle yaratıcı-yıkıcı eylemler ve örgütlenme açığa çıkabilir. Ve kolektifin “aklı”na gem vuran zincirlerden kurtulmuş oluruz.
Buna uygun örnek teşkil etmesi açısından, uygulayabildikleri kadarıyla MLN/Tupamarolar’ı inceleyebiliriz. Tupamarolar, güçlü merkezi bir hatta ve buna hâkim güçlü yerel kadrolara sahiptir. Ancak bu kendiliğinden olmaz. Devrimci bir savaş örgütü olarak, bu temelde üç yıl boyunca hazırlık yaparlar. Örgütlenmeye ve eylemlere başladığı 1963 yılında, sadece 50 kişidirler ve ellerinde hiç silah yoktur. Ancak kolektif aklı, emeği, iradeyi birleştirip 50 kişiyi kat kat aşan bir güç, eylemlilik ve örgütlenme açığa çıkarırlar. İlk eylemleri de buna bir örnektir. İlk eylemlerinde silah temini için bir atış kulübünü soyarlar. Eylem için ellerinde sadece çakıları vardır. Ancak kolektif aklı, iradeyi ve emeği birleştirerek sadece çakıyla eylemden başarılı bir şekilde silahları alarak ve tek bir çizik almadan çıkarlar. Bu yolla kısa bir sürede tüm halkın odak noktasına otururlar ve yüzbinlerce sempatizan, onbini aşkın üye toplarlar.[1] Uruguay nüfusunu ve bu başarının gerçekleştiği zaman diliminin kısalığını düşününce, bunlar hiç de az denilebilecek sayılar değildir. Ve tesadüflerle açıklanamaz. Tupamarolar, kolektivizmi gelinen noktada örgütte ve tabanda daha da hâkim kılmak için desantralizasyon (merkezi görev ve sorumlulukları yerellere dağıtmak) hareketini ve CAT (Tupamaroları Destekleme Komiteleri) örgütlenmesini başlatırlar. Yani örgüt nicel ve nitel olarak belli bir olgunluğa ulaşmıştır. Örgüt kabına sığmaz duruma gelmiştir. Bu kalıbı kırıp örgütü daha büyütmek, etkili hamleler yapabilmek ve kolektivizasyonu örgütte ve tabanda arttırmak için bu hamleleri gerçekleştirirler. Bunları tabi ki merkezden gelen anlık kararlar doğrultusunda gerçekleştirmezler. Buna uygun güçlü bir stratejik hat, bu hatta hâkim güçlü kadrolar, yanısıra kültür, güven vs. öncesinde inşa edilmiştir ki bu adımlar sonrasında kolaylıkla atılmıştır. Örneğin desantralizasyon ilkesi, örgütte bu kültürü ve güveni inşa etmeksizin; yerellerdeki kadrolar tarafından, merkezi stratejik akla uygun taktiksel esneklik uygulanmaksızın yapılabilir miydi? Tersi durumu düşünelim. Kadrolar merkezi stratejik hatta hâkim değiller ama merkezden gelen talimatları eksiksiz yerine getiriyorlar. O zaman şunu sorabiliriz, dilimizden düşürmediğimiz stratejik netlik, taktiksel esneklik nerede kaldı? Devrimci örgütleri, kapitalizmin topluma dayattığı yabancılaşma, güvensizlik ilişkilerinden farklı kılan ne? Devrimcilerin, temel meselelerde alternatifi anlatabilmesi ve tutarlılık göstergesi olarak bu anlattığını hayatta uygulaması gerekir.
