Küba-ABD ilişkisi (3) – Eren Yıldız

1850’lerden itibaren ABD, Küba’yı kendi toprağı olarak görmektedir. Ada’yı İspanyollardan tam dört kez parayla satın alma girişiminde bulunsa da ABD bu girişimlerinden sonuç alamaz. Ancak, “Amerika Amerikalılarındır” sloganıyla yolunu çizen ABD bu emelinden hiç vazgeçmez. 1895’te Küba, İspanya’ya karşı bağımsızlık savaşını tekrar başlatınca, ABD bu sefer İspanya’ya savaş açarak askeri zor yoluyla Küba’yı ele geçirmek ister. İspanya’ya savaş ilanıyla birlikte Ada’yı işgal eder. Jose Marti önderliğinde gelişen anti emperyalist bağımsızlık mücadelesi İspanyol sömürgeciliğini bitirse de, Küba ABD’ye bağımlı bir devlet olarak var olur. ABD emperyalizmi Küba’yı toprak olarak kendine katamadı ama kendi arka bahçesi haline getirdi.

1902’de kurulan Küba, kurucu önderi J.Marti’nin mücadele perspektifi ve ideallerinden çok uzaklaşmış, ABD şeker tekellerinin üretim alanı haline gelmiştir. 1924 yılına gelindiğinde ülkede siyasi-ekonomik kriz toplumsal ayaklanmalara sebep olur. ABD’den parasal destek alan Machado, toplumsal muhalefeti kendi tabanı haline getirerek iktidar olur. Machado, iç ekonomik dengeleri geçici bir restorasyondan geçirdikten sonra, Küba-ABD ilişkilerini aynı temelde sürdürmeye devam eder. Machado iktidarı, Küba’da ABD destekli ilk diktatörlük girişimi olur. Machado diktatörlüğüne karşı özellikle öğrenci gençliği içinden büyük bir mücadele gelişir. Siyasal mücadele, askeri eylemliliklerle birlikte sürdürülür. Machado diktatörlüğü, baskı ve zor politikasına, halka yönelik katliamlarına rağmen ülkeyi yönetemez hale gelir. 1933 Yılında, orduda çavuş olan Batista, ABD’nin de desteğiyle orduyu arkasına alarak darbe yapar. Darbe sırasında, içerisinde devrimci öğrenci hareketinin de olduğu tüm muhalefetin katılımıyla geçici bir hükümet kurulur. Gelişen devrimci muhalefet ve halk muhalefeti bir şekilde (belli reformlar yaparak), ABD destekli Batista’da toplanmış ve süreç yine ABD’nin kontrolünde yeni bir işbirlikçi iktidara devredilmiş olur.

1944’te yapılan başkanlık seçimlerinde geçmiş devrimci kazanımların popülizmini yapan (1933’te kurulan geçici hükümetin başkanı) Grau San Martin devlet başkanı seçilir. Otantik Partinin lideri G.San Martin, önceki başkanlık döneminin aksine bu sefer tam anlamıyla ABD’nin adamı ve egemen sınıfın temsilcisi olur. Küba, ABD’nin şeker kamışı üretimi yanında, tatil ve fuhuş merkezi haline getirilir.

1948’de ise yaşanan bu çöküş ve yozlaşmaya karşı, muhalefet yaparak Prio Socarras Küba devlet başkanı seçilir. Ancak Socarras başkan seçilir seçilmez mevcut sistemi aynen devam ettirdiği gibi, hemen büyük toprakları kendi özel mülkü haline getirir. Dolayısıyla ABD’nin ekonomik çarkına da bir halel gelmez.

Ekonomik kriz, siyasi çöküş, yozlaşma ve çürümüşlük toplumda büyük bir tepkiye sebep olur. Otantik parti bölünür ve yeni bir muhalefet hareketi doğar. Fidel Castro’nun da içinde olduğu bu hareket Ortodoks Parti adını alır. Kısa sürede büyük bir toplumsal desteğe ulaşır. 1952’de yapılacak olan başkanlık seçimini Ortodoks Parti’nin kazanacağına kesin gözüyle bakılır. Gelişen toplumsal muhalefetin sistemde kurulan çıkar ağlarını bozacağı endişesi ABD’nin has adamı Batista’nın harekete geçmesi için yeterlidir. Batista 1952’de ikinci kez askeri darbe yapar. Yaşanan siyasi ve ekonomik çöküşe karşı öfke duyan halkın desteğini de alan Batista devlet başkanı oldu. Ancak bu Batista 1933’teki Batista değildir. Tüm toplumu zapturapt altına almayı, ABD’nin güvendiği bir jandarması olmayı esas alan diktatör Batista’dır. 1940 Anayasasının askıya alındığı, tüm kurallarını Batista’nın belirlediği yeni bir düzen kurulur.

