Yeni bir hikâyenin içindeyiz; ama bilgilerimiz ve birikimimiz eskiye dayanıyor. İlişki kuruş biçimimiz de öyle! Biz, dünün ürünüyüz. Bu bir yere kadar anlaşılır ve tolere edilir. Yeter ki önümüze koyduğumuz hedeflerden şaşmayalım ve sorumluluklarımızı yerine getirelim.
‘Komünarca değiniler ve anekdotlar’ tam da bu noktada peşine düştüğü bu yeni hikâyenin temel düşünüş ve davranış kodlarıyla ilgilenmektedir. Amacımız; değişim ve dönüşümümüzü gerçekleştirecek saikleri sürekli güncellemek olduğu kadar, hayata geçirip geçiremediğimizi de kontrol etmektedir. Bu vesileyle hem denetlenen hem de denetleyeniz. Kolektifin her bir unsuru kendini buna göre uyarlamalı; ‘kendimizi yeniden kuruyoruz’ iddiasının öncülüğüne soyunmalıdır. Artık yaşayıp geçemeyiz, söyleyip geçemeyiz, yazıp geçemeyiz!
Komün Dergi’nin ilk sayısından edindiğimiz izlenim; Komün Gücü’nün, kendini yeniden kurma girişiminin temel paradigmalarını oluşturma gayreti içinde olduğudur. Kurma işi en başta zihniyet değişikliği içerir, altüst oluşlar önerir. Kuşkusuz sadece önermekle kalmaz yoğunlaşacağımız hattı da belirler. Yönelimlerimizin bize katacağı anlam; içerikleşme, derinleşme ve kendimizi gerçekleştirme imkânı sunar. Bu konunun kendisi kadar gereğini yerine getirme sorunu veyahut sorumluluğu bizim yumuşak karnımızdır. Ve biliyoruz ki çok kısa bir sürede istenilen seviyeyi yakalayamayız. O yüzden ilk çıkış noktalarımızı ve yönelimlerimizi belirli aralıklarla gözden geçirmemiz şarttır. Eğer bir tekrara düşülecekse bu eksendeki tekrarlara razıyız. Bir önceki yazımızda ne süreci aşındıracağız ne de süreçte aşınacağız demiştik.(Bkz. Komün Dergi, Sayı 2, Kendine bakmak ama nasıl, Yüksel Yiğitdoğan)
Zaman, mekân, dönemler, süreçler ve koşullar fazlasıyla bizi etkiler. Çoğu kez koyduğumuz hedeflerin önüne geçer. Bu gerçeği ne tamamen göz ardı edebiliriz ne de kayıtsız kalabiliriz. Önceliklerimize göre yer almamız gerektiğini bir an olsun aklımızdan çıkarmamalıyız. Bulunduğumuz alan zihniyetimizin sınandığı alandır. Bulunduğumuz alan, neyi ne düzeyde ters düz ettiğimizi ve ne düzeyde konumlandığımızı gösterir. Henüz pratik eşikte değiliz, hala düşünsel kuruluşla meşgulüz ama pratiğimizin düşüncelerimizi zorlayışı da nihayetinde pratiğimizdir. Nasıl bir çıkış yaparsak öyle yol alacağız. Zaman, uyarıcı mekanizmaları devreye sokma zamanı. Bütün çalışma alanlarımızı kapsayacak biçimde hatırlatıcı, anımsatıcı, belletici ve benimsetici yönlerimizi istenilen düzeye taşıyabilirsek eğer; sırf bu ana veya bu döneme değil, bir bütün olarak bundan sonraki süreçlerimize ve ilişkileniş biçimlerimize de yön veririz. Yeni hikâyenin şekilleneceği ve boy vereceği nokta burasıdır.
Komün Gücü’nün şu anki temel düşünsel, eylemsel, duyusal refleksleri ne ise yarın da o olsun istiyoruz. Bu bir ön alış, ön kıpırdayıştır. Tutumumuzu besler, güçlendirir çünkü sürekli geçmişten konuşup duruyoruz ya da geleceğe havale ettiklerimizle yenileneceğimizi varsayıyoruz. Erteleyerek sorumluluktan kaçıyoruz. Bu daha ne kadar devam edecek!
