Geçmişin iki yönlü aşırı abartılması en çok Maoizmden Enver Hocacılığa kaçan kesimlerde ve Troçkist geleneği savunan kimi eğilimlerde görülüyor. Ancak öze dönüşçülüğü en çok hakkını vererek temsil eden ve yaşatmak isteyen KöZ’dür. Bu tartışma, KöZ üzerinden tüm devrimci kesimlerdeki geçmiş mistifikasyonu eğilimlerinin eleştirisine giriştir.
Tartışmaya, KöZ’le ortaklaştığımız ve önemsediğimiz sorun üzerinden başlayalım. KöZ, öncü komünist partinin yaratılmasını acil bir sorun olarak görüyor. Bu sorunu, her vesileyle gündemde tutuyor ve tartışıyor. Konuyla ilgili söylediklerinden uzun sayılacak bazı paragrafları aktarmak istiyoruz: “Eylemlerde sol hareketin kortejlerinde atılan: “Kurtuluş Yok Tek Başına! Ya Hep Beraber, Ya Hiçbirimiz” şiarının hedefi; genel olarak, toplumda birbirinden farklı sorunları ve talepleri olan, emekçi ve ezilen kesimlerin ortak hareket etmelerine yöneliktir. Ancak, bu şiarı atan sol hareketin, kendi attığı şiara uygun hareket etmeyerek, solun parçalı ve dağınık halini kanıksamış olması, bu konuda ne denli tutarsız olunduğunu göstermektedir.
“Diğer yandan, çok yakın bir geçmişte yaşanan Gezi Ayaklanması’nın bize gösterdiği gibi, işçi sınıfını ve ezilenleri sokağa, eyleme çağıran bu sol hareketin hiçbir kesiminin, milyonlarla ifade edilen bir kitle hükümet karşıtı bir şekilde sokağa döküldüğünde, ne onlara önderlik edecek ne de onları sevk ve idare edecek kapasitesi vardır. Demek ki, öncesinden devrimci bir önderlik yoksa emekçilerin ve ezilenlerin patlak veren ayaklanmalarını bir devrime taşımak ya da kalıcı mevziler elde etmek mümkün olamaz. 2011 yılında, Afrika ve kimi Ortadoğu ülkelerinde, “Arap Baharı” denen halk ayaklanmalarının akıbetini de bu ülkelerde devrimci bir önderliğin olmayışından bağımsız düşünemeyiz.”
“Demek ki, komünistlerin birliği sağlanmadan, sol hareketin kendisi alabildiğine dağınık ve örgütsüz bir durumdayken, işçi sınıfına ve ezilenlere birlik çağrısı yapmak tutarsızlıktır; etik değildir. İkincisi; işçi sınıfı ve ezilenler, bu çağrıya bir biçimde icabet ettiklerinde ise bu hareketi çekip çevirecek, sevk ve idare edecek bir güce ve hazırlığa sahip olmayan sol hareket, başta işçi ve emekçiler nezdinde güven kazanamamakta, dahası kendisine olan güveni bile törpülenmektedir.
“Devrimcilerin bu birliği sağlamadan ezilenlere, emekçilere ‘BİRLEŞİN’ çağrısında bulunmaları, beyhude bir çağrıdır. İşçi sana demez mi, önce sen birleş diye? Kitlelerin ortaya koyacağı bir iş değil, devrimci parti… Bunu gerçekleştirecek olan: Devrimcilerdir.” (Yeni Anayasa ile Sürdürülmeye Çalışılan 12 Eylül Rejimidir, başlıklı yazı) Bu paragrafların sonunu bu hedef gerçekleştirilmeden tüm yapılacakların boşluğu büyüteceğini belirterek: “ Eğri cetvelden doğru çizgi çıkmaz…” diyerek bitiriyor.
Burada söylenenler son derece isabetli ve katıldığımız tespitler. Türkiye tarihinin en kitlesel eylemi karşısında solun çaresizliği ve öncü örgüt yokluğunu çarpıcı olarak gösteriyor. Devamında doğru olarak Arap isyanlarının akıbetini aynı eksikliğin göstergesi olarak açıklanıyor. Bu gerçekliğe tüm ülkeleri saran öfke ve isyanlar üzerinden baktığımızda, sorunun tarihsel dönemin temel çelişkisini ve yapılması gerekeni doğru açıkladığını görürüz.
KöZ ile ortaklığımız güncel devrimci mücadelenin acil sorununu, açık ve net olarak öncü komünist partinin yaratılması olarak koymalarıdır, ortaklığımız buraya kadardır. Bu partinin, nasıl ve hangi ilkeler üzerinden oluşturulacağı, hemen tüm konularda yollarımız ayrılmaktadır.
KöZ, doğru olarak, günün acil ve temel sorununu öncü partinin yaratılması olarak koyuyor ama bu partinin yaratılmasını geçmiş deneyler üzerinden, kendi kafasında oluşturduğu kurgular üzerinden çözmek istiyor. Dünyada böylesi kurgular üzerinden oluşturulmuş bir devrimci parti yoktur ve olamaz. Örnek olarak alınan Bolşevik Partisi, bambaşka özgün koşullarda ve bu koşullarda sürdürülen ideolojik, politik ve keskin sınıflar savaşı pratiği içinde gerçekleşmiş ve tekrar edilemez bir örnektir. Aradan geçen yüz yıllık süreçte, bir daha başarılı benzeri bir parti ortaya çıkmamıştır, deneyenler çoktur, ama başarılı tek bir örnek yoktur. Başarıya ulaşan örnekler, Bolşevik deneyini doğru özümseyip, döneme uygun ve kendilerine yeni yollar ve araçlar yaratabilenler olmuştur.
KöZ’ün konumuna sıkı bir “teorik devrimcilik” denilebilir ve başlangıçta bunun gerekliliği kabul edilebilir. Ama yıllar boyu bu eşikte patinaj yapmak ve bunu tek ve biricik seçenek olarak sunmak kabul edilemez. Biz, iddiası devrim olan tüm güçlerle değişik biçimde birlikler, ittifaklar ve platformlar yaratarak sınıflar savaşı cephesinde, ideolojik ve politik mücadele temelinde, pratiğin hakemliğinde Birlik ve Devrim Ekseni kurmayı hedefliyoruz.
Bu noktada önemli olan, söz konusu kuruculuğun hangi parametreler üzerinden yapılacağıdır. Eğer konumuz var olan toplumsal yapıyı yıkacak kuruculuk ise, sorunun yanıtı da toplumsal ilişkilerin içerisinde aranmalıdır. Yani, siyaseti somutlaştırıp özgülleştirmek için bakılacak yer, o dönemin konjonktürü ve toplumsal dinamiklerin hareketliliği, başat çelişkiler, sınıfsal ve diğer sorunlar üzerinden doğan çelişkiler ve bu temelde sürekli değişen politik kutuplaşmalardır. Anın acil görevi, devrimci bir stratejik eksen yaratmak üzerinden temellendirilirse, bunun doğru tarzı ilkeler kadar nesnel gerçeklik içinde kurulabilir. Stratejiyi somutlaştırıp ete kemiğe büründürecek olan, içinden geçtiğimiz nesnellikte, hareket halindeki toplumsal dinamiklerdir. Her adımda yaşama dokunan, ne kadar zor koşullarda olursa olsun, verili durumda dinamikleri yoklayan bir siyasal çaba yoksa, sürekli Bolşevizm ve devrim sloganlarını tekrarlamak siyasete değil lafazanlığa tekabül eder.
Sorunun önemli olan noktası, kuruculuğun hangi temeller üzerine inşa edileceğidir. Devrimci bir yapı, hiçbir zaman salt teori kurmak ve söz üretmek üzerine inşa edilmemiştir; toplumsal yapının temel dinamikleriyle ilişkiye geçerek, onları devindirerek yönlendirmekle, hedefe ulaşmak için bu dinamiklerden güç biriktirip hareket yaratmakla ilgilidir. Bugünün devrim stratejisi, bir tarihsel dönemin modellerine indirgenemez, ancak bugünün yürüyen kitlesel dinamikleri üzerinden, içinde yaşadığımız gerçek dünyanın gerçek çelişkilerinden kaynaklanan, gerçek kitlesel dinamiklerle bağlantılı olarak yeniden inşa edilebilir. Yani, somut durumun somut analizinden yola çıkılır. Somutun analizi, saf ve soyut kavramlar üzerinden kurulamaz ve gerçeğin bilgisi oluşturulamaz. Gerçeğin bilgisi ise geçmişin kavramlarıyla yürütülen bir bilgilenme süreci değil, geçmiş kazanımlar özümsenerek nesnel gerçeklikler üzerinden ve pratiğin içinde ortaya çıkar, bizatihi pratiğin süreci adım adım bizi doğru bilgiye yaklaştırır. Marksizm, siyasetin değil gerçeğin analizini esas alır ve zaman ve mekandan bağımsız gerçekliği, fikri kurgular olarak anlar. Gerçeklik, içinde yaşadığımız dünyada var olanlardır. Gerçeklik, içinde yaşadığımız coğrafyanın dünya içindeki yeri ve ilişkisi belirlenip bütünlüklü ve bağıntılı bu coğrafyanın dinamikleri üzerine kurulur.
Sınıf mücadelelerinin tarihi, değişerek ve gelişerek devam eden bir özne üzerinden yürür. Öznenin kendisi de içinde hareket ettiği kapitalist toplumsal çelişkilere göre biçimlenir; değişmez, mutlak ve ebedi bir biçimlenme değildir. Lenin’in parti teorisi, teorik çıkarsamalarla kurgulanmış, tarih dışı donuk kalıplar değil, kendi çağının ve içinde yaşadığı toplumun güncel sınıfsal ilişki ve çelişkilerinin analizi üzerinden oluşturulmuş, canlı ve değişen bir biçimlenmedir. Ne Yapmalı’da Rus otokrasisine karşı verilen mücadele deneyleri üzerinden, Çarlığı yıkacak yönü esas olan bir örgüt söz konusudur. Ve bu örgüt, donuk, dogmatik ve saf teorik bir tartışma, bir kalıp üretme ve ona tutunma, onu var etme sorunu değildir.
Örgüt sorununu klasik ve kitabi bakıştan kurtarıp, verili nesnellikleri içinde kavramak zorundayız. Siyasetin burjuva anlamda dahi tüm yasallıklarını yıktığı ve faşist devletin muazzam boyutlarda şiddet araçlarıyla, Kürdistan coğrafyasına yüksek teknolojik silahlarla donatılmış yüz binlik orduları sürdüğü, batıda yer yer silahları, bombaları kullandığı bir süreçte, siyaset dili olarak şiddetin konuştuğu bir dönemde, örgüt sorununu tartışıyoruz. Bir örgüt gerekiyorsa ve zuhur edecekse, kitaplardan ve klasik modellerden çıkıp gelmeyecek, bu cehennemi koşullarda ve verili durumdaki siyasal, sınıfsal çelişkiler, var olan insan ve örgüt malzememizin içinden çıkacaktır. Örgüt, tam teşekkül oluşup faşizme karşı savaşmayacak; mevcut örgütler var olan devrimci potansiyelle faşizme ve gericiliğe karşı savaşmaya cesaret edebilirse, savaşa girişirse, bu savaş içinde adım adım mücadelemizin ihtiyacı olan örgüt doğacak. Materyalist isek sorunu böyle anlamak zorundayız. İdealist, subjektivist olan ise kendi hayal dünyasındaki modeli, bu koşullara dayatmak için çırpınacaktır. TDH’nin kırk yılı aşan örgütler tarihinin tam bir panoramasıdır bu.
Örgütler amaçsallaştırılmıştır ve bundan dolayı her ne pahasına olursa olsun koruyuculuk ilke düzeyine çıkmıştır. Bunu somut pratikten görüyoruz. Eğer görevlerini yerine getiremiyorsa araç değiştirilir, ama örgütler, her ne pahasına olursa olsun kendini korumayı amaç haline getirdi. Bizzat bu anlayış, kader haline geldi. Bugüne kadar ödenen büyük bedellere rağmen, üzerimize gelen düşmanla savaşacak bir düzeyi yakalayamadık. Türkiye’de bütün örgütler, önderlik sorunu tespiti yapıyor ancak tarihte büyük devrimlere önderlik yapmış partilere taş çıkaracak bir kibirle benmerkezci politikalar izliyorlar.
Savaş anındaki en önemli şey, savaşanın kendisinin ve düşmanının sahip olduğu potansiyellerin doğru biçimde bilinmesidir. Bu savaş teorisinde düşmanı tanımak anlamında çok temel bir kural olarak yer alır. Önceki devrimlerin tarihi ve onu yöneten yasaların bilgisi ise bunun ayrılmaz bir parçasıdır. Marksizm, salt ilkelere ve bilince yapılan vurgulara öncelik vermez, onun baktığı ve işaret ettiği yer; o zamana kadar birikmiş toplumsal ve tarihsel yasaların bilgisiyle, var olan gerçekliği ve karşıt güçlerin durumunun eksiksiz analiziyle, eylemin pratik sorunlarına dönüktür. Sınıflar mücadelesinde, gerçeklerin yerine bilincin rolünü koyan burjuva radikaller ve ütopik sosyalistlerle yollarını ayırır. Bir tarihsel dönemin başarılı pratiklerini ve bu pratikler temelinde oluşturulan, döneminde genel kabul gören ilkelerin mutlaklaştırılması, hiçbir yerde başarıya ulaşmamıştır. Başarı için teoriyi rafine etmek saf idealizmdir. On sekizinci yüzyıldan itibaren idealist ütopiklerin ve hümanistlerin etik ve psikolojik doktrinlerinin temelinde yatan, bu aldanmadır. Liberallerin ve ütopyacıların, kendi zihinlerinde oluşturduğu, herkesin üzerine düşen iyilik ve ortaklaşmayı vaazederek hayali toplum yaratma idealini, Marx şiddetle reddetmiştir.
