Koronavari siyaset – Yüksel Yiğitdoğan

Yeni durumlar yeni pozisyonlar demektir. İçinde bulunduğumuz süreç tam da böylesi bir dönemin ürettiği-üreteceği evrelere gebedir ve aynı zamanda koşulların yarattığı güçlükler kadar, olanaklar ve fırsatlar sunmaktadır. Herkesin hemfikir olduğu bu konunun yıkıcı, dönüştürücü etkileri karşısında hala seyirci konumdayız ne yazık ki! Kaba hatlarıyla krizin bir yüzü yönetememe sorunu ise, diğer bir yüzü yönetemeyenlere karşı ciddi bir alternatifler geliştirememe, yaratamama sorunudur. Açıkçası bu ikili durum pozisyonlarımızı bir kez daha gözden geçirmemizi emretmektedir. Kendi açımızdan bunu bir konumlanış olarak ele alıp bir çıkış hikâyesine bağlarken, tekelci burjuvazi ise devleti tek adamlığa indirgeyerek aşmaya çalışıyor. Klikler arası çatışmaya rağmen şekillenişini sürdürüyor ama topal ördek misali tek adamlık devletin ayağına dolanıyor. Bu bir sonuç fakat sanıldığı gibi tek bir kişiye bağlama kolaycılığıyla açıklanamaz. Nihayetinde bir sistem sorunudur. Ve bir bütün olarak ele alınıp öyle değerlendirmelerde bulunmak gerekir.

Koronavirüs vesilesiyle “takke düştü kel göründü”! Toplumun büyük bir kısmı hem yeni siyasal rejimin neye benzediğini gördü hem de pandemi sayesinde bir sürü gerçekle tanıştı, yüzleşti. Artık buradan geri dönüş yok. Kitleler sürecin tamamen içindedir ve süreç bu biçimiyle devam ettiği müddetçe kaçınılmaz bir şekilde kendisine daha fazla yer açacaktır. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın. Ancak bu gelişmelerden en çok etkilenenler her zamanki gibi işçi, emekçi ve ezilen yoksul halk kitleleridir. Çünkü geçim derdi diye muazzam bir sorunla karşı karşıyadırlar. Bu sorun katlanılmaz bir noktaya doğru evrildikçe hastalıktan dolayı ölmüyorlarsa açlığa ve sefalete mahkûmdurlar. Bunun ne demek olduğunu yaşamayan bilmez. Açlık anlaşılır bir şey değildir. Kaldı ki bunu insanlara anlatamazsınız. Eğer bugün birilerinin kendine el uzatmasını bekliyorsa o sebeptendir. Hikâyelerde romanlarda şiirlerde açlığa dair neyi betimlersek betimleyelim veya imgeleyelim hep eksik kalacaktır. Çünkü aç yatmakla, açlığa yatmanın arasındaki farkı ortaya koyamazsak, anlamlandırmaya kalktığımız şeyin kendisini anlamamışız demektir. Velhasıl anlaşılmayan şeyi yaşasak dahi olup bitenin farkında değilizdir çoğu zaman. Haliyle -tok açın halinden anlamaz- Siz anlar göründüğüne bakmayın. Açlık hafife alınacak bir şey değildir. Gözü kördür, dilsizdir, açlığın yüzü çirkindir. Egemenler bunun farkında, hem de bizden daha fazla. Bu yüzden kendi aralarında dahi kapışırken bu süreci bir fırsata çevirmenin peşindeler. Kapışma, ihtiyaç sahibi kitlelerin üzerinden yapılıyor. Temel amaç yoksul kitleleri kendine mecbur etme, muhtaç eyleme siyasetidir. Bu siyaset yeni değildir. Kaldı ki herkes her şeyin farkında artık. Bu böyle devam etmez denilen eşiğe doğru yol alıyoruz. Her geçen gün fatura ağırlaşıyor. Ve içler acısı bir tabloyla karşı karşıya kalacağız. Şu an bile insan önünü göremiyor. Belirsizlikten, geleceksizlikten dolayı umutsuz, korkuyor. Düzene karşı hoşnutsuzluğunu, güvensizliğini açığa koyacak anı bekliyor. Alttan alta oluşan birikimin yarın ne getireceği konusu biraz da koşulların kendisine ve bize bağlıdır. Unutmayalım ki, koşullar ihtimalleri çoğaltır, büyütür ve her an her şeye hazırlıklı olmaya zorlar. İşte içinde bulunduğumuz süreç böylesi bir süreçtir. Dünyanın her bir yerinde kendinden söz ettirmektedir. Çok ciddi hareketlilikler bizi bekliyor. Hem de kabına sığmayacak bir niteliğe, niceliğe sahiptir. Nerede, ne zaman, nasıl patlayacağı sorusunun bile anlamı kalmayacak bir süre sonra. Aynen Amerika’da olduğu gibi. Irkçılığa karşı eylemlerin, gösterilerin kısa bir sürede dünyanın değişik bölgelerinde karşılık buluşu iyi bir örnektir. Nice yeni çıkışlara tanıklık edeceğimiz gibi benzer süreçlerin bizleri de beklediğini belirtelim. Kapitalist-emperyalist güçler şimdiden önlemlerini alıyor. Covid-19 bahanesiyle işlerine gelmeyen her şeye yasak veya sınırlama getiriyor. Kontrolü altındaki eylemlere izin verirken denetleyemediği eylem ve direnişlere acımasızca saldırıyor. Doğacak büyük ayaklanmaların önünü şimdiden kesme çabası içindeler. Mevcut durumu korumaya çalışıyorlar. Bu biçimiyle nereye kadar götürürlerse o kadar iyidir onlar için. Sonrası elbette sınıfsal ve toplumsal güçlerin etkinliğine-çıkışına kalıyor.