Darbe ve Batista diktatörlüğüne karşı ilk tepkiler yine öğrenci hareketi içinden gelişir. Ortodoks parti içinden de devrimci bir çıkışı amaçlayan, Fidel Castro’nun öncülük ettiği Movimiento (Hareket) gelişir. Başka birçok devrimci hareket peş peşe kurulur ve kendi perspektifinde mücadele belirlemeye başlar. ABD, bu hareketlerin hemen hepsini Küba siyasal mücadele tarihi içinde ortaya çıkmış hareketlerin devamcısı olarak tanımlıyor ve bu hareketleri kendisi için potansiyel bir tehdit görmüyordu. ABD’nin bir numaralı düşmanı Sovyetler Birliği’dir ve Küba’da Sovyetlerin ajanı gördüğü Küba Komünist Partisi de ABD’nin düşmanıdır. Dolayısıyla Fidel’in Movimiento olarak mücadeleyi başlatması ve 1956’da da Sierra Maestra dağlarında gerilla mücadelesini başlatması, ABD tarafından ülkedeki muhalif hareketin bir devamcısı olarak tanımlandı ve potansiyel bir tehdit olarak görülmedi. 26 Temmuz Hareketi’nin ortaya koyduğu talep ve hedefler de en fazla ‘Demokratik Devrim’in çerçevesinde görülecek taleplerdi. Sosyalizmi hedefleyen bir söylemde bulunmuyordu.

1957 yılında, 26 Temmuz Hareketi’nin şehir yöneticilerinden Armando Hart, Hayde Santamaria, Vilma Espin ve Luish Buch’un Santiago Konsolosluğu’nda üstlenen Amerikan yetkilileriyle görüşmeleri olağan hale gelmişti. Bu üst düzey görevliler arasında konsolos yardımcısı Pilhan Patterson ve diğer yetkili Oscar Guera bulunur. Aslında isyancıların CIA analiz bölümü tarafından sevildikleri, Küba masası şefinin daha sonra “tüm personelim ve ben Fidelciydik” diye yazdığı belirtilmektedir. Frank Pais (26 Temmuz’un şehir sorumlusu) kısa süreli hapislikten sonra özellikle P.Patterson ile uzun tartışmalar yaparak görüşmeleri sürdürür.

Küba muhalefetine mensup olanlar özellikle de 26 Temmuz üyeleri, Batista karşıtı mücadeleye destek sağlayabilmek için ABD kongresinde ve Dışişleri Başkanlığı’nda aktif lobi faaliyetleri yürütürler ve Dışişleri Bakanlığı’nın Batista’ya silah göndermeyi durdurmasında önemli bir faktör olurlar. ABD’de Batista’yı destekleyip desteklememe konusunda bir tartışma yaşanmaktadır, çünkü Küba’da bir dönüşümün çok yakın olduğu bilinmektedir. ABD, yine yaşanacak dönüşümün kendi denetiminde gerçekleşmesini istemektedir ama nasıl bir adım atması gerektiğini kestirememektedir. Batista’ya destek vermek ya da gelişen muhalefet ile Batista arasında arabuluculuk yaparak kendi çıkarlarının korunduğu bir dönüşüm sürecini yaratacak ya da Komünist Parti ile birlikte diğer radikal partileri dışarıda bırakarak bir askeri darbe tezgahlanacaktı. Sonuca baktığımızda ABD, gelişen devrim mücadelesinde devrime öncülük eden hareketi küçümsemiş ve derinliğinin farkına varamamıştır.

