Uzun zamandan beri bu sıfatlara alıştık. Kim direnişe geçse iktidardaki zatlar, direnişçilerin başına bir sıfat koyuyor. Ayrıca ülkenin sorunlarının faturasını, bu sıfatları taktıkları kesimlere kesiyorlar. Onlara göre öğrencilerin barınma sorunu yok, bölücü kebapçılar yüzünden yurtlar yapılamadı, kiralar yükseldi! Yine bu bölücü kebapçılar örgütünün terörist öğrenci takımı, bu sorunları kaşımakta! Çevre kirliliği ise geri dönüşüm işçileri -kendi deyimleriyle çekçekçiler- yüzünden! Zaten kayıt dışı işsizlik de, devlet görevlilerinin kayıt altına almayışından değil, bu çekçekçilerin kayıt dışı çalıştırılmasından kaynaklanıyor! Duyan da, bunlar olmasa, ülke güllük gülistanlık panayır yerine döner sanır. Artık kargalar bile gülmüyor bu yakıştırmalara. Hatta sıfat yapıştırılan direnişçiler, bu sıfatları alaylı ama gururlu bir şekilde taşımaya başladı. Öğrenciyiz, emekçiyiz, tehlikeliyiz, kebapçıyız, bölücüyüz ama yaşamak istiyoruz!
Belediyenin çöp arabasının arkasında sarkarak yolculuk eden işçiler, çocukluğumdan beri hep samimi gelmiştir bana. Hakeza yokuş aşağı salınarak giden çekçekçiler de öyle. Onlara bir “kolay gelsin” demeyi hep bir borç bilmişimdir. Yokuş yukarı ağzına kadar dolu çuvalı çekmekte zorlanan çekçekçiye bir el vermeden geçilmez arka sokaklarda. Onlarda içli bir “eyvallah” çekerler hani. Selam verdiğinde “hayırdır, ne isteyecek” diye yaklaşılan bu dönemde, sorgusuz sualsiz selamların sıcaklığına, samimiyetine ihtiyaç olduğu kesin. Biraz da, hep konuşan ama hiç dinlemeyen tarzımızı da kırmalıyız bu teması yakalamak için.
Çekçekçiler, kapitalist piramidin en altında olanlardan. Çekçekçilik bir bakıma hayata tutunma telaşı içerisinde suça bulaşmadan, alınteriyle kazanmayı tercih eden büyük bir kesimin en son tercih ettiği meslek. Onlar “iki şehrin hikayesi”nde, ikinci şehrin en ücra köşesinde, yaşam mücadelesi verenler. Son günlerde geri dönüşüm işçilerine İstanbul’un birçok noktasında operasyonlar düzenlendi. Gösterilen nedenler ise çevre kirliliği, kayıt dışı çalıştırılan göçmenler, kayıtdışı kazanç, huzur ve güvenliği bozmak! Operasyonlarda ele geçirilenler ise kayıtdışı çalıştırılan Afganlar, tonlarca atık, yüzlerce çekçek vs. Aslında yapılan bu operasyonlarla çekçekçilere ‘size hayatta kalma şansını vermeyeceğiz’ deniyor. Hem yaşam alanlarından atılıyor hem de iş yaptıkları araçlar ellerinden alınıyor.
