Kürt halkına yönelik savaş politikaları ve devrimci muhalafet cephesi – Elif Ateş

İşçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü olan ve aynı zamanda katliamlara, yasaklara karşı verilen zorlu mücadelelerle anlam kazanan 1 Mayıs’ı yeni bir işgal ve savaş gerçekliğiyle birlikte geride bırakmış olduk. Ancak bugünü tarihsel anlamına, devrimci ruhuna uygun bir şekilde karşılamak; işgale ve karşı savaşa karşı çıkmayı da gerektirdiği halde, buna uygun bir pratik sergilendiğini de söyleyemeyiz. Evet, bütün yasaklamalara rağmen sınırlı sayılarla da olsa Taksim’e çıkıldı; evet, işçi sınıfı ve emekçilerle alanlarda birlikte olmak adına Maltepe’de daha kitlesel biçimde yer alındı; ama yoksulluğun savaşla bağlantısı, olması gerektiği biçimde öne çıkarılamadı.  

Herkesin sürekli vurguladığı gibi ülkemizde uzunca bir süredir giderek derinleşen ekonomik kriz, işçi ve emekçilerin, yoksul halkın günlük yaşamında daha ağır biçimde etkisini hissettiriyor. Artık yoksulluk sınırı veya sınırın altı da değil, kelimenin gerçek anlamıyla açlık, milyonlar için yakın tehlike haline gelmiş durumda. Öyle ki, açlık ve sefalet koşullarında yaşamaya mahkum edilen kitleler, çöplerdeki yiyecek kırıntılarını paylaşmak zorunda kalıyor; hatta artık çöplerde yiyecek bulamadıklarından yakınıyorlar. Bir yanda sarayın ihtişamı, şatafatı ve birlikte rantı paylaştıkları bir avuç çetenin gözü doymaz hırsı, bir yanda kaderlerine terk edilen, yaşam savaşı veren milyonlarca insan var ve her zaman olduğu gibi iktidar, bu sömürü ve yağma düzeninin krizini fırsata çevirmeye devam ediyor. 

Devrimci muhalefet cephesi 

Burjuva muhalefetin savaş politikalarına ısrarla desteğini sürdürdüğü siyasi iktidarı bırakalım doğrudan karşısına almayı, açlık ve yoksulluk için dahi kılını kıpırdatmadığı bir ortamda onlardan bir şey beklemek zaten mümkün değilse ve kitleler çaresizlik içinde kıvranıyorsa, devrimci muhalefet cephesindekiler neden böylesine hareketsiz diye sormak gerekiyor. Güçsüz ve etkisiz konumdaki örgütlü yapıların ancak bu kadarını yapabildiklerini söyleyerek yalnızca görünür olabildikleri ve kendi kitle tabanını dahi harekete geçiremedikleri cılız eylemliliklere yöneliş ve siyasal gündemi yakalayamayışları düşündürücüdür. Her şey bir yana yalnızca evine ekmek götüremeyen milyonların içinde yer alarak onların sesi olabilmek, hayat pahalılığının artık yaşamdan bezdirdiği kitlelerin öfkesini örgütleyerek isyan noktasına vardırmak, bugün değilse ne zaman mümkün olabilir diye sormalıyız.  

Evet, sene başından beri çoğunlukla kendiliğinden gelişen ve ekonomik taleplerin dışında siyasal bir muhteva içermeyen işçi direnişleri, fabrika işgalleri de yaşandı; ama bu eylemlerin büyük bir dalgaya dönüşüp ülke geneline yayılamadığı da görülüyor. Ayrıca karın tokluğuna çalışacak, bir işleri dahi olmayan milyonlarca işsizin, yoksulluk sınırının altında maaş alan milyonlarca işçinin ve emeklinin olduğu bir ülkede, bütün bunların çok yetersiz olduğu da açık bir gerçeklik. Bu noktada sürekli biçimde ajitasyona yönelerek, yaşanan krizi ve kaosu lehimize çevirmek mümkün diyen öncülük iddiasındaki devrimci güçlerin en temel yaşamsal hakları ellerinden alınan işçi ve emekçileri sömürü düzenine karşı harekete geçiremiyor oluşları, sorgulanmalıdır.

