Politikleşme üzerinden ideolojikleşme artık can alıcı ve güncel bir sorun hem de hiç olmadığı kadar pratiğe eşlik ediyor. Bu denkleşme aynı zamanda mücadelenin geldiği evreyi gösterir ve nesnel zeminle öznelin de iç içe geçişini. Dönemin ayırt edici özelliğidir bu. Bir başka deyişle, örgütsel önderlik, önderliğin örgütselliğinin kesişmesidir. Hem de bizden bağımsız, bize rağmen bu yeni durum her açıdan zorlayıcı niteliğe sahip. Yaşamın, mücadelenin tamamını şekillendirmeye aday bunu görmek lazım. Aksi takdirde gidişatı anlamak kavramak güçleşecektir.
Malum, çok yönlü bir krizin içindeyiz. Evet, egemenler eskisi gibi yönetemiyor ama hala egemenler ve hala yönetmekteler. İktidarlarını korumak için her türlü enstrümanı devreye sokmakta tereddüt etmeyecekleri de biliniyor. Bunların başında içsel ve bölgesel savaşlar geliyor. Ukrayna örneğinde olduğu gibi savaşın her çeşidine hazırlanıyorlar. Uzun zamandır devam eden bir hazırlık bu…
Neo-liberalizm miladını doldurdu, iflas etti. Şimdilik yerine ne koyulacağı konusunda bir mutabakat yok ancak aralarındaki süreğen çelişkiler, çatışmalar, güç paylaşımları yanı sıra bu dönemin bir süre daha bu biçimiyle idare edilebileceğine ulaklı zımni bir anlaşma söz konusu. Her ne kadar öyle olmadığı yazılıp çizilse de koşullar ve zorunluluklar onları bir noktada buluşturup ortaklaştırıyor. Kaba hatlarıyla seyrin bir boyutu biz, diğer boyutu ise bizimle alakalı. Bütün bu gelişmeler karşısında bir kez daha neyi nasıl yapacağımız sorusuna yanıtlar arıyoruz. İstisnasız her şeyi mesele etmek ve o meselelerin hepsine sirayet eden siyaset, çok canlı ve dinamik bir şekilde birbirini etkiliyor, birbirini besliyorsa ve ideolojikleştiriyor çok hızlı bir biçimde. Kim daha çabuk harekete geçerse, ilişkilenirse avantajı ele geçirir. Her an her saat her gün böylesi bir hareketlilik içindeyiz çünkü. Bazen dengeleri dahi değiştirebilecek gelişmelere gebe. Çelişkinin, çatışmanın derinliği ve eylemliliğin çeşitliliği, renkliliği ile özgünlüğü, evrenselliği. Yani ne ararsanız var. Bizatihi örgütlenmeyi beklemekte. Herkesçe bilinen bu gerçeğin kendisi değişimin, dönüşümünde kaynağı, yatağıdır. O akışı çekip çevirecek olanda kolektif güçtür. O güç harekete geçmek zorunda. Mevcut realite bunu dayatıyor.
Her ne kadar çok gerilerden de gelsek, gün gün zorunluluklarımız artsa da unutmayalım ki güçlükler hayatın her alanında var. Gün yok ki biriyle yüzleşmeyelim, hesaplaşmayalım. Gerçi bir yerden sonra bunların da bir anlamı kalmıyor. Ardımızdakiler yetmezmiş gibi. Benzerlerine tahammül etmeyen bir noktadayız. Sadece biz mi? Ötemizdekiler berimizdekilerde dahil buna ayrıca hala büyük çoğunluk bizle hiçbir şekilde ilgili değil ne yazık ki. Acı ama gerçek bu. Peki nasıl aşılacak bu. Peki nasıl aşılacak bu? Bir o kadar basit bir o kadar zor bir soru bu. Elimizde ne bir hazır reçete var ne de sihirli bir değnek. Ama içinde bulunduğumuz koşullar gerçekten muazzam imkanlar sunuyor. Konumlanışımızı, mevzilenişimizi somutlayabilirsek aradaki açı farkını bir nebze olsun kopartabiliriz. Sınırlarımızı zorlamak ve anlamlar yaratmak için bazen birbirimizin ileriye çıkışı sıçrayışı bir diğerimize örnek olur. Bazen de bir diğerimizin attığı ‘küçük bir’ adım her birimizi harekete geçirir, motive eder, işleri kolaylaştırır. Güzel bir şey bu. Birilerinden beklemeyelim, öne çıkmanın ilk koşulu meselelere nüfuz etmekten geçiyor. Değiştirici güç o.
Gözümüzün önünde her gün bir sürü olay cereyan ediyor. Bunlara ne kadar vakıfız, ilgiliyiz? Ne kadarını sorun ediyoruz? Çoğu zaman basite indirgenen, küçümsenen veya göz ardı edilen olaylar silsilesidir her biri. İnsanlar en çok da buralarda ele verir, açık eder kendini. Bizse bu ve benzer hayat hikayelerinde daha çok gazetelerin üçüncü sayfalarında rastlarız. Akşam haberlerinde gözümüze çalınır. İnternette düşenleri ise bir dizi filmi formatında izler, geçeriz. Açıkçası pek umurumuzda olmaz. Çünkü nereye baksak benzer vakalarla dolu. Elbette bakmayı bilmek gerek. Dilimizden düşürmediğimiz toplumsal çürüme, çözülme vb. kavramlara nicelerini ekleyip arkasından kapitalist sistemin ürünüdür diyerek de kestirip atarız. Ortada kanıksanmış bir duyarsızlık olduğu kesin, olağan karşılanıyor ve giderek kabulleniş sıradanlaştırıyor insanı. Kendimizi nasıl tanımlarsak tanımlayalım fark etmez, alışıyoruz. Görmüyor, duymuyor ve hissedemiyoruz. Büyük meselelerle meşgulüz. Bunlarla uğraşacak vaktimiz yok ayrıca zaman kaybı. Böyle bakıyoruz, mazeretler, gerekçeler üretmekte hiç fena sayılmayız. Bizi niçin umursamadıklarında cevabı aslında umursamayanı umursamamak şeklinde gelişir, işler. Hayatın akışı bu, döngüsü. İnsan ilişkisi. Peyder pey kaçış, yalnızlaşma kaçınılmazdır. İnsanların hayatlarından çıkıştır. Nasıl yabancılaştığımızın da resmidir.
