Küba ve 20. yüzyıl sosyalizmi – E. Gozel Dündar

“İşte döndük, gözlerimizde henüz Küba ormanlarının nemi seziliyor. Sierra Maestra’ya çıkıp şafağı gördük. Ruhlarımız ve ellerimiz şafağın tohumlarıyla dolu bunları toprağa ekmeye, meyve versinler diye bekçilik etmeye hazırız.” “İşte böylece kırların terine batarak, dağların ve bulutların ufku önünde, adamızın kızgın toprağı üzerinde isyancı şef ve beraberindekiler Havana’ya girdiler. Tarih halkın ayaklarıyla yeni bir kışlık sarayının merdivenlerini tırmanıyordu”

(Che Guevara)

Che, 60’lı yıllarda sosyalist ülkeler üzerinde değerlendirmelerde bulunurken Sovyet ekonomisindeki son durumu, aşamalı olarak kapitalizme geri dönen Yugoslavya’nın haline benzetmişti. Bu yolun “bir güzergâh hatası mı yoksa geriye dönüşün kesin bir başlangıcı mı” olduğunu zamana bırakmıştı. Benzer bir değerlendirmeyi demokratik Almanya için de yaparak “pazar ekonomisine geri dönülüyor” tespitinde bulunuyordu. 

Şimdi benzer durum Che’nin ülkesi Küba için de geçerlidir. 20. yüzyılda her sıkışmada özel mülkiyete, küçük meta ekonomisine, ticarete, pazara göz kırpan ve o yoldan kapitalizme evrilen ülkeler gibi Küba da aynı yola girmiş bulunuyor. Devrimin liderleri daha hayattayken girilen bu yola kimse Küba’nın gönüllü olarak girdiğini düşünemez. Mesele Küba’nın kapitalizmle girdiği bu ilişkinin nasıl sonuçlanacağıdır. 

Yıllar önce Castro, Sovyetlerin çözülüşüne çok sert eleştiriler ve analizler yapmıştı. Sosyalizmin doğal sebeplerle bitmediğini, arkasından hançerlendiğini, iç ve dış bir suikasta uğradığını, emperyalizmin komplosuna sosyalist ülkenin işbirlikçilerinin de katıldığını belirtiyordu. 

Sovyetlerin kapitalizme çözülüşüyle birlikte aynı pratiği sergileyen kamp da çözülüp dağıldı. Sosyalist Küba temel ittifaklarını kaybetti ve emperyalist dünya karşısında yapayalnız kaldı. Castro değerlendirmelerinde haklıydı. ABD kesintisiz ambargo uyguluyordu. Avrupa’nın sosyal demokratları eğer kapitalizme “yumuşak geçiş” yapılırsa Küba’ya yardım yapabileceklerini beyan ediyordu. Küba ekonomik sıkıntılarıyla yüz yüze kaldı. Sosyalist ada ne ürünlerini pazarlayabiliyor ne de dışarıdan ürün ihtiyacını giderebiliyordu. Temel ihtiyaçlarda sıkıntılar baş gösterdi. Küba çareler aramaya, tavizler vermeye başladı. 90’lı yılların başından itibaren yaklaşık 10 yıl sürecek bir geri çekilme süreci başlatıldı. Turizmi teşvik etti, dolar kullanımına izin verdi, küçük çaplı özel ticareti onayladı, tarımsal ürünler için semt ve köy pazarlarının kurulmasını kabul etti, uyumlarla denetimli kapitalizme başvurdu. 

Kısa sürede bu ilişkilerin toplumsal dokuyu bozduğu, gelir farklılığına, yolsuzluklara, ücret eşitsizliğine, turizmle birlikte ahlaki bozulmaya yol açtığı görülünce, 1995 yılında başlayan sürece zoraki son verildi. Ekonomide dolarizasyona son verildi. Bütün mağaza, otel ve tesislerde döviz ilişkisi kaldırıldı. Küba zorluklar içinde yoluna devam etti, ayakta kalmaya çalıştı. 

Chavez’li Venezuela bir şanstı. Karşılıklı dostluk ve dayanışma mesajlarını açık ve gizli anlaşmalar izledi. Bununla da kalmayacağı belliydi. Ambargo, kuşatma ve sınırlı kaynaklarla Küba ayakta kalmayı başarabilecek miydi? Bütün kapılar yüzüne kapanmıştı. Ürettiği bir iki temel ürünü de dünyaya pazarlayarak ekonomisini canlandırmasına izin verilmiyordu. 