Bugünden geleceğimizin geçmişine dokunduğumuzu unutmamamız gerekiyor. Geleceğe müdahale biçimimizi, yaşamı şekillendirişimizle belirliyoruz. Tüm bu sözünü ettiğimiz meselelerin birbiriyle doğrudan alakası olduğu için ısrarla üzerinde duruyoruz. Öznelliğimiz, öngörülerimizi konuşturmanın dışında pratiğimizle de buluşsun ki fark yaratsın. Yarattığımız değerlerin ileride silikleşmesini istemiyorsak bu konuların üzerinde durmak zorundayız.
Geçmişte nice çıkışların arkasında durulmasının altında yatan nedenlerin başında, bugünü dünden, yarını bugünden kurtarma iddiası var. Bunun yolunu bulmalıyız. Bu zamansal dönüşlerden, geçişlerden, ileri-geri salınımlardan kurtulmak ancak çıkaracağımız derslerle mümkündür. Yoksa dönüp dolaşıp yine ezberlerimizi konuşturacaksak ve yine aynı yollardan geçeceksek ne gerek var bu kadar gürültü koparmaya! Öyle ya, hem bize gerek de yok! Bizden çok var. Kendimizi ne diye paralıyoruz ki? Neyse ki hikâyemiz bunun dışına taşıyor. Devrimci cenahın içinden ses veriyor, sesimizi yükseltiyoruz. Devrim ve devrimcilik ile sosyalizmin sorunları üzerinden Komün Dergi’nin yayıncılığı şimdiden takdiri fazlasıyla hak ediyor. Kim ne der, nasıl yaklaşır kaygısı çekincesi taşımadan, olup biteni tüm çıplaklığıyla ortaya koyuşu kendine olan özgüvenin bir sonucudur. Devrimci hareketin sorunları bizim sorunlarımızdır; bu gerçeği biliyoruz. Sorgulamaktan ve sorgulanmaktan çekinmiyoruz. Kimilerinin dillendirmek isteyip de dillendiremediklerini seslendiriyoruz. Ne söyleniyoruz ne yakınıyoruz ne de gerçeklerimizi yadsıyoruz. ‘Kopuş’ tabiri tam da bu minvalde gündemimizin başköşesindedir ve uzun bir süre bizi meşgul edecek oluşundan da rahatsız değiliz. İleride bu çıkışımızın ne kadar değerli, önemli olduğu bizim konumlanışımızla ve görevlerimizi layıkıyla yerine getirdiğimizde daha iyi anlaşılacaktır. Israrımız ve kararlılığımız sayesinde kendimizi örgütlüyoruz ve buradan hareketle devrimci mücadelenin sorunlarına cevap olma derdindeyiz. Dert edindiklerimize bugünden öncelik tanıyışımız, ileride işimizi ne kadar sıkı tuttuğumuzun da göstergesi olacaktır.
Nasıl bir devrimcilik?
Aslında nasıl bir devrimcilik sorusu nasıl bir örgüt, nasıl bir devrim ve nasıl bir sosyalizm sorusunu da içerir. Ama yazımız Komün’ün anekdotlarıyla sınırlıdır. Nasıl bir devrimcilik sorusu üzerinden her bir ‘komünar’ın sunacağı katkı çok önemlidir. Yeniliklere açık olmak esastır. Bir ‘komünar’ın kendini tanımlayışı gereği kolektif bakışa ve yaklaşıma sahip olması da son derece önemlidir. Ayrıca devrimcilik halinin her bir özelliğini, yönünü, deneyimini ve tecrübesini anlatmak önemlidir ancak asıl önemli olan bugüne ilişkin ne söylediğimizdir ve neleri referans aldığımızdır.
