Bu yazı kaleme alındığında Gazze’deki “Aksa Tufanı” operasyonunun üzerinden iki ay geçmiş bulunuyor. Esir değiş tokuşuyla başlayan ateşkes İsrail tarafından bozuldu. Bugüne kadar Gazze’de öldürülen Filistinlilerin sayısı 17 bini geçti. “Aksa Tufanı” operasyonu ve sonrasında B. Şeria, Gazze ve işgal topraklarında ölen İsrailli sivil ve asker sayısı 1500, bunların 385’i asker. Şimdiye kadar 1 milyon Gazzeli, 500 bin İsrailli evini terk etti.
Burada Filistin sorununun tarihçesinden ziyade bütün Ortadoğu’yu, hatta dünyayı ilgilendiren bu soruna yaklaşımda temel ölçütlerimiz üzerinde duracağız.
1) Günlük yaşamımızda rahatlıkla, tereddütsüz, herhangi bir devletten bahseder gibi bahsettiğimiz İsrail herhangi başka bir devlet gibi belli bir coğrafyada yaşayan bir toplumun tarihin doğal akışı içindeki iç evrimleşmesiyle, sınıflaşmasıyla vs. oluşmuş dünyadaki başka devletler gibi “normal”, klasik bir devlet değildir. Tümüyle o coğrafyanın dışındaki güçlerin girişimiyle, o coğrafyadaki yerli halk zorla göç ettirilip dünyanın başka köşelerinden bir dinsel topluluğun oraya taşınmasıyla oluşturulmuş yapay, suni bir yapıdır. Emperyalistlerin bölgedeki amaçlarına gerçekleştirmek için kurup bölge halklarına karşı kullandıkları bir askeri garnizondur gerçekte. İlla devlet diyeceksek “garnizon devlet” diyebiliriz. Bu garnizon yapı, dünyanın dört bir tarafında yaşayan Yahudiler arasından binbir teşvikle buraya gelip yerleşmeye razı edilmiş insanlardan oluşur. Hepsi hem geldikleri ülkenin hem de İsrail’in vatandaşıdırlar. Çifte vatandaş oldukları için “Gazze Tufanı” gibi bir tehditle karşılaştıklarında hemen ilk vatanları olan ülkeye kaçmaktadırlar. İsrail denilen, emperyalizmin bölgedeki bu mızrak ucunun yaşaması, yerleşimci Yahudi nüfusun burada kalmasına ve yenilerinin gelmesine bağlıdır: Bu yüzden İsraillilerin güvenliği emperyalistler için hayatı derecede önemlidir.
2) İsrail denilen topraklar tarihi Filistin topraklarıdır. Yani bu coğrafyada çoğumuzun sandığı gibi İsrail ve Filistin diye iki ayrı vatanda yaşayan iki ayrı otokton halk yoktur. İsrail’in hak iddiası “iki bin sene önce biz buradaymışız” savına dayanır. Yani sorun tarihten beri yan yana yaşayan iki halk arasında barışın tesisi gibi bir sorun değildir. Tarihi Filistin toprakları dışarıdan getirilme bir yerleşimci nüfus tarafından işgal edilmiştir. Haritada üçgen şeklinde gördüğümüz, Şeria(Ürdün) nehrinden Akdeniz’e kadar uzanan ve üzerinde “İsrail” yazan toprakların tamamı gerçekte Filistin’dir. (Tarihi Filistin’in Şeria(Ürdün) nehrinin doğusunda kalan bölümü ise 1946’da İngiltere tarafından kurulan Ürdün toprakları içinde kalmıştır.)
3) 1948’den beri dışarıdan getirilen Yahudilerin hepsi yerleşimci (“settler”) dır. Bir başka halkın toprağını, onun tarlasını, bahçesini işgal etmek üzere geldiklerinin bilincindedir hepsi. Batı medyasında 1948 sınırlarına meşrulaştırmak için sadece B. Şeria’ya sonradan girenler için kullanılan “yerleşimci” sıfatı bütün İsrail nüfusu için geçerlidir. Aynı zamanda Batı emperyalizminin kolonizatörüdürler. Hepsi de bunun gayet iyi farkındadır. Çocuklar dışında hiçbir İsrailli başka bir halkın arazisini bile isteye işgal etme fiilinden masum değildir.
4) İsrail denilen bu yapı bu özellikleriyle hiçbir zaman Filistinliler tarafından bir devlet olarak resmen kabul edilmemiş, tanınmamış, bu yüzden bu yapıya onların kendilerine taktıkları isimle “İsrail” denilmemiştir. Uzun yıllar boyunca İsrail’in adı Filistin ve Arap medyasında “Siyonist entite”, ”Siyonist varlık”, “Siyonist düşman”, “işgalci güç” tür. İsrail topraklarına da hiçbir zaman coğrafi olarak İsrail denilmez. Oraların adı “işgal toprakları” (“arzı muhtella” dır). (Son yıllarda Arap âleminde “İsrail” kelimesinin kullanılması Mısır ve Ürdün’le başlayıp şimdilerde “İbrahim Anlaşmaları”yla Suudi ve Körfez ülkelerini de içine alan teslimiyetçiliğin bir sonucudur.)
5) Karşımızda eski İngiliz Rodezyası (şimdiki Zimbabwe) veya Boer G. Afrikası’ndan daha beter bir ırkçı apartheid rejimi vardır. Güney Afrika’da “bantustan” denilen, siyahların hapsedildiği toprak parçaları gibi burada da Filistinlililer Gazze ve B.Şeria “bantustan”larına hapsedilmiştir. Filistin Özerk Yönetimi’nin bir yöneticisi bile İsraillilerden izinsiz B.Şeria’dan Gazze’ye gidemez.
6) “Ortadoğu”nun tek demokrasisi İsrail” sözleri ise adi bir masaldır. Faşist beyaz G.Afrika veya İngiliz Rodezyası buraların yerli halkı için ne kadar demokrasi ise Siyonist apartheid rejimi de Filistinliler için o kadar demokrasidir. Demokrasi diye yutturmaya kalktıkları şey, işgalci yabancıların kendi aralarında sahneledikleri seçim ve sandık oyunundan ibarettir. İşgali ve İsrail denilen devletin meşruiyetini tartışmayan sözümona ”solcu”, “demokrat” İsrailliler de bu oyunun bir parçasıdır. İsrail’in devlet olarak varlığını kabul etmeyen sınırlı bir kısım devrimci dışında Filistin halkının karşı tarafta gerçek dostu yoktur. İşgalci nüfus ile sınırlı bu demokrasi oyunu artık İsrailli Yahudileri bile kandırabilir olmaktan çıkmıştır. 1960-70’lere kadarki İşçi Partisi yönetimlerinden önce aşırı sağcı Begin’e ve sonra gitgide daha sağa, katliamcı Şaron’a ve bugün bir başka faşiste Netenyahu’ya ve yarı kaçık radikal dinci manyak bakanlara kadar “faşist” sıfatının bile izah edemeyeceği sağın sağına doğru bir kayış yaşanmaktadır.
7) Tarih boyunca kendisini sadece din ve dini bir kültürle tanımlayan Yahudi milliyetçiliği aklı başında herkes tarafından bir saçmalık olarak görüldü. Yahudiler her yerde bulundukları ülkenin dilini konuştukları için ortak dil ve ortak toprak temelinden yoksun Yahudi milliyetçiliği abes bir şeydi. Bu yüzden Siyonizm (Siyon dağına dönüşçülük) Yahudiler arasında her zaman çok zayıftı.
Ancak ne zaman ki Hitler Nazizmi Hıristiyan dünyadaki geleneksel Yahudi düşmanlığını yeni bir kurguyla “toplumdaki bütün ekonomik-sosyal krizlerin sorumlusu Yahudilerdir” şeklinde bir başka düzeye yükseltti ve milyonlarca insanın katledildiği Yahudi soykırımını sahneye koydu, artık ondan sonra Siyonizm bambaşka bir hal aldı; İngiliz ve Amerikan emperyalistlerinin elinde mazlum bir halkın trajik mağduriyetini telafi etme bahanesiyle hem petrol çıkarları için hem de O. Doğu halklarına karşı kullandıkları güçlü bir silah haline geldi Siyonizm. Dolayısıyla rahatlıkla söyleyebiliriz ki, modern Siyonizm Nazizmin gayrı meşru çocuğudur.