Aslında bir kaos aralığının içindeyiz. Ve bu aralıktan herkes nemalanıyor, besleniyor. Doğal olarak istisnasız herkesi içine çekiyor. Sessiz kalmamaya, taraf tutmamaya çağırıyor. Bu koşullarda taraf tutmayan bertaraf olur. Orta yol yok! Bir başka açıdan şöyle tanımlayabiliriz: Ortam öyle müsait ki sınıfsal ve toplumsal güçler ile devrimci güçler açısından ironik bir şekilde, daha ne istiyorsunuz der gibi bir hava var; o hava (bizden yana) esiyor, estiriliyor, yanlış da değil. Sadece eksik olan şeyin kendisi, kendisini örgütlemekte, konumlandırmakta yetersiz kalışı nedeniyledir ki, sürekli dönüp dolaşıp aynı noktaya vurgu yapmak kaçınılmaz oluyor. Duruma göre pozisyonlar alabilmek, konumlandığımız alanlardaki etkinliğimizle mümkündür. Değişkenlik o hattaki atılacak adımları-yönelimleri doğrudan ya da dolaylı etkileyecektir. Kitlelerin tecrit zamanlarını direniş zamanlarına çevirecek bir politika gerçekleştirebilirsek birikmiş öfkeyi, kini açığa çıkarıp sokağa, eyleme taşıyabiliriz. Zaman oyalanma, bekleme zamanı değil. Harekete geçme zamanı. Bilhassa kendi gerçeğimizi bu minvalde örgütleme zamanı. Karşımızdakiler bunu bize her gün her saat hatırlatıyor. Bırakalım devrimci demokratik karşı koyuşları, sıradan bir itiraz edişe tahammül etmiyor. Kendine muhalif herkesi gayrimeşru, gayri milli ilan edip vatan hainliğiyle suçluyor, şeytanlaştırıyor. Muhalif basına ceza üstüne ceza vererek susturmaya çalışıyor. Sırf gerçekleri yazdıkları için gazetecileri gözaltına aldırıp tutuklatıyor. Saldırılar hız kesmiyor. Üç vekilin vekilliğini düşürerek herkese gözdağı veriliyor. HDP’nin belediyelerine çöken bu anlayış yarın öbür gün İstanbul, Ankara, İzmir Büyükşehir Belediyelerine kayyum atarsa şaşmamak lazım. “Susma sustukça sıra sana gelecek” eşiğini aşalı çok oldu. Bu suskunluk, sessizlik bu duyarsızlık hali her şeyi sıradanlaştırıyor, sanki normal bir şeymiş gibi sunulurken olağanlaştırılıyor, bu da kabullenişi doğuruyor. “Yeni Türkiye”nin yeni yüzü bu! Eskisine özlem duyanlarla yenisinden memnunlar arasında sıkışıp kalmış muazzam bir kitle var. Olup biteni izliyor, gidişatın iyi olmadığını bilse de huzursuzluğunu henüz toplu bir şekilde göstermekten kaçınıyor. Onu ayağa kaldıracak, harekete geçirecek anı bekliyor. Her şey o kırılma anına bakıyor. Gerçi o kertenin hem içindeyiz hem değiliz, bize rağmen durum bu. Bu kaos aralığının yarattığı ikilem siyasasının ürettiklerine eğilirken, harekete geçişine ortak olmalıyız. Başlangıç için bir çıkış noktası aranıyorsa bu kırılma anıdır. Şimdiden devreye girmeliyiz, handikaplarımız ortada. Bu büyük kitleye kısa zaman aralığında ulaşmak hem imkânsız hem de gerçekçi değil. Yine de büyük bir avantajımız var. Gelmekte olanın biriktirdikleri kendisini de aşacak özelliklere sahip, çünkü bu biçimiyle devam edemeyecektir, bir yerden sonra kendisini açığa çıkartacaktır ve içindeki gerilime daha fazla dayanamayacaktır. Bu içsel nedensellik git gide dışa taşacaktır; en yakınındakilerden başlayıp herkesi etrafında toparlayacaktır. Bugünkü edilgenliğine bakıp aldanmayalım. Buralardan edineceğimiz şeyler önemlidir. Eyleme geçtiğinde, yani dışa taştığında oradan nereye yöneleceği konusu esaslı bir konudur, bizim asli konumuzdur, sorumluluk alanımızdır. Gereken özeni, hassasiyeti göstermek zorundayız. Siyasetin pandemi üzerinden evlere girişi-çıkışı yeni bir durumdur. Her haliyle kendini güncelleyişi bu özgünlüğün ürettiği bir şeydir de. Karantina, tecrit, sokağa çıkma yasakları, sosyal mesafe ve daha bir sürü şey dolaylı dolaysız yaşayışı, ilişki kuruşu değiştirmekle kalmıyor; bize yol da gösteriyor. “Koronavari siyaset” güncel yaşamımızın bir parçasıdır artık. Ne düzeyde sürece angaje olup olmadığımızı ne düzeyde kendi düzlemimizi yaratıp ona göre bir tutum alıp almadığımızı sınıyor. Yeni durumlar yeni pozisyonlar doğuruyor. Aynı şekilde pozisyonlarımızın yeni durumlar üretebileceğini de bir kenara not edelim.