KöZ’ün Komünist Enternasyonal’e yaklaşımı üzerine
Türkiye’de devrimci örgütler, uzun dönemdir sınıf hareketinin gerilemesi ile ideolojik söylemleri keskin ve rafine bir düzeye yükselterek sınıf hareketinin yerini doldurmaya çalışıyor, bunun bir aşama sonrası, olmayan sınıf hareketinin yerine kendisini, örgütü ikame ediyorlar. Türkiye komünist hareketi bu aşamanın içinde bulunuyor. Bu ideolojik ikamecilik, kendimiz dahil, derece derece bütün örgütlerde görülüyor ama bu eğilimin şampiyonluğunu KöZ yapıyor. Kendisini yalnızca tek doğru olarak görmekle yetinmiyor; sınıf, devrim ve komünizmin biricik mirasçısı olarak dışındaki her şeye ve herkese kırmızıyı gösteriyor. Davaya bağlılık, devrimci iradenin öne çıkarılması, altı boş aşırı öz güven, komünizme iman vb. aşırı ideolojik vurgular, sınıfsızlığın ve kitlelerden kopukluğun örtüsü haline geliyor. KöZ, uzun bir işlevsizlik döneminde, öncü örgütün yaratılması ve kazanılmasının, geçmiş başarılı devrim örneklerinin sıkı bir eğitim ve öğrenme faaliyetiyle kavranmasıyla başarabileceğini sanmaktadır. Bunun saf idealizm olduğunu Marx söylüyor.
Devrim mücadelesi veren özneler, her dönem var olan nesnellik üzerinden kurulur ve var olan nesnellik içinde yaşam bulur. Ama her ikisi ayrı alanlar değildir, her nesnellik özneyi oluşturacak dinamikleri kendi içinde taşır. Devrim yapmaya soyunan her özne, içinde oluştuğu nesnelliğin taşıdığı dinamiklerin, hareket içindeki güncel eğilimlerin sürekli değişim içinde olduğunu görmezden gelerek, çözüm stratejisi ve taktiklerini bir anda kafadan doğru olarak oluşturamaz; bu bir mücadele sürecinde oluşturulur. Aynı zamanda belirlenen bu doğrular, bir kere oluşturulduktan sonra ilanihaye derin dondurucuda bekletilmez. Her aşamada ve her beklenmedik alt üst oluşta tekrar tekrar güncellenmek, yenilenmek hatta değiştirilmek zorundadır. Bu gerçekliğin üstünden atlayan her eğilim taşlaşmaktan kurtulamaz. KöZ, güncel gerçeklerin ötesine geçerek, bugünü yüz yıl öncede donduruyor.
KöZ, kendisine eksen olarak Komünist Enternasyonal’in 4. Kongresine kadar olan belgeleri ve Mustafa Suphi TKP’sinin programını alıyor ve günümüzde bunları kabul edenlerin komünist olabileceğini, kabul etmeyenlerin komünist olamayacağını söylüyor. Baştan bu tavrın, Marksizm’den çok tarikat zihniyeti olduğunu belirtelim ve tartışmaya Komünist Enternasyonal’e yaklaşım üzerinden devam edelim.
Komünistler, tarihe diyalektik yöntemle ve devrimci bir bilinçle yaklaşırlar: Onlar yüz yıl öncenin komünistleridir, büyük bir işe, dünya ihtilaline soyundular, başarıları ve başarısızlıklarıyla bizim tarihimizdir. Paris Komünü yenildi, Ekim Devrimi 70 yıl sonra kötü biçimde çöktü. Paris Komünü düşman tarafından ezildi ama geriye çok büyük ve bugün insanlığın hala içinde kıvrandığı ve çözemediği en temel sorunların anahtarlarını bıraktı. Ekim Devrimi, büyük başarılara imza atarak ve paha biçilmez başarılı deneyler bırakarak zaman içinde kapitalizme dönüştü. Tüm bu tarihsel deneyler, bugünün komünistleri için başarısızlıklarından daha büyük birikimler bıraktı.
Üçüncü Enternasyonal, dünya komünistlerinin Ekim Devrimi’nden aldıkları hız ve coşkuyla, dünya devrimini gerçekleştirmek için kurdukları, dünya devriminin partisidir. O, kendisini komünist olarak tanımlayanlar için, Paris Komünü ve Ekim Devrimi deneylerinin dersleriyle tüm dünya ezilenleri için daha ileriden kurulan coşkulu ve cüretli savaş mevziidir. Aynı coşkuyla ve aynı cüretle bu kuruluşu sahipleniyoruz, Komünist Enternasyonal bizim tarihimizdir. Ancak Komünist Enternasyonal kısa bir zaman içinde varlık sebebi dünya devriminden koptu ve sonrasında da kendisini lağvetti. Paris Komünü ve Ekim Devrimi’ni nasıl bugün tekrar edemezsek, Komünist Enternasyonali de 4. Kongresi’ne kadar olan dönem dahil tekrar edemeyiz. Bu günün komünistleri bu tarihsel deneylerden dersler çıkarırken, çöküşün sebeplerinin üstünden atlayamazlar.
Komünist Enternasyonali savunmayı “alamet-i farika”sı olarak ele alan KöZ’ün Komünist Enternasyonale yaklaşımı sakattır. Komünist Enternasyonal’i, ideolojik, politik, örgütsel vd. tüm konularda komünistliğin tek ölçüsü olarak kabul eder ama seçmecilik yapar, ilk dört kongre sonrasını reddeder. Komünistler, tarihe seçmeci yaklaşmazlar, bu burjuva tarih anlayışıdır. Burjuvazi, kendisine seçtiği tarihsel dönemi, kişiler üzerinden iyiler ve kötüler diye ayırır, kendisince uygun gördüğünü savunur, işine gelmeyenleri reddeder. Komünistler, tarihi eleştirel bütünsellikle değerlendirirler. Komünizm için mücadelenin tüm tarihi, yanlışları ve doğrularıyla bizimdir ve biz bu tarihi, doğru ve yanlışlarıyla bütünsel olarak sahiplenir, eksikleri ve yanlışları eleştiririz.
Komintern’in tarihi, doğruları ve yanlışlarıyla bir bütündür, ne ilk dört kongre dönemi hep yanlışsız ne sonrası hep yanlıştır. 4. Kongre sonrasında tüm dünyada kapitalizme ve faşizme karşı tüm mücadeleler, Komintern bayrağı altında sürmüştür. Hitler faşizmine karşı tüm Avrupa ülkelerinde komünistler, en önde Komintern bayrağı altında savaşmıştır. İkinci dünya savaşı sürerken bütün ülkelerde durum aynıdır. Hitler faşizminin ezilmesi, bu zafer, komünistlerin tüm dünya halklarına armağanıdır. Komintern’in tarihinde yanlışlar ve doğrular iç içedir ve 4. Kongreye kadar olan dönem sahiplenilip sonrası, ucuzca reddedilip tarihin dışına atılacak değerler değildir.
Tarihi, Komintern’in ilk dört kongresinde donduramayız, Komintern tabi ki bizim tarihimizdir. Ama tarihimiz, istesek de lekelerden azade olamaz; dünya denen cangılda ve kapitalizmin cehenneminde, varlık yokluk kavgasında kimse yanlışsız, lekesiz olamaz. Materyalistsek ve doğaüstü olay ve varlıklara inanmıyorsak, Marx, Engels, Lenin gibi Komün, Ekim, III. Enternasyonal de kusurlu ve eksikliklerle maluldür. Komintern komünistlerin tarihi mirasıdır ve komünizme doğru büyük bir devrimci adımdır. Öte yandan, en başta dünya devriminin partisi olarak kurulmuş, ama kısa zamanda, Avrupa’da devrim geri çekilince bu iddiasında bir kırılma yaşamıştır. İkinci Enternasyonal’in ağır ihanetine rağmen işçi sınıfını kazanamamış, bütün ülkelerde sınıfın ana gövdesi, İkinci Enternasyonal’den yana tavır koymuştur. Aynı zamanda faşizmin iktidarlaşması döneminde de yanlış taktiklerden dolayı faşizmin yürüyüşünü durduramamıştır. Bu yazdıklarımız Lenin dönemi ve 4. Kongre’ye kadar olan dönem için de geçerlidir.
Komintern’in ilk dört kongresinde geliştirilen tüm teorik, politik, örgütsel görüşleri mutlaklaştırmak dogmatizmdir. Marks ve Engels kendi kaleme aldıkları ve birçok yönüyle bugün de geçerli olan Komünist Manifesto’nun 1872 tarihli Almanca baskısının önsözünde şunları yazarlar: “Ayrıca, apaçık ortadadır ki, sosyalist yazının eleştirisi, bugün için yetersiz kalıyor, çünkü bu ancak 1847 ye kadar uzanıyor; aynı zamanda, komünistlerin çeşitli muhalefet partileriyle olan ilişkileri konusundaki sözler (Bölüm IV), ilke olarak hâlâ doğru olmakla birlikte, pratik olarak eskimişlerdir, çünkü siyasal durum tamamıyla değişmiştir ve tarihsel gelişim orada sayılan siyasal partilerin büyük bir kısmını yeryüzünden silip götürmüştür.”
“Bununla birlikte, Manifesto, üzerinde artık hiç bir değişiklik yapma hakkımız olmayan tarihsel bir belge haline gelmiştir. Belki de ileride, 1847’den günümüze dek olan boşluğu dolduran bir giriş ile birlikte, bir başka baskı çıkabilir.”
Engels aynı konuda, 1883 Almanca baskıya önsözde, Manifesto’yu gözden geçirmek gereğinden ve eksikliklerinin giderilmesinden söz ederek şunları yazar: “Manifesto’yu gözden geçirmek ya da eksikliklerini gidermek, onun (Marks) ölümünden sonra, hele hiç düşünülemez.”
Daha üzerinden 30 yıl geçmeden, bizzat yazarları, tarihsel bir metin olan Komünist Manifesto’nun hem bazı konulardaki eleştirilerinin yetersiz kaldığını, hem de bazı bölümlerinin eskidiğini söylüyorlar. Siz yüz yıl önceki metinleri değiştirilemez, tartışılamaz, dokunanı çarpar Kur’an hükümleri olarak vaaz ediyorsunuz. Bu metinleri yazanlar, otuz yıl yaşayabilseydi ve bir değerlendirme yapsaydı, herhalde Engels gibi birkaç maddenin yanlışlandığını söylemekle yetinmez, bu belgelerin birçok bölümlerinin eskidiğini ve yenilenmek zorunda olduğunu görürlerdi. Engels, yukarıda açıklıyor: “…çünkü siyasal durum tamamıyla değişmiştir ve tarihsel gelişim orada sayılan siyasal partilerin büyük bir kısmını yeryüzünden silip götürmüştür.” 30 yıl sonra, Komintern’in kendisi ortadan kalktı, siz olmayan Enternasyonalin olmayan partilerine ilişkin kararlarını yüz yıl sonra geçerli sayıyorsunuz.
Yüz yıl sonra hala bu metinlere tartışılmaz ve dokunulmazlık payesi vermekteki devrimci isteği anlıyoruz ve belki bu, liberal sapma ve inkarcılığa karşı bir refleks olarak da gelişiyor ama dogmatizmin daha az zararlı olduğunu düşünmüyoruz.
KöZ, Komintern’e yaklaşımını şu gerekçeyle açıklıyor: “Her seferinde bugüne kadar hala aşılamamış olan Komünist Enternasyonal’in belgelerine bakacağız. Komünist Enternasyonal’den daha iyisi daha ilerisi ortaya konmuş değil. Bu kongreleri referans alma nedenimiz budur.” (“Komintern Belgeleri’nde Devlet ve Demokrasi” Oturumu Transkripsiyonu) Komintern tezlerini, aşılmamış, daha ilerisi ortaya konmamış olarak değerlendirmek, bir anlamda komünizm için ideolojik, teorik ve pratik mücadele yüz yıl önce1922’de dondu demektir ve adeta mistik dinsel bir bağlılıkla bu tezlere keramet atfetmektir. Daha önemli olarak, bu tezleri ortaya çıkaranlar, tez olarak değil bunları mücadele hedefleri olarak ileri sürdüler ve bu doğrultuda büyük bedeller ödeyerek komünizm mücadelesini yükseltmek için ileri atıldılar. Öyle böyle değil, dünya tarihinin en devrimci altüst oluş döneminde, büyük kitlesel grevler, direnişler, ayaklanmalar, faşizme karşı partizan savaşları yürüttüler ama ayaklanmalar yenilgiyle sonuçlandı, faşizmin iktidarlaşması engellenemedi. Devrimci yaklaşım bu tezlere bağlılıktan önce bu tezler doğrultusunda yürütülen mücadelelerin niçin başarısız olduğunu irdelemekle gerçekleşebilir.
Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinin ortaya koyduğu görüşlerde keramet yok ve bu koşulları kabul eden hiçbir parti devrim yapamadı, devrimler oldu ama bu partilerin ve geleneğin dışındaki partiler tarafından gerçekleştirildi. Daha önemlisi bu geleneğin tüm partileri, iktidar ve muhalefettekiler dahil, hepsi çöktüler ve düzenin parçaları haline dönüştüler. Bu konularda ne diyeceksiniz? Biz 4.Kongreye kadar olan dönemi savunuyoruz, demek sizi kurtarır mı? Zira, çöken partiler ve kişiler -siz çokça eleştirseniz de-; Kamanev, Zinovyev, Buharin, Troçki ve başkaları kolektif olarak Lenin’le birlikte bu görüşlerin kurucularıdır. Siz diyorsunuz ki, bu görüşleri koyanlar yapamadı, oportünist oldular ama biz yapacağız. Nasıl, onlar niçin kendi oluşturdukları ilkeleri uygulayamadılar ve sizin bu konuda başarılı olacağınızın güvencesi nedir?