Filistin’in Yahudilerle Filistinliler arasında taksimini öngören 1947 tarihli BM kararının altında SSCB’nin de imzasının bulunması bizler için her bakımdan talihsizliktir. O dönemde Sovyetler Birliği hem Yahudi soykırımının ağır duygusal etkisi altında kalarak siyonizme taviz vermiş oldu, hem de 1917’den sonra sosyalizm karşıtı pozisyonlara kayan sağ kanat Bundculuğun düzen bozucu etkilerinden kurtulmak istedi. Ancak 1956 Süveyş krizinden itibaren İsrail denilen bu yapının bölgede açıkça İngiltere ve ABD’den yana askeri bir rol oynadığını gördükten sonradır ki İsrail’e karşı açık cephe aldı ve hem Filistin davasını hem de Arap ulusal kurtuluş hareketlerini güçlü bir şekilde desteklemeye başladı. İsrail, emperyalizmden yana rolünü 1958 Lübnan krizine müdahale etmesiyle, 1967’de Suriye ve Mısır’a saldırmasıyla, İran şahlığı ve NATO TC’siyle işbirliğinde bulunarak, 1982 Lübnan işgaliyle vb. çok daha ileri boyutlara vardıracaktı zamanla.
8) Batı, Filistin sorununun çözümünü 1948’den beri “iki devletli çözüm” şeklinde formüle ediyor. En son 1993’te İsrail ile Arafat’ın imzaladığı Oslo Anlaşması da B. Şeria ve Gazze’de seçilmiş bir Filistin Özerk Yönetimi kurulmasını, bu yönetimin zamanla bir bağımsız Filistin devleti haline getirilmesini öngörüyordu. 1993 Oslo Anlaşması tam bir ihanetti. Çünkü 1948’den beri kabul edilmeyen İsrail’in devlet olarak varlığı ilk kez bazı Filistinliler tarafından kabul ediliyor hem de Filistinli mültecilerin vatanlarına dönüşü bilinmez bir geleceğe havale ediliyordu.
1948’den beri gündemde tutulan “iki devletli çözüm” havucuyla Filistinliler yıllardır oyalanırken zaman ilerledikçe böylesi bir “çözüm” de imkansız hale gelmektedir. Birincisi, Filistin vatanının 1948’de hemen hemen yarısına el koyan bir çözüm o zaman da ülkenin yarısının işgalinin kabulü anlamına geliyor, o zaman da çözüm niteliği taşımıyordu. İkincisi ve daha önemlisi, İsrail Filistinlileri ve dünya kamuoyunu yıllardır bu formülasyonla oyalarken adım adım işgali büyütmüştür. Bunun sonucunda, 1948’de yüzde 47 oranında olan Filistin toprakları azala azala bugün yüzde 18’e düşmüş durumdadır. B. Şeria’nın yeni Yahudi yerleşimleriyle nasıl delik deşik edildiğini haritalardan görüyoruz. Bu “çözüm” ün gerçekleşmesi istenilse bile artık imkan dahilinde değildir. Çünkü Filistin sorunu denilen sorunun yarısı işgali def etmek ise diğer yarısı Suriye, Ürdün, Mısır gibi dünyanın muhtelif yerlerine dağılmış olan Filistinli mülteci nüfusun kendi vatanlarına dönmesini sağlamaktır Hadi Filistinliler vatan topraklarını kurtarmaktan vazgeçsin, bu durumda bile şu anki toprak paylaşımı milyonlarca mültecinin dönmesine izin vermez. Şu anda Gazze’de 2.3 B. Şeria’da 5 milyon olmak üzere 7.5 milyona yakın Filistinli tarihi Filistin topraklarının sadece yüzde 18’inde yaşamaktadır. Diğer tarafta ise 7.3 milyon Yahudi ile 2 milyon Filistinli, yani 9.3 milyon insan tarihi Filistin topraklarının yüzde 82sinde yaşamaktadır.
Suriye, Lübnan, Ürdün gibi ülkelerde mülteci olarak kamplarda yaşamaya devam eden 3-4 milyon Filistinli kendi vatanlarına dönse nerede yaşayacaktır? Toprakların yüzde 18’ine sıkışmış olan 7,5 milyon Filistinlinin sırtına mı çıkacaktır?
Sözün özü, iki devletli çözüm, istenilse bile gerçekleştirilmesi mümkün olan bir çözüm değildir. Batı Şeria yeni yerleşimlerle oyulmaya devam edildikçe böyle bir “çözüm”ün İsrail tarafından da aslında istenmediği herkes tarafından anlaşılmaktadır.
9) Filistin mücadelesini desteklemekle HAMAS’ı mı desteklemiş oluyoruz? Türkiye’de AKP faşizmi yüzünden azan laikçi hassasiyet kendini Filistin dostu ve solcu sayan çevrelerde bile Aksa Tufanı karşısında ‘masum İsraillileri öldüren” HAMAS’ın ‘terörist’ sayılmasına yol açtı. HAMAS’ı destekliyor duruma düşmemek için Filistin’i desteklemekten geri duruldu. Oysa HAMAS Filistin direniş güçlerinden sadece birisi, ama 2000’li yıllarda giderek güçlenen birisidir. Gazze’de hakimdir ve Aksa Tufanı operasyonunda da belirleyici olan odur. 15 Ekim’de ortak açıklamayla duyurdukları gibi Aksa Tufanı HAMAS’ın yanısıra İslami Cihat, FHKC, FDKC, FHKC-Genel Komutanlık gibi 12 örgütün “ortak operasyon bürosu (“mektebi müştereke ameliyatı hassa”) tarafından örgütlendi. Elbette ki hem silah gücü hem planlama bakımından HAMAS tayin edicidir. Bunda da yadırganacak bir şey yok. Gazze’de Marksist örgütler hayli zayıf. HAMAS ise İran’ın teknolojik desteği sayesinde en güçlü yapı.
HAMAS ve bizim “kardeş örgütler” diyebileceğimiz Marksist örgütlerin arasındaki ilişki bir “destek” ilişkisi değildir. Tam tersine bunlar seçimlerde halk nezdinde birbiriyle yarışan rakip örgütlerdir. Ama hepsi aynı zamanda İsrail’e karşı silahlı direnişi sürdüren ve bu nedenle savaşta düşman karşısında birlikte davranan örgütlerdir
10) Bir ara açıkça şu şüphe bile dile getirildi: HAMAS gizliden gizliye İsrail hesabına çalışıyor olmasın? Öyle ya, İsrail’in ezici bir askeri güç kullanarak Filistinlileri kıyıma uğratacağını bile bile bunu niye yaptı? Bu, vatanı işgal edilmiş, tarihten silinmek istenen bir halkın ruh halini zerre kadar anlamayan, zayıfların kazanabileceğine asla inanmadığı için onların mücadelesini her halükarda düşmana hizmet eden bir provokasyon sayan teslimiyetçi kafa yapısıdır. Bu kafa yapısı zaten tarihin de provokasyonlarla yapıldığını sanır. Yakın dönemi hatırlayalım. ABD’deki İkiz Kuleler hadisesini CIA’nın yaptığını söyleyen az mıydı? Bunlara göre ABD’nin bütün amacı hiçbir yeraltı yer üstü serveti olmayan Afganistan topraklarını ele geçirmekti(!). Bu amaçla kendi örgütü olan El Kaide’ye İkiz Kuleleri patlattırmıştı. Aynı kafa Afganistan’da 20 yılda rezil olup kaçan ABD’nin ülkeyi terk edişini de ta en baştan planlanmış bir Amerikan kurgusu sanıyor. Aynı zihniyetle bizdeki Eruh-Şemdinli çıkışını Kürt halkını katlettirmek için devlet tarafından PKK’ye düzenlettirilmiş bir provokasyon olarak gören az solcu Kürt aydını yoktu 1984’de. Keza Asala’nın eylemleri için benzeri çok şey söylendi. Oysa bahsettiğimiz bu olayların hepsi ve Filistin’de yaşananlar bambaşka bir şeydir. Yok edilmek istenen, yok olmak üzere olan bir halk, ölümüne bir direniş yürüterek hayat hakkı kazanmaya çalışmaktadır. Ya hiçbir şey yapmayıp zaman içinde vatanının kalan kısmını da kaybedecek ve tarihten silinip gidecektir, ya da ölümüne direnerek, yani gerektiğinde ölerek “yok olarak” şu adaletsiz dünyada kendini var kılacaktır. Bunu anlamayanlar Filistinli bir gencin Tel Aviv’de öleceğini bile bile bir İsrail polisine bıçakla saldırmaya kalkmasını, bir otomobille duraktaki İsraillilerin arasına dalıp ölmesini, B. Şeria’da vurulacağını bile bile askerleri taşlamasını anlayamaz. Silahsız ve çaresiz bir halkın haysiyet kavgasıdır bu. Neyse ki en azından Gazze’deki Filistinliler İran vb. faktörler sayesinde silahlı güç sahibi olabilmekte ve düşmana daha çok zarar verebilmektedir. İsrail’in yediği bir darbeye on misliyle yirmi misliyle cevap vereceğini bilmiyor mu sanıyorsunuz siz Filistinlileri. Herkesten çok daha iyi bilirler bunu. Ama yine bilirler ki siyasi zafer, yani mülteci kamplarında dünya âlemin dilencisi durumuna düşürülmüş bir halkın kendi kaderini tayin hakkını kazanarak kendi yurdunda onurlu bir yaşama kavuşması kaçınılmaz olarak bu ölümlü yoldan geçiyor.