Tam da durum bu aşamadayken, ABD ile ilişkilerde yumuşama sürecine gidildi. ABD ambargoya son verdiğini açıkladı. Karşılıklı anlaşmalar ve belli ki Küba’nın taviz vermesi sonucunda Obama Küba’yı ziyaret ederek fırsatı şova dönüştürmek istedi. ‘Ziyaret’ baştan sona sembolik mesajlar içeriyordu. Bu mesajların devrimci duygusunu kaybetmeyenlerde ne anlama geleceği açıktır. Fakat asıl mesele ‘ziyaretin’ yarattığı “Acaba sonun başlangıcı mı?” sorusunun cevabıdır. 

Küba’nın ABD’yle girdiği bu süreç neye mal olacak? Nihayetinde Küba kısa süre önce özel mülkiyet ilişkilerinde, meta ekonomisine izin verdiğini kapitalist ilişkilere alan açtığını ‘karar’ altına aldığını açıkladı. 

Bunun bir geriye gidiş olduğuna kuşku yok. Obamagiller seviniyorsa, sosyalistler üzülüyor demektir. Küba geçmişte yaptığı gibi denetimli kapitalizm uygulayıp sonra vazgeçecek iradeyi gösterebilecek mi? Üçüncü bir yol yok! Küba ya bu geri dönüş yolundan vazgeçecek ya da kapitalizme evrilecek. Herkes: ‘Tek ülkede sosyalizm mümkün mü’ sorusuna şimdi Küba ile cevap vermek durumunda. Sadece ‘ihanet’ ile açıklanabilecek bir durum değildir. Ayrıca kesinleşmiş bir süreç de değildir. Sosyalizmde ısrar gibi çözülüş ihtimali de var. Che’nin yaptığı gibi bu yolun tehlikelerini belirterek zamana bırakmak daha doğrudur. 

Yıllar önce Fidel’in söylediği şu sözler hala güncelliğini koruyor, hem de şimdi daha yakıcı olarak Küba için: “Sosyalizmin nasıl inşa edilmesi konusunda epey açık fikrimiz var ama sosyalizmi bugün ve gelecekte nasıl koruyacağımıza dair pek çok açık fikir ve sorgulamaya ihtiyacımız var.” 

Sorun kuşatma altında, dünyadan kopuk, ekonomik kaynakları son derece sınırlı Küba ile alakalı olsaydı bir istisna denilebilirdi. Oysa 20. yüzyıl sosyalist ülkelerin kapitalizme evrilme emareleri gösteren son halkasıydı Küba. 20. yüzyılın sosyalist devrimleri dünya nüfusunun neredeyse yarısını kapsayacak büyüklükteydi. Coğrafi alanı da devasa büyüklükteydi. Ekim Devrimi 150 milyonluk halklar hapishanesinde, Çin Devrimi ise dünyanın dörtte birine denk düşen 600 milyonluk bir ülkede gerçekleşti. İkinci Dünya Savaşı sonrası koskoca bir dünya oldu sosyalizm cephesi. Böyle bakınca tek ülke devrimi, bölge devrimi, hatta (Almanya’nın yarısını koparmış bir sosyalizmin) Avrupa devrimi ‘aşılmış’ bir tartışmadır. Dolayısıyla sosyalizmin yıkılışına bahane uydurulamazdı. Bir savaş sonucu yıkılsaydı bu anlaşılabilirdi. Kıtlık nedeniyle olsa bu da anlaşılabilirdi. Fakat her iki durumda da değildi sosyalist dünya. Bundan sonrası devrimci düşünce ve uygulamalara kalıyordu. 