Marks’ın kendisi organizasyonların materyal şartların ve bağlamların bir yansıması olduğunu kabul ettiği gibi, o şartlar değiştiğinde yıkılan organizasyonlara inkar dolu bir bağlılık da göstermemiştir. Kendisinin de içinde bulunduğu geçmiş yapılara diyalektik olan bakışı Freiligrath’a yazdığı bir mektupta görülebilir:
“Dahası, ‘parti’ derken sekiz yıl önce sona ermiş olan bir ‘ Lig’i ’ ya da on iki yıl önce dağılmış olan bir yayın kurulunu kastettiğim izleniminden kaynaklanan yanlış anlaşılmayı da dağıtmaya çalıştım. Parti derken genel, tarihsel anlamındaki partiyi kastetmiştim.”(Freiligrath’a mektup, 28 Şubat 1860)
Burada da net olduğu gibi; genel, tarihsel anlamıyla parti/devrimci örgüt materyal şartların devinimine içkin olan ve tam da o içkinlik üzerinden durmadan yeniden kurulan bir partidir. Devrimci yapılanmalar konuşulurken onların bu tarihsel niteliği bir kenara atılırsa varılacak yerin, tarihsel momentlere gönderme yapsa da pratikte tarih-üzeriliğin hapishanesinde maphus olmuş avant-garde bir idealizm olduğu kesindir.
KöZ, siyaseti ve parti olmayı toplumsal mücadele alanından önce kendi içine kapalı bir topluluğun faaliyeti olarak anlıyor. Bu bir dereceye kadar anlaşılabilir; bütün büyük toplumsal başlangıçlar dar ve azınlık bir çekirdekle başlar ve başlangıç dönemlerinde içe dönük faaliyetler daha öne çıkabilir. Ama bu birkaç yıllık bir süreçte sonuçlanmak durumundadır, bu aşama uzarsa kendini tekrar eder ve bu temelde sekter bir apolitizme dönüşür.
Bu eğilimin nasıl ortaya çıktığını ve yerleşiklik kazandığını anlamak önemli. Sosyalist hareketin kimi kesimlerindeki “taş gibi örgüt”, “çelik çekirdek” benzetmeleri, tarihsel örnekleriyle uyumsuz olmanın ötesinde, apaçık bir mistifikasyona dayanıyor. Gerçek tarihte böyle bir örnek hiç olmadığı gibi, gerçek yaşamda da böyle bir örgütün inşası hiç başarılamamıştır. Lenin’in partisi, hep en doğru, şaşmaz politikaları olan, sımsıkı çelik çekirdek bir parti olarak kurulmadı, hiçbir parti böyle kurulmaz, bu devrimci parti mistifikasyonudur. Lenin’in partisi, içinde KöZ’nin tabiriyle her türlü oportünist eğilimleri taşıyan birçok grubun bir araya gelmesiyle oluştu ve uzun süre bu eğilimlerle birlikte yürüdü. Lenin’in partisi, sizin gibi 22 yıl platformculuk oynayarak ve bir gecede de çelik çekirdek olarak zuhur etmedi, her yeteneğini oportünizmle mücadele ve sınıf savaşı içinde kazandı. Siz, siyaset pratiğine ayrılması gereken enerjinin neredeyse tümünü, kafanızda oluşturduğunuz bir mistifikasyonun ayakta tutulması için sarf eder haldesiniz. Türkiye’da Leninist iddialı her partide Lenin’den bir şeyler bulunur veya Lenin’in partisi az çok bu partilerle yüzeysel de olsa benzerlik taşır, ama sizin platformunuza çok uzaktır.
Lenin’in partisi, bir gecede kurulmuş ve olmuş bitmiş olarak doğmadı, her aşamada ve her toplumsal alt üst oluş dönemlerinin ateşleri içinde, kendini dönüştürdüğü, hatta yeniden ve yeniden kurduğu süreçlerden geçerek Leninist olmuştur. Lenin, daha RSDİP kurulurken, dışındaki tüm muhalif akımları tu kaka ilan etmeden, çarlığa karşı olan tüm muhalefeti birleştirmek için çaba sarf etti. Bu adımlarla Rusya çapında alternatif bir muhalefet odağını oluşturarak, işçi sınıfı ve ezilen tüm kesimlere görünür bir alternatif sundu ve bu temelde sınıflar savaşını geliştirdi, bu mücadeleler içinde kendi Bolşevik çizgisini oluşturdu. Bolşevizm doktriner bir sekterlik üzerinden kendisini biricik ilan ederek değil, hem çarlığa karşı hem muhalif güçler içinde, somut pratik hayat içinde Bolşevikleşti, saksıda Bolşevikleşmedi.
Tarihte iz bırakan tüm devrimci kitlesel yükselişler, bir çelik çekirdek örgütün marifetiyle değil, nesnel koşullarda kendiliğinden oluşur. Siz nesnel gerçeklikler üzerinden yükselen bir örgütlülük değil, ideolojik, siyasal standart kalıplar üzerine oturan ve kesme şeker gibi üst üste düşen, herkesin aynı şeyleri söylediği bir nevi mezhep birlikteliğine benzer, geçmiş menkibeler üzerine fetişleştirilmiş bir parti yaratma uğraşısındasınız. Tüm enerjinizi ve algılarınızı, dış dünyada gelişen her olaya kapatmış, kendi içinizde ve kendinize büyük bir imanla bağlı; bizden başka her şey haram, “batsın bu dünya” diyorsunuz.
Kendinizi, tıpkı bir mezhep gibi, dışınızdaki tüm devrimci eğilimlere sımsıkı kapatıyor ve kendinizden farklı düşünen devrimci kesimlerle bir arada olmayı, en büyük oportünizm olarak görüyorsunuz. Bu tavrı Bolşevik partiye varmanın olmazsa olmazı olarak alıyorsunuz. Bakın bu konuda Lenin Sol Komünizm’de neler söylüyor: “1907’de, Bolşevikler, kısa bir süre için, “sosyalist-devrimciler ile Duma seçimlerinde belirli bir siyasi blok teşkil etmişlerdir. 1903’ten 1912’ye kadar Menşeviklerle bazan yıllarca süren yoldaşlık ettik ve aynı sosyal-demokrat parti içinde kaldık, ama onlarla, proletarya üzerinde burjuva etkisinin ajanları olarak ve oportünist olarak ideolojik ve siyasi alanda mücadele etmekten bir an bile geri durmadık. Savaş sırasında “Kautskicilerle, sol Menşeviklerle (Martov) ve “devrimci-sosyalistlerle (Çernov, Natanson) bir çeşit uzlaşma yaptık; Zimmerwald ve Kiental kongrelerine onlarla birlikte katıldık, onlarla ortak bildiriler yayınladık; ama “Kautskicilere, Martov ve Çernov’a karşı ideolojik ve siyasi mücadelemizi durdurmadık, onu gevşetmedik.”
“Ekim Devriminden önce ve sonra, Bolşevizm tarihinin dolambaçlı yollara başvurmalarla ve burjuva partileri dahil öteki partilerle anlaşmalarla ve uzlaşmalarla dolu olduğunu bilmemeleri mümkün değildir!”
KöZ’ün dünyası ve gerçek dünya
Marx,“katı olan her şey buharlaşıyor” diyor. Büyük alt üst oluş dönemlerinin diyalektiği budur. Devrimci örgütler her ne kadar materyalizmi savunduğunu söyleseler de zor koşullar sonucu korumacı yanları öne çıkar ve geçmişten kopamazlar. Tarihte birçok örgüt tutuculuktan kurtulamamış ve yaşamın gerisine düşmüştür. Bu tutuculuğu aşmak için kendimizi ve gerçek dünyayı karşılaştırmak, kendimize bakmak her zaman geliştiricidir. Bu karşılaştırma zorunludur ve herkes için gereklidir. Bu bölümde KöZ üzerinden bu kıyaslamayı yapacağız.
KöZ şunları söylüyor: “Komünistlerin önündeki acil örgütsel-politik atılım ödevi Lenin dönemindeki Komünist Enternasyonal’in çizgisine bağlanıp, bu temelden güç alarak yerine getirilebilir.” diyor, bu istenince yapılabilecek bir şey mi? Ne deniyor, Lenin dönemindeki çizgiye dönelim deniyor, o köprünün altından çok sular aktı, aradan yüz yıl geçti. Lenin mezarından kalkıp gelse aynı çizgiye dönemez, çizgi dediğimiz şey cetvelle veya pergelle çizilmez, kafadan formüllerle hiç çizilmez. Dünya denilen toplumsallık hareket halinde olan bir yerdir ve evrimde olduğu gibi toplumsal olanda da geriye dönerek yol alınamaz. Siz istiyorsunuz diye dünya, sürekli sağdan sola dönüyorum, biraz da soldan sağa döneyim, diyemez. Eski olanı atın demiyoruz, eskiden kopuk gelişme olmaz, daha kesin söylenecek şey eski aşılmadan yeni kurulamaz. Nihai hedeften kopuk her türlü mücadele, tarihen ispatlanmıştır ki, kaybetmeye mahkumdur. Karşı kutbu daha fazla doğrudur; nesnel gerçeklikten, kitlelerin güncel acil taleplerinden kopuk kurtuluş reçeteleri sunmak daha geridir, kaybedecek bir değer bile biriktiremez.
KöZ, 1920’lerden kopmadığı için hiçbir konuya doğru yaklaşamıyor Komintern’in ilk dört kongreye kadar olan tezleri ve Komintern’e katılımın 21 Koşul’unun karşılığı yok ve olmayacak. Olmayacak, bunun anlaşılması çok zor değil çünkü, dünya bir daha 1920’li yıllara dönmeyecek. Siz bütün sorunlara tarihi 1920’lerde dondurup oradan cevap üretmeye, strateji ve taktik belirlemeye çalışıyorsunuz. Ve sonunda, bizim söylediklerimizi savunan kimse yok diyorsunuz. Haklısınız, gerçekten yok ve hatta yeryüzünde tek devrimci örgüt! KöZ’dür.
Kaustkiciler, merkezciler, Amsterdam enternasyonali yok ve bir daha olmayacak. Siz sanıyorsunuz ki, tekrar 1920’ler benzeri kitlesel partiler ve sendikalar olacak ve onlardan siz Kaustkicileri atacaksınız. Dünya sürekli hareket halinde ve tekerrür yok, bir daha 1920’ler partileri ve sendikaları olmayacak, o partiler ve sendikalar olmayacağı için, onları ve onların zamanının koşulları gözetilerek oluşturulan tezler ve düzenlemeler bazı genel doğrular hariç, bugün için ölüdür.
Dünyanın yeniden devrimler çağına girdiğini düşünüyoruz ve yeniden devrimci partiler doğacak ve kitlesel örgütlenmeler de büyüyecek ama bunlar geçmişteki partiler, sendikalar ve kitle örgütlerinin benzeri olmayacak. Bunların nasıl ve hangi temellerde yükseleceği önceden beklenen ve bildik biçimlerde çıkmıyor, sınıflar savaşının içinden doğuyorlar. Bugün tüm yeryüzünü kasıp kavuran isyanlar ve ayaklanmalar bunun göstergesidir. Klasik siyasal örgütler ve sendikalar, nal toplarken yeryüzünün tümünde ve tüm ülkelerde yepyeni mücadele dalgaları yükseliyor ve giderek tüm dünyanın sokakları yanacak. Bolşevik bir parti kurarsak, bu mücadelelerin ve bu dalgayı yükselten kitlelerin bize döneceği hayali boştur. Yüz yıldır deneyenler bunu başaramadı. Sendikaları komünistler icat etmedi, Sovyetleri de Bolşevikler icat etmedi. Sendikalar da Sovyet benzeri örgütler de önceden planlanıp kurulan örgütler değildir, sınıf mücadeleleri içinden doğmuştur. Bolşevikler bunların kendi torbalarına dolması için çalışmıyor, yüzlerini ve siyasetlerini bu gelişmelere dönerek onlarla devrimci tarzda ilişkilenmenin siyasetini ve taktiğini yaratıyorlar. Günümüz devrimcilerinin de yapması gereken açıktır, bu mücadele dalgalarıyla onların oluş ve hareket biçimlerini kavrayarak, devrimci tarzda yeniden ilişkilenmektir. Onları 1920’lerin örgüt, aygıt ve tarzlarıyla kucaklayamayız. Onlarla bugün icat edeceğimiz geçmiş üzerinden oluşturacağımız araçlarla ya da yeni icat edeceğimiz araçlarla buluşamayız ama buluşma kaçınılmazdır. Tarih bunu hazırladı, anın sözü, zamanın ruhu bu yönde işliyor. Kim ne der, nasıl düşünür bilemeyiz bizce yeryüzü daha önce rastlamadığımız ve bilmediğimiz büyük alt üst oluş döneminden geçiyor. Tam Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da bir tarihsel sürecin sonunda ortaya çıkacağını söylediği dönemin içindeyiz: “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir… tek sözcükle, ezen ile ezilen birbirleriyle sürekli karşı-karşıya gelmişler, kesintisiz, kimi zaman üstü örtülü, kimi zaman açık bir savaş, her keresinde ya toplumun tümüyle devrimci bir yeniden kuruluşuyla, ya da çatışan sınıfların birlikte mahvolmalarıyla sonuçlanan bir savaş sürdürmüşlerdir.”