Kapitalist çağa girmeden evvel, doğada, kendini sürekli yenileyen bir döngü söz konusuydu. Ancak hepimizin bildiği üzere, kapitalizm doğanın bu döngüsüne müdahale etti. Ve artık dünyanın sonu tartışmaları gündeme girdi. Kapitalizmin gelişimi, dünyanın sonunu hazırlıyor. Bunu ise en iyi kapitalistlerin kendisi biliyor. Bu yüzden Elon Musk, Jeff Bezos gibi ünlü dolar milyarderleri uzayda parselleme işlerine başladılar. Çekçekçiler ise kapitalizmin pisliğini temizlerken hayatta kalmaya çalışanlardan. Ancak kapitalist sistem, her zaman benim düdüğüm öter mantığıyla, kriz anında, tüm kar sermayedara, diyerek çöpteki rantı kendi cebine indirme çabasında. Sadece mesele bu değil elbette. Krizin faturası tüm emekçilere kesilmek isteniyor. Emekçiler zaten zorlaşan, pahalılaşan hayat şartlarında bu krizin faturasını ödemek istemiyor doğal olarak. Her gün bir yenisi eklenerek emekçilerin direnişleri sürüyor. Sistem, bu direnişleri kırmak için bir yandan polisi ve sivil faşist güruhlarıyla saldırırken diğer yandan bu hak gasplarını, nasıl norm haline getiririm diye çabalıyor. Bunun için zaten fazlasıyla var olan yedek iş gücü ordusuna bir o kadarını daha eklemeye çalışıyor. Çekçekçileri İstanbul’un en ücra köşelerinden sökmeye çalışmanın altında yatan sebeplerden birisi de bu.
Sosyal medyada, sokak röportajlarında yoksulluk ve cep telefonu ikilemine sürekli denk geliyoruz. Biri “param yok, iş bulamıyorum” diyor. Sokaktan geçen, iktidar yanlısı biri ise hemen lafa maydanoz olup “cep telefonunu göster” diyor. Ya da “iş var, iş beğenmiyorsunuz” yanıtını veriyor. Biraz daha karşıtlaştıklarında ise işsiz ve parasız olduğunu iddia eden kişi, iktidar yanlılarınca bölücü, komünist, fetöcü, terörist denilerek linç edilmeye çalışılıyor. Aslında sistemin anlattığı ve TÜİK verilerine yansımayan işsizlik meselesi de bu. İşsizlik yok, iş beğenmeyenler var. Ancak o işin neden tercih edilmediği; işin şartları, kaç saat çalışıldığı, sosyal hakları, ücretinin ne kadar olduğu vs. üzerine kimse konuşmuyor. Sistem, emekçiler için bu şartları norm haline getirmeyi hedefliyor; yaşam alanlarında mahalle baskısı, işte sınıf kardeşiyle rekabet, işyeri önünde grev kırıcılığı vb. ile yeni bir kültür oluşturuyor. Aslında bu kültür eskiden beri var. Herşey aza kanaat getirmemiz için! Aza kanaat getirmeyen çoğu hiç bulamaz, atasözü iliklerimize kadar işlesin istenir. Zenginlerin daha da zengin olması, krizden güçlenerek çıkması için yoksulların daha da yoksul olması gerekir çünkü. Bu hep böyledir. Ancak yeni olan, kanaat getirilmesi istenilen azın daha da aza indirilmesi. Bu vesileyle zenginler daha da zenginleşecek, girdikleri krizden çıkacaklardır! Ama bunun bir sınırı var. Bu anlamda sınıra dayanmış durumdayız. Sadece Amazon sahibi Jeff Bezos’un 70 milyar dolar olan parası korona salgınından sonra 200 milyar doları aşmış. Bu sadece Jeff Bezos’un emekçinin cebinden çaldığı para. Peki ya diğerleri? Hepsini hesaplamak başka bir çalışmayı gerektirse bile aslında bu uçurumun nasıl da arttığını tahmin edebiliyoruz.