İtalyan gazeteci Gianni Mina, Fidel ile yaptığı bir röportajda “Devrim dürüst davranmadı, çünkü ABD başta kendisine yardım etti diyorlar” diye sorar. Fidel Castro, “Bu teori nereden çıktı bilmiyorum. ABD karakteristik oportünistliğiyle büyük bir çatışma olduğunu, Batista’nın kaybettiğini, kuklasının bir işe yaramadığını görmüştü, manevra yapmayı denedi ama sonucu etkileyemedi. Durumun farkına vardığında Batista’nın ordusu yenilmiş, silahsızlandırılmış, halk da silahları eline almıştı. Olanlar budur. Bütün halk devrimi destekledi. ABD, sonra devrimi ehlileştirmek için siyasal diplomatik önlemlere başvurdu.” diye cevap verir.

Yine ABD’nin Küba’da gelişen devrim karşısında düştüğü durumu Che, “Küba tek olay mı, öncü mü?” sorusuna verdiği cevapta şöyle ifade eder:”… Yalnızca Küba’ya özgü olmayan bazı koşullardan diğer halkların yararlanması zordu; çünkü birçok ilerici grubun tersine emperyalizm yaptığı yanlışlardan ders alır. Ayrı tutabileceğimiz tek koşul Kuzey Amerika emperyalizminin yolunu şaşırması ve Küba devriminin hedeflerinin gerçekte çok uzaktaki menzillerini ölçmekte yanılmasıydı. Bu durum sözüm ona Kuzey Amerika dördüncü kuvvetinin içine düştüğü çelişkileri az da olsa açıklayabilir. Bu gibi hallerde görüldüğü gibi tekeller önce Batista’nın yerine selefinin geçtiğini düşündüler. Çünkü halkın diktatöre karşı olduğunu, devrimci düşünceli bir önder aradığını biliyorlardı. İşe yaramaz diktatörü görevinden alıp, sırasında emperyalizmin çıkarlarına pekâla hizmet edebilecek yeni gençleri onun yerine geçirmekten daha akıllıca çözüm var mıydı? Emperyalizm kıtasal iskambil destesi içinden hep bu kartı oynadı durdu, bir süre sonra da acınacak biçimde kaybetti oyunu. Devrimden önce onları endişelendiriyorduk ama bizden korkmuyorlardı. Gazeteci kılığına bürünmüş ABD hükümeti memurları birçok kez dağlardaki devrimin derinliğini hesaplamak amacıyla sokulmaya çalıştı ama yakın gelecekteki tehlikenin belirtilerini saptamayı başaramadılar. Emperyalizm harekete geçmeye hazır duruma geldiğinde Havana sokaklarında muzaffer yürüyen deneyimsiz gençlerin politik görevleri konusunda çok açık bir görüşe ve hayatlarını bu göreve adama yenilmez iradesine sahip olduklarını anladığında artık çok geçti. 1959 Ocağında Karayip’lerin ilk toplumsal devrimi tüm Güney Amerika devrimlerinin en köklüsü işte böyle doğmuştur.

ABD, Küba’da düştüğü bu yanılgıya ve hataya ondan sonra hiç düşmemiştir. Güney Amerika’da gelişen tüm devrimci bağımsızlık hareketlerini yenilgiye uğratmak için her türlü aracı kullanmış ve kullanmaya devam etmektedir. Dönem dönem Küba ile ilişkilerde esnemeler olsa da ABD temel politikasından hiç vazgeçmemiş, Küba devrimini yıkma stratejisini devam ettirmiştir.

Küba ve enternasyonalizm

Küba devriminin önderliği kapitalist emperyalist dünya ile mücadelenin Che’nin söylemiyle “daha fazla Vietnam” yaratılarak zafere ulaşılacağı yaklaşımını esas almaktadır. Küba devrimini Güney Amerika’ya yayma hedefindedir ve kendisinden destek isteyen tüm devrimci mücadelelere destek vereceğini belirtir. Aynı yıllarda Che Guevara Bolivya’da yeni bir devrim mücadelesi başlatma adımını atarken SSCB ise kapitalist dünya ile “barış içinde bir arada yaşama” politikasını hayata geçirmektedir.