Tarihte ve yeryüzünde şimdiye kadar yaşanmadık düzeyde gelişkin, orta gelişkin, az gelişkin kuzey de güney de, batı da doğu da tüm ülkelerde dalga dalga bir yerde yükselen kıvılcım başka birçok yere sıçrıyor, bir yerde sönerken başka bir yerde beklenmedik sertlikte ve etkide kitlesel direnişler patlıyor. Birileri, kapitalizm teknolojik sıçrama ve yeni adımlarla bunları maseder diye düşünebilir; nesnel gerçeklik tersini gösteriyor. Bu yeryüzünde daha önce yaşanmamış enternasyonal direniş dalgasının tsunamiye dönüşeceğine işaret ediyor. Belki de sınıflar savaşı tarihinin en anormal çelişkisi yaşanıyor. Devrimci örgütler kitlesini arıyor, kitleler devrimci örgüt eksikliğinin bedelini ödüyor. Bütün dünyayı yaygınlığına ve genişliğine saran kitlesel halk isyanları boşlukta kalamaz. Tarihte keskin biçimler alan çelişkiler, çözümleriyle birlikte ortaya çıkarlar. Kadınların dünyasal isyanı, dünyasal ekoloji için savaşlar, farklı cinsel kimliklerin benzeri özgürlük talepleri, bütün ülkelerde dalga dalga yükselen halk isyanları ve toplumsallaşan işçi sınıfının mücadelesiyle buluşarak, bu büyük yükselişle doğru temellerde ilişkilenen hareketler bu mücadeleler içinde günümüz komünist partisini yaratmaya adaydır.
21 madde hangi koşullarda oluşturuldu ve günümüze söyledikleri
Avrupa isyan ve ayaklanmalarla çalkalanıyor, Rusya ateşler içinde ve İkinci Enternasyonal partilerinin olduğu tüm ülkeler kendi içinde iç savaş yaşıyor. Aynı zamanda İkinci Enternasyonal partilerinin içinde de iç savaş yaşanıyor. 21 Koşul bu çok yönlü savaşlar ortamında pratiğin dayattığı zorunluluklara cevap olarak ve esas anlamıyla pratik gereklilikler gözetilerek oluşturuluyor. 21 Koşul, komünist parti olmanın ilkelerini açıklamıyor, ilkeler esas alınarak askeri bir dile yakın kısa kararnameler benzeri, partilerin örgütsel düzenlemelerle, pratik görevlerini belirliyor ve Komintern’e katılmak isteyen partilere bu koşullar dayatılıyor. Bu dayatmanın pratik açısından doğru ve anın gereği olduğunda kuşkumuz yok, ancak partiler bu konuda ciddi zorluklar yaşıyorlar ve hemen hiçbir parti bu kararları uygulayamıyor.
Dünya ülkeleri, eşitsiz gelişme sonucu, birbirinden çok farklı tarihsel, toplumsal ve ekonomik birimler durumunda ve hepsi kendi tarihinde yaşadığı sınıflar savaşının biriktirdiği geleneklere sahipler. Bu farklılıklar, diğer dünya ülkeleri bir yana, sıkı ilişkiler içinde olan ve birçok bakımdan benzerlikler taşıyan Rusya ve Avrupa partilerinde bile ciddi uyumsuzluklar olarak yaşanıyor. Avrupa partileri, uzun bir tarihsel mücadele içinde çok farklı, kendilerine özgü birikimlere sahipler. Daha çok Avrupa partileri gözetilerek oluşturulduğu halde, en çok bu partiler 21 Koşul’a uymakta zorlanıyorlar. KöZ bu zorlanmaları Rosa Lüksemburg ve Karl Leibcknet vd liderlerin oportunizmi olarak izah etmeye çalışıyor. Avrupa partilerinin iç ilişkileri, bir liderin herhangi bir kararı istediği gibi dayatabileceği, merkez karar alsa bile hemen tüm partide ve kitlesel yan örgütlerinde hayata geçiremiyor. Yalnız Rosa ve Leibcknet değil tüm Avrupa partileri ve Bolşevik iktidarı arasında bu çelişkileri şiddetli olarak yaşıyorlar. 21 Koşul, Avrupa dışındaki ülkelerde de çok yönlü ve ciddi uygulama ve uyumsuzluk sorunları doğuruyor ama konumuz dışı olduğu için burada girmiyoruz.
Komünist Enternasyonal’e üye partiler bu sorunlara rağmen 21 Koşul’u kabul ederek ne kadar uygulayabildikleri tartışılır ama bu koşulları programlarına yerleştirdiler. Dönemlerinin devasa büyük partileri zamanla bu koşulları uygulamak bir yana kendileri tasfiye oldular. Türkiye gibi dünyanın birçok yerinde yeni kuşaklarca yeni ML iddialı grup ve partiler doğdu ve uzun yıllar gelenekselleşmiş 21 Koşul’u benimseyip bunlara uygun davranmaya çalıştı. Bugün de bu örgütler yaşama dokunan yanlarıyla bu koşulları benimsiyorlar. Yasadışı örgütlenmenin zorunluluğu, UKKTH, ordu içinde çalışma, ideolojik-politik-örgütsel bağımsızlığın korunması, demokratik merkeziyetçilik vb. Koşulları, gereklerinin ne kadar yerine getirildiğinden bağımsız olarak programlarda ve tüzüklerde yer alıyor. Kırsal alan veya köylülüğe ilişkin koşulu, birçok partinin programında işçi köylü ittifakı olarak yer alıyor. Sömürgelerle ilgili koşul, sömürgeler sorununun değişimine uygun kabul ediliyor. Sendikalar ve yan örgütlerle ilgili koşulu, komünistler sendikalarda oldukları kadarıyla, aynı doğrultuda davranmayı savunuyorlar. Bunların dışında 21 Koşul’un kabulü, hiçbir anlam ifade etmiyor zira hiçbiri uygulanamaz.
KöZ 21 Koşul’u komünist olmanın şartları olarak görüyor: “Komünist Enternasyonal’e katılmanın şartlarını tarif eden «21 Koşul» bizim için de komünist olarak anılabilmek için zorunlu olan koşullardır.” 21 Koşul üzerine bir varsayımla daha somut konuşalım. Kabul edelim ki, KöZ bir süreçte kendi çizgisinde geniş komünist çevreleri katarak ve bir kongreyle kendisini komünist parti ilan etti. Bizim iddiamız bu parti de 21 Koşul’a uyamaz, 21 Koşul’u uygulayamaz. 21 Koşul’un birinci maddesi: “Gündelik propaganda ve ajitasyon, gerçekten komünist nitelik taşımalı ve Komünist Enternasyonal programıyla kararlarına uygun olmalıdır.” diyor. En başta üye olacağı komünist bir enternasyonal yok, uyacağı koşulları belirleyen özne yok, olmayan enternasyonale nasıl üye olacak?
Uygulama anlamında tüm koşullar için söylenecekler meleklerin cinsiyetini tartışmaya veya mizahın alanına giriyor. Deneyelim. Amsterdam Enternasyonali olmadığı gibi Kızıl Sendikalar Enternasyonali de yok, bu nasıl uygulanacak? Mevcut partilerin parlamento grupları olmadığı için bu koşulda uygulanamıyor. Sovyetler Birliği’ni savunmak, dünya komünist hareketindeki parçalanma sonucu, her örgüt kabul ettiği ülkeyi benzer biçimde savunuyordu, şimdi bu ülkeler olmadığı için savunulamıyor. Komüntern kararlarının bağlayıcılığı, olmayan Komüntern’in kararlarının bağlayıcılığı söz konusu edilemez. Her partinin, enternasyonalin seksiyonu olmayı kabullemesi, olmayan enternasyonalin seksiyonu olmayı zaten istese de hiçbir parti başaramaz. Olmayan enternasyonalin resmi belgeleri de olmadığı için kimse bunları yayınlayamaz. Komünist Enternasyonale katılmak isteyen partiler, yapılması gerekenleri düşünmezler, böyle bir örgüt yok. Olmayan Komünist Enternasyonal, olmayan üyelerini ihraç edemez. Bütün bunlar bir özneye bağlı olarak konulan koşullar, öznenin kendisi olmayınca koşullar kendiliğinden ortadan kalkar, nesnel olarak varolmayan koşullar uygulanamaz, olmayan özneye ve uygulanamayan koşullara bağlılık meleklere bağlılıktan farksızdır.
21 Koşul’un birçok maddesinin artık olmayan olgular ve kurumları anlattığını ve bunları bugün savunmanın “şeytan taşlamak” olduğunu yazmıştık. Değişik yayınları okudukça gördük ki, şeytan taşlama yalnız ilkeler alanında kalmıyor politik değerlendirmelerinizi de kapsıyor. Güncel politik değerlendirme ve politik eleştirilerde de yüz yıl öncenin dili ile konuşuyor, her konuşma ve değerlendirmede İkinci Enternasyonal’in ve şeflerinin yanlışlarına bugünde karşılık buluyorsunuz, özellikle Kaustky’nin adını geçirmeden konuşmuyorsunuz. Şeytan taşlamak dediğimiz bunlardır. Şeytanın varlığı yokluğu geniş kesimler için tartışılan bir durum ama merkezciler, Kautsky ve saydığınız bireyler gerçekten yok, öldüler. Bugün başka bir dünyada yaşıyoruz, Amsterdam Enternasyonali belki ansiklopedilerin maddelerinde bulunabilir ama artık yok; yok olan şey ölü, tarih olmuş olayları bugün de yaşanacak olarak anlamak şeytan taşlamaktır.
Amsterdam Enternasyonali ölmüş ve KöZ inatla ölüleri taşlıyor. Kaustky için dönek ve hain sözcüğünün yetmeyeceğini “mel’un” denmesinin doğru olacağını söylüyerek, Kauskycilikle derin! bir ideolojik mücadeleye giriyor ama kim bu Kaustkiciler onu göstermiyor. Kaustky, zamanında hem Alman partisinde, hem enternasyonal içinde hem de Kapitalin III. Cildini tamamlayan olarak uluslararası komünist hareketin tartışılmaz önderi kabul ediliyor ve ihanetinden sonra da sosyal demokrasi üzerinde etkinliği devam ediyor, Almanya’da SPD’den sonra en güçlü işçi partisinin lideri. Bu uluslararası gücü ve otoritesinden dolayı Lenin onunla mücadeleyi öne alarak sık sık Kaustky’den bahsetti. Bugün Kaustky yaşamadığı gibi, Kaustky otoritesine sahip ne bir kişi ne bir çizgi var değil, olmayan şeylerle kavga hayaletlerle savaştır.
Her kuşak, doğanın ve toplumun işleyişi hakkında temel bir genellemeler dizisi ve bunlara uygun araçlarla yaşama başlarlar, bilinçli veya bilinçsiz mutlaka hem ilkeler, hem araçlar olarak bunlara bir şeyler eklerler, tarih böyle ilerler. Materyalist olduğunu söyleyen sizler, yüz yıl önceki kavramları, kurumları, araçları hatta kişileri isimleriyle birlikte ruh çağırıcılar benzeri bugüne çağırıyor ve bugünü yüz yıl öncede donduruyorsunuz. Kaustkiciler, merkezciler diye konuşuyor yalnız ölü metinleri değil ölmüş kişileri taşlıyorsunuz.
Kaustky’nin görüşlerine hak verenler yok mu var ama onlar KöZ’den farklı olarak Kaustky’nin öldüğünün bilincindeler ve Kausky’ye hak verirken de Kaustky ile aynı görüşleri savunmuyorlar, savunamazlar yaşam orada durmadı, köprülerin altından çok sular aktı ve bugün başka bir dünyadayız ve Kaustky gibi düşünenler bugünün gerçekleri üzerinden yeni terim ve kavramlarla konuşuyorlar. Sizler neden yüz yıl önceki kişi adları ve kavramlarla konuşuyorsunuz, güne ait sözler, hedefler bulamıyor musunuz? Marx, Alman idealist felsefesinin kendinde şey’lere merakıyla ince ince alay eder: “Nesnel-olmayan bir varlık, bir yokluktur.”
Komünist Enternasyonal’e bağlılık ve bugünde yaşatmak üzerine yazarken farkında veya değilsiniz sık sık çelişkiye düşüyorsunuz: “Leninist bir dünya partisi kurma hedefini taşımayan, Leninist dünya partisinin tasfiyesini mazeretlerle aklayan bir akımın komünist olarak adlandırılması mümkün ve doğru değildir. Yaşadığımız topraklardaki hiçbir partinin Leninist bir dünya partisi yaratmak gibi bir hedef ve girişimi yoktur.” (Devrimci Önderlik Sorunu Devrimci Bir Enternasyonalin İnşası Sorunudur) Bu yazdıklarınız açık olarak gerçeklere terstir. Bildiğimiz kadarıyla ülkemizde onlarca ML iddialı parti ve örgütün programlarında ayrıntılı olarak enternasyonalizm bölümü vardır ve stratejik olarak kendi mücadelelerinin dünya devrimi hedefine bağlı olarak yürüttüklerini, bunun için bir dünya partisi ihtiyacını bir biçimde ifade ederler. Siz bu gerçekleri yok sayarak kendinizi biricik sayıyorsunuz ama bu doğru değil. Olan bir şeye yok demek gerçekleri çarpıtmaktır.
“Kızıl ipi yakalamak” vb güzel söz dışında, komünist bir enternasyonal gerekliliğini programlarına yazan partilerden sizin fazlanız nedir? Bu somut pratik bir sorudur. Tek bir şey söyleyebilirsiniz, biz bu konuda daha çok yazıyor çiziyoruz, onlar programlarına yazıp üstüne yatıyorlar, biz bu sorunu hep gündemde tutuyoruz ve bu sorun çözülmeden komünist bir örgütün olamayacağını söylüyoruz. Bunlar pratikte ne anlam ifade eder? Aranan “kızıl ip” ölü bir el tarafından yakalanamaz. O ölülüğün önüne geçecek olan da, cennet bahçesinden düşülen tarihi büyüteçle aramanın ötesinde yani günümüz koşullarında geleceği bulmakta yatıyor. Ayrıca bu konuda yazdıklarınız çok enternasyonalist olmakla beraber daha büyük bir çelişkiyi de içinde taşıyor. Ulusal sınırlarda devrim olanaklıdır anlamına gelen cümleler kuruyorsunuz ama birçok yerde “Leninist dünya partisi olmadan komünist öncülük olamaz” diyorsunuz. Başka yerlerde “Komünist öncü olmadan devrim olmaz” diyorsunuz. Ve devamla;“Proletaryanın önderlik bunalımı ancak komünist bir enternasyonal ve onun ulusal seksiyonları olan komünist partiler yaratıldığında çözülecektir. Bu bunalım çözülene dek komünistlerin öncelikli görevi yaşadıkları coğrafyadaki işçi sınıfını devrimci bir ayaklanmaya hazırlayacak komünist partiyi yaratmak için mücadele etmek olacaktır.”