Bir diğer şey, geri dönüşüm işçilerine yapılan operasyonda sayılan nedenlerden biri de huzur ve güvenliği bozmak. Burada söylenenin özü, çekçekçilerin şehre tehdit oluşturduğudur. Çünkü kayıt dışılar, mülteciler, piramidin en altındalar ve dolayısıyla sistemle bağları en zayıf olanlar. Bu “tehlikeli sınıflar”, esnekleşen çalışma koşulları ve işten atmalarla gün be gün artıyor. Neo-liberal kapitalist sistem, dayattığı güvencesiz ve esnek çalışma koşullarını norm haline getirebilmek için yedek iş gücü ordusunu büyütüyor. İşçiyi işçiye kırdırmanın, rekabetin bin bir türlü yoluna başvuruyor. Aynı zamanda kendi yarattığı yoksulluğu, ‘tehlikeyi’, gidecek bir yeri olmayanları şehirden atmaya çalışıyor. Ancak ne yaparsa yapsın “tehlikeli sınıflar”ı da büyütüyor. Bu sınıfların tehlikesinin kime karşı olacağı, onu kimin örgütleyeceğine bağlı.
Aslında yavaş yavaş kapitalizmin bir sistem olarak dünyayı hegemonyasına aldığı ilk döneme benzer bir zamanı yaşıyoruz. Engels o dönemden, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu adlı çalışmasında şöyle bahsediyor. “Bütün bunların malolduğu fedakarlıklar ise sonradan görülecektir. Kentin sokaklarında bir iki gün avarelik ettikten, insan kalabalığı ve sonu gelmez taşıt kuyrukları arasında güçlükle kendimize yol açtıktan, metropolün teneke mahallerini dolaştıktan sonra, insan ilk kez görür ki, bu Londralılar, kendi kentlerine yığılan uygarlık harikalarını yaratabilmek için en iyi insani özelliklerini feda etmeye zorlanmışlardır; insan görür ki, içlerinde rehavete dalan yüzlerce yetenek, yalnızca birkaçı tam işe yarasın ve başkalarınınkiyle birleşerek çoğalsın diye hareketsiz bırakılmış, bastırılmıştır. Sokaklardaki kargaşada, insanın midesini bulandırıcı, insan doğasını isyan ettirici bir şey var. Her sınıftan, her rütbeden birbirini geçip giden yüzbinlerce kişi, aynı özellikte, aynı yetenekte, mutlulukta aynı çıkarı olan insanlar değil mi? Ve hepsi, eninde sonunda, aynı yolda, aynı şeylerde mutluluğu aramıyor mu? Yine de sanki ortak hiçbir yanları yokmuş gibi, birbirleriyle hiç ilgileri yokmuş gibi birbirlerinin önünden geçiyorlar; sözsüz tek anlaşmaları, karşı karşıya yürüyen kalabalık akıntılarının birbirinin yolunu kesmemesi için, herkesin kaldırımda kendi yakasında kalmasıdır; bu arada hiç kimse ötekine şöyle bir göz atma onurunu bahşetmeyi düşünmez. Yaban bir kayıtsızlık, herkesin özel çıkarı içinde kendisini duygusuzca yalıtması, bu insanlar sınırlı bir alanda üst üste yığıldığı ölçüde tiksindirici ve rahatsız edici hale geliyor.”
Tanımlar, betimlemeler çok tanıdık gelmiyor mu? Şimdi de durum çok farklı değil. Kapitalist uygarlığın korunması, zenginliğine zenginlik katması, kapitalist harikaların yükselmesi için emekçi sınıflara en iyi insani özelliklerinden feragat etmesi sürekli dayatılıyor. Bu dayatmayı yapabilmek için çembere alınmış bireycilikler parlatılıyor. Toplumsal dayanışma ağları, kültürü gün be gün yeni oyunlarla yok ediliyor. Nice yetenekli insan, neo-liberalizmin inşası uğrunda harcanıyor. Bu durumdan midesi bulanan öğrenciler, çekçekçiler isyan ediyor. Bu çemberi parçalamaya çalışana, yukarıda ifade ettiğimiz sıfatlarla tekrar “çemberde kal” mesajı veriliyor. Yine de çemberde kalmaz ise bir gece ansızın polis baskınıyla Silivri’nin sözde soğuk yolları görünüyor.