İlk sayımızda devrimci kimlik, devrimci yaşam, devrimci örgütlenme yazıları bizlere bir fikir sunuyor. Kendimize bakma, görme biçimi üzerinden “neyiz, ne değiliz” sorularına açıklık getiriyor. Ayrıca bu konunun devamında “örgütsel önderlik ve önderliğin örgütselliğine ilişkin hakikatimize denk düşecek bir toplumsal devrimciliği nasıl inşa ederiz” sorusu önem kazanıyor.
Yoldayız, aceleye gelmeyen bir yol ama bir o kadar da bu yolda geç kalmaya tahammülümüz yok. Harekete hız kazandırmak her bir ‘komünar’ın önceliğidir. Varımızı yoğumuzu ortaya koyarken, kimseye işini öğretmeye kalkmıyoruz. Devrimcilere devrimcilik önermiyoruz, devrimcilere devrimcilik yapmıyoruz. Zaten haddimize de değil. Yalnızca kendimizden sorumluyuz. Esas ilgiyi ve eleştiriyi kendimize yöneltiyoruz. Değindiklerimiz ‘kendine devrimciliğin’ bizdeki tezahürüne dönük göndermelerdir. En çok da ne olduğu gibi görünmeyenlere ne de göründüğü gibi olmayanlaradır.
Kimi ve neyi temsil ettiğimizden çok nereden geldiğimiz daha önemli. Önem derecesi, esas itibarıyla sorumuzun özünü oluşturuyor. Sınıfsallığımızın ve ezilmişliğimizin mücadelesinden mi güç alıyoruz yoksa kendimize biçtiğimiz misyonlardan mı? Türkiye Devrimci Hareketi’nin (TDH) devrimciliğinde, sınıfsallığımız, emekçiliğimiz ve ezilenliğimiz bir yere kadardır. Artık o bir yere kadarlığın da tükendiği noktadayız. Bu cümleyi bu kadar rahat kurmamızın sebebi yine devrimci hareketimizin durumudur. Devrimci hareketimizin durumu, örgütlülük düzeyinin ve önderlik kapasitesinin yoksunluğudur.
Örgütünü, partisini örgütleyemeyen kitleleri ve devrimi hiç örgütleyemez. Uzun bir hikâyenin kısa özeti budur. Açık ara geriden geliyoruz. Sürece müdahil olmak şöyle dursun, takip etmekte bile zorlanıyoruz. Güncel siyasette esamemiz okunmuyor. Kürt Hareketi’nin meşru alanda yürüttüğü politik mücadelenin içinde olmasak, siyasetten nasıl düşürüldüğümüzün gerçeğiyle yüzleşir miyiz? Sanmıyoruz. Kürt Hareketi’ne mesafeli çevre ve grupların hallerinde de değişen bir şey yok. Hakikatimiz şu; ne işçi sınıfı ne de emekçi halk kitleleri üzerinden şekillenen bir devrimcilik yok! Bir başka deyişle; onlara rağmen, onlarsız ama onlar için bir devrimcilik bizimkisi. Devrimci örgütlere biçtiğimiz rolle kitlelerin devrimdeki rolü arasındaki muazzam uçurumu, elbette kitlelerin gidermesini beklemiyoruz. Devrimler kitlelerin eseridir; devrimcilik o kitleleri devrime yöneltme işidir diyorsak, bizi durduran şey ne? Neden örgütleyemiyoruz, harekete geçemiyoruz? Bu görev bizim; kitleler kendiliğinden devrimcileşmeyeceklerine göre; kendiliğinden gelip örgütün etrafında kümelenmeyeceklerine göre, sahi nedir bizim elimizi kolumuzu bağlayan? Kimi, neyi temsil ediyoruz? Nereden geliyoruz ve nereden besleniyoruz, kaynağımız kim? Dahası hangi sınıfsal, toplumsal güce, dinamiğe dayanıyoruz? Gerçekten var mı böyle yanımız? Aslında ‘kendine devrimciliğin’ egemen olduğu bir yerde bu sorulara cevap aramak anlamsız. O anlamsızlığın ürünü olan bir devrimciliğin, ne işçi sınıfıyla ne de emekçi kitlelerle bağ kurması olanaksızdır. Zaten siyasetimizde işçinin, emekçinin adı var ama kendisi yok. Toplumsal hiçbir güce, dinamiğe dayanamıyoruz maalesef. Asıl sürdürülemezlik budur; eğer bu durumu tersine çeviremezsek bırakalım devrim