Buraya kadar tartıştıklarımız, bir dünya partisinin gerekliliğinin ortadan kalktığını göstermez. Bir dünya komünist partisi yeniden kurulacaksa, koşulları olgunlaştığında bunu gerekli gören partiler oluşur ve ortak bir kongreyle dünya partisini kurarlar. Kurulan bu parti ve bu partiyi kuran ulusal partiler, 1900’lerin partileri olamayacağı için çalışma ilkelerini, örgütlenme tarzlarını ve bunların koşullarını yeniden belirlerler. Bugün için komünistlerin uyabileceği ve uygulayabileceği maddeleri yukarıda yazdık. Bunu dışındaki tüm tartışmalar geleceği geçmişte dondurmaktan öteye varamaz.
KöZ ve Bolşevik Partisi
Türkiye’de mücadele eden istisnasız tüm örgütleri Kaustkici, oportünist, sapkın, birçok konulardaki tavırlarını kolayca döneklik ve ihanet olarak ilan ediyor ve kendinizi biricik Bolşevik, daha öteye Bolşevikleri aşan bir birikim olarak sunuyorsunuz. Kendine güzelleme dizmek TDH’nin ağır bir hastalığı, KöZ’deki bunu da aşan bir yerde, kendine tapınç düzeyine varıyor. Eleştirilerimiz bu tarzla ilgilidir ve bir uyarı olarak değerlendirmenizi isteriz. Bu tarzla giderseniz 22 yıl daha kendine hayran dar ve sıkı çevre olarak kalırsınız. Çünkü her şeyinizin doğru, Bolşeviklerden daha deneyli ve tek devrimci olduğunuza iman etmişsiniz. Konuşmalar bu imanı pekiştiren propagandayla dolu.
KöZ, Bolşevizmi örnek alıyor ve Ekim Devrimi’ni biricik devrim sayıyor; ideolojik mücadeleyi, kadro ve eğitim çalışmalarını ve teorik birikimini bunların üzerine oturtuyor ama bu tarihsel sıçramayı ve partisini hiç anlamıyor. KöZ’ün “Devlet ve Devrim” seminerinde konuşmacı Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliğinin çöküş sebebini anlatıyor: “Yönelimdeki temel kaygı da bizim asıl problem etmemiz gereken konu Ekim Devrimi’nin nasıl yenildiği, Sovyetler Birliği’nin niye çöktüğü değil. Çünkü öznel etmenleri olsa da devrim süreci nesnel bir süreç. Öznel etmenin dışında devrimcilerin, komünistlerin kontrol edemediği bir dizi olay var: Açlık var, kıtlık var, grip salgını var, düşmanların birleşebiliyor olması var, savaşın sürmesi var, savaşın başlaması var… Bunların hiçbirini kontrol edemiyorsun. Sınıfların hisleri, eğilimleri, öfkelerinin artması, azalması; bunları manipüle edemezsin ve şartlar olumsuz olabilir ve sen yenilebilirsin. Her şeyi doğru yapsan da yenilebilirsin.” Koşullar uygun değildi yenildik anlayışı tam olarak subjektivzim. Tarihsel nesnelliğin kendisi özne imalı, nesnel şartlarla cebelleşen tarihsel öznenin eylemi de nesne imalıdır. Aynı şekilde, özne ile nesnenin birbirlerine etki bazında tabi olduğunu düşünmenin kendisi de zaten bu diyalektik bağlantının çağdaş şartlarda ortaya çıkışının bir göstergesidir. Yani ‘her şeyimiz doğruydu ama şartlar böyleydi biz o yüzden yapamadık’ anlayışı ne kadar sübjektivist ise, ‘nesnel şartlar devrime uygundur ortada bir özne hiç yok’ düşüncesi de bir o kadar sübjektivist olacaktır. İkisi de nesne-özne bağlantısındaki diyalektik ilişkiyi görmemekten kaynaklıdır. “Görüldüğü” üzere, bu görme eksikliği konuşmacının konuşmanın havasına kapılarak havalarda uçmasıyla da pekişiyor. Söylediklerinin tümü tersinden doğru; Sovyetler arkadaşımızın sıraladığı koşullarda yenilmedi -açlık, kıtlık, ölümler vb.- emperyalist işgal koşullarından zaferle çıktılar. Tam da konuşmacının önemli değil dediği konularda başarısız olunduğu, bizim iddiamız değil tarihsel gerçekliktir.
Konuşmacı Bolşevik Partisi’ni değerlendiriyor ve kendileriyle kıyaslıyor, KöZ’nin Bolşeviklerden ileride olduğunu anlatıyor: “Bizim avantajımız nedir? Biz bu süreci daha ayrıntılı bir şekilde siyasi olarak tartışıyoruz. Bolşeviklerin böyle imkanları, fırsatları, süreleri olmadı. Bir sürü konuda kritik karar alırken biz buna uygun siyasi pratik yürütmeye çalışıyoruz, okulda okur gibi çalışmıyoruz. Bu prensiplere uygun hareket ediyoruz, pişmek dediğimiz şey budur.” (“Devlet ve Devrim” Transkripsiyonu) Arkadaşlar, siz ne dediğinizi gerçekten bilmiyorsunuz, bunları söyleyene, sen ne içtin, diye soranlar haksız olmaz. Bir çağı altüst eden ve yeni çağı arkasından sürükleyen, tarihin tanıdığı en büyük devrimi gerçekleştiren partiyi, deneyimsiz, 22 yıldır gizli köşelerde toplanıp dağılarak yaptığınız tartışmalarla kendinizi, Bolşevizmden daha deneyli ve “pişmiş” buluyorsunuz. Birisi sorarsa; siz nerede, hangi mücadelelerde piştiniz derse cevabınız ne olur?
Konuşmacı Bolşevik Partisi hakkında (başka kelime bulamadık) şunları uyduruyor veya kafadan atıyor: “Şimdi Bolşevik partisi içinde aynı şey geçerli; sen başlıyorsun 1898’de, Bolşevik hizbi 1903’te kuruluyor 1912’te kadar RSDİP’te Menşeviklerle berabersin. Tamam, aynı örgütlen militanlık, konspirasyon bu konularda tavizsiz bir tutumun var ama 9 yıl Menşevikler’lesin, ondan sonra 1912-17 arası bir sendeleme dönemi var, bir şey yapamıyorsun….Yani sahici anlamda Bolşevik parti gibi hareket etmeye 1917 Şubatında falan başlıyorsun. 6 ay sonra Ekim Devrimi oluyor. Lenin’in fikri ve politik düzeyde yaşadığı kopuşu o partinin militanlarına, kadrolarına nüfuz edemiyor.”
Bakın bütün bu dönem hakkında Lenin neler söylüyor? Lenin Bolşevik partisine varan süreci 19. yüzyıldan başlatıyor: “sadece tüm 19. yüzyılın evrensel tecrübesiyle değil, aynı zamanda ve özellikle Rusya’daki devrimci fikirde dalgalanmalarla, duraksamalarla, yanılgı ve başarısızlıklarla da tanıtlanmıştır.” ve devam ediyor: “Gerçekte, biricik teori olan Marksizmin bedelini, Rusya, yarım yüzyıl süren görülmemiş acılar ve fedakarlıklarla, eşi görülmemiş devrimci kahramanlıklarla, araştırma ve incelemelerde, pratik deneylerde inanılmaz enerji ve feragatle, hayal kırıklıklarıyla ve yeniden denemeler ve Avrupa’nın tecrübesiye kıyaslamalarla ödemiştir.” (Lenin, Sol Komünizm) Burada görüldüğü gibi baştan kurulan “çelik çekirdek” ve Marksizmi yutmuş bir başlangıç yok, tersine: “yarım yüzyıl süren görülmemiş acılar ve fedakarlıklarla,.. hayal kırıklıkları ve yeniden denemeler”den bahsediyor. Siz Bolşevik partisiyle kendinizi kıyasladığınız, Bolşevik Partisi’nin on beş yılı için şunları söyleyerek: “9 yıl Menşevikler’lesin, ondan sonra 1912-17 arası bir sendeleme dönemi var, bir şey yapamıyorsun….Yani sahici anlamda Bolşevik parti gibi hareket etmeye 1917 Şubatında falan başlıyorsun.” gibi kafadan atmalarla sizden geri olduğunu anlatıyorsunuz. Lenin ise yine başka şeyler yazıyor: “onbeş yıl (1903-1917), tecrübelerinin zenginliği bakımından dünyada eşi olmayan onbeş yıl, tarih pratiğinden geçmiştir. Hiç bir ülke, bu on-beş yıl içinde, devrimci tecrübe bakımından, legal ya da illegal, barışçı ya da fırtınalı, gizli ya da açık, çevresel ya da yığın hareketi niteliğinde, parlamenter ya da terörist nitelikte bu kadar yoğun bir devrimci tecrübeyi yaşamak şöyle dursun, yakınından bile geçmemiştir. Hiç bir başka ülke, bu kadar kısa bir zaman süresi içinde, çağdaş toplumun bütün sınıflarının mücadelesinde bu kadar zengin biçimlerin, nüansların, yöntemlerin yoğunlaşmasına tanık olmamıştır.” (Lenin – Sol Komünizm) Sizin söylediklerinize mi işin başındaki Lenin’e mi inanalım?
Sonrasında, 1903-1905, 1905-1907 ve 1917-1920 arası dönemleri değerlendiriyor, orada yazdıklarını buraya almıyoruz, isteyen Sol Komünizm broşüründen bu bölümlere bakabilir, orada “dünyada eşi benzeri görülmedik” bir siyasal ve ideolojik süreç ve bu süreçte “örs ve çekiç”le dövülerek devrime hazırlandıklarını okursunuz. Devam ediyor: “Bolşevik Parti Rusya’da sınıf mücadelesinin ve siyasal gündemin her yeni döneminde ciddi ve sert tartışma süreçlerinden geçmiş, her yeni uğrağı getirdiği olanaklar ve risklerle birlikte bütünlüklü olarak tahlil etmiş, oluşan yeni dengeler ve koşullar içerisinde sosyalist iktidar hedefine yürünecek yolları yeniden ve yeniden tarif etmiştir. Diğer bir deyişle, Bolşevikler, her dönemin ihtiyaçlarına devrimci yanıtlar üretmeyi öncelikli görev bellemişlerdir.”
Burjuva parlamentolarda çalışma ve İkinci Enternasyonal partilerine karşı tavır konusunda, doğru yanlış eleştiriler getirebilirsiniz ama Lenin’i şahit gösterecekseniz kendisinin söylediklerini esas almak zorundasınız.
Cüretli cehalet
“Devlet ve Devrim” üzerine konuşurken konuşmacı daha büyük çamlar deviriyor: “Devrimci akımlar var bir de. Gerilla efsanesi var. Gerilla mücadelesine nasıl bakarız biz? Komünistler gerilla stratejisini benimsemezler. Neden? Birincisi Devlet ve Devrim’deki modelden ötürü. Programatik kavrayıştan ötürü benimseyemezler. Çünkü dağda Sovyet kurulmaz. Sovyeti halkın yaşadığı yerde kurman lazım. Onların silahlanması lazım.” (“Devlet ve Devrim” Transkripsiyonu) Silahlı mücadeleleri olağanüstü, küçümseyici “gerilla efsanesi var” ve “dağda sovyet kurulmaz” tarzında alaycı değerlendirmeler konuşmacının cehaletini örtmez, devrimci değerlere uzaklığını gösterir.
“Gerilla efsanesi var”, genel olarak egemen sınıfların ve reformistlerin gerilla savaşlarını değersizleştirmek için kullandığı bir tabir, konuşmacı oturaklı Marksist görünmek için böyle söylüyor olabilir; bunu kabul etmiyorsa, devrimci değerlere uzak ve saygısız olduğunu kabullenmelidir. Konuşmacının küçümsemesinin hedefi kim ve hangi tarz. Gerilla denilince Che, Fidel, Giap ülkemizde Deniz, Mahir, İbrahim ve Kürt gerillaları gelir. Gerilla mücadelesi devrimcilerin geleneğidir; burjuva liberaller, gericiler bunları değersizleştirmek için aynı dili kullanır, aynı dili kullanmakta sizin amacınız nedir? Bütün bunları değersizleştirmekten ne umuyorsunuz?
Anlaşılır gibi değil, aynı biçimde enternasyonalizm için dövüşenleri de küçümsemek ve değersizleştirmek için ter döküyorsunuz: “Proleter enternasyonalizmi diğer öbür enternasyonalizmlerden ayrılır. Komünistlerin dünya devrimine karşı temel sorumlulukları kendi topraklarındaki hakim sınıf diktatörlüğünü yıkmak, bu devrime önderlik edecek komünist partiyi yaratmaktır. Dünyadaki muhtelif devrimci gelişmelere o gelişmelerin bulunduğu coğrafyada destek vermeye çalışmak, enternasyonalizm değil en iyi ihtimalle kuyrukçuluktur…“Savaşıyoruz mücadele ediyoruz” sloganlarıyla pespaye liberal projelerin içindeki varlıklarını meşrulaştırmanın en revaçtaki biçmidir.” (Burjuva Sosyalizmi Proleter Devrimcilik ve Devrimci Durum) Gerilla mücadelesi, faşizme karşı direniş, başka topraklarda başka halkların mücadelesi için savaşmak, tüm dünya devrimcileri için çok parlak değerlerdir. Burjuvazi ve gericiler, bunları değersizleştirmek için yıllar boyu kesintisiz karalama kampanyaları yürütmelerine rağmen bir toz zerresi kadar etkili olamadılar, bu dil komünizm iddialı bir örgütün kullanacağı dil olmamalıdır.