Kendi gündemimizi belirlemek, yaratmak istiyorsak; öncelikle pozisyonlarımızın değiştirici roller üstlenmesini sağlamalıyız. Fırsat bu fırsat, herkes kendi açısından süreci en iyi şekilde değerlendirmesini bilmelidir. Milyonlarca insan geçim derdine düşmüştür ve gün geçtikçe bu koşullar daha da ağırlaşacaktır. İnsanlar açlık ve yoklukla terbiye edilmeye çalışılıyor. Eskilerin deyimiyle ele güne muhtaç ettirdikçe de bu kanıksanıyor. Toplumun büyük bir kısmını buna alıştırmaya çalışıyorlar. Fakirliği, yoksulluğu Allah’a yakınlaşma olarak lanse ediyorlar. Korona günlerindeki ölümlere de bu gözle bakılması isteniyor…. Bu da bir kabulleniş ne yazık ki! Egemen güçlerin verdikleri ayara denk düşen o kadar çok şey var ki en başta dayanışma yardımlaşma altında yürüttükleri kampanyanın tamamı tek adamın hanesine yazılıyor. Hem de göstere göstere, kimden geldiği açık seçik söyleniyor. Tek bir amaç var; Covid-19 un yarattığı bu ortamdan faydalanmak ve siyasal kazanç elde etmek için her türlü gücü, imkânı kullanmakta bir beis görmüyorlar. Aslında bu durum siyasal iktidarın hangi noktada olduklarını göstermesi bakımından da öğreticidir. Çünkü ister istemez ihtiyaç sahipleri üzerinden yürütülen bu siyasetin konusu aynı zamanda yardım eder gibi görünürken, halktan para toplanması da nasıl bir açmaz içinde olduklarını ortaya koyuyor, alay konusu olurken kral çıplak dedirtiyor. Her şey gözler önünde yaşanıyor, hatta sistem içindeki muhalif partilerin, kurum ve kuruluşların pandemi üzerinden yürütmüş oldukları çalışmalara izin vermediği gibi yardımlaşma dayanışma kampanyalarını yasaklaması tam bir ibretlik örnektir. Herkes kendisine yakışanı yapıyor, bu minvalde bu anlayışın altını kazıdığımızda asıl niyetin ne olduğu çok daha rahat anlaşılır; o da şudur: Bu halka bir şey verilecekse yalnızca ben veririm, benim dışımda bu yardımları hiç kimse yapamaz. Kendi dışında bu “hayırlı işlere” girişilmesini istememesinin altındaki büyük sebep “kimsesizlerin kimsesi” rolünün birileri tarafından çalınacağı korkusudur. Öyle ki bu haleti ruhiye, insana neler yaptırmıyor neler… Düzenin bir parçası olan belediyelerin dahi yardımlarına yasak getiriyor, engeller koyuyor. Bu zihniyet kendi kurumlarına bunu reva görüyorsa, halkın dayanışma ve yardımlaşmalarına karşı neler yapmaz ki… Şu sıralar kendisini en çok rahatsız eden şey “parti içi” kopuşlarla, kitlesinin yeni arayışlara yönelmesidir. Arayış içinde olmak, yeni örgütlenmeler demektir. Siyasal iktidar denetim altına alamadığı her bir eğilimi, yönelimi, gelişimi daha başlangıç anından itibaren boğmayı kendi akıbeti için zorunlu görüyor. Çünkü düne kadar elinde bulundurduğu avantajları kaybedişinin boşluğunu yine yardımlaşmalar, dayanışmalar adı altında götürmek istese de pek başarılı olduğu söylenemez. Bu çok kullanışlı enstrümanın başkaları tarafından öyle ya da böyle kullanılıyor oluşunun yarattığı rahatsızlığı artık bilmeyen yok gibi. Bunu kabullenemediği için de saldırganlaşıyor. Bu alanı hiç kimseye kaptırmak istemiyor. Fakat deniz tükendi ve artık geri dönülmez bir yola girildiği açıktır. Hata üstüne hata yapışlar, işledikleri suçlar, kendi mahallesinden dahi duyulur hale geldi. Kuyruğu dik tutmaya çalışsa dahi, bu gerçekler sıkıştırdıkça sıkıştırıyor rejimi. Ve kendini sağlama alabilmek için seçim yasaları, siyasi partiler yasası ve Barolara ilişkin yeni düzenlemeleri gündeme alışı tam bir kuşatma siyasetidir. Gidebildiği yere kadar gidecektir. Bunda bir kuşku yok. Ancak sistemin çözülüşünü olağanüstü bir şey olmazsa hiç kimse durduramaz, durduramayacaktır. Bunu gören, bilen kesimler yavaş yavaş pozisyon değiştirerek kendilerine yeni alanlar, kanallar açma çabası, arayışı içindedirler. Bu daha da artacak ve karşılıklı bir hesaplaşmayı da beraberinde getirecektir. Şimdiden herkes gardını almaya başladı bile. Hamlelerini ona göre yapacaktır. Bu gelişmeleri dışarıdan izlemekle yetinemeyiz. Kendi içlerindeki devinimin yaratacağı çatışmanın kitleler üzerindeki etkisi, yönelimleri, dolaylı dolaysız bir biçimde siyasetin konusudur. Herkesi kendi içine çeken bir süreç bu, kimse kendini dışında tutamaz. Yakınlığına, uzaklığa bakmaksızın bu siyasallaşma zeminini örgütleyen gerçeklikler silsilesiyle karşı karşıyayız. Pandemi bu durumu olumlu olumsuz yönleriyle toplumun gündemine sokmuştur. Hayatın her alanında bir sorgulama süreci yaşandığı gibi kayıtsızlığı ve vurdumduymazlığı da beslemektedir. Olasılıklar, kendisini konuştururken, tanıdık gelen her şeyin güncelliği bir yerde bizim kendi git-gelimizdir. Büyük resme bu yönüyle bakalım. Sonuçta yeni dönemin yeni pozisyonunun her halini (iletişim-bilişim) arasında da sokağa açılan yüzünü çok daha canlı tutmanın olanağına kavuşuruz. Bunun bir aciliyet taşıdığı da bir gerçektir. Ne yapmalı sorusu neyi yapmamakla birlikte ele alınarak başlanılabilinir. Sadece sonuçlar üzerinden değil