Sürekli biçimde yıkılacağı söylenen faşist rejimin yaşanan ekonomik ve siyasi kriz sebebiyle kendiliğinden gerilemeyeceği, hatta daha da azgınlaşacağı ortadayken, yaklaşan seçimlere kilitlenerek adeta hareketsiz kalmak ya da iktidar sahiplerinin kendi içlerindeki kapışmalardan medet ummak; anlaşılmaz bir durum olduğu kadar acziyet halidir. Yaşadığımız savaş gerçeğiyle birlikte Erdoğan’ın bütün kartları tükense bile seçimlere yakın bir tarihte yeniden siyasal sürecin inisiyatifini eline alacağı; HDP’yi kapatarak, parti kapatılırsa oy kullanamayacak olanlardan kararsızlara, boykot edeceklere, siyaset yasağının etkilerine kadar ince hesaplara girişeceği açıktır. Ayrıca Yüksek Seçim Kurulu’nun iktidarın emrinde olmasıyla yetinilmeyip siyasi partiler yasasından seçim yasası değişikliklerine, seçim güvenliğini ortadan kaldıran zorbalıklardan oy sayımındaki usulsüzlüklere kadar her türlü hileli oyuna başvuracakları belki de seçim yaptırmayacakları veya sonuçlarını tanımayacakları da biliniyor biliniyor. Hatta bunlarla da yetinmeyip seçim öncesi açlığın pençesindeki yoksullara sadaka dağıtmaktan muhalefete yönelik açıktan saldırılara, suikastlere kadar her türlü entrikanın içinde olacakları da sır değil.

Erdoğan daha yakın zamanda, Haziran seçimleri sonrasında iktidarda kalabilmek uğruna neler yapabileceğini göstermişti ve bugün yaptıklarıyla o günlerden çok daha karanlık ve tehlikeli oyunların peşinde olduğunu gösteriyor. Devrimci muhalefet cephesindekiler, bunların hiçbirine hazırlıklı değil; kimin en militan çizgide olduğunun toplumsal karşılığının olmadığı bir siyasal ortamda, sürekli krize ilişkin tahliller yapıp kendilerine önemli misyonlar biçmekteler. Oysa her zamanki gibi her şey olup bittikten sonra pozisyon almak durumunda kalmak istenmiyorsa, göz göre göre gelen iç savaş tehlikesini dikkate alıp buna uygun bir konumlanış içinde olmak, artık bir zorunluluk halini almış durumdadır. Halkı açlığa, yokluğa mahkum ederek baskı ve şiddet politikalarıyla varlığını sürdüren iktidarın ülke içinde olduğu kadar dışarıda da azgınca saldırarak ayakta kalmaya çalıştığı bir dönemde yaşanan bu rehavet halini, kabul etmek mümkün değildir.

Dünyada ırkçılık ve faşizm yükseliyor 

Aslında yalnızca ülkemizde değil, bütün dünyada benzer bir süreç yaşanıyor; bir yandan emek sermaye çelişkisi derinleşirken sınıf mücadeleleri farklı bir boyut kazanıyor, bir yandan da ezilen sömürülen halkların zorla içine itildiği savaş politikaları hüküm sürüyor. Bütün dünyada kapitalist sistemin doğasından kaynaklanan krizin giderek derinleşmesi ülkelerin kendi içinde yoksulluğu, sömürüyü artırırken bir yandan da emperyalist rekabeti tırmandırıyor. Yeni sömürgecilik politikalarının farklı biçimler almasıyla birlikte artan saldırgan politikalar, ülkelerin dışına taşıyor ve savaşlar süreklilik halini alıyor. 

Evet, yalnızca ülkemizde değil,bütün dünyada açlık, yoksulluk ve sömürü giderek artıyor; zenginle yoksul arasındaki uçurum ise inanılmaz derecede büyüyerek bütün sınırları zorluyor. Yine bütün dünyanın en güçlü ülkeleri ve bu ülkelerdeki en zenginler, başka ülkelerdeki halklara ve kendi ülkelerindeki yoksullara, yabancılara karşı en acımasız uygulamalara girişerek adaletsiz sistemlerini dayatıyorlar. Bütün bunlar olurken bir yandan dünyanın değişik ülkelerinde yükselen halk hareketleri ve kitlesel eylemlilikler gelecek açısından umut yaratıyor. Ancak bir yandan da bugün ırkçılık ve faşizm bütün dünyayı etkisi altına alacak biçimde yeniden sahnede ve bundan sonraki süreç bütün halklar için epeyce karanlık görünüyor.  