yapmayı, ciddi bir muhalif kuvvet yaratmayı, bir süre sonra varlığımızın yokluğumuzun tartışılıyor oluşunun bile bir hükmü kalmayacak. Biz kendimizi nereye koyarsak koyalım, nasıl tanımlarsak tanımlayalım herhangi bir şey değişmeyecek. Biz kendi rolümüzden ve pozisyonumuzdan bahsediyoruz yoksa toplumsal mücadele (bizli-bizsiz) kendi akışı içinde, doğası gereği rolünü oynar. Eylemleriyle, direnişleriyle, krizleriyle vs. Esas sorun, bizim onun arkasına yaslanarak mevcudumuzu devam ettirme alışkanlığımızdır. Devrimciliğimizi bu minvalde sürdürmenin hiçbir getirisi yoktur. Artık bunun dışına çıkmak zorundayız. Hareketliliği değil, o sorumluluklardan ve hesap vermekten kaçan tarzın kendisini reddediyoruz. Bizim mücadelemiz, hareketliliğe biçtiğimiz roldür, o rolü yerine getirip getiremediğimizi sorguluyoruz ve yol arıyoruz. Örneklemek gerekirse son altı yılımıza bakalım, neler olmuş, neler bitmiş? Kırk-elli yılda bir rastlanacak manzaralara şahitlik ettik. Direnişler, eylemler, olaylar ardarda patlak verirken seyirciliğimizden bir şey yitirmedik. Küçük çaplı yer alışlarımızı saymazsak eğer; kâğıt üzerinden devrimci durum ve devrimci kriz tespitleri bugün de aynı kararlılıkla savunuluyor. Nedense bizden bağımsız gelişmelerin doğruluğu da bizi artık haklı çıkarmıyor ve rolümüzü oynamamamızı perdelemeye yetmiyor. Paradoksallığımıza bakar mısınız? Artık mücadele için her şey var ama bir örgütlülük ve önderlik yok. Önderlikler toplumsal mücadelelerde eylemlilikleri direnişleri örgütleyerek önderleşirler. Sınıf cephesinden, emekçi hareket içinden ve ezilen kitlelerin mücadelesinden beslenip büyürler. Partiyi bir örümcek ağı gibi örer, örgütlerler.
Yeri ve zamanı geldiğinde harekete geçmek için bir an bile tereddüt edilmez. Hayat sokağa, eyleme, genel greve, genel direnişe, boykota, isyana ve ayaklanmaya davet ediyorsa, parti, güçleriyle ve kitleler içindeki örgütleriyle müdahil olur. En geniş halk kitlesine ulaşılmaya çalışılır ve ulaşılan halk kitlesi harekete geçirilir. Doğru ilişkileniş ve doğru konumlanış sonuç alıcıdır. Biz kendimizle bu kadar meşgulken ‘kendine devrimciliğimizin’ üreteceği ‘bizden’ bir hayır gelmez. Ne kendimize ne de bir başkasına bir yararımız dokunur. Kitlelerle ilişkili değiliz. İlişkili görünüşümüz de eylemlerle, direnişlerle, olaylarla sınırlı kalıyor. Hareketlilik içeren ama asla süreklilik arz etmeyen bir ilişkileniş biçimi var. Bir varız, bir yokuz. Amiyane tabirle ‘vur-kaçcıyız’; bir orada, bir buradayız. Hep söylüyoruz; her hareketin içinde olacağız, hatta en önünde olacağız ama aynı şekilde hareketin tüm parçalarıyla da hareketsizken de birlikte olacağız ki tamamlanalım ve bütünleşelim. Kendimizi görünür kılmak yetmiyor, daha fazlasına ihtiyaç var. Bizim için kolay sanılan en zor olandır. Muazzam bir sabır, kararlılık ve özveri ister. İşin püf noktası: ‘komünar’, mevcudu aşandır. Başarısızlıkta, yetersizlikte umutsuzluğa, karamsarlığa kapılmaz. Yola devam eder; daha iyisi, güzeli için uğraşır. Doğrular kadar yanlışlarını da sahiplenir. Sorumluluk aldıkça gelişir, özgürleşir ve bayrağı gönül rahatlığıyla yoldaşına devreder. ‘Komünar’, komünarın kalbidir, bilincidir. Bu bakış açısı, bu yaşayış tarzı toplumsal devrimciliğimizin insanını işaret eder. ‘Bizi’ ileriye taşır.