Peki ya dışarısı ne kadar sıcak? Emekçiler, öğrenciler, kadınlar, yoksullar ısınabiliyor mu, barınabiliyor mu, düzenli ve yeterli gıda temin edebiliyor mu, bir günden bir güne hayata tutunmanın derdine düşmeden yaşayabiliyor mu, eğlenebiliyor mu? Belki de Silivri soğuk olsa bile dışarı kadar soğuk değildir. O kadar da korkmamak gerekir. İşte tam da Silivri’nin soğuğuna inat direnen insanların içinden örgütçüler çıkarmak gerekir. İnsan kendi derdini en iyi kendi bilir çünkü.
Örneğin öğrencilerin barınamama sorununu sadece örgütlü öğrencilerin vereceği bir mücadele kazanabilir mi? Ya da çekçekçilerin hayatta kalma mücadelesi için örgütlerin birkaçının toplanarak yaptığı temsili basın açıklaması yeterli mi? Bu kategorileri arttırabiliriz. Ama mesele potansiyel taşıyan kategorileri saymak değil. Onu zaten her gün grevlerde, yürüyüşlerde, direnişlerde hayat gösteriyor. Mesele kendi küçük grup dünyalarımızdan çıkıp gerçek hayatın gösterdiği o potansiyeli taşıyan kesimlerin hem ürünü hem de üreticisi olabilmekte. Kapitalist uygarlığa karşı gerçekten mücadele edebilmek ve alternatif olabilmek için böyle bir bileşime ihtiyacımız var.
Peki bu bileşimi, canlılığı nasıl sağlayabiliriz? Bunun üzerine epey düşünmemiz gerekiyor somut pratiklerden yola çıkarak. Toplumsal tüm çelişki ve çatışmaları içererek, doğrudan bu çelişki ve çatışmaların devrimci siyasetini yaparak. Sadece kriz, ayaklanma bekleyen, kendinden menkul bir özne anlayışıyla, devrimin olacağı saati bekleyerek yapılacak bir iş değil bu. O zaman sorarlar ne zaman, nerede olacak bu devrim? Saat ve yer söyle, hepimiz orada toplanalım da bitirelim bu işi. Bu eksikliği, hazırlıksızlığı en çok Gezi’de hissetmedik mi? Veya son günlerde konuya dikkat çekmek için yapılan basın açıklamalarında? Toplumsal bir özne adına Taksim’de veya Kadıköy’de basın açıklamaları yapılıyor ama konunun öznesi yok! Belki de şimdiye kadar örgütlerin kendi kitlesi görüntüyü kurtarmaya yetiyordu. Ancak zaman gösterdi ki bize dair katı olan ne varsa buharlaştı. Biz istediğimiz kadar o katı fikirlere, pratiklere tutunmaya çalışalım, zamanın akışına ayak uyduramayan her şeyimiz buharlaşıyor. Artık görüntüyü kurtarmaya yetmeyen kitlesiz kitle eylemlerini aşmak için yeni yol-yöntem arayışlarına girme vaktinin geldiği bir tokat gibi yüzümüze çarpıyor. Bu kolaycılığı bir kenara bırakıp zor olanı kolaylaştırmak gerekiyor.