Tupamarolar örneğinden doğru, kolektivizasyonu sağlamak için gerekli ön koşul olan güven meselesini biraz daha açmak gerekir. Güvensizlik ilişkisi, her anlamıyla geri olana dair bir ilişkileniş biçimidir. Kapitalizm de bunu toplumda yaymaya çalışır ki, toplum birbirine güvenmesin, dayanışamasın, karşısına örgütlü bir şekilde çıkamasın. Yine güvensizlik üzerinden toplumu kendine bağımlı kılmaya çalışır. Bu noktada bizim her yerde güveni inşa etmemiz gerekir. Bireyin kendine güveni, bireyin örgüte güveni, örgütün bireye güveni toplumun kendi gücüne ve örgüte güveni… Aslında bunların hepsi sarmal, diyalektik bir bütünlük içeren karşılıklı ilişkilerdir. Buna dair bir reçetemiz yok, ancak tahayyül ettiğimiz komünizmi ne üzerine kuracağımız, örgütte ve toplumda atacağımız adımlarla bağıntılıdır. Denetlenmeye ihtiyaç duyan kadrolar bütününden, birbirine güvenen ama aynı zamanda birbirini denetleyebilen bir örgütselliğe geçilmelidir. Örgütü canlı organizma olarak tahayyül ettiğimizde buna uygun adımları atmalıyız. Nasıl ki canlı organizmanın bir DNAsı ve organizmayı bütünlüklü hareket ettirmeyi sağlayan organları varsa, bu durum örgütte de ideolojik-siyasal-örgütsel ve ruhsal birliği gerçekleştirmekten, buna uygun kültürü inşa etmekten ve bu temelde hamleler yapmaktan geçer. Bu koşullar gerçekleşmeden kolektivizm adına atılan adımlar, örgütsel ilişkilerde boşluklara gebe kalır. Hadi kolektif hareket edelim deyince kolektif hareket edilemez. Öncesinde bu adımların sürece yedirilerek, yedirildiği oranda uygulanarak örgütte kolektivizm ilkesi işletilebilir.
Özgür yazılım kolektif merkeziyetçilik bağıntısı
Öncelikle özgür yazılım hareketinin öncüsü Richard M. Stallman’ın özgür yazılım fikrinin nasıl geliştiğini anlatalım. Richard Stallman 1969 yılında lisede okurken bilgisayarla tanışır ve kısa sürede bilgisayar yazılımları üzerine yetkinleşir. Üniversiteye başladığında aynı zamanda yapay zekâ laboratuvarında bilimsel çalışmalar yapmaya başlar. Ancak normalde açık kaynak kod ile toplum için yapılan bilimsel çalışmalar, çalışma arkadaşları tarafından ticarileştirilir, özel şirketlere satılır ve kapalı kaynak koda dönüştürülür. Ticarileştirilen ve kapalı kaynak koda dönüştürülen çalışmalardan bazıları Stallman’ın kendi çalışmalarıdır ve telif hakkından dolayı artık istediği gibi bu çalışmaların üzerinde çalışamaz. Telif hakkının toplumsal, bilimsel gelişmelerin önünü tıkayacağını düşünen Stallman özgür yazılıma odaklanabilmek için yapay zekâ laboratuvarındaki çalışmasından istifa eder ve GNU projesini başlatır. GNU projesi şu an üretilmiş olan binlerce özgür yazılımın ana çekirdeğidir.[2] Bunlardan en bilinenlerine örnek olarak Linux ve Ubuntu verilebilir. Telif hakkının bilimsel gelişmelerin önünü neden tıkadığını ufak bir örnekle açıklayalım. Isaac Newton’un hareket kanunu ve kütle çekimi kanunu bilimin hızlı bir şekilde gelişmesinde önemli noktada durur. Diyelim ki Isaac Newton bu bilgileri kapalı kaynak olarak tuttu ve telif hakkı koydu. Bu kaynağı kullanmak isteyenler her seferinde Newton’a veya varislerine telif hakkı ödeyerek kullansaydı veya yeniden bu yasaları bulmaya çalışsalardı bilim bugün bu kadar gelişebilir miydi? Çağlar boyunca doğallığında biriken bilgiye kota konmuş olurdu. Aslında özgür yazılımın önüne geçip kapalı kaynak kod ile yapılmak istenen tam da bu. Verdiğim kadarını alabilirsin. Kapalı kaynak kod, sistem için kâr amacı güden, denetim mekanizması oluşturan bir yazılım sistemidir. Yani senin bilgiye ulaşman için para ödemen gerekir. Para ödeyince de kapalı kaynak kodları istediğin gibi kullanamıyorsun, yine kapalı kaynak kodu üreten firmanın verdiği sınırlar içerisinde değişiklikleri yapabilirsin. İşte Stallman tarafından özgür yazılım projesi GNU, bu kısıtlamalara karşı başlatılan bir çalışmadır.