Biz günü kurtarmaya çalışmıyoruz. Geleceği bugünden örmenin derdindeyiz. O bizi zorlayacak, biz de onu. Yer yer çelişeceğiz, yer yer ayak direyeceğiz. Öngörülerimizin karşılık bulup bulmaması geleceğin değişkenlerine, mücadelelerin özgünlüğüne bağlıdır. Alt-üst oluş biçimleri, devrimler, karşı devrimler gerçekleştiğinde zamanla yarışacak. Bize düşense her an her şeye hazırlıklı olmaktır. Yenilgiler kazanımlar iç içe bir başka deyişle yenilirken kazanıyorsun, kazanırken yenilmiş oluyorsun. Çoklu halin şaşırtıcı yüzü çıkış ve yönelimler sunuyor. Düşünüşümüzün, eyleyişimizin verdiği cevaplarla kimi engelleri aşarken deneyimlerimizi tecrübelendirmeyi bir yana bırakacağız, öykünmekten kaçacağız. Eskiyle değil bugünle ve gelmekte olanla ilişkilenerek sonuçlar çıkaracağız. Gerekli değeri ve özeni ona göstereceğiz. Yeninin doğurduğu imkânlara ve fırsatlara sarılacağız. En ufak ayrıntıyı bile gözden kaçırmayacağız, heba etmemeyi öğreneceğiz. İçinde bulunduğumuz dönemin ayırt edici özelliği budur.
Geleceğimiz üzerinde söz sahibi olmak ve tükenen, tüketen konumdan çıkmak anlam dünyamızın gelişkinliğine bağlıdır. Çoğu kez davranışlarımızın yönelimlerimizin farkında değiliz. Ya da farkındayız ama işimize gelmiyor, farkındayız ama nasıl düzelteceğimizi bilmiyoruz. İşine gelmemeyi ayrı bir yere koyuyoruz. Bu bir eğilim değil; bilinçli bir tercih ve yerleşik anlayıştır. Aracı, amaç dönüştürür; her şey haline getirir. Yetinmez; kendini daimi kılmanın, idame ettirmenin yollarını arar, bulur. Bunu da siyaseti gereği yapar ve sunar. Bu zihniyet ve anlayış; yer yapandır, yer açandır. Karakteristiğine sıkı sıkıya bağlıdır, tutucudur. İdareyi merkezine yerleştirir. Kendi dışındaki en küçük gelişmeden rahatsızlık duyar. Kontrolünü, denetimini kaybedeceğinden korkar. İçeriden dışarıdan saldırıya açık hale geleceğini düşünür. Bu, içe kapanış getirir. Ama ne kadar içe kapanırsa zararı da bir o kadar ağır ve yıkıcı olur. Aslında kendini dayatmanın, konuşturmanın bir yolu da budur. Peki, siyaset, ideoloji, teori ve örgütsel süreçler bunun neresinde? Her yerinde… Hastalıklı bir halden söz ediyoruz. Bu halin kendisi kendisiyle sınırlı kalsa bu denli dert etmeyiz. Öylesine değinir geçeriz. Ama sonuçlar ortada. “Farkındayız ama işimize gelmiyor”un diğer yüzü, siyaseten revizyonun önünü açıştır. Ama gizli ama alenen. Beklenen son gerçek olur. Hesap vermekten kaçıp başkalarının hesapları üzerinden hizaya çekiliş, artık ne yazık ki olağan karşılanıyor. Ne adına? ‘Dönüşüm’ uğruna. Neyin ‘dönüşümü’ sorunusun net bir cevabı yoktur. Düne kadar mangalda kül bırakmayanların bugün zevahiri kurtarma çabası pragmatizmin bir sonucudur. Köklü bir kopuş, köklü bir çıkış beklemiyoruz, eleştirilerimiz bunu bir maharetmiş gibi sunuşlarınadır. Süreçlerin, dönemlerin ve özgül durumların arkasına sığınılarak başvurdukları yollar, haliyle açık kapı bırakır. Etkiye açıklık aynı zamanda kendini bağlayıştır; en çok da kendisini etkileyene karşıdır. Her defasında yeniden uyarlama ihtiyacı duyar. Sonuç; koca bir boşluk ve gözden düşüştür.