“Aksa Tufanı”, Filistinli örgütlerin bütün eylem tarihi düşünüldüğünde şimdiye kadarki en başarılı, muhteşem bir eylemdir. Elbette karşılığını hesap etmemiş olamazlar. İşin aslı, Gazze’yi Mısır’a sürmek en eski İsrail planlarından biridir ve bunu mutlaka deneyecekti. 1982’de İsrail’in Lübnan’ı işgalinde de benzer şekilde Filistinlileri suçlamaya kalkanlar olmuştu. FDKC’nin İngiltere’deki bir İsrail diplomatını öldürmesini İsrail’in Beyrut’a kadar Lübnan’ı işgal etmesinin sebebi saydı aynı zihniyet. Oysa Lübnan’da iç savaş sürüyor ve İsrail ile Lübnan’lı falanjistler Filistinlileri bütün bir Güney Lübnan’dan temizlemek için bahane arıyordu zaten.
11) “Aksa Tufanı” gibi büyük bir operasyonda işgalci siviller rehin alınırken onaylanamayacak boyutta bir şiddet sergilenmişse elbette yanlıştır, kınanmalıdır. Ama böylesine görkemli bir eylemin böyle gerekçelerle Batı medyası tarafından karalanıp gölgelenmesine izin verilmemelidir. Gazze’de alt alta üst üste tıkış tıkış bir cezaevi yaşamı sürdüren ve ne zaman bombalanacaklarını bilmeyen 2.3 milyon Filistinlinin ruh hali anlaşılmadan bir şey anlaşılamaz. Gazze’de çalışacak iş yoktur.
Balıkçılık amacıyla denize 300 m. den fazla açılmak bile yasaktır. Bunlarla birlikte Gazze’de yaş ortalaması 19’dur! Direniş güçlerinin savaşçısı da komutanı da o yaşların belki biraz altında belki biraz üstündedir. TV ekranlarında ölmüş arkadaşlarının başucunda cesetleri seyreden Gazzeli küçük çocukların bakışlarını hatırlayın. Onların ya babası, amcası ya ablası da İsrail tarafından öldürülmüştür, kendisi de büyük ihtimalle direniş saflarına katılıp öldürüleceğini bilerek büyür bu çocuklar. Tel örgüleri patlatıp çılgınca bir öfkeyle ve sevinçle işgal topraklarına dalan, sivilleri rehin alan, ölen öldüren işte bu çocuklardır. .
12) HAMAS’ı İsrail mi kurup destekledi? Kıskançlıktan mıdır yoksa AKP faşizmi yüzünden harareti artan laik hassasiyetlerden midir, solda bile yaygınca inanılan diğer bir masal da budur. 1987’ye kadar HAMAS diye bir şey yoktu. HAMAS 1987’de başlayan 1. İntifada’nın bir ürünüdür. O yıllara kadar Filistin kurtuluş mücadelesini 1960’larda kurulan burjuva önderlikli El Fetih ve onun liderliğinde oluşan FKÖ’ye dahil Marksist devrimci örgütler yürütüyordu. Ama bu mücadele tamamen Gazze, B. Şeria ve işgal altındaki toprakların dışından yürütülüyordu. Zengin bir müteahhit ve inşaat mühendisi olan Arafat’ın (kendisi aynı zamanda bir Müslüman Kardeşler mensubuydu) ve kendisi gibi muhafazakar burjuva fikirli arkadaşları Abu Cihad ve Abu İyad’la birlikte yurt dışında kurduğu El Fetih ilk silahlı kurtuluş hareketiydi. (Örgütün isminin bildiğimiz “fetih” kavramıyla bir ilgisi yoktur. Örgütün adı Hareketi Tahrir el Filistin -Filistin Kurtuluş Hareketi- idi, kelimelerin baş harfleri tersten yazılıp okunarak “feth” denildi). Hıristiyan kökenli aydınların da Filistin ulusal kurtuluş hareketinde öncü rolleri oldu. Dr. George Habbaş FHKC’ nin, Naif Hawatme FDKC’nin, Dr. Semir Goşa Cephe Nidal’ın kuruluşuna önayak oldular. Suriye ordusunda Filistinli bir subay olan Ahmet Cibril de Şam yönetimiyle bağlantılı FHKC-Genel Komutanlık adlı örgütü kurdu. Başka irili ufaklı örgütler de vardı.
1967’den 1987’ye kadar sosyalist ülkelerin ve yanısıra Esat, Saddam, Kaddafi, Cezayir’de Bumedyen ve Güney Yemen liderlerinin desteğiyle ivmesini artırarak yükselen Filistin eylemlerinin hepsi El Fetih ile bu devrimci örgütlerin işiydi.
Ancak 1987’ye kadarki bütün bu Filistin eylemleri B. Şeria, iGazze ve işgal topraklarının dışından gerçekleştiriliyordu. Çünkü İsrail Filistinlilerin buralarda silahlanmasına olanak tanımıyordu. Filistin örgütleri İsrail’e karşı önce Ürdün’de askeri kamplar kurdular ve Ürdün’den İsrail hududunu aşarak sınır karakollarına ve askeri hedeflere vur kaç eylemleri düzenliyorlardı. (Deniz Gezmişlerin ve l971 devrimcilerinin çoğunun gittiği kamplar Ürdün’deydi. 1967-73 arasında Filistin eylemleri zirveye çıktı. Komutan Vedii Haddat’ın örgütlediği yurt dışı FHKC eylemleri, Leyla Halit’in Alman RAF militanlarıyla birlikte gerçekleştirdiği uçak kaçırma eylemleri Filistin davasını dünya kamuoyuna mal etti. 1973 Yom Kippur savaşında İsrail’in Mısır’dan Sina yarımadasını, Suriye’den Golan tepelerini alması üzerine gerçekleşen iki olay dünya çapında etki yarattı. Birincisi, FHKC’li (daha sonra kopup “Enternasyonal Devrimciler” örgütünü kuracak olan) Çakal Carlos namıyla maruf Carlos Ramirez Sanchez’ in 1975’de OPEC ülkelerinin petrol bakanları toplantısını basıp hepsini rehin almasıdır. İkinci ve tarihi açıdan önemli diğer olay ise o zamanki Suudi Kralı Faysal’ın Batı’nın İsrail’e verdiği desteğe misilleme olarak bütün dünyaya karşı başlattığı petrol ambargosudur. Petrol ambargosu 1974 kapitalist ekonomideki dünya krizinin fitilini ateşledi. (Kral Faysal bu cesur kararının bedelini canıyla ödedi, ABD’den gelen yeğeni tarafından suikaste uğradı. Bir daha da Suudi Arabistan’ın başına Filistin için gerekirse ABD’ye kafa tutma cesareti gösterecek bir kral gelmedi. Sonrakiler FKÖ’ye bol miktarda parasal yardımdan ve şimdilerde ise İsrail’in yakıp yıktığı şehirleri yeniden imar etmekten başka Filistin’e bir destek sunmuyorlar.) İsrail’e saldırıda kendi topraklarının kullanılması nüfusunun bir bölümü zaten Filistinli olan Ürdün kralını ve emperyalist ağababalarını rahatsız ediyordu. FHKC’nin kaçırdığı uçakları Amman’a indirmesi bardağı taşıran damla oldu. 1970 Eylül’ünde Kral Hüseyin ülkedeki Filistin kamplarına karşı Ürdün ordu güçleriyle savaş başlattı, kampları topa tuttu. Binlerce Filistinli savaşçı ve Ürdün askeri öldü. (Bu olay Filistinliler tarafından “Kara Eylül” olarak anılacak ve bu isimle kurulan örgüt Münih Olimpiyatları’nda İsrailli sporcuları rehin alacak ve birlikte öleceklerdi.) Sonuçta Filistinliler askeri kamplarını Ürdün’den İsrail’ e bir başka sınır ülkesi olan Lübnan’a taşımak zorunda kaldılar. Artık Filistinli gerillaların İsrail’e karşı eylemleri Ürdün-İsrail hududuna göre çok daha dar bir hat olan Lübnan-İsrail hududundan gerçekleştirilmek zorundaydı. Zaten dar ve elverişsiz olan bu sınırda İsrail’in sınır güvenlik teknolojisini yükselterek cevap vermesi yüzünden çoğu gerilla eylemi fiilen başarısız intihar eylemine dönüşüyordu. Bir süre sonra Ürdün Kralı gibi Lübnan’da yönetime ortak olan Batı ve İsrail yanlısı Hıristiyan Falanjist Parti de kendi ülkelerinden İsrail’ e karşı gerçekleştirilen eylemlerden rahatsız olmaya başladı, Filistin askeri kamplarının kapatılmasını istedi. Şii veya Sünni Müslüman partiler ve (Hıristiyanların çoğunlukta olduğu) Lübnan Komünist Partisi ise Filistinlilerin Lübnan topraklarında askeri faaliyetlerini sürdürebilmelerinden yanaydı. Ülkedeki Filistin askeri varlığı, başka sebeplerin yanısıra Lübnan iç savaşının, o zamanların medya diliyle “sağcı Hıristiyanlarla solcu Müslümanlar” arasındaki savaşın” patlamasına vesile oldu. İç savaş 1975’den 1990’a kadar 15 yıl sürdü. Bu tarihte Lübnan iç savaşını bitiren Madrit ve Taif Anlaşmaları imzalanırken dünya konjonktüründe Filistinliler aleyhine çok önemli bir değişiklik yaşanıyor, Filistin davasının en önemli uluslararası destekçisi sosyalist sistem çözülüyordu. Bu anlaşmaların bir parçası olarak Filistinlilerin Lübnan’da silahlı güç bulundurmaları yasaklanıyor, Suriye ordusu Lübnan’dan çekiliyordu.