Özgür yazılım felsefesine göre yazılımlar her türlü amaç için kullanılabilir, yazılımın nasıl çalıştığı incelenebilir ve kişinin kendi gereksinimleri doğrultusunda değiştirme özgürlüğü vardır, geliştirilmiş haliyle veya geliştirmeden toplumla paylaşabilir. Programı geliştirmek içinse yazılımdan anlamak gerekir. Yani parça bütün ilişkisi iyi kavranmalıdır. Genele dair bir bilgin olmalı ki kendine veya topluma yararı olduğunu düşündüğün parçayı geliştirip kullanabilesin. Bu şekilde yabancılaşmanın önüne geçilmiş olur. Ve özgür yazılımın açık kaynak kodları sayesinde çoğu zaman birbirini tanımayan yazılımcılar, aslında kolektif hareket etmiş olurlar. Böylece kolektif akıl bir potada eritilmiş ve yararlı olan yazılımlar, tüm yazılımcılar tarafından kullanılmaya, geliştirilmeye ve toplumun kullanımına açılmıştır.
Suphi Nejat Ağırnaslı, Menkıbe kitabındaki “Halkın Demokratları Kimlerdir?” bölümünde bu konuyu çok daha iyi açmıştır: “Linux, kullanıcıyı bilmeye ve değiştirmeye zorluyor, bir topluluğa ait olmanın bir tüketim edimi değil bir katılım bedeli olduğunu söylüyor, ‘yetkin’ olmaya çağırıyor, Linux, iştirak ve müşterektir; “bu aletin başına oturuyorsan bir zahmet kıçını kaldır da şu yazılımları birlikte geliştirelim” demesine gerek kalmadan Linux kullanıcısı “seve seve” diyor. MacOs X ise bilmeyen sıradan üreticiye seçeneklerin hazır ve bol olduğu bir alan sunuyor. Yalın bir ifadeyle, MacOs X ‘kernelimin orta yerinde bu nasıl bir cumhuriyet,’ deyip ‘ben sana hazırladım her şeyi, sen şeetmesen de olur” diyor; MacOs X demokratik bir cumhuriyet projesidir. Linux, komünizmdir! Mac’ler ve PC’ler bundan dolayı ‘kişisel’ bilgisayarlardır, Linux kullanıcısı ise her daim bir ‘topluluğun’ parçasıdır ve bunun üzerinden ve bunun için makineyle ilişkilenir!” Menkıbe’den alıntılanan bu bölüm aslında bize kolektivizm ile demokrasinin herhangi bir türü arasındaki farkı çok açık bir şekilde sunuyor. GNU çekirdeğinden üretilen GNU/Linux kullanıcıları kolektifinin üyesi, GNU/Linux’un ana eksenine bağlı kalarak kendine uygun projeleri “seve seve” geliştiriyor. Suphi Nejat’ın demokratik cumhuriyete benzettiği MacOs X kapalı kaynak kod yazılımı ise sana kendisinin istediği şekilde, değişiklik yapamayacağın seçenekler toplamı veriyor; ancak sen hangi seçeneği seçersen seç, kaynak kodda değişiklik ve geliştirme yapamıyorsun. Yine MacOs X kullanıcısı isen yazılım üzerine bir şey bilmene gerek yoktur. Bu durumda, kullanıcı edilgen durumda kalmış oluyor. Yine örgüt benzeşimine gidersek GNU/Linux kullanıcısı, kolektivist bir yapının üyesidir, GNU/Linux’un çekirdek kodlarına bağlı kalarak kendi yararına program geliştirebilir. Bu durumda GNU/Linux’un çekirdek kodlarını güçlü merkezi yapıya ve güçlü stratejik hatta benzetebiliriz. Kullanıcıların