Che’nin Bolivya’daki devrim mücadelesi yenilgiyle sonuçlandıktan sonra Küba önderliğinde SSCB ile daha yakın bir enternasyonal politika gütmeye başlar. Devrimi yayma gibi adımlar yerine dünyanın başka yerlerinde Küba’dan destek isteyen o ülkelerin devrimci hareketlerine ya da iktidarlara destek vermeyi esas alır. Enternasyonal dayanışmayı en zor koşullarında dahi hayata geçirmeyi sürdürür.

Şili’de Allende iktidarına yönelik ordunun askeri darbesi karşısında Allende’nin korumalığını yapan ve faşist Şili ordusu başkanlık sarayına saldırdığında Allende ile birlikte direnen korumalar Kübalı gönüllülerdir.

Ekim 1973’te Suriye başkanı Hafız Esad, Küba’dan resmen askeri destek talep eder. Siyonist İsrail, Arap-İsrail savaşında hızla ilerleyerek Suriye toprağı olan Golan Tepelerini ele geçirir. Savaş, Suriye’nin başkenti Şam’a dayanır. Küba kendisinden istenen desteği karşılıksız bırakmaz ve hızla bir tank birliğini Suriye’ye gönderir. Ancak Küba askerinin savaşa girmesine gerek kalmadan BM Güvenlik Konseyi’nin önerdiği barış koşulları ve ateşkesi Suriye kabul edince ateşkes sağlanır. Küba askeri birliği 1974 Mart’ında düşman hattına bir kilometre uzaklıkta Şam’a giden yolun güvenliğini almakla sorumluyken, İsrail sızmalarına karşı da bölgeyi denetim altında tutar.

1974 yılında Portekiz’de “Kadife Devrimi” olarak anılan askeri darbeyle diktatörlük alaşağı edildikten sonra Portekiz’in Afrika kıtasındaki sömürgeleri Mozambik, Sao Tom ve Principe, Yeşil Burun Adaları bağımsızlıklarını ilan ettiler. Portekiz’in en büyük ve en zengin sömürgesi Angola da 11 Kasım 1975’te bağımsızlığını ilan eder. Che ile 1965’te tanışarak dost olan ve bu dostluğa hep sadık kalan Agostinho Neto’nun komuta ettiği, Angola’nın Özgürlüğü İçin Halk Hareketi (MPLA) adlı yurtsever ulusal gerilla birliklerinin kontrolündedir.

Ancak bu sol eğilimli hareketin ülke yönetimini ele geçirmesine engel olmak için Angola’nın başkenti Luanda’ya yönelik üç ayrı koldan Batı destekli güçlerce bir askeri harekat başlatılır. Güneyden, Güney Afrika ırkçı beyaz rejimi ordusu; Kuzeyden Batı yanlısı Ziare rejiminin desteklediği Angola Ulusal Kurtuluş Cephesi (FNLA) ve Doğudan da Jonas Savimbi’nin yönettiği ABD yanlısı UNITA güçleri Luanda’yı kuşatma altına alır. Bu kuşatmaya karşı MPLA lideri Agostinho Neto, Küba’dan destek ister. Küba İçişleri Bakanlığı elindeki sınırlı sayıda yolcu uçaklarıyla Angola’ya özel eğitimli askerlerden oluşan bir tabur, anti tank ve havan topu müfrezeleri gönderir. Küba askerinin sayısı oldukça sınırlıdır ama başkent Luanda kapılarına dayanan Güney Afrika ırkçı beyaz rejimi ordusuna karşı güçlü bir direniş göstererek düşmanın Luanda’ya doğru ilerleyişini durdurur. 1975 Ekim sonunda 480 kişilik Küba askeri danışman grubu yanlarında getirdikleri piyade silahlarıyla Angola’ya ulaşırlar, devamında gönderilen askeri güçlerle birlikte savaşın seyri değişir. Kasım 1975’ten Ocak 1976’ya kadar süren direniş 11 Kasım’da Luanda’ya girmeyi hedeflemiş olan Güney Afrika ırkçı beyaz rejimi ordusu için tam bir kabusa döner ve ırkçı ordu bozguna uğrar. Kübalı askerler içinse tam bir zafer olur. Irkçı rejim, tüm kara ve hava ordusunu savaşa dahil eder. Bunun karşısında Küba da büyük bir seferberlik başlatır. Angola’daki askeri varlığını 36 bin kişilik bir güce çıkarır. Küba’nın en temel prensiplerinden biri olan “gönüllülük” ilkesi burada esas alınır ve ordu içinden sadece gönüllüler Angola’ya gönderilir.