İşte Filistin gerillalarının ülke dışından işgal topraklarına eylem yapmasının imkansız hale getirildiği bu yıllarda 1987’de B.Şeria ve Gazze’de, kısa süre sonra işgal topraklarında da tamamen kendiliğinden bir ayaklanma başladı. “Nekbe” yıllarından beri ilk kez anavatanda bütün Filistinli nüfus sahneye çıkıyordu. Ayaklanmanın silahı sadece taştı. Sonradan “1.İntifada” adını alacak olan bu ilk ayaklanma 1993’e kadar beş yıl sürdü. Toplamda bin kadar İsrailli, altı bin kadar Filstinli öldü. İşte HAMAS bu ilk intifada esnasında ortaya çıktı.
13) Gazze Mısır hududundaydı, Mısır ise Müslüman Kardeşler örgütünün anavatanı ve en güçlü olduğu yerdi. Dolayısıyla Müslüman Kardeşler Gazze’de halk arasında eskiden beri güçlüydü. “İslam Cemaati” adını kullanan bir sosyal dayanışma hareketinden ibaretti. Filistin vatanı için silahlı mücadele yürüten devrimci örgütlere yakınlık duymuyor, İsrail’den kurtulmak için dua etmekten ve namaz kılmaktan başka bir şey yapmıyordu. İslam’daki “Haksızlığa elinizle kolunuzla karşı durun, bunu yapamıyorsanız dilinizle karşı durun, bunu da yapamıyorsanız içinizden buğz edin” öğüdünün sadece “içinizden buğz edin” kısmını uyguluyordu. (Ali Şeriati böylelerini kastederek, ev yanarken bir kova su alıp dökmek yerine yangının sönmesi için içinden dua edenlere “eşekler” der). Silahlı mücadele vermeyen, silahlı mücadele verenleri desteklemeyen bu hareket o koşullarda elbette İsrail açısından silahlı mücadele verenlere tercih edilecek bir hareketti. Dolayısıyla “Cemaati İslami” örgütü herhangi bir polis operasyonuna maruz kalmıyordu. Ama bu, İsrail’in bu örgütü kurduğu veya desteklediği anlamına gelmez.
HAMAS zaman içinde silahlandı. 1. İntifada 1993’de Arafat’ın Oslo teslimiyet anlaşmasını imzalaması ve El Fetih’in silahlı mücadeleyi bırakmasıyla sonuçlandığında Oslo’yu tanımayan ve silahlı mücadeleyi sürdüren Marksist örgütlerle HAMAS kalmıştı orta yerde. O zamandan beri İsrail silahlı mücadele yürüten HAMAS’a ve devrimci örgütlere karşı bu defa da açıkça El Fetih’i tercih ediyor. Eskiden silahlı mücadele verenlere karşı silahlı mücadele vermeyen HAMAS’ı tercih etmesi nasıl ki onu İsrail’in kurup desteklediği anlamına gelmezse şimdi de El Fetih’i tercih etmesi El Fetih’i İsrail’in kurup desteklediği anlamına gelmez.
2000-2005 arasındaki 2. İntifada başladığında İsrail artık daha güçlü ve silahlı bir HAMAS’la karşı karşıyaydı. Bu yıllarda silahlı direnişin Filistin topraklarının içine girmemesi için elinden geleni yapmıştı oysa İsrail. Bu dönemde İsrail hem o zamana kadar dokunmadığı HAMAS’ın dini lideri Şeyh Ahmet Yasin’i tekerlekli sandalyesinde füze ile vurdu hem de sürgünden ülkesine dönen FHKC’nin Habbaş’tan sonraki lideri Abu Ali Mustafa’yı katletti. FHKC buna misilleme olarak İsrail Turizm Bakanını öldürdü. Bunun üzerine İsrail FHKC’nin seçilen yeni genel sekreteri Ahmet Saadet’i Filistin polisine yani El Fetih’e tutuklattırdı. Sonra da bulunduğu Filistin hapishanesinden hukuk dışı bir şekilde kaçırıp bir İsrail hapishanesine getirdi ve 30 yıl hapse mahkûm etti.
14) HAMAS bir terör örgütü olarak görülemez. IŞİD ile özdeşleştirilemez. Filistin direnişinin bir parçası, askeri bakımdan en güçlü parçasıdır. Askeri teknolojiyi ve knowhow’ı İran’dan aldığı bir sır değil. Eskiden Oslo anlaşmalarına karşı çıkan bir Arap “ Red Cephesi” vardı, Suriye, Libya, Irak, Cezayir, Güney Yemen’den oluşan. Bunlardan Kaddafi ve Saddam yok edildi, Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti dağıldı, Suriye’nin durumu malum. Bugün Filistin silahlı direnişini açıkça destekleyen ve İsrail’i resmen “düşman” sayan İran’dan başka pek kimse kalmadı. HAMAS İran’dan aldığı teknik bilgiyi her türlü kimyasal madde ve metal aksamın Gazze’ye girişi İsrail iznine tabi olduğu halde Gazze gibi bir hapishanede silaha, füzeye dönüştürmeyi başarıyor ve İsrail’e kök söktürüyor.
Sol, devrimci Filistin örgütleri ise aynı dış siyasi sebeplerden dolayı bugün güçsüzdür. Eskiden sosyalist devletler bu örgütlerin baş destekçisiydi. Bunu sadece silah, mühimmat, askeri istihbari destek olarak anlamayın, bu aynı zamanda mali destekti. Filistin toplumu hem işgal topraklarında hem de mülteci olduğu ülkelerde büyük ölçüde işsiz, sosyal yardımlarla hayata tutunan bir kitledir. Filistin “cephe”leri bu halkın sadece savaş örgütleri değil, aynı zamanda onların geçimini karşılayan sosyal dayanışma örgütleriydi. Bu örgütler reel sosyalizmin çöküşüyle sadece savaş imkanlarını değil sosyal tabanlarını da Gazze’de HAMAS’a, B.Şeria’da El Fetih’e kaybetmişlerdir.