Peki sadece çekçekçiler ve öğrenciler mi barınma ve yaşam mücadelesi veriyor? Aslında işten atmanın bu kadar rahatlaştığı ve çalışma koşullarının esnekleştiği bu koşullarda bir bütün olarak işçisi, mühendisi, sağlık çalışanı, sokak sanatçısı, plaza işçisi, öğretmeni tüm emekçi sınıf bu tehdidi yaşıyor: “Acaba ay sonu gelecek mi? Yeni ayın borçlarını ödeyebilecek miyim?” Kira, okul masrafları, gıda fiyatlarındaki yükseliş, kredi kartı borçları, haciz… Çalışma şartları insan onuruna yakışmayacak şekilde bile olsa insanlar çalışmaya mecbur oldukları bir paradoksun içerisinde. Okuduğumuz her röportajda, dinlediğimiz her hikayede aynısı var: “İşten çıkarsam gelecek ay çadırda kalırız.” Kapitalizm, bir yandan sefaleti dayatıyor, öte yandan ise çizdiği çemberin dışına çıkılmaması için prangalarını takıyor. İnsanlar, kapitalizmin dayattığı koşullar altında, yaşamlarını yitirme pahasına çalışmayı veya sokağa düşmeyi, sefaletin en dibini ‘seçmek’ zorunda kalıyor. Kültürel olarak da bu paradoks beslenir. İşsizsen toplumdan dışlanırsın. Çalışıyorsan ‘saygı’ duyulur. İnsan onuruna yakışmayan şartlar olsa bile çalışmak zorunda hissedersin. Çünkü başka türlü kendini tanımlayamazsın, var edemezsin. Sadece hayata tutunmak için sürekli çalışır kalma, iş arama, patronun sefası için anlamsızlaşan üretim ve aktiviteler, mezarda gelen emeklilik, yaşanamayan hayatlar… Aslında bu perspektiften baktığımızda kapitalist dünya içinde hayata tutunmak, dünyayı değiştirmeye çalışmaktan daha zor gibi duruyor. Bu prangayı koparmanın bir yolu da insanların çalışmanın dışında vasıflarını açığa çıkarmaktan geçiyor. Bu yüzden, yoksulluk, işin yokluğu ve yiten yaşamlar etrafında siyasallaşmak, örgütlenmek tam da günün ihtiyacı olarak duruyor.
Bu siyasallaşmayı nasıl sağlayabiliriz? Somut durumu derinlemesine incelediğimizde, ilk göreceğimiz şey; sistemin bizleri yaşamlarımızı idame ettirme pahasına hapsettiği dünya ve bilinçlerimize zerk ettiği kapitalizmin alternatifsizliği fikri olur. Bu adeta ayağımıza ve beynimize takılan bir prangadır. Böylece sistem, yabancılaşmanın ve birey dünyalarına hapsolmanın getirdiği alternatifsizlik ve bir acziyete mahkum eder emekçi kitleleri. Peki bu insanlarla nasıl bir kolektif olabiliriz, nasıl yoldaşlaşabiliriz, alternatifsizlik algısını nasıl yıkabiliriz? Bu insanların en acil ihtiyaçları olan, barınma, hayata tutunma, karnını doyurma gibi sorunları gözardı etmeden, bir toplumsal alan inşa etmek mümkün mü? Yani mesele insanları var olan toplumsallığa kazandırma değil, yeni bir alternatifi örebilme ve bu alternatifi toplumda potansiyeli içinde barındıranlara duyumsatabilme meselesi. Değişim dinamiğini içinde barındıranlarla bu yeni kurulabilir. Böyle küçük bir yankı bile büyük bir ses getirir.
Bu dönemde, salt toplumun var olan sorunlarını çözme odaklı yaklaşım sergileyemeyiz kuşkusuz. Zira bu aslolarak toplumdan dışlananları, ezilenleri var olan sisteme kazandırmaya, yani reformizme denk düşer. Elbette sorunları çözme odaklı yaklaşmalıyız. Ama nasıl bir düzlemde bu yaklaşım sergilenmeli? Temel soru bu gibi duruyor. Böyle kriz dönemleri, toplumda değişim/dönüşüm dinamiklerini de içinde barındırır. Sorunu salt iktidarı devirme/alma ile sınırlı ele almıyorsak toplumun direk kendisine odaklanmak zorundayız.