20. yüzyıl sosyalizmi bir savaş sonucu yıkılmadı. Girdiği her savaştan zafer kazanarak, büyük prestijler elde ederek çıktı. Ama büyük askeri başarılar toplumsal özgürlüğü sağlamaya yol açmıyor, tersine sosyalizm sorunları ikinci dünya savaşı sonrası daha fazla gün yüzüne çıkıyordu. Sosyalist ülkeler cephesi genişlerken geçiş çağının tüm sorunları orta yerde duruyordu. Sosyalistler gönül rahatlığıyla bir geçiş çağı teorisine sahip değillerdi. Kapitalizmin, ekonomik, politik kültürel alışkanlıkları ve yaklaşımlarını aşamıyordu. Devletçilik, kooperatifçilik, küçük mülkiyetli üretim, ücret, fiyat, kar, meta-para-pazar, ücretli iş gücü, proletarya diktatörlüğü, burjuvasız burjuva devlet, burjuva hukuk, kızıl ordular… bunların tümü sınıflı toplumlara aitti. Kapitalizmi aşmıyordu. Hiçbiri özgürlüğü yaratacak, güvence altına alacak yol ve yöntem değildi. Sosyalist dünyanın sorunları tam da bu noktada düğümleniyordu. Kapitalizme (uygarlığa) ait olguların, kodların yerine yeni ilişki tarzını koyamamak! 20. yüzyıl yeni çözümler üretemedi, uygarlığın ilişki diyalektiğini üretmeye devam etti. Üzerine çokça gürültü koparılan, sihirli değnek misali çare olduğu düşünülen proletarya diktatörlüğü (ki Marx’taki anlamı devlettir) varlığını yansıtır. Proletarya ve diktatörlük! Her iki kavramda antik çağa aittir. Sadece zamana uyarlanmış, modernize edilmiş, çağdaşlaşmışlardır. Hiçbir sınıf ve diktatörlük özgürlük yaratmaz, özgürlüğe gidecek yolları döşemez. Proletarya ‘yeteneğine ve emeğine göre’ ücret alan bir sınıftır. Kendisi özgür değilken ‘özgürlüğü getirecek’ bir yapı ve güç olarak da düşünülemez. Küçük burjuvazinin sınıf intiharını sık sık dile getiririz fakat esas olan, bütün sınıfların intiharını pratikleştirmektir. Sınıf olmayı reddetmek sınıfsız toplumun mihenk taşıdır, olmazsa olmaz, özüdür. 

20. yüzyıl sosyalizmi, geçiş çağının sorunlarına devrimci çözümler getiremedi. Uygarlığın dışından bakmasını bilemedi. Sınıfsız ilişki tarzlarını üretmede sınıfta kaldı. Fazlasıyla devlet-reform-rekabet-yarışma vb. vurguları yapıldı. Bazı noktalarda sosyalizmi sakatlayan yaklaşımları şöyle sıralayabiliriz. 

* Dünyanın neredeyse yarısı sosyalizme yönelmişken ulusların-sınırların biçimsel kalması ve kaldırılarak kardeş sosyalist dünya hukukuna geçilmesi gerekirdi. Bunu yerine kibirli bir egemenlik ve üstünlük yarışı, büyük devlet, büyük lider pozları, ‘küçük’ ulusları kendilerine bağımlı kılma şovenizmleri, savaşa yol açabilecek gerginliklerin çıkarılmasını gördük. Halklar, uluslar arasında kardeşlik ve özgürlük ahlakı işletilmedi. Bazıları ulus bazıları kültürel grup ilan edildi. Kimine ulusal devlet kimine özerklik uygun bulundu. Temel olanla tabi olan ayrımı yapıldı. Güçlü olanların şovenizmini gördük. 

* Politikadan ekonomiye tüm toplum üzerinde merkezileşmiş bir “devlet sosyalizmi” hâkim oldu. Parti-bürokrasi-ordu merkezli yukarıdan aşağı inşa ile toplumun inisiyatifi dışlandı. Sosyalist demokrasi işletilmedi. Sosyal olmayan, devletçi bir sosyalizm türedi. Çoğulcu birlik anlayışı yerine tek parti diktatörlüğü basın-yayın, sanat, edebiyat, bilim ve felsefe alanında güdükleşmeye yol açtı. Savunmacı içgüdülerle, aşırı şüpheci refleksler geliştirilerek farklı düşüncelere suçlu muamelesi yapıldı. Ardından yargılamalar, sürgünler ve ölümlerle tasfiyeler gerçekleştirilerek özgün düşüncenin yolları kapatıldı. 

* Mülkiyet teorideki boşluk giderilemedi, ortaya konan ve denenen mülkiyet çeşitleri genellikle sınıflı-despotik-kapitalist biçimlerden devşirilmişti. Devlet mülkiyeti, kooperatifler, küçük mülkiyetin özel biçimi… En nihayetinde bir gün hepsinin devlet mülkiyeti olacağı ve devletin söneceği böylece tüm ‘toplumun mülkiyeti’ olacağı düşüncesi hâkimdi. Oysa hayat bir bütündür ve hayatın parçalarını topraklar, sular, ormanlar mal mülk olarak kabul edilemez. Kendini ‘doğanın çocukları’ gören dönemlerin teorisine ulaşmak gerekirdi. Hayat mal mülk değildir düşüncesini özgürlüğün ilkesi haline getirmek gerekir. 