“Kopuş derken manası devenin karnında, anlaşılmaz şeylerden söz etmiyoruz. Çok yeni, büyük buluş ve icatlar arayışında da değiliz. Dünyanın hakikatlerini yeniden keşfetmiş, yüksek, bulunmaz görüşlerden söz etmiyoruz. Marksizm ve devrimcilik, yeni bir dünya arayanların gözünü diktiği değerler olmaktan düştü; dar grupların ve sınırlı akademik çevrelerin ilgi alanına daraldı. Dünyanın emek güçleri, ezilenleri kapitalizme karşı ileriye doğru çıkış göremedikleri için geriye doğru dinci veya ırkçı, radikal, faşizan çözümler peşinde koşuyorlar. Bu durumun sorumlusu kitleler değil; Marksizm iddiasında olanlardır.” (E. Demirci, Bir çıkış hikâyesi: Komün, Komün Dergi, Sayı 1)
Bu coğrafyanın kaderi değerler üzerinden ölçülür, biçilir, gözetilir. Değerlerin düşüşü demek sahiciliğin de düşüşü demektir. Kendini böyle tamamlar, böyle anlamlandırır. Yakınlık, uzaklık ilkesini buna göre kurup şekillendirir. Şairin dediği gibi “gitse de kalsa da / ardında bıraktığı yerdir / yine varacağı yer. / Aslında kaçamaz… / beni anladığında sen / ben de sen olurum / sen de ben” Bu dizlere denk düşmeyen bir gerisin geriye gidiş var. Güya insanlığın ulaştığı seviyeye bakınca hala nelerle uğraşıyoruz diyesi geliyor insanın ama insanlık, herkesin kendi hakikatini, inandırıcılığını deneyimlemeye çalıştığı sahadır. En çok da ezilenlerin, sömürülenlerin dünyasını altüst ediyor. Onların hayatları ve değerleri üzerinden geçiyor. Zalimlikte, riyakârlıkta geçmişlerini aratmıyorlar hatta “bu bir şey değil” diyorlar. Artık izleyici konumuzu sürdüreceğimizi düşünüyorsak yanılırız. Hemen kapımızın ardında bir adım sonrası malumun ilanıdır. Evet, biz o ilanı şimdiden ifşa ettik ama ateşin içindekiler kadar yandığımız söylenemez. Sokaklarımız artık bize ait değil. Savaşın ve ateşin çemberinden çıkmış insanlara ait ve kan emicilere ait. Dünyanın her bir yeri sürgün yeri, her bir yeri savaş alanı. Aslında “kimseye rahat, huzur yok.” Verilmek istenen mesaj yeni de değil. Emperyalizmin, kapitalizmin gerçeği, egemen güç olduğu müddetçe emekçi halklarımızın tepesine binmekten geri durmayacak. Bilinen bu gerçeği döne döne tekrarlamanın bir anlamı yok. Biz neredeyiz, ne yapıyoruz? Yarattığımız büyük boşluğu salt kendi güçleriyle doldurmuyorlar ki ezilen, sömürülen emekçi kitlelerin onların yarattığı değerlere sarılışında bu değerlerin peşinden koşturmalarında hiç mi payımız yok? Dincilik, ırkçılık, faşizanlık durduk yere hortlamıyor. Reel sosyalizmin çöküşünden bu yana onunla alakalandırma safsataları ile geçen zaman aralığı hiç de yabana atılacak bir süreç değildir. O günden bugüne neyi değiştirdik, dönüştürdük, neyi geliştirdik? Nasıl bir devrimciliğin sorusu aslında geride bıraktığımız o önemli dönemeçlerin üreteceği devrimciliktir. Bugün sonuçları üzerinden konuşmanın kolaycılığı kadar bir başka gerçek de şudur: dayandığımız nokta son noktadır. Ya o noktanın bize sunduklarını doğru dürüst değerlendireceğiz, bu bize bir avantaj sağlayacak ya da bu altüst oluşun yarattığı veya yaratacağı devrimcilikte bizim yerimiz olmayacak. İleriyi temsil etmek kopuşları, geriye gidişleri engellemez. Sahiciliğimizi nasıl yitirdiğimizin dahi bilincinde değiliz.