Dört aylık çatışmalar işgalciler Angola sınırları dışına atılırlar. Nisan 1976’da Raul Castro Kübalı askerlerin kademeli olarak geri çekilmesini görüşmek üzere Luanda’ya gelir. Sonuç olarak geri çekiliş üç yıla yayılır ve ülkedeki Sovyet ve Kübalı askeri danışmanların bu süre içerisinde yeni Angola Ordusu’nu eğitmesine karar verilir. 1977 yılı Mart’ında 12 bin Kübalı asker ülkesine geri döner. Ancak ABD’nin desteği ve provokasyonlarıyla muhalefet Angola’da tekrar savaş başlatır. Çatışmalar 1988 yılına kadar sürer. Bunun üzerine Küba peyderpey sayıyı artıracak şekilde desteğini sürdürür. 1987 yılında Angola’daki Kübalı asker ve subay sayısı 55 bine ulaşmıştır. Bu destek sadece Angola’da değil Güney Afrika’nın bütününde etkisini gösterir. Namibya bu destekle bağımsızlığını kazanır. Küba savaşçılarının Angola’daki bu mücadelesine “Carlota Operasyonu” adı verilmiştir. Carlota vaktiyle Küba’daki İspanyol sömürge yönetimine başkaldıran iki ayrı köle isyanına önderlik eden köle kadın liderinin adıdır.

Afrika’nın Kübalıların yüreğinde ayrıcalıklı özel bir yeri bulunmaktadır. Siyahi Kübalılarının anavatanıdır. Afrika’dan Küba’ya İspanyollarca köle olarak getirilen siyahi Afrikalılar, Küba bağımsızlık savaşında yer alarak hem kendi özgürlüklerini kazanır, hem de Küba’yı özgürleştirme mücadelesinin ilk adımını atarlar. Bu mücadeleyi Küba devrimiyle de zafere ulaştırmışlardır. Küba’da yaktıkları özgürlük ateşini gönüllüler ordusuyla Afrika’ya taşırlar.

1977-78 yıllarında Küba savaşçıları Afrika’nın bir diğer köşesinde Etiyopya ve Somali arasında çıkan anlaşmazlığın çözümü için devreye girer. Bizzat F.Castro, Somali Başkanı Siad Barre ile Mogadişu’da görüşmüş ve Etiyopya’yı işgal etmeyeceğine dair söz almıştır. Yemen Cumhuriyeti’nin başkentinde yapılan toplantıda da Barre bu sözünü yinelemiştir. Üstelik her iki ülke de SSCB’den silah ve askeri eğitim alan ülkelerdir.

Ancak Somali başkanı verdiği sözü tutmaz, sosyalizmi ve ideolojik ilkeleri bir kanara atarak Etiyopya topraklarında petrol zengini olan Ogaden Bölgesini işgale girişir. Bu girişim öncesinde Somali’deki Sovyet ve Kübalı danışmanları sınır dışı eder ve Küba ile ilişkilerini keser.

Somali ordusu işgalin ilk aylarında hızla ilerler ve Ogedan bölgesinin kontrolünü ele geçirir. Harar ve Dire Dawa şehirlerine ise girmeyi başaramaz. Küba ordu birlikleri Etiyopya’ya Aralık 1977’de gelmeye başlarlar. Ocak ayına gelindiğinde işgalin seyrini değiştirdiler. İşgalci orduyu stratejik bir planlama yaparak çembere alırlar ve yenilgiye uğratırlar.

Küba’nın, Afrika ülkelerine, kendi olanaklarını zorlayarak yaptığı yardımlar bir yana, destek verdiği savaşlarda 500’ü subay olmak üzere 2 binden fazla Küba askeri hayatını feda etmiştir. Afrika’daki son Küba askeri birliği 1991 yılında eve dönüş yapmıştır. Şu ya da bu şekilde Afrika’daki çatışmalarda görev alan Kübalı sayısının 400 bini bulduğu ve bunun da 56 bininin subay olduğu belirtilmektedir.