geliştirdiği yazılımlar ise taktiksel esnekliktir. Hatta Linux kullanıcılarının geliştirdiği yazılımlar, eğer zamanla genel kullanıcılar arasında da rağbet görürse Linux güncellemelerinde bu yazılımlar ana çekirdeğe eklenir ve yine kolektifin üretimi merkezileşir. MacOs X kullanıcısı, yazılımla şef-memur ilişkisi kurar; Apple’ın ona sunduğu kadarını bilebilir. Gerisi onu ilgilendirmez. Bu konuların yabancısıdır. Hazır üretici vardır, nasıl ki örgütlerde teori üreten belli bir zümrenin, işleri veren –yöneten- ayrı bir zümrenin ve bunları sorgulamadan yapması gereken üyelerin olduğu gibi. Burada anlattıklarımız her örgütle birebir benzeşmeyebilir, farklı ileriden örnekler olabilir, ancak kaba hatlarıyla, bu böyledir.
Özgür yazılım üzerinden anlatmaya çalıştığımız bir diğer mesele ise, özünde toplumsal varlık olan insanın yalın ahlaki seçimidir. İnsan toplumsal varlık ise ürettikleri de toplumsal olmalıdır. Üretimler topluma mal edilebilmeli, bilgi veya üretim üzerinden iktidar ilişkisi sağlanmamalıdır. Kapitalizmin yapmaya çalıştığı da bu değil mi? Üretimi ve bilgiyi tekelleştirir ki karşısına rakip çıkmasın. Toplumun dayanışmacı kültürü sanki hiç yaşanmamış ve insanlar arası ilişkide doğal olan rekabet, güçlünün güçsüzü ezmesiymiş gibi bir algı ve kültür yaratılır. Bizimse bunları tepetaklak edecek bir sisteme, yani komünizme yakınsayacak bir sisteme ihtiyacımız var. Daha önce de bahsettiğimiz zorunlulukları da gözetecek ama bu zorunluluk alanları dışında iktidar alanlarını asgariye indirecek ve yeri geldiğinde bu zorunlu iktidar alanlarını da sönümlendirmeyi hedefleyen yalın ve kolektivist merkezi bir yapıya ihtiyacımız var.
Sonuç yerine
Bu nokta da şuna açıklık getirmek gerekir; burada anlattığımız kolektivizmi içerimine alan merkeziyetçilik, demokratik merkeziyetçiliğin inkârı değil onu ileriden aşmaya çalışır. Kaba hatlarıyla anlattığımız çizgide bir kolektif kendisini özneleştirebilir ve kolektife kattığı bireyleri özneleştirebilir. Kapitalist üretim ilişkilerinin gelmiş olduğu düzey ve dünya çapında yaşanan büyük değişimler, geçmiş sosyalizm deneyimleri göz önüne alındığında eski örgütsel formlar, örgütteki bireyleri nesneleştiren, kolektif aklı ve emeği yaratamayan, örgüt üyelerinin kolektife sunabileceği imkânları, yetenekleri geliştirip onu bir potada eritme yeteneği olmayan kapalılıkta yapılardır. Yine bunlar, merkez ile yereli, teoriyle pratiği ayrıştırır, katı işbölümü ve uzmanlaşma temelinde yabancılaşmayı doğurur. Bunların ayrışmadığı örneklerde ise kişilerin ya da yerelin oluşturduğu kültür sonucu kısmi anlamda bir kolektivizm gerçekleşebilir, ancak örgütün geneline sirayet eden bir kolektivizm söz konusu değildir. Bu örgüt anlayışı, devrimci kültür kaybına ve gereksiz ayrıcalık ve “iktidar” alanlarına yol açar.