Sizin pusulanız hep ters yönleri -kuzeyi güney, güneyi kuzey- gösteriyor. Yapmayacağız dediklerinizi yapıyor, komünist olmanın gerekleri olarak söylediklerinizi yapmıyorsunuz, kendiniz yapmıyor veya yapamıyorsunuz ama başkalarını bunları yapmadıkları için Kaustkicilikle yetinmeyip Adam Smith’likle suçluyorsunuz. Amaç ve ilkelerimiz broşüründe şunları yazıyorsunuz:“Komünist kimliğin kitap okuyup yazarak, söylevler vererek kazanılan bireysel bir paye olmadığı en çıplak bir biçimde savaş ve şiddet sorunları karşısında kendini belli eder….Sınıf mücadelesinin ateş hattında bulunan devrimcilere sırça köşklerden akıl vermeyi reddediyoruz.” Başka birçok yerde tam olarak 180 derece tersini yazıyor veya yapıyorsunuz:“Her fırsatta kriz tamtamları çalıp mücadelenin ateş hattında yer almakla övünenler”, “Savaşıyoruz mücadele ediyoruz” sloganlarıyla pespaye liberal projelerin içindeki varlıklarını meşrulaştırmanın en revaçtaki biçmidir.” Rojava devrimine savaş cephelerinde yer alarak katılan ve toprağa düşen değişik uluslardan devrimci enternasyonalistler için, “en iyi ihtimalle kuyrukçuluktur…pespaye liberal projelerin içindeki varlıklarını meşrulaştırmanın en revaçtaki biçmidir” diyorsunuz ve akıl vermek bir yana pespaye liberaller olarak adlandırıyorsunuz. İkisini de siz yazıyorsunuz. “Sınıf mücadelesinin ateş hattında bulunan devrimcilere sırça köşklerden akıl vermeyi reddediyoruz” diyen de devrimin ateş hattında toprağa düşenlere “kuyrukçu ve pespaye” diyen de sizlersiniz.“Beşer şaşar” doğru sözdür, insanlar zaman zaman çelişkiye düşer ama sizdeki çelişkiye düşmekten öteye, saatin hep tersine çalışması gibi.
“Dağda Sovyet kurulmaz”, hükümet komiseri benzeri hüküm verme olduğu gibi aynı zamanda olgusal olarak da yanlıştır. Dağda bal gibi Sovyet kurulur ve kurulmuştur, onlarca örneği var; Çin, Küba, Vietnam, Nikaragua devrimlerinde gerillaların hakimiyet kurduğu bütün bölgelerde hem değişik biçimlerde halk örgütlenmesi hem de gönüllülük temelinde bütün halk silahlandırıldı. Çin’de “kızıl siyasi üsler” bir çeşit Sovyetlerdi.
Bu söylenenler devrimci değerlere saygısızlıktan öteye bizzat sovyetlerin doğduğu yer için de yanlış, içinde dağ da olan savaş cephelerinde, sovyet kurulmuştur. Asker sovyetleri, savaş cephelerinde kurulmuştur ve Şubat Devrimi işçilerin ayaklanmasından çok asker sovyetlerinin eseridir. Çarlığın koruyucusu Rus ordusunu, fabrikalar ayaklanarak yıkmadı, asker sovyetleri yıktı. Asker sovyetleri, çarlık ordusunu paramparça ettikleri için, işçiler kansız denilecek bir ayaklanmayla iktidarı zaptedebildiler. Gene büyük emperyalist müdahaleyi ve çarlık generallerinin dört bir yanda ayaklanmalarını, işçiler silahlanarak değil yüzde sekseni köy gençliği olan asker sovyetleri, sonrasında aynı bileşimdeki Kızıl Ordu yenmiştir. Bu konular Troçki’nin “Ekim Dersleri” değerlendirmelerinde oldukça aydınlatıcı olarak işlenmiştir. Troçki’ye itiraz edecekseniz Lenin’in de benzer değerlendirmeleri vardır.
Konuşmacımız devam ediyor: “Gerilla mücadelesi halktan bağımsızdır ve bu örgütlenmeyi egemen kılar. Böyle bir mücadelenin kendisi zaten komünizme giden yol olmaz. Bunların yaptığı devrim olmaz, engeldir hatta. Burada Devlet ve Devrim’de iktidar nüvelerinin çıktığını daima gösteriyor. İşte bizim bunun yolunu açan bir parti kurmamız lazım. Rojava’ya giderek kuyrukçulukla bunun önünü açmazsınız. Rojava’da karşınızda 2 tane mücadele yöntemi var, değil mi? Birincisi, halkı silahlandırmak diğeri ise halktan bağımsız. Sizin komünist olarak yapacağınız şey halkın ordulaştırılmasına yani askere alınmasına karşı halkın egemenliğini savunmak olmalıdır.” (“Devlet ve Devrim” Transkripsiyonu)
Gerçekten yukarıda söylenenleri en iyi “çam devirmek” deyimi anlatır. Gerilla mücadelesi neden “halktan bağımsızdır” ve nerede halktan bağımsız gerilla olmuştur? Marksizm’de komünizme giden tek yol, geçiş dönemi iktidarı olan proletarya diktatörlüğüdür. Komünizme giden başka özel bir yol mu biliyorsunuz da “Bunların yaptığı komünizme giden … devrim olmaz, engeldir hatta” diyorsunuz. Neyin devrim, neyin komünizm yolu olduğu hakkında karar verme hakkını kimden aldınız? Devamında söylenenlerden ne anlayalım?: “Burada Devlet ve Devrim’de iktidar nüvelerinin çıktığını daima gösteriyor. İşte bizim bunun yolunu açan bir parti kurmamız lazım.” Rojava’da kan revan içinde savaşanlara siz devrim mevrim yapamazsınız, bizim yol açıcı partimizi bekleyin, diyorsunuz. Arkadaşımız devrimlerin yüksek hakem kurulu adına son olarak şunları öneriyor: “Rojava’da karşınızda 2 tane mücadele yöntemi var, değil mi? Birincisi, halkı silahlandırmak diğeri ise halktan bağımsız. Sizin komünist olarak yapacağınız şey halkın ordulaştırılmasına yani askere alınmasına karşı halkın egemenliğini savunmak olmalıdır.” Gerçekten burada tam kanun koyucu kibri ve konforuyla, Rojava’da birilerine halkın askere alınmasına karşı çıkmayı ve halkın silahlandırılması öneriliyor. Rojava’da halkın silahlandırılmadığını size kim söyledi? Rojava halkı içinde gönüllü olanlar, tepeden tırnağa silahlı.
Konuşmacı devamında çam devirmekle kalmıyor hızını alamıyor, ormanı yakıyor: “Çünkü gerilla mücadelesi zaten halkın ayaklanamayacağı düşüncesi ile “yeni dünyada” çıkmıştır. O yüzden halk ayaklandığı zaman onu bastırırlar. Devlet ve devrim bize bunları söylüyor.” diyor. Ne büyük özgüven! Atmasyon serbest, uydur uydur söyle: Bir, Devlet ve Devrim böyle bir şey söylemiyor. İki, gerilla mücadelesinin halkın ayaklanmayacağı düşüncesi üzerine kurulduğunu nereden duydunuz, kim söyledi? Her duyduğunuza inanmayın, gerilla her yerde halkı ayaklandırmak için başlatılır ve birçok yerde bunu başarmıştır. Üç, en büyük yalan “O yüzden halk ayaklandığı zaman onu bastırırlar.” Cümleyi kesin hükümle kuruyorsunuz, “bastırırlar”. Dünyada bir tek örnek verin, hangi ülkede devrim için yola çıkan gerillalar halk ayaklandığında onu bastırmış? Gerillaları halka zulüm eden “katiller ve caniler” topluluğu propagandasını her yerde egemenler yapıyor. Gerilla mücadelesini savunanlar için “halk ayaklandığı zaman onu bastırırlar” derken bu propagandaya çanak tuttuğunuzun farkında mısınız?
Gerilla mücadelesi, “yeni dünyada çıkmıştır” demek, formüllere takılıp körleşmek, sınıflar savaşından bihaber olmaktır. Gerilla tarzı yeni dünyada başlamadı; ezen ve ezilen çelişkisi var olduğundan beri, zayıfın güçlüye başkaldırışından beri gerilla tarzı vardır. Gerilla mücadelesi doğada ve toplumda zayıfın güçlüye karşı tek mücadele kanunudur, varoluş tarzıdır. Askerlikte Sun Tzu’dan beri biliniyor, imparatorluklara karşı başlayan iç isyanların hepsi gerilla tarzıdır. Osmanlı’da şaki, eşkıya, çete gerilla tarzı savaşanlara verilen adlardır. Düşmanına karşı cepheden karşı koyma gücü olmayanların verdiği tüm savaşlar gerilla tarzıdır ve bu tarz toplumsal direnişin tüm alanlarında uygulanmaktadır. İspanya İç Savaşının en geniş safhası gerilla savaşlarıdır. İkinci Dünya savaşı esnasında Alman işgali altındaki tüm ülkelerde sürdürülen tüm mücadeleler çok başarılı gerilla tarzlarıdır. Nazi kuvvetleri Moskova ve Petersburg önlerindeyken Alman işgali altında kalan tüm Batı Rusya’da dünyanın en büyük gerilla mücadelesi yürütülmüştür ve Alman Nazizminin yenilmesinde bu cephe gerisindeki gerilla savaşları çok önemli rol oynamıştır. Çin, Küba ve Vietnam devrimleri gerilla savaşlarının en başarılı örnekleridir.
Teorik mistifikasyon insanı yaşamla karşı karşıya getirir, olmayan ve yaşamayan, tarih olmuş kağıt üstünde kalmış koşullara imani bir bağlılık sürdürülür. Olmuş, gerçekleşmiş devrimler olmamış kabul edilir; selefilik dediğimiz tam da budur. Devlet ve Devrim üzerine konuşmayın arkadaşlar, Devlet ve Devrim, devrimler olmaz, devrim yapılamaz diyenlere karşı yazılmıştır. Siz, Devlet ve Devrim’i devrimlere karşı çıkarıyorsunuz. Karpuzun dışı yeşil içi kırmızı, bu konuşmaların dışı kırmızı içi yeşil! KöZ kargadan başka kuş, Ekim Devrimi’nden başka devrim tanımam, diyor. Ama daha başka bir şey söylüyor; benim devrimlerle filan işim yok, ben Bolşevizm oyunu oynamaktan memnun ve mutluyum, diyor. Konuşmacının şu sözleri başka nasıl yorumlanabilir: “Ekim Devrimi’nin sonrasında yaşanan altüst oluşlar bir proleter devrimle sonuçlanmadı. Dahası bu başarısızlığın nedeni bu devrimlere önderlik ederken onların derslerini çıkaracak komünist bir partinin bulunmayışı idi. Tam da bu nedenle Çin, Küba, Nikaragua devrimlerinin derslerini bu devrimlerin zaferle sonuçlandığını iddia eden örgütlerin değerlendirmelerine bağlı kalarak çıkarmak komünist siyaseti köhnemiş ve sınırlı bir burjuva radikalizmiyle değiştirmek anlamına gelir.” (agy.) Japon emperyalizmini kovalayan, savaş ağalarını ezen, binlerce yıllık tarihe dayanan Çin feodal ve komprador burjuvazisini, milyonlarca köylü ordusuyla ve uzun süreli halk savaşıyla iktidardan deviren devrime, KöZ, devrim değil, diyor. Küba ve Nikaragua devrimlerine devrim değil diyor, bu ülkelerin oligarşileri yıkılmadı, bu ülkelerde burjuvazinin diktatörlüğü sona ermedi.
Konuşmacının bir başka yerde Küba ile ilgili söyledikleri ise pes doğrusu dedirtiyor. Öfkeli bir anti komünist mi konuşuyor, kim konuşuyor ayırdedilemiyor: “Küba da bizimkiler oldu. Küba’nın yıkılması gerekiyor demek lazım. Bugünkü revizyonistler ne diyor? Sosyalist olmayan halkçı rejim. Nedir bu? Siyaset yapmayacağız demiş oluyorsunuz. Hayır, Küba da yıkılmalı Çin de.” Arkadaşlar gücünüz yetiyorsa Çin için önerdiğinizi deneyin, Çin’i bugün sosyalist görenler dert etsin bunu, ama Küba kalsın zaten ABD bunun için elinden geleni ardına koymadı ama hala başaramadı. Sizden ricamız, Küba yaşasın diyoruz, bunun için ABD’ye destek vermeyin!