HAMAS’ın diğer bir destekçisi Suriye BAAS rejimi idi. HAMAS’ın siyasi merkezi ve lideri Halit Meşal’in karargahı Şam’daydı. Ancak “Arap Baharı”nın ardından, BAAS”a karşı emperyalıst komploya Suriye Müslüman Kardeşleriyle birlikte (Filistin Müslüman Kardeşleri demek olan) HAMAS da katıldı. Onu ayakta tutan ve en yakın müttefiki olan Şam”a ve İran’a ihanet etti. Suriye’deki Filistin mülteci kamplarında HAMAS ile diğer Filistinli örgütler arasında çatışmalar yaşandı. Halit Meşal Şam”ı terk edip Katar’a gitti, HAMAS siyasi merkezi Katar’a taşındı.
Ancak ne zaman ki Suriye içi savaşında dengeler Şam’dan yana döndü, o zaman İran’ın hatasından dönmesi için HAMAS’a yardımcı olmasıyla HAMAS tutum değiştirdi. Önce usulen Halit Meşal’i görevden alıp İsmail Haniye’yi onun yerine getirdi HAMAS. Sonra İran’ın dini lideri Ali Hamaney Haniye’yi İran’da kabul etti. Sonra da Haniye Şam’a gidip Esad’la görüşüp barıştı. Böylece ilişkiler tamir oldu ve İran İle Şam’ın HAMAS üzerinden İsrail ile savaşı da kaldığı yerden devam etti. Bu iki ülkenin İsrail ile “savaş”ı mecaz olarak anlaşılmasın, Suriye kendisine ait olan Golan tepeleri on yıllardır işgal altında olduğu için resmen on yıllardır İsrail ile hukuken savaş halini sürdürmektedir. İran ise kuruluşundan beri ABD ve İsrail’i resmen düşman ilan etmiştir, İran dış politika hedeflerinden birisinin İsrail’i yıkmak olduğunu defalarca açıklamıştır.
15) İran, Şii olduğu halde Sünni İhvan’ın devamı olan Hamas’ı destekliyor? Arafat İsrail ve Amerika’yla uzlaştığı halde neden öldürüldü? Filistinliler Arapsa neden bütün Arap ülkeleri tarafından desteklenmiyor? Devrimci Filistin örgütleri neden bazen dini semboller kullanıyor? Akla gelebilecek birçok böyle çetrefilli soru Filistin davasının birbirinin içine geçen farklı boyutlar taşımasından kaynaklanıyor.
Filistin sorunu hem ulusal, hem dini, hem sınıfsal boyutları olan bir sorundur. Bu bakımdan Kuzey İranda sorununa benzetilebilir. Orada da hem Protestan İngiltere işgaline ve bu işgali destekleyen Kuzeydeki Protestan İrlandalı çoğunluğa karşı İrlandalı Katoliklerin mezhep temelli bir mücadelesi vardır; hem Kelt kökenli ve milli dilleri İngilizceden ayrı bir dil olan İrlandalıların İngiltere’den bağımsızlaşarak Katolik Güney İrlanda ile birleşme mücadelesidir, yani ulusal boyutu vardır; hem de Katolikler Kuzey İrlanda’nın proletaryasını oluşturdukları için sınıfsal boyutu vardır.
Filistin’e gelince. Burası, özellikle de Kudüs şehri üç büyük tek tanrılı dinin beşiğidir. Kudüs şehrinde neredeyse ayağınızı bastığınız her yerin üç ayrı dinin mensupları için farklı kutsiyetleri var. Yahudiler için kutsal Hz. Süleyman tapınağının kalıntısı ve ağlama duvarı buradadır, Müslümanların ilk kıblesi Mescidi Aksa ile Hz. Muhammed’in göğe yükseldiği yerde kurulduğu kabul edilen Kubbetüssahra buradadır, Hz. İsa’nın doğduğu Betlehem buradadır, çarmıha gerildiği yer buradadır, Nativitas kilisesi buradadır vb. Ortaçağ’da Hıristiyan Avrupa’nın Haçlı Seferleri’ne neden olan Kudüs son 70 yıldır buraları dışarıdan gelip işgal eden Yahudilere karşı Müslüman ve Hıristiyan Filistinlilerin mücadelesine neden oluyor.
Bu durum, Filistin davasına bütün Müslümanları ilgilendiren bir dini boyut kazandırıyor. Filistinlilerin yurtlarını kurtarma mücadelesine kutsal yerleri kurtarma boyutu ekliyor. Kimi kurtuluş örgütlerinin sembolleri arasında Kubbetüssahra, Mescidi Aksa yer alabiliyor.
Diğer yandan Filistin kurtuluş mücadelesi Arap ulusal kurtuluş mücadelesinin bir parçasıdır. Osmanlı’dan sonra Arapların ulusal kurtuluşlarını başaramayıp emperyalizm tarafından 22 devlete parçalanmaları sonucunda Arap ulusal kurtuluş mücadelesi de parçalandı. Arap ulusal birliğinin sağlanması Arap ulusal kurtuluş mücadelelerinin hedefi haline geldi. Arap egemenleri her parçada emperyalizme teslim olurken emperyalizmden bağımsız bir Arap Birliği ideali de Mısır ve Suriye’nin (1958-61 arasındaki) BAC (Birleşik Arap Cumhuriyeti) deneyi ile başarısız olunca herkes kendi parçasının bağımsızlığı ve kurtuluşunun peşine düştü. Bunun üzerine kendisini Arap ulusçuluğunun bir parçası olarak gören Filistinliler de kendi vatanlarının kurtuluşunun peşinden gitmeye başladılar. FKÖ l964’de kendi ulusal bayrağıyla ortaya çıktı. Bayrağın renkleri Osmanlı’dan kopulduğu dönemdeki Arap ulusal kurtuluş renkleriydi, ama şekli diğer Arap ülkelerininkinden farklıydı. (Hamas ise ulus fikrini reddettiği için Filistin bayrağı yerine ümmet bayrağı olarak üzerinde kelimei tevhit yazılı yeşil bayrak kulanır.)
Öte yandan işgal topraklarında, B.Şeria’da veya Gazze’dekiler gibi sığınmacı oldukları ülkelerde mülteci kamplarında yaşayan Filistinli nüfusun ezici çoğunluğu işsiz, tarım işçisi, iş bulmak için uğraşan geçici işçiler durumundadır. İşgal topraklarındakiler İsrail proletaryasını oluşturur. S. Arabistan ve Körfez ülkeleri gibi uzak zengin Arap ülkelerinin proletaryası ise zaten yerli nüfus değil, ya Yemenli ya Filistinli işçilerdir. Kısacası Filistinliler her yerde proleter, hatta proletaryanın da altında bir proleter yaşam sürdürür. Filistin halkının derin tarihsel öfkesinin bir yanı da bu sınıfsal boyuttur.
Bu sınıfsal boyut Filistin ulusal kurtuluş mücadelesini dünya siyaset sahnesinde hep solda konumlandırmıştır. Bugün bile bu böyledir. Emperyalist merkezler ve onların işbirlikçisi olan ülkeler Filistin davasına düşman, buna karşılık BM üyesi 134 ülke ve sosyalizmi savunan bütün partiler Filistinlilerden yanadır. Filistinliler de her zaman bu uluslararası konumlarının hakkını vermişlerdir. Başta FHKC, FDKC olmak üzere (hatta El Fetih bile) Alman RAF’tan İsviçre Savaşan Hücreler’e, Japon Kızıl Ordu’dan Nikaragua Sandinistlere, Tamil gerillalarından PKK’ye, Türkiyeli devrimci örgütlere kadar dünyanın her tarafından eğitim için gelen sosyalizm için savaşan herkese destek sunmuştur.