Özellikle Ukrayna savaşından sonra devreye sokulan ırkçı, faşist propaganda ve örgütlenmeler ile birlikte geliştirilen ideolojik kuşatma, bilinçlice yaratılan bir saldırganlığa dönüşecektir. Devletlerin doğrudan desteklediği medya tekellerinin manipülasyonuyla boyutlandırılan ırkçılık, yabancı düşmanlığı ile birlikte büyüyerek bir süre sonra daha büyük bir tehlike oluşturacak gibi görünüyor. Nitekim yaşanan savaş bütün dünyaya Avrupa demokrasilerinin gerçek niteliğini, barış ve özgürlük oyunlarının sahteliğini gösterirken, bütün bu saldırganlığın derinlerinde yatan geçmişe yani sosyalizme olan nefreti de açığa çıkarmış oldu.

ABD’nin tezgahladığı darbe ve katliamlarla iktidara gelen ve bir özgürlük kahramanı ilan edilen palyaço Zelenski; nasıl ki ilk iş olarak komünizmden arındırma programını devreye sokarak geçmiş tarihin bütün izlerini silip yok etmek üzere seferber olduysa, bugün kasılarak komünizm düşmanlığını kusan Batı emperyalizmi de ABD/NATO yörüngesine daha çok eklemlenerek Rus düşmanlığından mülteci düşmanlığına ve faşizme doğru yelken açmış durumdadır. Gerçekliğini yitirmiş bir dünyada adeta efsunlanmışçasına histeriye kapılan modern Batı’nın haydutları; lanetledikleri geçmişlerine dönerek yabancılara, özellikle de mültecilere öfkelerini boşaltmak için hazır vaziyette bekliyor.

Türkiye’de sığınmacılara yönelik saldırılar 

Türkiye’de de yabancılar ve özellikle de Ortadoğu’dan geldikleri için hiçbir zaman mülteci mertebesine ulaşamayacak olan sığınmacılar, son süreçte hedef tahtasına oturtuldular. Bu ülkede yaşadıkları süre boyunca ucuz işgücü olarak en ağır işlerde kölece çalışmak zorunda bırakılan milyonlarca sığınmacı, yine her türlü kötülüğün müsebbibi olarak gösterilmeye çalışılıyor. İçinde bulundukları sıkışmışlıkta içerde yeni düşmanlar yaratmakta gecikmeyen ve uzunca bir süredir sığınmacıları dillerine pelesenk eden egemenlerin onları siyasi malzeme konusu yapmaları, hiç de zor olmadı.

Ülke kaynaklarının ve bütçenin sığınmacılara aktarıldığı yalanıyla halkı kendi yoksulluklarının sorumlusu olarak gösterilen sığınmacılara karşı kışkırtarak tepkileri; iktidara değil, onlara yöneltiyorlar. Bu nedenle de özellikle seçimlere yakın dönemde, artık pimi çekildiği anda patlamaya hazır vaziyete getirilecek yoksul halkın, Alevi- Sünni, Türk Kürt çatışmalarına olduğu kadar sığınmacılara yönelik linç saldırılarına da yöneltileceğinden ve kaos ortamı yaratılacağından şüphe duymamak gerekiyor. 

Böylelikle T.C.devleti  emperyalist ülkelerle işbirliği içinde kendilerinin sebep olduğu savaşların ve göçlerin sonucunda ülkelerini terk etmek zorunda kalan insanları bir kez daha yıkıma sürüklemekte beis görmüyor. Geldikleri tarihten itibaren her fırsatta, açarız kapıları tehdidiyle Avrupa’yla yapılan kirli pazarlıkların temel konusu haline getirilen ve üzerlerinden para kazanılan sığınmacılar, dün kıymetli misafirken bugün kovulması gereken fazlalıklar haline geldiler. Irak ve özellikle de Suriye savaşının sonucunda TOKİ evlerinde kalacakları vaadiyle getirilip insanlık dışı koşullarda yaşamaya mahkum edilerek sokaklara bırakılanların şimdi de İdlib’deki briket evlere götürülecekleri, kendi ülkelerindeki toplama kamplarında yaşamaya mahkum edilecekleri söyleniyor. 

Bunun dışındaTürkiye’nin işgal ederek kendi toprağı gibi yerleşip devlet kurumsallaşması yarattığı Efrin, Cerablus gibi bölgelerden Kürtleri tamamen çıkarıp sünnileştirme programı kapsamında cihatçı çeteleri yerleştirmeyi düşünüyorlar.  Dolayısıyla, sığınmacıları her türlü kullanıma açık bir araç olarak gördüklerini; Avrupa’dan para almak  veya yandaş sermaya gruplarına ucuz işgücü sağlamanın yanısıra, azımsanmayacak bir kısmını cihatçı militanlar olarak ülke içinde kullanmak üzere yetiştirdiklerini, bir kısmını da Libya’dan Karabağ’a kadar sınırların ötesine paralı asker olarak gönderdiklerini de belirtmek gerekiyor.