de daha çok fırsatlar, imkânlar açısından bakalım. En azından krizin de krizi olan bu sürece bu biçimiyle yaklaşalım, yönelelim. Somut politikaları bu şekilde üretip somut çıkışlar yapabiliriz. Bütün bunlar konumlanışımızla ilgilidir. Dışarıdan olacak şeyler değildir. Ne kadar doğru şeyler söylersek söyleyelim, mücadele alanının içinde yoksan doğrularının da bir hükmü yok. Mutlaka alana yerleşmeliyiz, yerleşmenin kaçınılmazlığını sürekli kendimize hatırlatalım ki, hareket tarzımızın bir karşılığı olsun. Harekete, eylemliliğe yön verebilelim. Kitleleri mücadeleyle buluşturma böylesi süreçler sayesindedir. Bugün bizim önümüzde duran temel mesele bu. Bu noktaya yüklenelim. Bizi asıl hedefe götürecek hikâyenin çıkış yeri burası, bu çıkış noktasına sürekli vurgu yapıp ama içinde olamama paradoksunu çözme yükümlülüğü yine bize aittir. Ufka bakıp önünü görememe önünü görüp de ufka bakamama hali bizi darlaştırdıkça körleştirmiştir, gerçeklikten koparmıştır. Sadece görmek istediğimiz şeylere gözümüzü dikmeyelim; duymak istediğimiz şeylere kulak kabartmayalım. Kendi dünyamızdan çıkalım, çakılı kalmayalım, bizim dışımızda da bir hayat var. Yakınlığına uzaklığına bakmaksızın müşterek zeminlerde buluşmanın imkânlarını yaratalım, ortaya koyalım. Ne pahasına olursa olsun kendi gerçekliğimizi aşalım ki, cüret ettiğimiz şeyin kendisine dönüşelim. Yol alınacaksa buralardan alınacak. Velhasıl, taş üstüne taş koyma zamanı…

Büyük meselelerin insanı olmak ve daha büyük hedeflere yönelmek, kilitlendiğimiz eksenin hakikatiyle doğrudan alakalıdır. Hareketin hareketliliğine uygun reflekslere sahipsek bahsettiğimiz yürüyüşümüz içinde küçük adımların büyük adımlara ve koşuşturmalara karşılık geleceğini bilelim. Büyük düşünmek, düşündüğünü hayata geçirmektir. Yani, gelmekte olan ile olmakta olana müdahale etmektir, yön vermektir. Bizden beklenen budur, bugünün ihtiyaç duyduğu şey… Kendisini yakıcı bir şekilde dayatıyor. Hakikat bu! Bir başka hakikat ise, “örgütsüzlüğümüzdür”. Örgütünü örgütleyemeyen hiçbir şeyi örgütleyemez. Hiç kimse kendiliğinden gelip örgütlenmeyecek; kaldı ki örgütsüz dediğimiz kitlelere “örgütlü” gözüyle bakalım artık. Meseleye tersten bakmakta fayda var. Kitlelerin düzen içindeki yeri, konumu belli mi, belli. Bizim örgütsüzlük gördüğümüz yerde o örgütsüzlük “örgütlülüğe” tekabül ediyor. Kitleler bunu bize sıkça yansıtır ama biz kabullenmeyiz. Rızası alınsın alınmasın, aralarında düzenli köklü bir bağ var mı, var. Dinsel, mezhepsel, etnik ve kültürel boyutlarıyla ve diğer özellikleriyle… Hatta sınıfsal karakterin önüne dahi geçişini yabana atamayız. Kitlelerin düzenle bağını bu çerçevede cereyan edişinin adıdır “örgütlülük”. Egemen güçlerin kendisini tahkim edişi bu gerçeğe dayanır. Zor zamanlarda dillerinden düşürmedikleri devlete-millete zeval vermesin sözü bir bilinçaltının yansımasıdır. Bu toplumun bir refleksidir. Kendini konumlandırdığı yer. Düzen de kendini bunlar üzerinden temellendirirken aynı zamanda varlık gerekçesinin bir ürünü de, böl, parçala, yönetten beslenir. Her dönemin bir alıcısı vardır. Varlığını buna borçludur. Sınıfsal ve toplumsal mücadele tarihimiz bu mücadelenin bir izdüşümüdür. Bugün olduğu gibi değişik boyutlarıyla karşı karşıyayız. Tek adam ve avanesini sürekli “beka” üzerinden kitleleri konsolide edebilme siyasetinin aşındığı gerçeği her geçen gün daha da anlaşılıyor. Çünkü taşlar yerinden oynadı. Buna değinmiştik; ancak bu demek değildir ki mevcut durum kendiliğinden çözülecektir. Çözülse bile düzen içi bir çözülüştür bu. Biz bu esnada neredeyiz, neresinde olacağız soruları bizler açısından önem kazanıyor. Yaklaşımlarımızı, yönelimlerimizi gözden geçirirken yeni uyarlamalara ihtiyaç var. Parti-devletin elinin bu kadar rahat olması bu yüzden. Zaman zaman muhalefetin zorlaması gereken koşulları zorluyor, sıkıştığı çözüm üretemediği şeyleri, üstünü örtmek için olmadık şeyleri gündemleştiriyor, kampanyalar açıyor, kapıyor. İlgiyi başka alanlara çekme ve kendilerini meşrulaştırma çabası arayışı. Bu bir yerde kendinden emin olmadığının da göstergesidir. Biz ise seyrediyoruz, oysa o kadar çok malzeme var ki elimizde, kullanmasını bilmiyoruz, örgütlülüğe dönüştüremiyoruz. Sadece değinip geçiyoruz, ama beğenmediklerimiz bizi yönetiyor, karşıtlığı, muhalifliği devrimcilik sanıyoruz. Düzeysizliği düzey diye yutturuyorlarsa sorun sadece yutturanda değil yutmuşlarda aranmalı. Öyle değil mi? Bir maskeyi dahi dağıtamıyorlar, dünyanın değişik yerlerine gönderdikleri maskelerle övünç duyuyorlar. Benzer o kadar çok şey var ki neresinden tutarsanız elinizde kalıyor. Onlar zurnanın zırt dediği noktadalar, bunun ayrımında oldukları için hiçbir eleştiriye tahammülleri yok. Biat etmeyenleri baskılıyor, dışlıyor, ötekileştiriyor; bunlarla hizaya çekemiyorsa, karakolları, hapishaneleri devreye sokuyor. Tehditler tehditleri aratır haldedir