Kaç zamandır yaşamın çok hızlı aktığı söyleniyor, öyle de. Zamanın akışı da diyebiliriz, sınanışı da. Hiç kimse bundan muaf değil; kaldı ki tecrübe ettikçe yenileneceğini sandığımız algılarımızı konuşturmak için sıklıkla başvurduğumuz bir yol bu. Bir nevi zamanla nasıl ne düzeyde ilişkilendiğimizi de belirler. Yaşamı yaşamla, mücadeleyi mücadeleyle örgütleme arayışı içindeysek bilhassa. Zamanın aldığı bu yeni biçim, yani hız-sürat büyük önem taşır. Çoğu zaman ona yetişip yetişemediğimizi değişik vesilelerle dile getirişimiz bundandır. Hareketliliğin yarattığı enerjinin kendisi olaylara, olgulara, gelişmelere yaklaşımımızdaki haşır neşirliğin ölçüsü. Ön alışın, öne geçişin üzerimizdeki itkisi, çekimidir. Zamanı mekansız, mekanı zamansız ele alamayacağımıza göre, zamana yenik düşmemek, zamanı boşa harcamamak, heba etmemek için hareketin hızını, akışını bilmek öğrenmek şart. Yanlış anlaşılmasın zamana ayak uydurmaktan bahsetmiyoruz zamanı yakalamak, dönüştürmek gailesi bizimkisi…
Aynadaki yüzün ötesini de görebilme gösterebilme derdi. Açığa çıkan çıkmayan o yüzlerdeki içten içe biriken öfkeyi, hıncı, kini, itirazı ve bütün hoşnutsuzlukları mücadeleye seferber etme uğraşısıdır. Ev ev, sokak sokak, mahalle mahalle, ilçe ilçe, kent kent ve dahası okulda, fabrikada, iş yerinde, atölyelerde, yeni yaşamın her alanına ayna tutmaktır. Görmek, duymak, hissetmek için unutulmaya ramak kalmış ne varsa hatırlatma, kurcalama zamanı. Çünkü öyle bir geçer zamanın içindeyiz ki, olmaz denilen ne çok şey oluyor, yaşanmaz denilen ne çok şey de yaşanıyor maalesef. Aklımız havsalamız almıyor. İnsanı insanlıktan çıkaran şeyler bunlar. Nedense bazı şeylere dilimiz dönmüyor bazı şeyleri ise yazmaya cesaret edemiyoruz. Terbiyemiz müsaade etmiyor. Herkes kendisini bir başkasının üzerinden (yargılayıp) temize çekiyor. Aklıyor. Başkalarının acısı, mutsuzluğu, açlığı, yokluğu, yoksunluğundan beslemek… Başkalarının zaafları, eksiklikleri, kusurları üzerinden nemalanmak ve onları kullanarak üstünlük sağlama peşindeler. Geçer akçe bu. Utanma arlanma şöyle dursun sevinç naraları atılıyor. Rezaletin, alçaklığın, kirliliğin haddi hesabı yok. “Zamanın ruhu” bu! Ama bir o kadar da zamanın paradoksu! Bir başka hakikat var ki bütün bu olup bitenler karşısında mücadelenin sınıfsal ve toplumsal nitelik kazanması, bu tarzın yerleşmesi için bir kere öncülük iddiamızın da sınıfsal, toplumsal karakter taşımasına bağlı.
Can alıcı ve güncel bir sorun olarak ideolojikleşme başka türlü geliştirilemez. Böylesi yoğunluklu ortamların ürettiği fırsatları, olanakları somutlama zamanı. Tam da ideolojikleşmede derinleşme budur. Süreklilik böyle sağlanır. Bunun yarattığı sinerjiyi düşünelim bir ana için; bir an için işçi, emekçi kitleleri birleştirmişiz, mücadeleye seferber etmişiz. Hızlıca değişip dönüşüyoruz. Bir nevi inşa sürecindeyiz. Kültürel yaşamımız, ahlaki düzeyimiz mücadele içinde gelişip yetkinleşmekte, devrimin öngününde sınanıyoruz. Hayalden gerçeğe geçişimiz. Düşümüzün hakikatle buluşması… Nasıl başlarsak öyle devam ederiz. Lenin’in deyimiyle “devrim kitlelerin eseriyse” kitlelerin örgütlenmesi sorunu kadar öncülüğün de sınıfsal, toplumsal nitelikte örgütlenmesi gerekir. Bu başarılmadan gerçek anlamda bir “eser” yaratılamaz!
Bir kez daha yenileyelim ne yapacaksak buradan yapacağız. Buradan alkış sağlayacağız. Başka bir yerden değil.