En başa dönecek olursak, uzaya yolculuklardan ve uzayda yaşam arayışlarından bahsetmiştik. Aslında kapitalistler, varolan bir geleceğe hazırlanmıyorlar. Kendi geleceklerini direk kendileri tasarlıyorlar. Bu anlamda koşacağımız çok yol olsa bile gerçeklikten hareketle kendi gelecek tasarımımızı oluşturmamız gerekiyor. Çok gerideyiz, ezberlerimizi de düşünürsek eksideyiz bile denebilir. Ancak bu ezberleri bırakıp mücadele tarihi ve gerçekliğimizden hareketle doğru adımları atabiliriz. Bu duvarları nasıl ördüysek parçalamak da bizim elimizde.
Geleceği tasarlayabilmek ve bugünden bu tasarım doğrultusunda bir yol yürüyebilmek için öncelikle bugünkü gerçekliği iyi anlamalıyız. Gelecek tasarımımız (buna devrim de diyebiliriz) gerçeklikten kopuk inşa edilemez. Sadece makro odaklı siyasetin aslında bizi siyasetsizleştirdiğini, dinamiklerle bağları kopardığını, devrime -gelecek tasarımına- inançsızlaştırdığını anlamalıyız. Bir dünya görüşü olmayan, devrim hedefine bağlanmayan mikro çalışmaların da sistemin sınırları içerisinde kalacağını ve bunun apolitikleştiren bir yaklaşım olduğunu söyleyebiliriz.
Diyalektikte soyutlamalar vardır. Bu somuttan kopma anlamına gelmez. Belli bir alandaki birçok şey birbirini etkiler, tetikler. Ancak biz iki nesne arasındaki etkileşimi incelemek istiyorsak bu iki nesneyi soyutlamamız gerekir diğer şeylerden. Bizim de uğraştığımız mikro alanlara bu soyutlamaları yapmamız gerekir bazen. Çok uçlardan konuşacak olursak, dünya devrimi değil de, potansiyel görüp faaliyet yürüttüğümüz alanda devrim yapacakmışız gibi çalışmalıyız. Mesela x mahallesi, y okulu, z fabrikasındaki devrimci potansiyeli açığa çıkarmak değil de oradan ne kadar kitle kazanırız, ne kadar kadro çıkarırız, yayın dağıtımı, mali, lojistik gibi hesaplamalar alanı ve insanı araçsallaştırır. Kapitalizm sermaye, kar, rant gibi kavramlar üzerinden zaten insanlara bu muameleyi yapıyor. Bu faydacı yaklaşım var olan dinamiğe de engel olur.
Kentsel dönüşüm tabiriyle, “yerinde dönüşüm” yapmalıyız. Tabi ki sadece örgütün kafasındaki projeyle gelip dönüştüreceği bir yaklaşım söz konusu olamaz. Bu dönüşüm, daha önce de belirttiğimiz gibi hem ürünü hem de üreticisi olduğun bir dönüşümle olabilir. Yani bir bakıma bu dinamiklerin içinde pişmek gerekir. Onunla mücadelenin gerektirdiği bileşimi yakalamalıyız. Bir yaşam alanında var olan potansiyeli açığa çıkarmak, burayı beslemek ve buradan beslenmek… Onun hem üreticisi hem de ürünü olmak böyle bir yaklaşımla olabilir. Yani insanı ve alanı araçsallaştırmadan, o alanı bir alternatife çevirmeliyiz ve böyle bir düzeye geldikten sonra mücadelenin bulaşıcılığını, kapsayıcılığını ve birleştiriciliğini açığa çıkarabiliriz, buraları devrimin mevzisine dönüştürebiliriz. Ancak kısa vadeli, küçükçü hesaplar bizi kötü bir örgüt pragmatizmine ve yararcılığa götürür.