Neyin ilerisi bu? Bizim gerçeğimiz bu kopuşu üretmiştir. Kopuş yaşamsaldır, ilişkileriyle, anlamsallıklarıyla, duyumsayışlarıyla ötekileştirmenin her tür tezahürü uç vermiştir. Bizden beslendiğini dahi göremiyoruz, kavrayamıyoruz. Sonra dönüp nasıl oluyor da bu yoksul kitleler, gerici faşizan, ırkçı, dinbaz partilere, örgütlere meylediyorlar? Neden bize uzak, mesafeliler sorusu bile artık anlamını yitiriyor; “onlara gitmiyoruz” cümlesi boştur, rahatsız edicidir. Bir de “gidiyoruz da ne oluyor”cular türedi. Dostlar artık alışverişte görmeye bile tahammül etmiyor. Bunu bilelim buna göre hareket edelim. Bu koşullarda kendi kaderini bize, bizim kaderimizi kendisine bağlamak kolay değildir. Yitirdiklerimizi derleyip toparlamaktan başka yol yok. Ne yapacaksak zaten bu hatta ve güzergâhta yapacağız. Arayı açan biziz, kapatmak da bizim boynumuzun borcu! ‘Kendimiz yeniden kuruşumuz’ yenilenme hali; kucaklaşma, barışma halidir. Gelenekle gelecek arasındaki o bağı biz kuracağız. Sınıfsız, sömürüsüz dünyamızda ‘Bir lokma, bir hırka’nın karşılığı vardır. Mülksüzlüğümüzün mührüdür o; bizi birbirimize bağlayacak, bütünleyecek olandır. Bu gerçeğe, hakikate gönülden bağlıyız. ‘Komünar’, bu akli ve kalbi çıkışın ürünü olacaktır.
Kendimize atfettiklerimizle ne yüceliriz ne küçülürüz ne de ödediğimiz bedeller bizi fazladan devrimci kılar. Eğer sanıldığı gibi fazladan devrimci kılsaydı bizi, bugün çok farklı şeyleri yaşıyor, konuşuyor ve yazıyor olurduk. Bu sadece bizim için değil, tüm devrimci güçler için geçerlidir. Bedel ödemek devrimciliğin doğasında vardır. Yolun yolcuları bu bedeli göze almıştır. Buraya kadar bir sorun yoktur. Sorun bedeller üzerinden devrimcilik üretme uğraşıdır. Kendisini onun üzerinden konuşlandırıp var etmek kolaycılığındandır. Bu yazıklanacak bir durumdur. ‘Kendine devrimciliğin’ vardığı ve itibar ettiği yerdir. O yalnızca kendi gerçeğine-doğrusuna inanır, inandırır. Dışındaki gelişmelere, içinde yeri olmayan olaylara, eylemlere, yaşayışlara, ilişkilenişlere, süreçlere ve hikâyelere yeterli ilgiyi göstermez, mesafeli yaklaşır. Eğer kimi konulara değiniyorsa güncelliğin baskısı nedeniyledir. Güncel demek görünmek demektir, siyaset, söz söylemek, kendini arz etmektir. Daha doğrusu “ben de varım” demektir. Bu tavrın kendisini, küçük burjuva siyasetinin bir sonucudur, diyerek geçiştiremeyiz. Ayrıca neyin ne oluğunu bizden çok; bizle ilgilenen, ilişkilenen herkes gayet iyi biliyor. Kendi mahallemizden konuşuyoruz. Geniş hak kitlelerinin ne düşündüğü, nasıl baktığı konusu henüz bizim gündemimizi meşgul etmiyor. Çünkü onların nezdinde yok hükmündeyiz. Ama kitlelerin tutumu ve pozisyonlarının bizden aşağı kalmadığını bilelim. Biz nasıl ölçüp biçiyorsak kitleler de ölçüp biçiyor. Neyin ne olduğunu kendi mantıklarınca bir yerlere oturtuyorlar. Sezen, izleyen özellikleriyle süreci kokluyorlar. Sanıyoruz ki apolitikler… Yok böyle bir şey. Yüzünü bize dönmemiş olmaları onların bir görüşü, yönelimi olmadığı anlamına gelmiyor.