* Sosyalist dünyadaki devletler her sıkıştıklarında sosyalist yol ve yöntemler üretmek yerine kapitalist ilişkileri yardıma çağırdılar. Özel mülkiyete taviz verme, devlet kapitalizmi uygulamalarına başvurma ve meta-pazar-kar ilişkilerinin önünü açmaya başladılar. Devlet merkezli uygulamaların yanlışı, âdemi merkeziyetçi ticaret ve kar inisiyatifleriyle yerellerde gidermeye çalışarak bir başka yanlışa yol verdiler ve kapitalist reformlarla sosyalizm çöküş aşamasına vardı. 

* Üretici güçleri geliştirme düşüncesi ve aşırı üretim mantığı ile sosyalizm ruhunu sakatlayarak emperyalizmi geçme hastalığı üretildi, toplum yarış atına çevrildi. Doğal kaynaklar gereksizce israf edildi. Doğaya hayat kaynağı değil araçsal yaklaşım gösterildi. 

* Güvenlik adına silahlanma yarışı ile ekonomik güç askerileştirildi. Kızıl ordular güç simgesi haline getirildi. Amir-memur hiyerarşisinin zayıflatılacağı, ‘ordusuz’ sosyalizme nasıl gidileceğine dair hiç bir teori üretilemedi. Marx’ın ‘silahlı halk’ öngörüsünün gerisine düşüldü. 

* Kadın-erkek ilişkileri ya ataerkil aileye dönüştü ya da özgürlük adı altında yozlaşmış, sevgisiz ve güdüsel yaşantılarına dönüştü. İlişki araçsallaştı. Aşk ahlakı, özgürlük hukuku, özgür kadın-erkek ilişkilerini yaşatmada sosyalizm önümüze bir şey koyamadı. Kadın alanında bazı ekonomik politik iyileştirmeler kültürel derinlikle birleştirilemedi. Devrimler sonrası tek kadın teorisyen ve lider çıkmamıştır. ‘Başkanlar’ hep erkek kalmıştır. 

* Kaba materyalist yorumlarla toplumların kutsallıkları-inançları yanlış okundu, gerekli hassasiyet gösterilemedi. İdealizm-materyalizm şeklinde kutupsallaştırıcı sarmalın içine düşülerek yanlış politikalar sergilendi. Derinlikten yoksun, tarihten kopuk bir maddecilikle halklar üzerinde kibirli, laik, modernist ‘bilimsel’ diktatörlük kuruldu. En uç örneğini Bulgaristan’da gördük. Sınıflı toplumlarla birlikte bozulmuş olsa bile egemenler ile halk dini arasında temel farklılıklar vardır. Kutsallıklar toplum olmanın, komün olmanın anayasasıydı, felsefesi, kültürü, ruhuydu. Evren-doğa-insan bütünlüğünde yaşamın sürdürülmesini sağlayan temel kurallardı. Yaşamla sınanmış-denenmiş gelenek bilinciydi. Tarih binlerce yıl bilimle değil o kutsal gelenekle sürdürülmüştü! 20. yüzyılın bakış açısı yüzeysel burjuva materyalizmine benzemiş, Marx ve Lenin’in inkârına varılmıştır. 

20. yüzyıl sosyalizmin denediği en ileri görüşlerin hiçbirisi sonradan üretilmiş değildi, Marx-Engels’ten beri öngörülmüş düşüncelerin ürünleriydi hatta çoğunlukla Marx’ın öngörülerinin oldukça gerisine düşülmüştür. 

İlk sosyalist deneyler bize özgürlüğü gösterecek, ufkumuzu açacak sağlıklı bir çerçeve sunamamıştır. Kullanılan yol ve yöntemlerin kavram ve kategorilerin tümü ve tümünün içeriği sınıflı toplumlara aittir. Belki en ileri vurgular Mao ve Che’den geldi. Bunlar da yeterince pratikleştirilmedi. 

Şunu net olarak söyleyebiliriz ki sınıflı toplumlara ait hiçbir düşünce sınıfsız toplumun ön kültürünü yaratamaz. Evet, sosyalizmin geçiş çağının ilk adımını attık ve o çağa dair güçlü bir teorimiz olmadığını daha ilk adımlarda anlamış olduk. 

Tarih önümüze ‘Tarih-Devrim-Sosyalizm diyalektiğini yeniden kurmak’ şeklinde bir görev koymuştur. 20. yüzyıl sosyalist deneylerin düşünce ve davranış diyalektiğini sorgulayarak Özgürlük Diyalektiği ekseninde sosyalizm mücadelesini yeniden inşa etmek zorunludur.