artık. Beyinlerinden, kalplerinden geçenleri o kadar rahat bir şekilde dile getiriyorlar ki, korku, kaygı, çekinceyi bir kenara bırakalım ne bir arlanma ne bir utanma var. Bu tavırlar, davranışlar bir anlık öfkeyle dışa vurulmuş şeyler değildir; üzerinde çalışılmış, uzlaşılmış, kararlaştırılmış şeylerdir. Muhalif kadınlara dönük taciz, tecavüz, tehditlerin artışına sessiz kalışlar bunu doğruluyor. Avukatların, Grup Yorum üyelerinin açlık grevi ve ölüm orucu eylemleri haber yapmayı bırakın, ölüm orucunda şehit düşen devrimcinin Kayseri’de cenazesi üzerinden estirilen teröre, sosyal medyadaki dolaşımları eklediğimizde nasıl bir Türkiye’yle karşı karşıyayızın iyi bir örneğidir. Ayrıca bu bir şey değil. Daha kötüleriyle yüzleşeceğimize emin olabilirsiniz. Darbe söylentilerinin ardından ölüm listelerinin hazırlandığı, kimlerin mallarına el konulacağı, kadınların, çocukların savaş ganimeti görüldüğü… Bu ve buna benzer şeyler hakkında siyasal iktidarın doğru dürüst bir açıklamada bulunmaması şaşırtmamalı. Bütün bu tehdit, saldırı, kışkırtma, korkutma ve yıldırma faaliyetlerinden bilgisi olmadığı düşünülemez. Bu tablodan yararlanıyor. Bunu tetikliyor, bilhassa ihtiyaç duyduğu anlarda. Ayasofya’yı camiye çevirme böylesi bir politikanın sonucu. Ve biz biliyoruz ki, bu iktidar, iktidarını kaybetmemek için her türlü yolu denemekten geri durmayacaktır. Son günlerde bir erken seçim ya da baskın seçim rüzgârını boşuna estirmiyor. Gündem değiştirme ya da değil her halükarda süreci kontrol altına alma gayreti taşıdığı ve aynı zamanda seçim yatırımını şimdiden önüne koyduğunu ve yeniden seçilebilmenin yollarını arayışı içindir bütün bu alengirli işler. Önümüzdeki veriler seçilmesinin mümkün olmadığını gösteriyor. Ama burası Türkiye, her an her şeyin olabilme ihtimali hala çok güçlüdür. Bu özelliğini koruduğu müddetçe olasılığın olasılığına hazırlıklı olunmalıdır. Dinbaz ve kinbaz siyaset işini şansa bırakmayacaktır. Bir başka deyişle, seçimle çıkamayacağını anladığı anda sonuçları tanımayacaktır, seçimin iptaline gidecektir. Uzun bir dönemdir olağanüstü halin kendisi bir iç savaş konsepti olarak zaten sınır ötesinde sürdürülmektedir. İçeriye doğrulması an meselesidir. Geride bıraktığımız süreçte, 15 Temmuz vesilesiyle kısmen bunun tatbik edişi bize yeteri kadar fikir sunmaktadır. Kaldı ki parti devleti kendini bu düzlemde yeniden örgütlemektedir. Kendi pozisyonlarını yeni duruma göre dizayn ederken, bu realitenin karşısında biz ne gibi bir hazırlığın ve çalışmanın içindeyiz sorusu her daimin sorusu olarak bir kez daha karşımıza çıkıyor. Sahada olup biten pratiktir, pratiğin siyasetidir. Komünarın kendi gerçekliğini örgütleyeceği ve karşılık bulacağı yerdir. Seçimlerle bizim alakamız olmasa da sınıfsal ve toplumsal güçlerin alakası vardır. Gözardı edemeyeceğimiz bu gerçeğe gerçekçi bir yaklaşım getirebilmenin yolu kitleleri gerçekten örgütlemekten geçiyor.

Faşizm, siyasal çalışmalarımızı engellemek için her türlü yolu dener, her türlü yola başvurur. Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Ancak karşı devrimin çıkardığı zorluklar kadar bizim kendimize çıkardığımız zorluklara ne demeli? Bizden kaynaklananları faşizm üzerinden görmeye kalkmak ya da başkalarında aramak bizlere bir şey kazandırmaz. Aksine bize kaybettirir, bizden alır götürür. Arızalarımızı düzeltelim ki alışkanlıklarımıza yenilmeyelim. Hala alışkanlıklarımız ağır basıyor. Bu ciddi bir sorundur çünkü sürecimizin önünü tıkıyor. Siyasal çalışmalar pratiğin kendisidir, izdüşümümüzdür. Ne verir ne yaparsak oyuzdur. O yüzden ne denli değişip değişmediğimizi ele verir. Bu çok yönlü sınavın içinden çıkışın en belirgin özelliği kökleşmektir, dallanıp budaklanmaktır. Koşulların yarattığı her türlü zorluğu, engeli, açmazı avantaja çevirmenin ve kendimizi deneyimlemenin fırsatını yakalarız. Böylesi bir pratiğin bir parçası olmak demek “kopuş” tabirimizin kendisini gerçekleştirmek demektir. Bunun bize bağlı olduğunu bilelim. Değişim ve dönüşümümüzün yansıması her açıdan dönemin bize katkıları, bizim sürece müdahalemizle doğru bir zemine oturacaktır. Ne tek başına egemenlerin pozisyonlarına bakarak ne de kendi durumumuzdan yola çıkarak değil; emekçi kitlelerin bu eksendeki değişken özelliğini, yönelimlerini, eğilimlerini doğru okuyup birlikte harekete geçmeyi öncelemeliyiz. Bu adımları atmalıyız. Mücadelemizin sorunlarına bu çerçeve içinde çözümler üretebildiğimiz oranda devrimin yakıcı derinlikli meselelerine ayrı düzeyde cevaplar verebiliriz. Kitlelerin mücadeleye akışını hareketlendirecek olan şey de bu tür kıpırdayışları kendimize iş edinirken envai yollar buluruz. Hareketi kavrayışımız kadar, harekete geçirme başarısı, bir yerde o hareketin parçasıysak mümkündür. İçinde yer alırsan dışarıya taşarsın. Bugünden itibaren bu adımları atmazsak, ne zaman atacağız? Dezavantajlarımız avantajlarımızın önüne