Küba, ABD’nin bütün hışmını üzerine çekme pahasına Güney Amerika’daki silahlı mücadelelere de destek olur. Sadece Obama döneminde ABD ile ilişkiler biraz olsun yumuşadı. Trump döneminde Küba’nın (K.Kore, İran ve Suriye ile birlikte dördüncü ülke olarak) “terörist devlet” olarak kabul edilmesinin tek gerekçesi kendi ülkelerinde aranan bazı FARC ve ELN yöneticilerini barındırmasıdır.

Küba yardımına koştuğu ülkelerden hiçbir karşılık beklemez, çünkü bu dayanışma yaklaşımı kendi devrim ilkelerinin gereğidir. Küba bu ilkesini hayata geçirmekten hiç vazgeçmez. Olanaklarını zorlayacak bile olsa hangi şekilde destek olabilecekse enternasyonal dayanışmayı o şekilde sürdürür. Küba’nın diğer ülke ve halklarına tıp alanında gösterdiği dayanışma başlı başına çok değerlidir. Sosyalizmde tüm sağlık hizmetleri tanı, tedavi ve bakım kamusal bir görevdir. Küba kendi ülkesinde hayata geçirdiği bu anlayışla tüm tıbbi birikimini ve tedavi olanaklarını dünyanın ezilen halklarına karşılıksız sunar. Afrika ve Güney Amerika ülkelerinde binlerce Kübalı doktorun gönüllü hizmet vermesi dayanışmanın en değerli göstergesinden biridir. Enternasyonalizm Küba’yı Küba yapan en temel ilkelerinden biridir.

Bitirirken

Küba devrimi, kendi öz dinamikleriyle gerçekleşmiş bir devrimdir. Devrimin gerçekleşmesi gibi devrimin inşası da kendi dinamikleri üzerinden gelişmiştir. Ancak devrimin inşası, halkın sosyal refahının yükselip garanti altına alınması, başta Sovyetler olmak üzere devamında Sosyalist Doğu Avrupa devletleri, Çin ve Vietnam’la geliştirdiği siyasi ve ekonomik ilişkileri sayesindedir.

Küba’da üretilen en önemli ürün olan şeker kamışının alıcısı bu ülkelerdir. Aynı zamanda Küba’nın ihtiyacı olan tüm ürünlerin karşılayıcısı da yine bu ülkeler olmuştur. Sovyet bloğu ülkeleri Küba’nın Atlantik’te bir kızıl yıldız gibi doğmasını sağlamamıştır belki ama o kızıl yıldız bir kez doğduktan sonra çok daha güçlü parlamasına ve en başta da Güney Amerika halklarına umut olmasına destek olmuştur. Ancak 1991’de Sovyet bloğunun çöküşüyle birlikte bambaşka bir dönem yaşanmaya başlar.

Küba devrimi tam anlamıyla varlık-yokluk sorunuyla karşı karşıya kalmıştır. Daha önce Güney Amerika’da tek başınaydı ama artık tüm dünyada tek başınadır. Küba’nın bir yandan sosyo-ekonomik yaşamın alt üst oluşunu dizginleyerek sevk-idare etmesi, bir yandan da bugün-yarın çökecek beklentisine giren ABD’nin yeni saldırılarına karşı kendi savunma hazırlıklarını organize etmesi gerekmektedir.

SSCB’nin çöküşü sonrasında D.Avrupa devrimlerinin domino taşı misali peş peşe çökmesinin ardından Küba’nın da aynı sonu yaşayacağı beklentisi vardı ama olmadı. Küba’nın Sovyetlerde esen çöküş rüzgarlarıyla yıkılmamasının en temel özelliği, Küba devriminin ve Küba sosyalizminin kendi özgü bir karaktere sahip olması ve siyasi iradenin inanmışlığı, kararlılığı ve bağımsız karar verebilme gücüdür. D.Avrupa ülkeleri kendi iradelerini siyasal olarak yaratamadıklarından SSCB öncü güç olarak çökünce, D.Avrupa devrimleri de peş peşe çökmüştür. Küba’nın ayakta kalması, sosyalizmin çökmediğinin, çökenin Sovyet ve D.Avrupa sosyalizmi olduğunun en açık ifadesidir.