Bunun biraz da ‘gösteri toplumu’ndan etkilenen, ona seslenen bir yanı var. Göstermek gibi, eylemin örgütleyiciliğini açığa çıkarmak gibi bir derdimiz olmalı elbette. Ancak bu öznel duruşları, bayrakları gösteren bir anlayış değil, alternatife işaret eden bir yaklaşım olmalı. Alternatif ise kısa zamanda örülecek bir şey değildir. O yüzden her yaptığımızı göstermeye çalışmadan, iğneyle kuyu kazar gibi ‘küçük işlerden erinmeden’, karıncanın kendisi göremese bile gelecek kuşaklar için sığınak hazırlaması gibi sabırla ve iradeyle taş üstüne taş koyarak dinamiği gördüğümüz yaşam alanlarında devrimciliği örmeliyiz. Bu hem popülist yaklaşıma, gösteri toplumuna karşı bir duruşu beraberinde getirir hem de bugünlerin en elzem ihtiyacı olan yeraltı faaliyetinin canlanmasını sağlar.
Dünya, Ortadoğu, Türkiye devriminden bahsedebilir, bunun için çabalayabiliriz. Ama ara durakları olmayan, sadece büyük günü bekleyen bir yaklaşımla bu işin olmayacağı aşikar. Bu, ara duraklarda takılacağımız anlamına gelmez. Yapabildiğimiz ve geliştirebildiğimiz oranda, bu ara duraklardan geçerek sonal hedefe ulaşabiliriz. Doğrudan sonuca gidemeyiz. Bu, ideler dünyasından, gerçekler dünyasına geçiş yapmaya çalışmaktır. Bir odada sandalye var olduğu için biz o sandalyeyi görürüz. Sandalyeyi düşünce gücüyle açığa çıkaramayız. Ancak o sandalyeye doğru aletlerle şekil verebiliriz. Somuttan kopuk düşüncelerimizin hayata geçeceğini, yön vereceğini düşünmek bizi en fazla benzer düşünenlerin bir araya geldiği tarikata çevirir. Yani gelecek tasarımız gerçeklikle uyumlu olmak zorundadır. Var olan hareketleri, gerçeklikten kopuk fikirlerle buluşturamayız.
Belki de parça-bütün ilişkisini tartışırsak daha zihin açıçı olabilir. Amacımız bütünü oluşturmaktır. Buna devrim de diyebiliriz. Her insan, her alan, kuracağımız her ilişki bütünün parçalarıdır. Ancak bu parçalar bütünlüğü oluşturacak parçalardır. O yüzden parçalar, bütüne uygun olmalıdır. Bir bakıma parçalar da “amaçlaştırılmalıdır”. Diğer türlü sadece partiyi besleme anlamında kuracağımız ilişki araçsallaştırır ve insanların tüm yeti ve kabiliyetleriyle mücadeleye katılımlarını sağlayamayız. Geldiğimiz durumlar bunun en bariz örneğidir. Gittikçe kısırlaşan, mücadele kanallarının tıkandığı, hareketlerle temasın sıfır noktasına yaklaştığını söyleyebiliriz.
Bu teması arttırmak için dinlenmediğimizi/duyulmadığımızı düşünüp hep aynı tarzla daha yüksek sesli ajitasyon çekmek yerine birebir teması arttırdığımız, konuşmanın yanısıra insanları dinleyebildiğimiz, yerinde gördüğümüz bir çalışmaya ihtiyacımız var. Radikallik sadece devrime giden yolu tarif etmez. Yani sadece reformizmle aramıza çekeceğimiz sınır değildir. Kelime anlamı olarak radikal köklü, nedenine yönelik girişimi, yüzeysel kalmamayı tarifler. Ancak kelimenin tam anlamıyla yüzeyselleşen, sorunların kaynağına inmeyen yaklaşımlar söz konusu. Bu yüzden radikal oluşun, devrimciliğin tam hakkını verebilmek için toplumsal dinamiklerle derinlemesine ilişki kurmalıyız. Şimdi, içinde bulunduğumuz çemberi parçalayıp, karamsarlığı yok edeceğimiz, yeniden insan potansiyelini keşfeden pratiği, tarzı, örgütselliği açığa çıkarmanın zamanıdır.