geçmemeli. Biz, bizdekini sahaya sürelim ve sahaya yayılabildiğimiz kadar yayılalım. Alan hâkimiyeti edindiğimiz gibi oyunun nasıl oynanacağına da biz karar veririz. Ve böylece her bir komünar oyunun kaderini belirler. İşçi sınıfının içinde olanlar işçilerle, emekçi kitleler içinde olanlar emekçilerle, gençlik içinde olanlar gençlikle, ezilenlerin içinde olanlar ezilenlerle… Yani nerede varsak orada kurulan, kurulacak her oyunun, hareketin, eylemin, bağın, ilişkinin yönünü belirleriz. Örgütlülüğe evriltiriz. Mücadele içinde yoğrula yoğrula kazanırız. Bu kolektifin başarısıdır. Olup biten her şeyi onun bilgisine sunmayı bir görev edinelim ki, her bir parça bir araya gelebilsin, bütüne dokunabilsin. Yarın öbür gün ne gibi sorunlarla ya da ne gibi açmazlarla karşılaşacağını öngörebilsin ve her boyutuyla ele alabilsin. Kolektifin bilgisi ve pratiğinin işlevselliği tam da bu eksende örgütsel önderlik, önderliğin örgütselliğinin ise gelişkin öncü olduğunu gösterir. Alt üst edişin mimarı olarak yıktığını yeniden yapar, kuruculuğunu kanıtlar ve her defasında eskiyenin yerine yenisini koyar. Siyasetimizin özünü de biçimini de belirleyen şey budur. Somutlarsak bir fabrika, bir atölye, bir işyeri, bir üniversite, bir semt, mahalle, bir ilçe, bir il… Düşünün buralarda siyasal çalışmalar yürütüyoruz. Gelecekte bu alanların her biri bizim için büyük bir sıçrama gösterecek, bunun bilincindeyiz. Hatta sınırlarını zorlayacak, aşacak kendisini, o potansiyele sahip… Soru şu: Biz bu alanların gelişim dinamiklerini yerli yerinde mi değerlendireceğiz ve o alanların ihtiyacı olan zamanı onlara tanıyacak mıyız, tanımayacak mıyız? Yoksa örgüt, parti öncelliği nezdinde kısa günün karı diyerek alanların ihtiyaçlarını erteleyerek ileri bir tarihe mi havale edeceğiz? Dönemin ve sürecin arkasına sığınarak ürettiğimiz gerekçeler, mazeretlerle tüketmeye devam mı edeceğiz? Alanların asli unsurları görevlerini tam manasıyla tamamlamamışken, (çok zorunlu hallerin dışında) bulundukları yerlerden koparılıp başka yerlere aktarılması, değerlendirilmesi sanıldığı gibi pek de istenilen sonuçlar üretmemiştir. İhtiyaçtan zorunluluktan kaynaklı denilerek, bu tarzı koşullayan şartlar dahi olsa kolaycılığa kaçmaktır. Hazıra konmaktır, abartısız kendini en çok da burada gösteriyor. Bu anlayış terk edilmelidir. Hem de bir an evvel, çünkü bugüne sarkmış anlayışlar, alışkanlıklar, eğilimler, yol, yöntemler ne eskimiştir ne de sanıldığı gibi geride kalmıştır. Hala kullanışlıdır. Duruma, pozisyona göre kendisini uyarlamakta gecikmez. Bunları alışkanlıkla açıklamaya çalışmamız da bizim kolaycılığımızdan kaynaklansa da bu bir çizgidir. Ters düz edilmelidir. Parti örgütlenirken partileşir. İçinde bulunduğu koşulları en iyi şekilde değerlendirerek kendini yapılandırır. İşte biz de böylesi bir zaman içindeyiz. Her bir bileşenin kendi örgüsünü bu minval üzerinden üretirken, işçi, emekçi halk kitleleriyle ve onun bağrından çıkaracağı nice örgütlenmelere önderlik ettikçe siyasetimiz bir karşılık bulur, yer edinir ve hayata karışırız. Hakikaten araçla-amacın yer değiştirmesine izin vermeyiz. İşin püf noktası burası. Kolay yok zor var. Komün dünyasına ulaşmak, yarının sorunu değil bizatihi bugünün sorunu. O dünyanın ne olduğu sorusunun tarihsel arka planı elbette önemli ama daha da önemlisi bugün için ne anlam ifade ediyor, geleceğin ilişkisi bize şimdiden ne söylüyor, neye benziyor ve biz sözlerden çok bu yaşayışın, kültürün mücadelesi için ne gibi şeyler üretiyoruz, geliştiriyoruz ve ne oranda güzelleştirebiliyoruz? Biz bunlara yaşamsal yanıtlar vermek zorundayız. Bu konuda ısrar etmek yenide ısrar etmektir. Yeniyi inşa edecek anlayışı temellendirmektir. Bu istikametteki adımları, yürüyüşleri, koşuşturmaları teşvik etmektir. Eksiğini gediğini tamamlamaktır. Hatalarını, yanlışlarını düzeltmektir. Her daim yol gösterici olmaktır. Her bir komünarın başarısını başarımız bilmektir.

Karşılıklı etkileşimlerin içindeyiz. Hayatın, mücadelenin git-gelleri içinde birçok şeyi istiyor zannetsek de hala bilmediğimiz çok şey var, bilip de düzeltmediğimiz. Bilmeye öğrenmeye açsak okulumuz örgüt, partidir. Devrim ve sosyalizm kavgamızın, mücadelemizin en önemli aracıdır o. Sömürülen ve ezilenlerin sınıfsal ve toplumsal kurtuluşu için burjuvaziye karşı en etkili silahımızdır. Parti olmadan bu savaşım verilemez. İktidarı ele geçirmenin yanı sıra sınıfsız sömürüsüz bir dünya kurmanın da aracıdır, organıdır parti. O yüzden daha işin başında bu özelliğiyle öne çıkar. Ona biçtiğimiz özellikler üzerinden kendisine bahşettiği aidiyetler ne olursa olsun, sınıfsal ve toplumsal niteliklerle örtüşmez, geliştirilmezse -içselleşmezse- kendinden menkul devrimcilikten kurtulamaz! Hayatın gerçeği toplumsallığın gerçeğidir. Bu gerçeği her an her saat her gün mücadelemizin konusu yapmalıyız ki, araçsallaşmayalım, araçsallaştırmayalım.