Şaşkın ördek civcivlerini öldürürmüş, şaşkın Leninist burada Lenin’i öldürüyor ve “mel’un” Kaustky rolünü oynuyor ama farkında değil. Burada yepyeni bir devrim teorisi önümüze sunuluyor; devrimciler için devrim ve iktidarı zaptetmenin hiçbir ilkesi olmaz, iktidarı yıkabilecek güçler ve koşullar oluşmuşsa hangi ilkeye göre iktidardan vazgeçilir? Siz, Çin ve Küba devrimcilerini iktidarı aldıkları için eleştiriyorsunuz ve devrimciyiz diyorsunuz! Egemenleri devirip iktidarın zaptedilmesine ilke koyanlar, tam Kaustkici olurlar. Tıpkı bizim şaşkın Leninistimizin Çin, Küba, Nikaragua devrimleri için söylediklerini, Kaustky Ekim Devrimi için söyler ve bu devrim filan değildir, der. Artık bu söylenenlerle, anlıyoruz ki biz bir devrimciyle değil bir reformcuyla tartışıyoruz ve reformcuyu devrime ikna etmek gibi bir çaba, boş bir çabadır.Bu değerlendirmelere Fidel Kastro cevap versin: “Devrim için savaşmayana komünist denmez”
KöZ’ün Lenin’e yaklaşımı
KöZ, elinde komünist ölçer terazi, herkesi bu terazide tartarak komünist olup olmadığına karar veriyor: “71 devrimcilerine bakalım, Denizler TİP’deyken devrimcilik yapmadılar ondan sonra da bir buçuk senelik bir ömürleri oldu. Kaypakkaya’nın biraz daha fazla oldu, Aydınlık’tan kopana kadar. TİP içindeyken de bu kişiler çeşitli çalışmalar yapmış olabilirler. Aybarlar yapmadı mı? Biz neden onlara devrimci demiyoruz da kopanlara diyoruz. Besbelli ki devrimci tutum kopmakla başlayan bir şeydir. Bu Lenin’in İkinci Enternasyonal ve Kautsky ile ilgili söylediği şeylerle bağlantılıdır. Öncelikle buradan ayrılıyor musun ayrılmıyor musun bununla alakalıdır.” (“Sovyet İktidarı ve Burjuva Demokrasisi” Oturumunun Transkripsiyonu) Bu teraziye göre anlıyoruz ki, Denizler TİP içindeyken devrimci değiller çünkü oportünistlerle kopmamışlar, birlikteler. Bu uyduruk tezi de Lenin’e dayandırıyorlar. Devrimcilik kopmakla ilgili ise ve bu Lenin’in fikriyse, farkında değiller, bu mantığa göre Lenin kendi kendisinin 1912 yılına kadar devrimci olmadığını söylüyor, zira Menşeviklerle beraber. Hatta bunu 1914 yılına kadar götürebiliriz, İkinci Enternasyonal’de Kaustky ile de beraber. Lenin’e yalancı şahitlik yaptırıyorlar halbuki, Lenin açık olarak bu konuda tersini söylüyor. Menşeviklerle ve diğer oportünist gruplarla birlikte olmayı, sınıf mücadelesinin gelişmesine ve devrimi hazırlamaya hizmet ettiğini söylüyor ve oportünistlerle birlikte olmayı reddeden sollara şunları söylüyor: “Ekim Devriminden önce ve sonra, Bolşevizm tarihinin dolambaçlı yollara baş vurmalarla ve burjuva partileri dahil öteki partilerle anlaşmalarla ve uzlaşmalarla dolu olduğunu bilmemeleri mümkün değildir!” (Lenin – Sol Komünizm)
2020’nin başından beri Türkiye’de devrimci durum olduğunu tespit ettik diyorsunuz ve bunu Lenin’e doğrulatmak istiyorsunuz. “Nitekim Lenin aynı zamanda kitlelerin bağımsız tarihsel eyleminden değil kitlelerin bağımsız tarihsel eyleme yani devrime zorlanmasından söz etmektedir.” Hemen yukarıda Lenin’in söylediklerini yazdınız, orada Lenin şunları söylüyor: “barışçıl” dönemlerde kendilerini sessizce sömürten, fakat fırtınalı bir dönemde, kriz koşulları sayesinde, fakat aynı zamanda bizzat “tepedekiler” tarafından bağımsız tarihsel eyleme zorlanan kitlelerin faaliyetinde -sözünü ettiğimiz nedenlerden kaynaklanan- önemli bir yükselmenin kaydedilmesi.” Bugün var diyemediğiniz için, “önemli bir yükselmenin kaydedilmesi” ekini, cümlenin esas belirleyici vurgusunu yok sayıyor veya görmezden geliyorsunuz. Lenin’i çarpıtıyorsunuz, bu uygun bir yöntem değil, el çabukluğudur, sizi haklı çıkarmaz, yanlışınızı büyütür.
KöZ, hemen her konuda karşısındakileri Lenin’in söyledikleri ve yaptıklarına göre yargılıyor ama bu ölçü kendileri için geçerli değil, bunun siyasetteki adı çifte standarttır. Bu konuda çok rahatlar ve açık söylüyorlar: “Lenin’in söylediklerindeki o tartışmayı böyle yorumlamak bizim açımızdan daha isabetli olur.”(Devlet ve Devrim Transkripsiyonu) Bu kadar açık konuşulur, birçok tartışmada Lenin’in bir kelimesini muarızlarına karşı kanun hükmünde sözler olarak sunarken konuşmacı, burada açık olarak, Lenin’in söylediklerini biz işimize geldiği gibi anlarız, dediğinin farkında değil. Tabii ki, Lenin’in tam olarak ne söylediğinin önemi yoktur, “bizim açımızdan daha isabetli” olup olmaması esastır.
Aynı keyfiyeti Marx’ a da uyguluyorlar, uzak yakın ilgisi olmayan alıntıları, kendilerini doğrulamak için rahatlıkla kullanıyorlar: “Marx diyor ki benim burada gösterdiğim şey bir, bu sınıflar üretici güçlerin gelişmesine bağlıdır; iki, bu mücadelenin ancak işçi sınıfının mücadelesinin sahici bir sınıf mücadelesi olması için, yani demin tanımladığım Renault grevi gibi bir mücadele olmaması için proletarya diktatörlüğü ile taçlanması gerekir. Proletarya diktatörlüğünü yok sayarsanız Adam Smith olursunuz. İki sınıf birbirleriyle çıkarları için çarpışıyor, biri maaşım az diye ağlıyor diğeri kârım az diye ağlıyor devlet de bunu dengelesin diyen bir pozisyona gelirsiniz. Aslında burjuvazinin varlığını koruyan bir pozisyona gelirsiniz.” (“Komintern Belgeleri’nde Devlet ve Demokrasi” Oturumunun Transkripsiyonu) Burada yazılanlar tam adıyla sayıklamalar, Marx şahit gösterilerek burada kurulan mantığa göre, tüm işçi eylemleri daha öteye tüm hak ve özgürlükler için yapılan mücadelelerin, “sınıf mücadelesi olması için, proletarya diktatörlüğü ile taçlanması gerekir” yoksa, burjuvazinin varlığını korumaya hizmet eder. Muafıkları veya Muarızları arasında Marx’ ın söylediklerini KöZ gibi anlayan tek bir kişi çıkacağını sanmıyoruz. Bunları yazıyor ama birkaç paragraf aşağıda tam tersini Lenin’in ağzından yazıyorlar: “Kapitalizm koşullarında demokratik cumhuriyeti tercih ederiz derken bunu şöyle okumak lazım, Lenin’in diğer yazdıklarıyla beraber: Demokratik hak ve özgürlükler için kapitalist toplum içinde de işçi sınıfı mücadele eder, işçiler bu hakları da savunmak için mücadele eder diye bakmak lazım” (agy)
KöZ’ ün Marx yorumlarına doyum olmuyor: “Marx “tüm toplumların tarihi sınıf savaşımları tarihidir. Bu mücadele ya yeni bir toplumun doğmasıyla ya da başarısızlığa uğrayıp tüm sınıfların çökmesiyle sonuçlanır” diyor. Peki Renault işçileri kaybedince neden tüm insanlık çöksün ve barbarlık başlasın.” Bu soruyu kime ve niye soruyorsunuz? Bu önce saçmalığı soru haline getirip, muhatabına tuzak kurarak yanlışa çekip “kündeye” getirme çabasıdır. Kim, kimler aklını peynir ekmekle yemediyse, “Renault işçileri kaybedince” “tüm insanlık çökecek ve barbarlık başlayacak” diyecek kadar saçmalayabilir? Üstelik bu cambazlığa Marx’ ı alet ediyorsunuz, Marx bunları bir tarihsel sürecin nihai sonucu olarak söylüyor, siz ne anlıyorsunuz?
Konuşmacı Marksizm’i “altüst ediyor”: “Devleti tanıyanların hiçbiri sınıf olmaz, burjuvazinin yurttaşı olur. İşçi de olsan yurttaş eyleminin önüne geçemezsin. Burjuva devletini tanımadığın sürece, yıkmayı hedeflemediğin sürece burjuvasın. Ömrü grevlerde geçmiş bir işçi de olsan burjuvasın.” Marksizm, bireyin sınıfını düşüncesi belirler demiyor, maddi yaşam koşulları belirler diyor ve iş gücünü ücret karşılığı satmaktan başka yaşama koşulları olmayanları işçi olarak tarif ediyor. Konuşmacı, burjuva partilerine oy veren tüm işçiler, burjuva devletini tanımıyor ve yıkmayı hedeflemiyor diyorsa, Türkiye’de işçi yok, işçi sınıfı da yok dediğinin farkında değil. Aynı mantığa göre tüm dünyada işçi yok, dünya işçi sınıfı buhar olup uçuyor. Konuşmacı daha öteye gidiyor: “Ömrü grevlerde geçmiş bir işçi de olsan burjuvasın.”
KöZ Marks ve Lenin’i karşı karşıya getiriyor. Marks, Lenin veya başka devrim önderleri farklı düşünce ileri süremez diye bir kanun yok ama burada yapılana, yanlış yorumlayarak kaş yaparken göz çıkarmak deniyor “Yani Marx Manifesto’ya başlarken şöyle başlıyor. Bütün toplumların tarihi sınıfmücadeleleri tarihidir diyor. Burada kastettiği şey metal işçileri grev yaparak sınıf mücadelesini ilerletiyorlar, greve çıktıkları zaman tarih yazacaklar demiyor. Grev olmadığı zaman tarih olmuyor demiyor. Herhangi bir işçi direnişi, herhangi bir grev bu bağlamda sınıf mücadelesi kapsamına girmiyor.
Yukardaki değerlendirmelerden sonra, Lenin’in söylediklerine ne diyorsunuz? “Her grev sosyalist fikirleri, bütün işçi sınıfının sermayenin baskısından kurtulmak uğruna mücadele düşüncesini işçinin zihnine çok canlı bir şekilde iletir…Kapitalist toplumun tabiatından doğan grevler, işçi sınıfının bu toplum düzenine karşı mücadelesinin başlangıcını ifade eder… Her grev işçilere durumlarının umutsuz olmadığını, yalnız olmadıklarını hatırlatır…. Grevlerin hem bizzat grevciler hem de komşu veya civar fabrikalardaki ya da aynı sanayi kolundaki işçiler üzerinde ne muazzam bir etki yaptığına bakın…Grevler işçilere bütün işçi sınıfının bütün fabrika sahipleri sınıfına ve keyfi polis yönetimine karşı mücadeleyi düşünmelerini öğretir. Sosyalistlerin grevlere “savaş okulu” adını vermelerinin sebebi budur.” (Lenin Grevler Üzerine) Siz de birçok işçi eylemi ve direnişini destekliyorsunuz, bunlar sınıf mücadelesini desteklemiyorsa niçin siz onlara destek veriyorsunuz. Başkalarının benzeri eylemlerini devrimden sapmak olarak suçlarken kendi benzer faaliyetleriniz için ne düşünüyorsunuz?
“Ne değişti ki?”
Yaşamın yüz yıl öncede durmadığı, Komünist Enternasyonal ve Bolşevik devriminin deneylerinin ve tezlerinin oldukları gibi bugüne taşınamayacağı eleştirilerine sık sık ve uzun gerekçeler sıralayarak: “Ne değişti ki?” sorusunu soruyorsunuz. Sorunuza Marx cevap veriyor. Kapital’in önsözünde şu satırlar yer alır: “her tarihsel dönem kendi yasalarına sahiptir…Yaşam verili bir gelişim dönemini geride bırakıp verili bir aşamadan bir başkasına geçer geçmez, aynı zamanda, başka yasalar tarafından yönetilmeye başlar.” (K. Marx Cilt 1 s. 28) Marx burada, açık olarak üretimden tüketime, sınıfların yapısından siyasal koşullara ve tüm toplumsal ilişkilere kadar değişimden söz ediyor, bir kısım değişikliklerden söz etmiyor. Bir tarihsel dönemden başka bir tarihsel döneme geçişte yaşamın tüm yasallıklarının değiştiğini söylüyor.