16) Tekrar günümüze dönersek, Hamas’ın “terör örgütü” olarak ilan edilmesi İsrail’in hamisi emperyalistlerin işidir ve Hamas’ın Oslo ihanetini kabul etmemesinin bir bedelidir. Hamas ilk kurulduğu 1. İntifada yıllarında terörist sayılmıyordu. 1993 Oslo “barışı”na göre, hem B.Şeria’da hem de Gazze’de seçimler yapılacak ve ortaya çıkacak olan meclis ve hükümet Filistin Özerk Yönetimi’ni idare edecekti. Seçimlerin yapıldığı 2006’ya kadar İran’la ilişkilerine bağlı olarak Hamas’ın tehdit gücü arttı. Hamas Filistin halkının meşru temsilcisi olarak BM’de de kabul edilen FKÖ’nün dışındaydı. FKÖ içindeki Oslo anlaşmasını kabul etmeyen devrimci güçler Hamas’ın da FKÖ’ye alınmasını savundular, hala da savunuyorlar. Emperyalistlerin etkisiyle El Fetih yönetimi ise Hamas’ın FKÖ’ye alınmasını hiçbir zaman istemedi. Bu dönemde Arafat ölmüş, El Fetih ve FKÖ’nün başına Mahmut Abbas geçmiş bulunuyordu. Bu koşullarda 2006’daki ilk (ve tek) özerk yönetim seçimlerine gidildi. Gazze’de büyük farkla kazanan Hamas B.Şeria’da daha zayıftı. B,Şeria’da büyük farkla kazanan El Fetih ise Gazze’de zayıftı. Olması gereken, El Fetih-Hamas koalisyonu şeklinde bir yönetimdi. İşte tam bu noktada “terörist” damgası Hamas’a vuruldu, bu sıfatı taşıyan bir parti vebalı demekti ve dünyanın muhatap alacağı hiçbir resmi kurumda yer alamazdı. El Fetih de Batı’nın bu yaygarasına uydu, seçim yapılan zaten iki bölgenin birisinde kazanan Hamas”la ortak yönetim kurmayacağını açıkladı. Bunun üzerine El Fetih-Hamas savaşı başladı. Hamas, öldürerek döverek El Fetih militanlarını Gazze’den tasfiye etti. Benzerini El Fetih B. Şeria’da yaptı. Ve bugünkü durum ortayı çıktı. B.Şeria El Fetih’ten, Gazze Hamas’tan sorulur oldu.
17) Arafat yaşasaydı Hamas-El Fetih ayrılığı bu noktaya gelir miydi bilinmez. Arafat her ne kadar bütün yurtsever Filistinlilerin ihanet olarak gördüğü Oslo barış anlaşmasına “evet” demiş olsa da hayatını Filistin davasına adamış birisi olarak her zaman bir çıkış yolu arardı. 1982’den sonra Şam tarafından El Fetih’in Lübnan’da barındırılmaması, kendi halkından uzak Tunus’ta yaşamak zorunda bırakılması, 1990-91 Madrid ve Taif anlaşmalarıyla diğer Filistinli örgütlerin de Lübnan’daki askeri varlığına son verilmesi ve tabii l990-91’de sosyalist sistemin bütünüyle yıkılması, bütün bunlar Arafat’ı “sonrasını sonra düşünürüz” diyerek çaresizlik içinde bu kötü anlaşmaya zorlamış olabilir. Silahlı mücadeleyi terk etmesi ve İsrail devletinin varlığını tanıması karşılığında B.Şeria’da Ramallah’ta yani hayatı boyunca ilk kez kendi vatanında bir özerk yönetim kurmak ve “Filistin Polisi” niteliğinde 40-50 bin kişilik bir legal silahlı güç sahibi olmak. Bunu ilerisi için bir basamak veya bir “ara çözüm” olarak görmüş olabilir. Bunu düşündürten şeyler olmadı değil. Filistin Özerk Yönetimini inşa ederken bir ara İsrail Arafat’ın bunun için verilen uluslararası fonları gizlice yeniden silhlanmak için kullandığı yönünde bir istihbarata dayanarak Batı medyasında “Arafat’ın yolsuzlukları”na dair bir propaganda kampanyası başlatmıştı.
İşin gerçeği, dünya dengeleri artık Filistin davasının aleyhine dönmüştü ve Arafat uzlaşmak için ne yaparsa yapsın düşman ona geçmiş “günahlarının” bedelini ödetecekti. (Önemli “günahlarından” birisi de Yeltsin Rusyası’ndan Esad Suriyesi’ne kadar herkesin Saddam’a kaşı savaş koalisyonuna katıldığı 1991 1. Körfez harekatında Arafat’ın açıkça Irak’ı destekleme cesareti göstermesiydi.) Arafat 2. İntifada sürerken Ramallah’taki sözümona Filistin Özerk Yönetimi bürosunda aylar boyu kuşatma altında tutuldu, elektriği suyu kesilerek itibarsızlaştırmaya çalışıldı; hatta İsrail askerleri arkasında Arafat’ın bulunduğu duvara kameralar önünde işeyip dünya medyasında yayınlatarak onu aşağıladılar. Aynı süreçte aniden eli ayağı tutmaz oldu, tedavi için apar topar götürüldüğü Paris’te öldü. El Fetih içinde yürütülen soruşturmada, güvenmeyerek o göreve seçilmesine karşı çıktığı Güvenlik Şube Müdürü Muhammed Dahlan tarafından zehirlendiği belirlendi. CIA’ya çalıştığı iddia edilen Dahlan kaşla göz arasında Katar’a kaçmıştı.
Arafat yaşasa hangi örgütten olursa olsun bütün Filistinliler üzerindeki karizmatik etkisiyle 2006’daki Hamas-El Fetih savaşını engelleyebilir, hatta Hamas’ın FKÖ’ye alınmasını sağlayabilir miydi?
Bunu bilemeyiz. Ama Oslo’yu imzalayıp İsrail’in varoluş hakkını tanıdıktan sonra yeniden İsrail’e karşı savaş başlatmasının zemini büyük ölçüde kalmamıştı.
18) Peki Filistin sorunu çözülebilir mi? Nasıl bir çözüm mümkün olabilir? En başta belirttiğimiz gibi, dışarıdan bir topluluğu getirip o toprakların yerli halkını oralardan sürüp vatansızlaştırdıktan sonra, yurdundan kopartılmış bir halkın kendi kaderini tayin hakkını özgürce gerçekleştirdiği bir çözüm artık imkansızdır. Çünkü kendi kaderini tayin hakkı havada değil, ancak kendi vatanına ayak basarak mümkün olabilir.
Bu nedenle 1948’de yaratılan bu ucube yapı var olduğu sürece Filistin sorununun adil bir çözümü imkansızdır. Eğer Filistin halkı kendi vatanından, hürriyetinden ve kendi kimliğinden vazgeçerse elbette sorun pratik olarak biter. İsrail ve Batı yıllardır Filistinlileri zaten böyle bir yok oluşa razı edebilmek için üzerlerinde terör estiriyor. Ama bugüne kadar razı edemedi, razı edebileceğe de benzemiyor.
O halde açıkça kabul etmeliyiz ki, İsrail devletini yoktan var kılan 1948’deki o uluslararası dengelerdeki büyük değişim kadar büyük ve derin bir değişim yaşanmadıkça, yani İsrail’i ayakta tutan emperyalizm gücünü korudukça Filistin sorununun çözümü yoktur. Uluslararası dengelerde o zamanki kadar derin bir değişiklik ile ortaya çıkacak yeni bir BM iradesi kolaylıkla bu ucube yapıya son verebilir. Taşınan nüfusu geride bıraktıkları ülkede ya da Yahudiler gerçekten illa ayrı bir yurdumuz olsun diye demokratik bir irade gösteriyorlarsa ABD, Kanada gibi engin, boş ve verimli, sahipsiz topraklarda kimseyi oralardan sürmeden pekala yerleştirilebilir.
Sosyalizmin ve devrimin hakim olduğu bir dünyanın çözemeyeceği sorun yoktur.
Vatanından kovulmuş mülteci milyonları dışta bırakan bir ‘iki devletli çözüm” gerçekleşme şansı olmayan bir yalandır. Mültecilerin geri dönecekleri laik ve demokratik tek bir devlette kendi bağlarına bahçelerine el koyan Yahudilerle bile birlikte yaşamaya razıdır Filistinli Araplar. Bunu defalarca açıkladılar. Kutsal mekanların BM denetiminde olacağı böyle bir çözüme Batı ve İsrail hiçbir zaman razı olmadı. Onlar bu topraklarda kendileri için bir Yahudi din devletinde ısrarlılar ve bu Yahudi devleti adım adım Tevrat’taki sınırlarına doğru genişleyecek.
Filistin davasının bir zamanlarki en güçlü destekçisi olan Kaddafi çözüm için bir zamanlar “İsrafil” veya” İsratin” adlı tek bir devlet önermişti. Yani isminde hem İsrail hem Filistin kelimelerinden heceler barındıran yeni, laik ve demokratik bir devlet… Karşı taraf, devlet kapitalist bile olsa o devletin laik (herhangi bir dini benimsemeyen) ve demokratik bir devlet olmasına razı olmadıkça kapitalizm altında hiçbir çözüm kalmamış demektir. Filistin’den söz eden herkes bu gerçeği görmelidir. On yıllardır oluk oluk Filistinli kanı akarken iki devletli çözüm masalıyla dünya kamuoyunu kandırmak cinayettir.