Doğru şeyler söylerken (buna tespit ve analizler de dâhildir) o doğruların mücadele içinde bir karşılık bulması gerekir. Eğer karşılık bulamıyorsa nedeni örgütsüzlüğümüzdür, örgütlülük demek değiştirme gücüdür. Biz o değiştirme, dönüştürme gücünden yoksunuz. Hal böyle olunca sözümüzün bir anlamı kalmıyor. Düşüncemizin eyleme dönüşmesi örgütlülüğümüze bağlıdır. Örgütsel önderlik boşluğunun doldurulması sorunu sürece uygun hareket kabiliyeti, donanıma sahiplikle işçilerin, emekçilerin, ezilenlerin dünyasının içinde yer alıp almamaya bakar. Bu yer alış onlara benzeme, aynılaşma, yedeklenme anlamında değil, pratiğin ihtiyacına yanıt verecek şekilde kendisini yeniden güncelleme yetisini kazanmasıdır. Siyaset üretmesi, siyasetine yeni biçimler verebilmesidir. Eski kapıları kapatıp yeni kapılar açmasıdır. Çoğu kez tuttuğumuz yolun bize gösterdikleri ile yetiniriz. Yetinmek bel bağlamaktır. Oysa biz yarını bugünden örgütleyeceksek, geride bıraktıklarımız da bugünün içindedir. Ancak bir şartla o da yeni durumlara yeni pozisyonlara duyulan sorumluluğumuzu yerine getirmek kaydıyla… Sanki örgütlülük yalnızca örgütçülerin bir sorunuymuş gibi bir anlayış var, hala geçerliliğini koruyor ne yazık ki! Kadro yokluğu, yoksunluğuyla açıklamaya çalışmak da doğru değil artık. Bu yaklaşımın arkasına sığınıp bugünü yakalayamayız. Geçmişin kadrolarını aşan bir komünarlaşma arayışı aynı zamanda bir özgürleşme arayışıdır. Gerçek anlamda bir önderliğin, bu çizgiyi pratikte derinleştirerek geliştirmesi gerekir. Ve her açıdan önderlik kendi yolunu düzler, hareketi büyütür, çalışma alanlarımıza nüfus eder ve kendi kadrosunu ve örgütlülüklerini yaratır. Döneme ve sürece uygun pozisyonlar alır, çıkışlar yapar; gecikmez, hızlı düşünüp hızlı hareket etmek gerektiğini bilir. Bütünlüklü yaklaşır, örgütlülüğün değerini bilir (ve örgütleyerek gösterir), dersler çıkarır. Unutmayalım ki TDH kadrosal yoğunluğu hiç de azımsanmayacak düzeydeydi; bugünden bakınca o dönemin kadrolarına biçilen rollerle, bugünün komünarlarına biçilenler arasında pek bir şeyin değişmediği görülmektedir. (Herkes kendinden önceki kuşağı baz alıyor. 90’lar 80’leri, 2000’ler ise 90’lı yılları…) Oysa değişmediğin yerde değiştiriliyorsun. Birey, kadro, örgüt, parti, toplum, hepsi için geçerlidir. Bir nevi zamana yeniliyorsun, zamanın gerisine düşüyorsun. Örgüt-örgütçü, örgütçü-örgüt ilişkisi birbirinin tezahürüdür. Biri ne ise diğeri de odur. Çift taraflı bir ilişkidir bu. Değişim ve dönüşümlerin aynı derecede etkileşmesi gerekli. Birinin gelişimi demek, diğerinin de gelişimidir. Diğerinin eksikliği, zayıflığı aynı şekilde diğerinin de eksikliği zayıflığıdır. Öyleyse birilerinden istediğimiz veya beklediğimiz şeyler kendimiz için de isteneceğini, bekleneceğini bilmeliyiz, bilince çıkarmalıyız. Kadrodan örgütlülüğe, önderlikten kadroya… Ve sınıfsal, toplumsal güçlere… Bu tarzı içselleştiren işlevsellikte zorlanmaz. Bu yaklaşım iç içe geçmiştir, hatta tam manasıyla bütünleşmiştir. Bu bütünlük içinde bakamazsak örgütsel biçimlenişimiz bir öncekinin tekrarıdır, her ne kadar kendimizi bunun dışında tutmaya çalışsak da henüz o kertenin içinde değiliz, sadece yoldayız, yol alıyoruz. Yazarken, konuşurken, (yaşarken) bugünü yaşayıp geçiyoruz. Bugün dediğimiz ise yarının dünü… Her şey çok çabuk eskiyor. O yüzden “yarın bugündür” ve bizim için çok değerlidir. Artık temennilerin ötesine geçmek için mevcut yapılarımızın iç gelişim ve büyüme evrelerine özel ilgi, özel bir duyarlılık şarttır. Birlikte yürüme, birlikte hareket etme, birlikte öğrenme, öğretme uğraşlarını daha da ileriye taşımalıyız. Kopuş hikâyesi, bir çıkış hikâyesine dönüşecekse o ilk anın heyecanını, coşkusunu, umudunu, direncini uzun soluklu bir koşuya doğru evriltirsek, eleştiriye tabi tuttuğumuz şeyleri ters-düz ederek aşabiliriz. Paradigma değişikliğinin emarelerinin gün ışığına çıkışı, kendini gösterişi için zorlayıcı olalım ki, sürecimizin hakkını verelim. Süreçle, dönemle nasıl ilişki kurarsak öyle gider, onun bize değil bizim ona biçim vermemiz için her anı, her saati, her günü yeni bir başlangıç yeni bir ilişkileniş ve örgütleniş gibi ele alıp, bu ilişkiler ağını genişletebildiğimiz kadar genişletelim. Bugünün işini yarına devretmeyelim, ertelemeyelim. Başkalarından beklemeyelim, yapalım edelim görelim, örnek teşkil edelim. Biz kendimizdekini böyle açığa çıkardıkça yüklerimizden kurtuluruz. Örgütlenme kendinden başlar, iradi bir iştir, eylemdir, oluruna bırakılmaz. Örgütlülük, örgütlenme kendiliğinden yürütülmez, geliştirilmez, büyütülmez. Didiklediğimiz şeyin kendisi en başta örgütlenelim, örgütleyelim, mücadele edelim şiarının bağlayıcılığıyla daha fazlasını yapmaktır. Kuşkusuz bu bağlayıcı, zorlayıcı yaklaşımlar komünarlar