Madem üretim ve emek organizasyonlarında köklü dönüşümler yaşanıyor; örgüt yapısı ve işleyişini de bu dönüşümü okuyan bir yerden güncellemeliyiz. Kolektivizme, kolektif merkeziyetçiliğe yaptığımız vurgu tam da buradan çıkışını alır. Bugünün örgütü, ihtiyaç olduğunda kalıbını her an kıracak ve daha büyüğünü örebilecek nitelikte olmalıdır. Varolan örgütsel yapılar, “iktidar ilişkisi”ni gereğinden fazla barındırdığı için oldukça mekaniktir. Bu tarz yapılarda örgütsel kalıp dar gelmeye başladığında ise, kalıbı kırıp yenisini örmenin risklere gebe olduğu ve yeniyi örgütlemenin daha çetrefilli olduğu tecrübeyle sabittir. Kolektif merkeziyetçi yapı ise her zaman için yeniden, işine yarayandan beslenebilen bir yapıda örgütsellik ve kültür inşa edeceği için; eskiyi kırıp yeni kalıbı örmesi kolaylıkla sağlar. Kolektif merkeziyetçiliğin anarşizmden farkını koyarsak kafa karışıklıklarını engellemiş oluruz. Kolektif merkeziyetçilik zorunlulukları yani zorunlu durumlardan kaynaklı “iktidar” alanlarını görür. Ancak bu zorunlu “iktidar” alanlarını ilerde, zamanı geldiğinde sönümlendirecek şekilde bir kültür örgütler. Yine işbölümü ve uzmanlaşma kolektif merkeziyetçilikte olmazsa olmazdır. Bu zorunlu “iktidar” alanları, iş bölümü ve uzmanlaşma kimseye bir ayrıcalık ve konum kazandırmaz. Öte yandan, kolektif merkeziyetçilik şef kültüne karşı çıkmakla birlikte önderliği/öncülüğü reddetmez.
Komünizme tutarlı adımlarla ilerleyebilmek/sıçrayabilmek için şimdiden kurduğumuz her türlü örgütlenmede, komünizmin prototiplerini yaşadığımız zaman/mekânda örgütlemeliyiz. Diğer türlü tutarlı bir sosyalizm/komünizm anlayışımız olamaz ve doğru adımları atamayız.
Devrimciyi devrimci yapan şey süreçleri doğru okuyup, bu süreçlere doğru cevapları üretebilmesidir. Suphi Nejat’ın “Her yürek devrimci bir hücredir. Hayal gücü iktidara!” sözleri, sadece bir slogan değildir. Bu iki cümleyi daha fazla irdelemek gerekir. Tam da sürece cevap olacak nitelikte cümlelerdir. Geleneksel örgütlerin bireyin hayal gücünü “iktidar”a taşıyamadığının somut beyanıdır.
Suphi Nejat’tan bu kadar bahsettiysek, final vuruşunu da Menkıbe ile yapalım: “Sahi, solun geleneksel izlekleriyle ilişkide bulunmamış ama en basit anlamıyla duyarlı olup da bir şeyler yapmak isteyen bir insanı, siyaset kaşarı olmaktan başka nereye örgütlerdiniz? Sahi, bu meselelerle uğraşmak hayata karşı gerçekten somut bir duruş ve algı halini sağlıyor mu? Son zamanlarda basın açıklaması ve çeşitli etkinliklere duyuru vasıtasıyla çağrı yapmanın ötesinde, geleneksel Kürt/Alevi mekanlarını aşarak, biyo-politika endeksli olmayan bir biçimde hangi örgütlenme kimlerin hayatına nüfuz edip değiştirmiştir? Hakikaten, komünist miyiz?”
[1] Bkz. https://komungucu5.com/2020/07/24/tupamarolar-ya-herkes-dans-edecek-ya-da-hic-kimse-mahir-yilmaz/
[2] Bkz. Özgür Yazılım, Özgür Toplum- Richard M. Stallman