1991 Sonrası Küba’da hayat tam anlamıyla altüst oluş yaşamaktadır. Tabiri caizse ekonomik yaşamda traktörden karasabana, motorlu ulaşımdan yürümeye, elektrikle aydınlanmadan idare lambasına dönüş yaşanmıştır. Temel üretim maddesi olan şeker kamışı üretimi de giderek azalmıştır. Gübre ithal edilemediğinden üretim azaldığı gibi, şeker kamışı alıcısı olan eski ülkelerden de yoksundur. Üretimin miktarı 1992 yılında 7 milyon ton iken 1997 yılında 3.3 milyona düşer. Üretim azaldıkça şeker kamışı işleyen fabrikalar da birer birer kapanmaya başlar. Bir milyon insanın işsizlik ve açlıkla yüz yüze kalmasıdır bu.

Petrol sıkıntısı nedeniyle sanayi ve evlerdeki elektrik ihtiyacı karşılanamaz duruma gelir. Küba’da üretilen petrol miktarı ise ihtiyacı karşılamaktan çok uzaktır. Elektrik kesintileri nedeniyle fabrikalar ya üretimi yavaşlatır ya da tamamen kapanır. Gerek şehir içi gerekse de şehirler arası toplu ulaşım çöker. Yakıt sıkıntısına yedek parça eksikliği de eklenir. Küba dışardan ithal edeceği petrolü artık dünya petrol piyasasının belirlediği fiyattan almak durumundadır ki bu da başlı başına bir sorundur.

Devlet ithal yem ile üretim yapan çiftlikleri işlevlerini yitirecek duruma gelir. Yem ve gübre tedariği yapılamayınca süt üretme çiftlikleri üretim yapamaz hale gelir. Süt inekçiliği %60 azalır. Bu da Kübalı küçük çocuklara taze süt projesinin de askıya alınmasını getirir.

1994 yılı krizin en yoğun yaşandığı yıldır. Öyle ki parti ve devlet kurumlarında umutsuzluk ve çözülme yaşanmaya başlar. Artık çok daha ciddi bir muhasebe yapma, devrimin ruhunu tekrardan canlandırma kaçınılmaz bir ihtiyaç halini almıştır. Parti ve devlet yetkilileriyle olağanüstü toplantılar yapılır ve hem parti hem de devlet kadrolarında üçte bir düzeyinde yenilenmeler yaşanır. İşçi sendikalarından komünist gençlik örgütlerine, tarım kooperatifleri örgütlenmesinden, Halk-milis güçlerine kadar tüm örgütlenmeler halkın sosyo-ekonomik krizi daha az hasarla atlatabilmesi için daha aktif çalışmaları yönünde teşvik edilir.

Öncelikle devrimin güvenliğini ve dış tehditleri göz önünde bulundurarak savunma tedbirleri yeniden organize edilirken belirli tasarruf tedbirleri de alınır. Ordunun kendi kendine yeter hale gelmesi hedeflenir, buna yönelik adım atılır. Ordunun kendi yiyeceğini üreteceği araziler belirlenir ve oralarda tarım yapılır.

Büyükbaş hayvancılığın geliştirilmesine, bu şekilde hem tarımın bu büyükbaş hayvanlarla yapılması hem de et ihtiyacının karşılanması hedeflenir. Hayvanların beslenmesi için de şeker kamışından hayvan yemi yapılmasına başlanır.

Şeker kamışı üretimini bırakmak durumunda kalan çiftçilerin bir kısmı puro tütünü üretimine başlar. Küba halkının %80’i şehirlerde yaşamaktadır, bu nedenle toprak dağıtılan 200 bin köylünün çabaları ülkenin gıda ihtiyacını karşılamaya yeterli olmaz. Tarımsal üretimdeki krizi atlatmak için bağımsız üreticilerin ürün fazlalarını devletin kurallarına uyarak fiyat üst sınırı olmaksızın satabilecekleri Pazar yerleri kurulur. Halkın bahçe tarımı yapması teşvik edilir ve bunu yapmak isteyene tohum desteği sunulur. Ayrınca arıcılık ve tatlı su balıkçılığı teşvik edilir.