O halde geriye iki alternatif kalıyor: İsrail vatandaşı sayılan dünyanın değişik yerlerinden çifte vatandaş olarak gelmiş Yahudileri “Aksa Tufanı”nda yapıldığı gibi şu veya bu şekilde geldikleri ülkeye geri dönmeye ikna edecek bir pratik sergilemek ve böylece İsrail’in varlık zeminini sarsmak; ve aynı zamanda dünyadaki emperyalizmle halklar arasındaki güç dengesini altüst edecek olan dünya çapında sosyalizm uğruna mücadeleyi yükseltmek.
19) Peki dünyanın en eski kavimlerinden birisi olan Yahudiler İsrail kurulmadan önce sorun yaşamıyorlar mıydı? Ya da İsrail devleti ortadan kalksa Yahudiler nasıl bir zorluk yaşar? Bütün halkların kaderi karşısında sorumlu bir devrimcilik elbette bunlara da kafa yormalıdır.
Öncelikle Yahudiliğin sadece bir kavimi değil, aynı zamanda bir dinsel topluluğu ifade ettiğini tespit etmeliyiz. Musevi ilahiyata göre bu din Yahudi kavmine gelmiştir, onlar Tanrı’nın “seçilmiş” kavmidir, Tanrı bu dinle onları şereflendirmiştir. Bu noktada Yahudi kavramı ile Musevilik özdeşleşir. Yahudiler tarih boyunca dinlerini başka kavimlere yaymaya çalışmadılar. Dolayısıyla Rusya’nın Kazan, Hazar bölgesi, Etyopya gibi birkaç bölgede az sayıda istisnalar dışında başka milletlerden Museviliği benimseyen olmadı. Buna karşılık ilk tek tanrılı din olan Musevilik, kendisinin bir anlamda tekrarı bir anlamda devamcıları olan Hıristiyan dinine ve İslam’a kesintisiz olarak insan kaybetti. İki bin yıl önce Roma İmparatorluğu’nun Ortadoğu’dan daha çok Batı’ya olmak üzere dört bir yana gerçekleştirdiği Yahudi sürgünü ve dağılma bu toplulukların başka dinlere geçerek erimesini de kolaylaştırdı. Sonuç olarak bugün tüm dünyada 7,3 milyonu İsrail’de olmak üzere sadece 15.8 milyon Yahudi (=Musevi) kaldı.(Bu rakamın 6 milyonu ABD’dedir).
Yahudi topluluklar Hıristiyan dünyasında tarih boyunca baskı gördü ve ayrımcılığa uğradılar. Kilise tarafından İsa Peygamberin ölümünden sorumlu tutuldukları için ebediyen suçlu sayıldılar, her yerde aşağılandılar. Asker, devlet memuru veya toprak sahibi olmaları, yakın döneme kadar oy kullanmaları bile yasaktı. Onlar da bu durumda sadece küçük ticarete, esnaflığa, para ticaretine ve sanatkârlığa yönelmek zorunda kaldılar. Özellikle ticaret ve tefecilik Yahudilikle özdeşleşti zamanla. Toprak sahibi olup bir yere kök salamadan geçen bu yaşam içinde kendi içlerine kapalı bir dayanışmayla ayakta kaldılar. Onlar içe kapandıkça diğer halkların onlar hakkında uydurdukları hikâyeler daha da korkunçlaştı. Hamursuz bayramında çocukları kaçırıp kanını içiyorlardı. Veba salgınlarının sebebi onlardı. Ortaçağ’da her veba salgını Yahudi katliamları getirdi. Para ticaretiyle uğraşmaları her kıtlık ve fakirlik döneminde onları düşman olarak ön plana çıkartıyordu.
Yahudilere karşı dinsel fanatizm Müslüman toplumlarda daha azdı. Sonuç itibariyle “kitap ehli” sayıldıkları için, Abbasilerde şekillenen, Selçuklu ve Osmanlı’da devam eden “millet sistemi”nin bir parçası ve meşru milletlerden birisiydiler. Hıristiyanlardan daha çok ayrımcılığa uğramadılar. Hatta İspanya’daki katliamdan kaçıp Osmanlı topraklarına yerleştirilen Yahudiler sarayın himayesiyle bilim, sanat, saray tabipliği, iç ve dış ticaret, bankacılık vb. alanlarda “en fazla müsadeye mazhar topluluk” oldular. Türk ulus devletinin inşası döneminde “vatandaş Türkçe konuş” kampanyalarıyla, Varlık vergisiyle ve Trakya Yahudilerinin göç ettirilmesiyle gadre uğratıldıkları açıktır, ama Hıristiyan dünyasındaki Yahudi katliamlarından, “pogrom”lardan İslam dünyasında söz edilemez. İslam toplumlarında Yahudi düşmanlığı esas olarak İsrail’in kuruluşu, Kudüs’ün ve Mescidi Aksa’nın işgali ve Filistinlilerin katliyle başlar. Buna rağmen bugün İsrail ile resmen “savaş hali”ni sürdüren Suriye, İran, Irak gibi ülkelerin şehirlerinde bile Yahudi mahalleleri huzur içinde yaşamaktadır.
20) Hıristiyan Batı dünyasında Yahudilerin durumu elbette bir “Yahudi sorunu” doğuruyordu. Daha önceleri bir yana, burjuva devrimleri çağında bile bulundukları çoğu ülkede yurttaş haklarından yararlandırılmıyorlardı. O zamanın sosyalistleri (ki aralarında Yahudi kökenli olan çoktur) bu sorunu nasıl ele aldılar? Marks, Bruno Bauer’in özetle “Yahudi dini evrenselci olamadığı için Yahudiler kendi politik özgürlüklerini talep edemezler” diye ifade edebileceğimiz görüşünü eleştirmek için kaleme aldığı “Yahudi Sorunu” (1849) adlı makalede sorunun teolojik, dinsel bir mesele değil, “yeryüzünün eleştirisi” ne dair politik bir mesele olduğunu belirtir. Yahudilik= burjuva toplum= bencillik= pratik ihtiyaç şeklindeki soyutlamanın Yahudiliği kapitalizmin bir göstergesi haline getirdiğini ve kapitalist toplumda yüz kızartıcı bir pozisyona yerleştirdiğini belirtir. Burada antisemit yani Yahudi düşmanı gibi görünen tasvir tam tersine Yahudilerin savunusudur. Yahudiliğin kurtuluşu, hem Yahudilerin hem de insanlığın Yahudilikte sembolize edilen kapitalizmden kurtuluşu ile mümkündür, demeye getirir. Bu görüşü sonradan Naziler “Marks bile Yahudi sorununun çözümü dünyanın Yahudilikten kurtuluşudur, demişti” diye çarpıtıp istismar etmeye çalıştılar. Oysa Marks’ın dediği çok açıktı. Zihinlerde para ve kapitalizmle özdeşleştiği için düşmanlığa uğrayan Yahudilerin nihai kurtuluşu para ilişkilerinin ve kapitalizmin sona ermesidir, diyordu Marks. Marks NRZ gazetesinde Yahudilerin politik hak ve özgürlüklerini inatla savundu.
Engels Yahudi milliyetçiliğini “yabancı topraklarda beyhude ve saçma bir milliyetçilik” olarak görüyor ve işçi hareketini bölmekten başka bir işe yaramayacağını söylüyordu (NRZeitung,1849). Yahudilerin kendi içlerinde tek ortak tarafı din ve dini bir kültürdü. Ulusu ulus yapan ortak dil ve toprak birliği gibi iki temel unsurdan yoksundular. (İsrail devleti tarafından yapay olarak diriltilip okullarda eğitim tedrisatıyla yaygınlaştırılıncaya kadar Yahudiler İbranice değil, bulundukları ülkenin dilini konuşurdu). Engels’e göre tarihin akışı içinde yok olan, adı tarihte kalmış birçok kavim gibi Yahudilik de “tarihin yok olmaya mahkum bir kalıntısı” idi. Başka halklarla birlikte mücadele ederek onların içinde erimek yerine milliyetçilikte direnen bu tür kalıntılar olsa olsa karşı devrim tarafından kullanılacaktı. (20.Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Yahudiler için gerçekten de böyle oldu) O yıllarda Yahudi milliyetçiliğinin reel herhangi bir politik perspektifi de yoktu zaten. Engels yaşamının son yıllarında işçi hareketinin içinde Avusturya’da sonradan Nazizme kan verecek olan antisemitizm eğilimini fark ettiğinde çubuğu tersine büktü. İngiltere ve Amerika’da işçi sınıfı içinde çok sayıda Yahudi proleter olduğunu, onların diğer işçilerden daha çok sömürülüp daha çok baskı gördüğünü vurgulama ihtiyacı hissetti.