Ukrayna savaşının yarattığı fırsatlar ve işgal saldırısı 

Ukrayna’da yaşanan savaşla beraber, T.C.’nin bölgesel konumunun avantajlarını kullanarak uluslararası platformlarda yeniden arenaya çıkan Erdoğan, her iki tarafla sürdürdüğü bütün ikiyüzlü ilişkilere rağmen arabuluculuğa soyunarak Batı’nın ve Amerika’nın da desteğiyle kendisini daha önemli konumlara getirmeye çalıştı. Böylelikle, uzun süredir etkisiz eleman konumundayken yeniden dış dünya nezdinde önemli bir şahsiyet haline gelmenin sarhoşluğuyla kendinden geçip içerde de spekülatif etkiler yaratarak eriyen toplumsal gücünü yeniden kazanmaya çalıştı.   

Ukrayna üzerinden geliştirilen Rusya- ABD/NATO savaşı uzadıkça ve siyasi etkisi azaldıkça uluslararası düzlemde kendisi lehine gelişen şartları kullanarak bölgede rol arayışına devam eden iktidar, kendi işgal sahalarını genişletmek için yeni savaş stratejileri geliştiriyor. Pençe-Kilit adını verdikleri yeni işgal saldırısıyla bir yandan Yeni Osmanlıcılık çizgisiyle eski Misak-ı Milli hayallerine dalarken diğer taraftan da ekonomik kriz nedeniyle gelişecek toplumsal tepkileri baskılamaya çalışıyorlar. Daha da ötesi, ezilen ve sömürülen yoksul halkı yeniden tehlikeli bir zehir olan şovenizmle kışkırtarak Kürt düşmanlığına yöneltmek, gerginlik yaratmak niyetindeler. 

Dünyada yaşanan çatışma ve savaşların en yoğun yansımalarını gördüğümüz Ortadoğu’da bölgenin saldırgan gücü olarak T.C., ABD ve İngiltere başta olmak üzere, diğer emperyalist güçlerin de onayıyla bugün yeniden Ezidilere ve Kürt halkına karşı savaş başlattı. Rusya’nın bölgedeki etkisinin azalmasıyla, Ortadoğu’daki gücünü daha çok artırabilecek bir konumlanış içine girmeye çalışan ABD’nin desteğiyle, bundan sonraki süreçte NATO’ya daha çok yaklaşarak daha da saldırganlaşacak bir Türkiye olacak. Bu yüzden saldırıların Zap, Metina, Avaşin-Basyan’la sınırlı kalmayarak Irak’ta başlayan işgal harekatını boyutlandırıp Suriye topraklarına doğru genişleterek kalıcı hale getirilmesi planlanıyor.

Bu saldırı ve savaş konseptinin yalnızca siyasi iktidarın ömrünü uzatmak için veya seçimlere dönük bir hamle olmadığı, bizatihi T.C. devletinin geleceğe dönük, uzun vadeli, kalıcı stratejik hedefleri ve bölgeye yerleşim politikalarıyla birlikte kendi varlık gerekçesi olarak beka sorunu bağlamında uygulamaya konulduğu açıktır.  

Irak Kürdistanı ve ihanetin sonuçları 

Bütün bu saldırılarla birlikte maalesef ki Kürt halkı bir kez daha kendi içlerinden gelen ihaneti yaşamak zorunda kaldı. T.C.’nin KDP ile yaptığı görüşmelerin hemen ardından ve onların ortaklığıyla başlattığı saldırı, bugün Irak ordusunun Şengal’e saldırısıyla boyutlandırılarak sürdürülüyor. T.C.’nin Güney Kürdistan’da oluşturduğu gerici ittifak, Irak’taki siyasi istikrarsızlıkla birleşti ve şaibeli seçimlerin ardından hükümet kurulamayışı ve geçici hükümetteki işbirlikçilerin de KDP’nin işgal çağrısına olumlu yanıt vermesiyle Şengal’e saldırı başladı.