Bugünün dünyasında herkes her şeye ulaşıyor, her türlü manipülasyona rağmen. Haliyle ne biz eski biziz bu yönüyle ne de kitleler eski kitle, halk eski halktır.
Sahiciliğimize dair;
‘Neysek oyuz’dan kastımız; emeğimiz kadar olduğumuzdur. Değerimiz de emeğimizle ölçülür, başka bir şeyle değil, mücadelemizin hakkını vereceğiz. Kimseye rüştümüzü ispatlama derdinde değiliz. Her daim özümüz sözümüz bir olacak. Asla yerine getiremeyeceğimiz sözleri vermeyeceğiz. Eğer bir söz vermişsek mutlaka yerine getireceğiz. Ayrıca yapamıyorsak yapamıyoruz demesini bileceğiz. Herkes ne yaptığımıza bakıyor ne söylediğimize değil. Tutarlılık esastır. Hamaset, abartı, güzellemeler, üst perdeden yaklaşımlar bizden uzak olsun! Yalnızca gerçeğimize, gerçeğimizin sahiciliğine sarılalım. Bütün ilişkileniş biçimlerimizin özünü oluşturan bu niteliğimizi geliştirelim ve bilhassa örnek teşkil edelim. Tasavvurunu kurduğumuz dünyanın insanını bugünden yarına taşımak, aynı zamanda devrimizin niteliğini de bize gösterir. Hem de elle tutulur, gözle görülür kılar. Devrimciliğimiz; bugünden hayata geçirebildiklerimizdir.
Her şey sahada belli oluyor. Hala aynı kural geçerlidir, mücadele ettiğin kadarsındır. Tekniğin, taktiğin, stratejin senin sahadaki kazanma bilinci azmindir. Doğru dizilir, doğru oynar, doğru hamleler yaparsan kazanırsın. Rakibini gözünde ne fazla büyüt ne de küçük gör! Savaş, bilinçlerde, gönüllerde kırıla döküle mücadele ederek dövüşe dövüşe kazanılıyor. Öyleyse şimdiden öne çıkardıklarımıza sıkı sıkıya sarılalım ve Komün Gücü’nün komünarı olalım. Her anımızı, her saatimizi buna göre konumlandıralım ve yarından değil bugünden güzel günlerin mücadelesini verelim. Kavgaysa kavga, mücadeleyse mücadele, yoldaşlıksa yoldaşlık, kardeşlikse kardeşlik, enternasyonallikse enternasyonallik, dostluksa dostluk, dayanışmaysa dayanışma, paylaşmaysa paylaşma, yardımlaşmaysa yardımlaşma, sevgiyse sevgi ve ille de aşksa AŞK! Daha bir sürü güzelliğin yaratıcısı, sürdürücüsü olalım. Devrimimizin insanı gelecekten gelmiyor. Yok böyle bir şey, o bugünün insanıdır. Bugünden geleceği temsil eder, bugünden geleceği örgütler. Öyleyse, öğretimizi yaşayışımıza; yaşayışımızı kültüre, görgüye dönüştürme zamanı. Şimdi değilse ne zaman?