1. Dünya savaşına doğru ve savaş yıllarında, o zamana dek pratik bir tehlike olarak görülmeyen “kalıntı” bir kavim olarak Yahudilerin milliyetçiliğine İngiliz emperyalizmi tarafından (Engels’in yıllar önce işaret ettiği gibi) “karşı devrim için bir araç olarak” el atıldı. İngiltere’nin desteğiyle Herzl liderliğinde ilk Siyonist kongre toplandı. “Akıl dışı ve saçma milliyetçilik” olarak Siyonizm ilk kez pratik politik bir perspektif kazandı. Bunun üzerine konu 2. Enternasyonalin gündemine girdi. Kautsky Neue Zeit’da 1914’de Engels’in de belirttiği gibi Yahudilerin bir millet oluşturmadıkları için Siyonizmin özgün bir özgürleşme hareketi oluşturamayacağını söylüyordu: “Yahudilerin kaderi için Filistin’de değil, bulundukları Doğu Avrupa’da mücadele edilmelidir. Onların kaderi, hangi ülkede yaşıyorlarsa o ülkenin devriminin kaderine bağlıdır. Filistin’deki Yahudi kolonizasyonu, onları oraya taşıyan İngiliz ve Fransız emperyalizmlerinin Ortadoğu’da çöküşüyle birlikte çökecektir.”
Lenin’e gelince, o Yahudi meselesiyle Rusya’da devrimci parti örgütlenmesi sorunu çerçevesinde uğraştı daha ziyade. Lenin’in 1894de İşçi Sınıfının Kurtuluşu İçin Mücadele Birliği’ni kurmasından birkaç yıl sonra 1897’de Yahudi İşçiler Genel Birliği adıyla kısaca “Bund” diye adlandırılan bir örgüt kurulmuştu. Bundcular nerede olursa olsun o topraklardaki Yahudi işçileri o topraklardaki sosyalist işçilerden ayrı örgütlüyordu. Ama Bund siyonizme karşıydı. Başlangıçta Yahudilerin asimilasyonunu da savunuyordu. 1898’de RSDİP kurulurken Bund RSDİP’e katıldı. Ancak 1903 2. Kongrede “Yahudi proleterleri bizden başka kimse temsil edemez” diyerek parti içinde özerk olmayı ve federatif bir parti yapısını dayattı. Lenin’e göre ise komünistler ülke temelinde yani coğrafi temelde örgütlenirdi, toprak ve dil birliği temelinde bir ulus oluşturan ülkelerde RSDİP’nin ulusal bir örgütü olabilirdi (Polonya KP, Litvanya KP, Gürcistan KP, Azerbaycan KP gibi).Ama ülkelerin hepsine ve ulusların içine dağılmış kültürel topluluklar ortak dil ve toprak temelinden yoksun oldukları için, kültürel olarak ayrıyız diye özerklik talep etmemeliydiler. Bu nedenle Bund’un özerk örgütlenme talebi kongrede reddedildi. Bund bunun üzerine kongreden çekildi.
Lenin’e göre de” toprak ve dil temeli olmadığı için Yahudiler bir ulus olarak ele alınamazlar’, onlar daha ziyade bir “kast” durumundadır. “Bir Yahudi milliyetçiliği fikri bütünüyle yanlış ve gerici bir düşüncedir”. RSDİP’den 1903 de çekilen Bund Menşeviklere yakın durdu, 1906’da RSDİP’e tekrar katıldı, 1912’de tekrar çıkartıldı. Ekim devriminde bölündü, sol kanat Rusya KP’ye katılırken sağ kanat karşıdevrimci bir pozisyona kaydı. Bu kesim sonraki sosyalist inşa yıllarında sorun olmaya devam etti, bir kısmı siyonizme savruldu.
1917 Ekim Devrimi’nden sonra 1920’de siyonizmin önünü kesmek için Lenin’in daha önceki söylemleriyle çelişircesine Yahudilere “milliyet” sıfatı uygun görüldü ve onların gelip yerleşmesi için Yahudi Özerk Oblastı kuruldu, 1983’de bu oblast lağvedildi.
21) Sonuçta tam iki bin sene yani yirmi asır önce O. Doğu’da bir halka Roma İmparatorluğu tarafından yapılan bir haksızlığı yirmi asır sonra gidermek gibi saçma bir fikir doğru olsa ve bütün halklar binlerce yıl önceki haksızlıkları gidermeye kalkışsa Keltler hariç Avrupa’daki bütün Germen ve Slav kökenli halkların Asya’ya, Norman kökenlilerin Kuzey Avrupa’ya, Türklerin Ötüken’e gönderilmesi gerekir. Tarihin akışı böyle saçmalıkları kabul etmez.
Siyonizm gibi bir patolojik saçmalık ancak istisnai zamanlarda oluşan istisnai politik dengelerin saçma ve istisnai bir sonucu olarak İsrail diye hastalıklı bir yapının doğmasına sebep olabilirdi. 1948’de olan şey budur. Tarihin büyük akışı kendi gidişatına aykırı unsurları kendi içinde bir gün mutlaka tasfiye eder.
Yahudi toplulukları dünyanın her neresinde olursa olsun kardeşimiz halklardandır. Türkiye’deki Yahudiler de kardeşimizdir. Ama buradan gidip Filistinlilerin toprağına yerleştiklerinde artık onlar işgalcidirler. Filistine yerleşen bütün Yahudiler bilmeli ki ya işgal ettikleri topraklardan geldikleri ülkeye geri döneceklerdir ya da Filistinliler onların işgal topraklarındaki varlığına izin verirse şimdiki gibi bir Yahudi din devletinde değil laik ve demokratik bir ”tek devlette” sıradan vatandaş olmayı sineye çekeceklerdir. Tarih bu anomaliye bir gün mutlaka son verecektir.
22) İsrail, yıllardır hep gündeminde tuttuğu “3 Devletli Çözüm” denilen projeyi şu sıralar tekrar dillendirmeye başladı. Buna göre sorun üç devlet, Mısır Ürdün ve İsrail arasında çözülecektir. Gazzeliler Mısır’a sürülerek Gazze, B. Şerialılar da Ürdün’e sürülerek Batı. Şeria İsrail’e ilhak edilecektir. Ya da her iki bölgenin gücü yettiği kadarını ilhak edip gerisini Mısır ve Ürdün’e verecektir. Sonuçta müstakbel “bağımsız Filistin devletinin” kurulacağı topraklardan geriye bir şey kalmayacaktır. Her iki durumda da “Üç devletli çözüm” denilen bu proje bir tek İsrail devletli sıfır Filistin devletli bir “çözüm” demektir.
İsrail’in İç İstihbarat Örgütü komutanı Katar ve Türkiye’deki Hamas yöneticilerini öldüreceklerini yani TC yasalarını açıkça çiğneyeceklerini ilan ederken bizim Burak Erdoğan ile Erkan Yıldırım’ın haftada yedi gemisi İsrail limanlarına ticari seferlerini sürdürüyor. İsrail, dökülen kandan dolayı İsrail’i eleştirdi diye BM Filistin Özel Temsilcisine vize vermeyerek BM sistemine meydan okuyor. İsrail ezelden beri BM’nin kararlarına uymayan gerçek bir “rogue state”dir. Üstelik bu haydutluğu ABD, İngiltere gibi Güvenlik Konseyi üyelerinin koruması altında yapmaktadır.
Bu pervasızlıklara bakarak rahatlıkla diyebiliriz ki, zengin Arap devletleri Batı’ya petrol ambargosu gibi bir yola gitmedikçe, İsrail karşıtı Arap ülkeleri İsrail’e yeni bir savaş açmayı göze almadıkça İsrail’in Filistinli kıyımı hızından bir şey kaybetmeden sürecektir.