Ekonomide kaynak yaratmak amacıyla turizm sektörüne yönelik adımlar atılır. Güney Amerika ülkeleriyle %50 ortaklık temelinde işletmelerin kurulması kararı alınır. İspanyol merkezli turizm şirketiyle sahillerde oteller ve tesisler kurulması anlaşması yapılır. Daha önce devlet misafirlerinin ağırlandığı sahildeki tesisler turizm sektörüne devredilir.

Ulaşım konusunda toplu tasıma için kamyonlar otobüslere dönüştürülür, yine Avrupa ülkelerinde kullanımdan kaldırılmış otobüsler alınıp getirilerek toplu taşımada kullanılır. Ayrıca Çin ve Vietnam’dan yüzbinlerce bisiklet getirilir. Düzenli bir şehirler arası toplu taşımacılık yoktur ama belli yerlerde durak halinde yerler belirlenir ve gelip geçen araçlar taşıyabileceği kadar insanı oralardan alır ve bir anlamda otostop tarzı taşımacılık yapılır.

Tıp alanında kendi tedavi ve ilaç yöntemlerini geliştirme çalışmalarına başlanır. Dünyada önemli tedavi yöntemleri geliştiren sayılı ülkeler arasında yer almaya başlar. Çernobil faciasında hastalanan çocuklar Küba’da tedavi edilir.

Çin, Vietnam ve K.Kore ile ülkeler arası ilişkiler geliştirilir ama esas olarak Reel Sosyalizmin çöküşünden sonra varlık-yokluk mücadelesi veren Küba, 1998 Aralığında, Venezuela’da Chavez’in iktidar olmasından sonra nefes almaya ve o zorlu yılları geride bırakmaya başlar. Chavez’in devlet başkanı olarak Küba’ya her bakımdan destek sunması, özellikle de enerji kaynağı petrol yardımı, hayatın akışını yeniden normale döndürmeye başlar. Venezuela’dan sonra Nikaragua , Brezilya, Uruguay ve Arjantin’de sol partilerin iktidar olmasıyla birlikte artık yeni bir dönem başlar. Küba ve Güney Amerika ülkeleri sol iktidarları arasında dayanışma güçlenir, ortak hareket örgütlenmeleri yaratılır.

Küba, Güney Amerika halklarının ve sol iktidarlarının çok büyük saygınlığını kazanan, ulaşmak istedikleri ütopya ve tabiri caizse umutlarını ve mücadele azimlerini canlı tutabilmeleri adına korunması ve yaşatılması gerektiğine inanılan “cennet” adasıdır.

Sosyalizm her şeyden önce insan iradesinin bilinçli tercihiyle kurulan bir yaşamdır. Dolayısıyla maddi altyapı ve ekonomik temelden öte insanın değer yargıları, vicdanı, bilinci, duyguları ve bir bütün olarak kültürel şekillenişiyle birebir ilintilidir. Eğer bu kültürel şekilleniş, sınıflı özel mülkiyet toplum kültürünü alt edemez ve bir şekilde özel mülkiyet kültürünün filiz vermesine zemin sunarsa, devrimin insanda yaşaması mümkün olmayacaktır. Özel mülkiyet (küçük ya da büyük), insanı içinden çürüten bir kurt gibidir. Sosyalist bir ülkede sosyo-ekonomik krizden çıkışın manivelası olarak kullanılması o toplumun içten içe çürümesini getirebilir. Küba’da yeniden özel mülkiyete alan açılması (örneğin taksi sahibi olma, ulaşım aracı olarak çalıştırma), ticaret ilişkisi körükler, toplumsal kurtuluşu değil, bireysel menfaat güdüsünü büyütür. Üst yapının sıkı denetimi altında yapılıyor olması belli risklerin önüne geçebilir ama zamanla toplumdaki kültürel erozyon büyüyebilir, bencilce duygular tüm toplumu cenderesine alabilir. Dolayısıyla sosyalizmde ısrar için insan’da ısrar ve her daim toplumsal kültürün canlı, örgütlü bir gelişim içinde olması gerekir.

Küba, bu güne kadar direnerek geldi ve ancak halk sahip çıkmaya devam ederse Küba, Sosyalist Küba olarak kalabilir…


Not: Bu yazı, Eren Yıldız’ın Küba yazı dizisinin üçüncü ve son yazısıdır. Komün Dergi 7. Sayı’sında yayınlanmamış olup ilk kez web sitemizde yayınlanmaktadır.