özgülünde düşünsel duyarlılığın, dünün yoksunlukları üzerinden bir eleştiridir ama aynı zamanda bugünümüzün de eleştirisidir. Kitlelerin durumları, pozisyonları arasındaki geçişkenlikleri, neler yapıp ettikleri neleri düşünüp duyumsadıklarını bilebilirsek ilişki kurmakta güçlük çekmeyiz. Nasıl yaklaşacağımızı, nasıl iletişime geçeceğimizi biliriz. Her bir deneyimden ne gibi şeyler elde ettiğimizi ve nerelere ulaşıp ulaşamadığımızın yanı sıra neler öğrendiğimizi bilince çıkarırız. Sınıfsal, toplumsal zeminimizi kurarız, sağlamlaştırırız. Çözümleri ve alternatifleri buralardan çıkarırız. Kaldı ki koşullar, şartlar her zamankinden daha elverişlidir. Bir nevi pratiğin teorisi alanlara çıkmıştır, teorinin pratikçilerini beklemektedir. Gerçek çıkış kapısıdır bu. Yenilenmek isteyenlere olanak tanımaktadır. Ancak bildik tanıdık deneyimlerimizi konuşturamayacağımızı düşünüyorsak yanılırız. Süreç kendisine has özelliklerle sahnede, sahne alıyor. Dünya ölçeğinde de böyle. Ortak veya benzer yanlarını gözardı etmiyoruz. Gelmekte olanın ayırt edici yönlerini temel almazsak, önümüze çıkacak engelleri aşmakta başarılı olamayız. Sadece direnişe, eyleme çağrı yaparız. Siyaseten ne öneriyoruz, ne koyuyoruz ortaya? Çözüm yolumuz yöntemimiz nedir? Hareket anında ilerleyişimiz, sıçrayışımız veya geriye düşüşümüzün esnasında ne gibi müdahalelerde bulunacağız? Bunları şimdiden düşünmeliyiz, hatta sürecin sonrasını dahi tasarlayabilmeliyiz. Doğrusu da budur. Yönetme becerisiyle üstünlüğü böyle kazanırız. Yerinde, zamanında müdahale ederek karşımıza çıkan her bir sorunu aşarız. Zaman zaman sorunlar bizim önümüze geçer, geçecektir bugün olduğu gibi… Yeni bir eşiğin içindeyiz. Bahsettiğimiz sorunlar aynı zamanda büyük potansiyellere sahiptir. Bu potansiyele ulaşmak için ne gerekiyorsa yapalım, hiçbir şeyi hafife almayalım, abartmayalım da. Bazen önümüzde duran sorunların gözümüzde küçülmüş olması o şeyin zorluk derecesinin ortadan kalktığı anlamına gelmez. Bazen de çok basitmiş gibi görünen şey iç içe geçmiş özellikleriyle daha bir karmaşık hal alır, dayatır kendisini. Bütüne hâkimsek, karmaşık görünen veya içinden çıkılmaz şeyleri çözmekte zorlanmayız. Bir parçasıymış gibi düşünüp ona göre hareket edip sonrasında da ona dokunalım, hissedelim, arkası mutlaka ama mutlaka gelir, gelecektir.

Alternatif olup alternatifimizi yaratalım. Gerçek anlamda bir çözüm gücü olalım. Bunun için devrimci yaşamın, mücadelenin yeniden üretimi mücadelemizin gelişkinliği, yetkinliği ve kurucu-yapıcı etkinliklerini yansıtmasıyla olur. Devrimi böyle güncelleyebiliriz. Devrimler kendiliğinden doğmazlar, kendiliğinden gelişmezler. Siyasal çalışmalarımızın en küçüğünden en büyüğüne doğru, basitten karmaşığa, karmaşıktan basite doğru, bazen bunların bile önemi kalmaz. Öyle bir şey olur ki içinde bulunduğumuz an-durum-sürecin toplamı bizi birdenbire en ön sıraya yerleştirir. Bu yer alış aynı zamanda, her ana koşula hazırlıklı oluşun sayesindedir. Kendini buna göre örgütlemekle alakalıdır. Böylesi bir örgütselliği örgütlemenin yolu yordamı bellidir. Her şart altında planlı, programlı çalışmaktır. Doğru hedeflere doğru noktalara kilitlenmektedir. Bu hareket tarzımızın somutlanması demektir. Hedeflediklerimize ulaşmanın adıdır. Alınan kararların yerine getirilmesidir. Ve alanlara alan açışıdır. Yeni alanlara yöneliştir, pratikteki anlayış değişikliğin düşünsel karşılaştırmaları, sınanışları bu eksendeki durum ve pozisyonlara sürekli kendisini yenilemesidir. Bu açıdan her bir birleşen, kolektifin gelişme dinamiklerine sahip çıkmalı, gerekirse “koruma altına almalı” ve daha ileri bir seviyeye sıçraması için varını yoğunu ortaya koymalıdır. Heyecanını, coşkusunu, sevincini, umudunu, direncini bu bütünlüğün içinde paylaşmalı ve yaşamalıdır. Hepimiz birimiz için, birimiz hepimiz içinse, bu düşünce eylem birliği kadar duygu ve ruh birliğidir. Birbirimize aynı nazardan bakabilmektir. Bu anlayışı, yaşayışı, kültürü temellendirmektir. Bir başka deyişle kendi hakikatimizle buluşma kavgamızdır.

Gelmekte olan gelecek, kendiliğinden gelmeyecek. Biz, bizdekinden yola çıkarak, dünyaya, dünyadan ülkemize bakışımızın pratikteki çabalarımıza denk düşen bir gerçeklikle buluşma arayışı içindeyiz, derdindeyiz. Bunun örgüt ve örgütlülükten geçtiğini biliyoruz. Bu ikili durumu aynı içerikte bir meşguliyetin ürünü yapabilirsek sonuç alır, koyduğumuz hedeflere yaklaşırız. Pratiğin siyaseti, siyasetin pratiği bu denklemde iş görüyor. Düzeltme, aşma ve kendi alternatifini yaratmaktır amacımız. Kazanma bilincini geliştirip büyütelim. Her birim, her alan, her bir komünar yaptığı ettiğiyle komün gücüne güç katacaktır, hak ettiği yere taşıyacaktır.

Kandıra 1 No’lu F Tipi Hapishanesi – Ağustos 2020