Uygarlığa karşı hiçbir kültür devrimi yaratamayan hiçbir sosyalist anlayış insanlığı özgürlüğe taşıyamaz. Sosyalizmin sorunlarının kaynağı tarihseldir. Politik iktidar hedefini asla arka plana atmayan ama sınıflı toplum kültürüne karşı bir kültürle sosyalizmi inşa eden bir yeniden yapılanma elzemdir. 

Küba’ya yeniden dönecek olursak; Küba klasik anlamıyla tam da ‘tek ülkede sosyalizm’ sorunlarını yaşamaktadır. Bunun yanı sıra ekonomik yapısı, olanakları en zayıf ülkelerden biridir. Küba devriminin liderleri mevcut gelişmelerden dolayı mutlu olmuyorlar, ne döneklik ‘aşığı’ ne de ABD hayranıdırlar. Sosyalizmi yıkmaya sevdalı olduklarını da kimse söyleyemez. 20. yüzyıl sosyalizminin belki de en ileri fikirleri Küba’dan geldi. İnsana, iradeye, ahlaka, manevi özendiricilere, kültüre, sağlığa, enternasyonal dayanışmaya vurguları ve pratikleri inkâr edilemez. Devletçilik temel eğilim olsa da katı despotik devletçilik Küba’da tutmamıştır. Güler yüzlü, sıcakkanlı insanların ülkesiydi Küba. İnanç, din vb. sorunlar konusunda ‘sorunsuzdur.’ Yukarıda sıraladığımız eleştirilerden belki de en fazla muaf tutulacak sosyalizm, Küba sosyalizmidir. 

Küba çıkarsız enternasyonalizm deneyimleriyle örnekler verdi dünyaya. Fransız sömürgeciliğine karşı Cezayir halkının mücadelesini destekledi. Cezayir madenlerini ele geçirmek isteyen Fas’a karşı Cezayir’e askeri ve teknik yardımda bulundu. Golan Tepeleri gasp edildiğinde donanımlı tank tugayı 1973-1975 yılları arasında Suriye’de nöbet tuttu. Kongo’nun bağımsızlığını destekledi. Che ve yüzden fazla Kübalı eğitmen desteğe gitti Tunganyıka Gölü’nün batı bölgesinde Kübalı sosyalistlerin kanı aktı. Angola’nın bağımsızlık mücadelesinde Agastinho Neto’nun MPLA’sını destekledi. Nambiya ve Angola ile 6. Afrika saldırılarını püskürttüler. Amilcar Cabral komutasında savaşan güçleri eğitirken Afrika topraklarını Küba’nın enternasyonalist kanıyla suladılar. Sandinista devrimine aktif destek verilmiş ve orada da Kübalı eğitmenlerin kanı akmıştır. Che Bolivya’da devrim örgütlerken şehit düştü… Küba dünyanın birçok ülkesine karşılık beklemeden doktorlarını gönderdi, sağlık hizmeti sundu, tıp eğitimi vermekte tereddüt etmedi… 

Küba zor koşullarda ayakta durmaya çalışmaktadır. İçine girdiği süreç tehlikeli ve risklidir. Küba Komünist Partisi, 7. Kongre’de devrimde rol oynayan üst düzey isimlerin başı çektiği son kongre olduğunu duyurdu. Şimdi devrim kuşağından sonra gelecek olan “yeni” neslin mevcut krizden çıkıp çıkamayacağını göreceğiz. Hiçbir sosyalist ülke ikinci kuşak sosyalist lider yetiştiremedi. Küba’nın yeni kuşağı bu kapitalist yoldan geriye dönüşü gerçekleştirebilecek mi, kapitalizmden vazgeçerek sosyalizm yolunu tutabilecek mi? Tarih sosyalizmi bir de böyle sınava çekecektir. 

Bize düşen görev 20. Yüzyıl sosyalizminden devrimci sonuçlar çıkararak köklü bir yeniden uygulamayı başarmaktır. 

Son sözü 2016 yılının Kasım ayında kaybettiğimiz, partisinin 7. Kongresinde 89 yaşındayken konuşan Küba Devrim Lideri Fidel Castro’ya bırakıyoruz:

“Bu benim bu salondaki son konuşmam olabilir. Latin Amerika’daki tüm kardeşlerimize ve dünyaya Küba halkının galip geleceğini anlatmalıyız. Kübalı komünistlerin amaçları, çok ve onurlu bir şekilde çalışırlarsa insanların ihtiyaç duyduğu maddi ve kültürel ürünlerin üretilebileceğinin kanıtı olarak varlığını sürdürmeye devam edecek.”