Engels, Marx’ın Fransa’da Sınıf Savaşımları’na 6 Mart 1895’te yazdığı girişte, kendisi ve Marx’ı kastederek, döneme ilişkin yanılgılarını ve değişimi şu sözlerle anlatır: “Ama tarih bizi de yanlış çıkardı, bizim o zamanki görüşümüzün bir yanılsama olduğunu ortaya koydu. Hatta daha da ileri gitti: Yalnız bizim o zamanki yanılgımızı savurmakla kalmadı, proletaryanın, içinde dövüşmek zorunda olduğu koşulları da baştan aşağı alt üst etti…”
Ne değişti sorusuna, en kestirme ve doğru cevap karşı soruyla verilebilir; yüz yıldır değişmeden aynı kalan nedir? Marx, dönemler değişince yaşamda başka yasaların hükmü geçer, tüm toplumsal ve sınıfsal ilişkiler değişir, diyor. Engels, tarihin “proletaryanın, içinde dövüşmek zorunda olduğu koşulları da baştan aşağı alt üst etti”ğinden söz ediyor. Yüz yılda yaşamın yasaları değişti ve proletaryanın mücadele ettiği koşullar değişti. Bu değişim nasıl oluyor? Kapitalizm üretim araçlarını sürekli geliştirir, üretim araçlarında meydana gelen gelişmeler daha hızlı veya yavaş ama bir süreç içinde üretici güçlerin yapısında köklü değişikliklere yol açar. Makinalı üretimden yapay zeka ve robot teknolojisi ile esnek üretime geçiş, sınıf mücadelelerinin örgütlenme koşullarını ve mücadele tarzlarını değiştirdiği gibi işçi sınıfının sınıfsal yapısını da parçaladı. Sınıfın yapısının değişmesi hangi sonuçları doğurur? Sınıfın yapısı değiştiyse, yaşam mekanları değiştiyse, iş karşısındaki konumu değiştiyse, çalışma koşulları değiştiyse kendiliğinden örgütlenme olanakları ve mücadele tarzları da değişmektedir. Bugünkü işçi sınıfı 1900’lerin başlarındaki sınıf değil ve onların gösterdikleri tepkileri ve örgütlenmeleri tekrar etmeyecektir, istese de yapamaz. Başında Lenin’in olduğu bir Bolşevik partisi de bugünkü işçi sınıfını 1900’lere götüremez. Öncesinde oluşan sendikalar da, 1900 başlarında gerçekleşen Sovyet benzeri örgütlenmeler de bir partinin eseri olmadığı gibi işçi sınıfının bilinçli olarak yarattığı örgütler değil yoğun ve sert mücadeleler içinde oluşan kendiliğinden örgütlerdir. Hiçbir güç bugünkü işçi sınıfını 1900’lerin örgüt ve tarzlarına adapte edemez. Yaşam ve süren mücadeleler, zaten eski kalıplar ve formlar içinde değil çok farklı yöntem ve tarzlar altında yürüyor.
Sizin, ne değişti sorusuyla, sapma, Kaustkicilik, oportünizm gördüğünüz gerçek dünyada neler oluyor? Latin Amerika’da hemen tüm ülkelerdeki 20 yıldır dinmeyen kitlesel ayaklanma ve isyanlara varan arayışlar, Yunanistan’daki Syriza, İspanya’da Podemos (önemli olan, bu iki örneğin kendisi değil onları kitleselleştiren dinamiklerdir), Mısır’da Tahrir, Türkiye’de Gezi, Brezilya’da Sao Paulo, Fransa’da sarı yelekliler oportünistlerin, Kaustkicilerin değil, bu dönemde kitlelerin yeni mücadele ve yol arayışlarıdır ve bu yönüyle çok önemle üzerine eğilmemiz gereken gelişmelerdir. Bunları Kaustkiciler yaratmadı, bizzat kapitalizm içinde boğulan kitlelerin nefes borularıdır bunlar. Şimdiki gelişim düzeyleri ve bilinçleri bu kanalları geliştirebiliyor. Sendikalara ve oradan sınıf partilerine varan süreç, iki yüz yıllık bir mücadele deneyleriyle olmuştur. İşçi sınıfı partilerinin ortaya çıkışı da bu mücadeleler sonucudur. Tüm yeryüzünü kapsayan isyanlar, bu dönemin mücadele okullarıdır ve buradan biriktirdikleriyle kitleler daha ileri bilinç ve örgütlülük ihtiyacı, kendiliğinden, zorunlu olarak açığa çıkacaktır ve şimdiden gündeme girmiştir. Bu koşullarda Lenin’in partisini ve yaptığını kopya edemeyiz, Lenin’in yöntemini uygulayabiliriz. Nasıl? “Eski Bolşevikler”in eski kalıplarını tekrar etmekten kurtulup çok sade ve açık, hatta basit bir adımla başlayabiliriz. Geçmişe bağlanan efsunlu kozalarımızı yırtıp, yürüyen ve yaşayan mücadelelerle ilişkilenmeye ve onları döneme uygun yeni siyasal ve örgütsel araçlarla karşılayarak.
“Ne değişti ki” sorunuza daha somut cevap arayalım: Tarih hiç durmadan ve hızlanarak akar, tarihin hızına uygun, üretici güçler gelişir, üretici güçler geliştikçe sınıfların yapısı, ilişkileri, konumu da değişir ve buna uygun olarak sınıfların bakış açısı da değişir. Siz isteseniz de tarihi yüz yıl öncede durduramazsınız, sadece kendinizi kandırmış olursunuz. Bugün dünyanın hiçbir yerinde 1917 yılında ayaklanan işçi sınıfına benzer bir sınıf yok, Petrograd’ta ayaklanmanın kalesi olan 20-30 bin işçisi olan Putilov fabrikası da yok. Birileri bir Putilov fabrikası kurarak size teslim etse ve işçilerini de siz kendiniz seçseniz orada çalışan işçiler, 1917 yılının işçilerinden farklı işçiler olur. Sizin istediğiniz gibi değil, günümüz toplumsallığının parçası olarak davranırlar.
Rosa üzerine
KöZ, yukarıda değindiğimiz Komünist Enternasyonal’in kuruluş koşullarından bihaber, zorlama gerekçelerle, iki farklı tarihsel geleneğin doğurduğu zorlamaları Rosa ve Liebknecht’in “oportünizm”leriyle açıklamaya çalışıyor, onların içleriden bulundukları partiden hemen kopmayışlarını ve parlamentoda kalmalarını oportünistlik olarak yaftalıyor. Lenin, bu konuda da sizden farklı şeyler söylüyor. Sol Komünizm’de, parlamentoda çalışmayı reddeden sollara Rosa ve Liebknecht’in tutumlarını örnek olarak gösteriyor: “ İlk olarak, Almanya “solları” bilindiği gibi, daha Ocak 1919′ dan beri parlamentarizmin “zamanını doldurmuş olduğuna” inanıyorlardı ve bu tutumları, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht gibi en önemli siyasi liderlerin görüşüne aykırıydı. Besbelli ki, Almanya “solları” kendi isteklerini ideoloji ve siyaset alanında kendi görüşlerini, nesnel gerçeklikle birbirine karıştırmışlardır. Bu, devrimciler için en tehlikeli yanılgıdır…. Bu, çocukluk değil midir? Eğer Almanya’da Karl Liebknecht ve İsveç’te Z. Höglund, aşağıdan gelme bir yığın desteği olmadan bile gerici parlamentolardan gerçekten devrimci amaçlarla yararlanmak örnekleri verebildilerse…” (Lenin – Sol Komünizm)
Konuşmacı, Rosa Luxemburg’un parti içi mücadeleyi seçip son ana kadar partide kalmasını oportünizmle uzlaşma olarak niteliyor: “Bu bakımdan, Luxemburg’un oportünizmin farkına vardığı halde ondan kopmamada ve aynı çatı altında birlikte yaşamada ısrarlı tutumu aslında örgüt sorununa bakışından ileri gelmektedir.” Aynı şeyler Lenin için de geçerli ve sizin değerlendirmelerinize göre en büyük oportünist Lenin oluyor. Lenin’nin oportünizmle birlikte davranılmaz diye bir görüşü yoktur, tersine koşullara göre oportünizm bir yana, burjuva Kadetlerle bile birlikte olmuştur. Lenin, oportünizmle hep devrimin çıkarları doğrultusunda yolları ayrıldığında kopmuştur. Gene Lenin, İkinci Enternasyonal’deki oportünizme ilk Rosa’nın tavır aldığını açık yazar. Daha önemlisi sizin Rosa için oportünizm olduğunu iddia ettiğiniz tavırlarını onaylar, onaylamaktan öteye yukarıda alıntıladık, İngiltere’deki sollara Liebknecht ve Rosa’nın tavrını örnek gösterir.
Konuşmacı, Lenin’e yaptığı gibi söylemediği şeyleri Rosa’ya söyletip sonra eleştiriyor.“Rosa Luxemburg nerede? Bolşevikler meseleyi yanlış koydular, yaptıkları işler çok önemli ama hem kurucu meclis hem Sovyetler diyor. Hukuk gibi genel oy hakkı gibi burjuva demokratik haklar korunmalı diyor. Rus devrimi bunu çiğnediği için de despotizme gidecek diyor.” Rosa hiçbir yerde “hukuk gibi genel oy hakkı gibi burjuva demokratik haklar korunmalı” demiyor. Özgürlükler ve sosyalist ilkeler korunmalı, parti içinde ve devrim güçleri arasında demokratik işlerlik korunmalı, konseylerin içi boşaltılmamalı, diyor; ikisi aynı şey değil. Sonrasında: “Ömrü vefa etseydi muhtemelen Bolşeviklerin hukuku çiğnediğini söyleyecekti.” diyorsunuz zaten, sağlığında söylüyor ve hukuk guguk demiyor, yukarıya alıntıladığımız eleştiriler aynı şeylere tekabül ediyor ama sizin çalakalem yazdığınız anlamda soyut bir hukuku çiğnemekten bahsetmiyor. Sonunda kitle inisiyatifini yok eden ve Sovyet sistemini çökerten yanlışlara parmak basıyor. Haksız mı?
Roza Luxemburg ve Karl Liebknecht’i Kaustky çizgisine yakın olmakla eleştiriyorsunuz, Bolşevikleri kendinizden geri buluyorsunuz. Lenin için de eleştirileriniz var, bunları tartışmalı olarak alabiliriz ama kendinizi tartışmasız doğruların tek örneği olarak koyuyorsunuz. Evet tek örneksiniz, doğrulardan önce başka bir dünyada yaşayan, benzeri olmayan tek örneksiniz. Bu yaklaşımlar sizi yaşamın dışına atıyor. Bildiriler yayınlıyor, paneller yapıyor, seçimlere katılıyor ve benzeri yaptıklarınızla da “tekiz” diyorsunuz. Bunları herkes yanlışta dururken kendi doğruluğunuzun örnekleri olarak sayıyor ve herkes bize gıpta ile bakıyor düşüncesine kapılıyor, bunu yazıyorsunuz. Herkes size gıpta ile mi bakıyor, yoksa istihza ile mi yaklaşıyor, bu konuyu düşünmenizi öneririm.
Hemen her yazınızda, Rosa ve Liebknecht’in Lenin ve Bolşevik çizgiyi kavramadığından ısrarla söz ediyorsunuz.“O gün, Rosa ve Liebknecht’in temel hata ve eksiği ve bugün aynı çizgiyi sürdüren siyasi akımların temel hatası; Bolşevik-Leninist parti ve devrim anlayışını kavramadaki eksikliktir.” Tüm konuşma ve yazılarınızda Lenin’e başvuruyor ve Lenin’in çizgisinin takipçisiyiz, diyorsunuz. Lenin’in Rosa ve Liebknecht üzerine söylediklerinden habersiz olamazsınız zira, en ayrıntı konularda alıntılar yapıyorsunuz. Rosa Luxemburg’u kolayca oportünist ilan ediyorsunuz, Lenin’le tartışmaları üzerinden ama Lenin, onu “devrim kartalı” olarak anıyor. Hiçbir sorun bu kadar sıradan ele alınamaz, Rosa hiç alınamaz. Birisinin sözleri ve eylemleri, kitaba bakarak yanlış veya doğru diye yaftalanamaz. Bu, semavi dinlerde bile böylesi basit ele alınmıyor. Yaşam ne diyor? Rosa, Lenin’le iki ana meseleyi tartışır; ulusların kendi kaderini tayin hakkı ve Bolşevik partisinin iç örgütlülüğü. Bunlar konusunda, kim nerede duruyor ve yaşam yüz yıl sonra nasıl akıyor, bunları tartışmalıyız.
Rosa Luxemburg, UKKTH, Bolşevik Partisi’nin örgütlenme tarzını ve Ekim Devrimi sonrası zorunluluklar sonucu Bolşeviklerin uygulamalarını ciddi olarak eleştirir. UKKTH konusunda yazdıklarına tekrar bakmak gerekir. Ekim Devrimi sonrasındaki uygulamalar konusunda yaptığı eleştirilerde ise Rosa’nın haklı çıktığı tarihsel bir gerçektir. Bolşevik Partisi’nin örgütlenme tarzı için yaptığı eleştirilerine ise katılmıyoruz. UKKTH konusunda düz bir okuma doğru değildir. Rosa, UKKTH burjuvazinin iktidarını güçlendirir, dedi ve tarihsel sürece baktığımızda tüm ulusal kurtuluş mücadeleleri böyle sonuçlandı. Öte yandan bu komünist hareketin hilafına yaşanan bir gelişme değil, komünist hareketin bu ulusal kurtuluş mücadelelerine etki edememesinin de bir sonucudur. Lenin’in tavrı yanlış değildi, tersine, anda devrimci ve doğru tavır Lenin’in tavrıdır. Bu anlamda soruna Lenin’in doğrultusunda bakmalı ama düz takip değil geliştirerek yürümeliyiz.
Lenin sosyal şovenlere karşı UKKTH ilkesini savunur ve reddedenleri “alçak ve hain” olarak damgalar ve kendi tavrını belirli koşullara bağlar. Bu koşullar biliniyor. Bir ilkeye koşul koymak, onun mutlak ve her koşulda savunulmayacağının açık kanıtıdır. Ulusal kurtuluş mücadeleleri, en küçük birimde dahi dünya, bölge ve yer aldığı coğrafyanın tüm dinamikleri ve özgüllükleriyle birlikte çok yönlü kuvvetlerin, çok yönlü ilişkileri ve güç dengelerine göre, çok değişik ittifak ilişkileri ve taktik, stratejik özgüllükleri içinde taşır. Tek bir çizgi üzerinden yürümez, yürümemiştir. Kürdistan sorunu dört parçaya bölünmüşlüğüyle dünyada tek örnektir (Belucistan benzer bir parçalanmışlık içindedir ama orada devrimci önderlikle yürüyen bir mücadele olmadığı için konumuz dışındadır.) ve bundan dolayı, çok daha özgül ittifak ve taktiklerin konusudur. Sizler, ilkeden çıkış alarak bu mücadeleyi de kafanızda oluşturduğunuz kurgularla mahkum ediyorsunuz.
Not: Yazı, “En hakiki Komünist KöZ” başlıklı bölümle devam edecek.