2014 yılında IŞİD’in Şengal’e saldırısı sırasında ağır silahlarını da bırakarak şehri terk eden Barzani’nin peşmergeleriyle Irak ordusu, büyük bir katliamın yaşanmasına neden olmuşlardı. Binlerce Ezidi’nin katledildiği, binlerce kadın ve çocuğun kaçırılarak işkence ve tecavüzlere maruz kaldığı, köle pazarlarında satıldığı ve halen akıbeti belli olmayan binlerce Ezidi’den haber alınamayışının sorumluları, bu suçlarını unutup hiç utanmadan, alçakça bir ihanetle Şengal’e saldırıyorlar. Üstelik saldırı gerekçeleri de, IŞİD zulmüne uğrayan halkları onların elinden kurtaran Kürt özgürlük güçlerinin bölgedeki varlığı ve etkisi. 

T.C. de onlarla aynı rahatsızlığı duyuyor ve Zap, Metina, Avaşin-Basyan’la sınırlı kalmayacak biçimde Musul-Kerkük hayalleriyle birlikte ve eni sonu Rojava’nın yok edilmesine dek saldırılarını sürdürmek istiyor. KDP, Özel Güçlerini devreye sokarak T.C. ile birlikte Kuzey ve Doğu Suriye sınırına kurduğu üsler ve karakollarla, termal kameralarla sınırı kuşatma altına alıyor. 2014’te sınıra kazdıkları hendeklerin toplu mezara dönüştürülmesinden hiç hicap duymayarak sivillerin bulunduğu köylere yapılan saldırılara, suikastlere ve T.C.’nin sınıra 30 kilometrelik alana tampon bölge kurmasına ortam hazırlıyorlar. T.C. ise bu işbirliğini iyice boyutlandırarak Şengal’e, oradaki özerk yönetime, bununla da yetinmeyerek -hiçbir zaman hazmedemediği- Kobani direnişinin ardından oluşan Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’ne saldırarak bölgeye yerleşmeye çalışıyor. Daha da kötüsü elbirliğiyle Ezidileri, Kürtleri, Süryanileri yok ederek aynı zamanda Şengal’i; şeriatçı bir yapıya dönüştürmeye ve yeniden IŞİD saldırılarına açık bir ortam hazırlamaya çalışıyorlar.  

Böylelikle, T.C. ezeli ve ebedi düşman konumundaki Kürtlerin bütün tarihsel kazanımlarını, toplumsal örgütlenmesini yok ederek bölgedeki gücünü sarsmak, yıkmak istiyor. Geçmişten bugüne yaşanan kuşatılmışlığa ve saldırganlığa karşı direnen Rojava devrimi, hedef haline getirilmiş durumda ve esasında baştan beri komünal bir toplum modelinden rahatsız olan tüm emperyalist güçler de bu durumdan memnun. Bu yüzden açık biçimde ABD ve AB desteğiyle, onların onayıyla Şengal’e saldıran Türkiye’nin işgal girişimine artık usulen dahi olsa karşı çıkma ihtiyacı duymuyorlar. Onlar da T.C.’nin Irak’ta oluşturduğu ittifak ve işbirlikçi Kürtlerin ihanetiyle başlattığı saldırının amacına ulaşmasını, Kürdistan özgürlük güçlerinin bölgede kazandığı mevzileri yok ederek dünya halklarında yaşattığı moral değerleri bitirmek istiyorlar.   

Sonuç yerine 

Kürtler açısından yaşanan siyasal sürecin bu yönü, artık bilince çıkarılmış ve hem kendi örgütsel varlığını koruma hem de sömürgeciliğe karşı birleşik devrim mücadelesini öne çıkarma temelinde direniş sürdürülmektedir. Böylesine acımasız bir dünya gerçekliğinde yalnızca kendileri için değil, Ortadoğuda yaşayan bütün ezilen halkların kurtuluşu için verdikleri mücadele ortadadır ve içinde bulunduğumuz süreçte hem Türkiye hem de dünya halklarının Kobani direnişinde gösterdiği enternasyonalist dayanışma, bugün çok daha yakıcı biçimde kendini hissettiriyor.

Gelinen aşamada egemenler, ülke içinde de en büyük tehlike olarak gördükleri Kürtlere saldırmaya devam ediyor; Kobani davası, HDP’yi kapatma girişimleri ve son süreçte partiye yönelik saldırılar, önümüzdeki günlerde şiddetin daha da tırmandırılacağını gösteriyor. Gezi davasında verilen kararla birlikte aslında daha sert bir döneme girileceği ve saldırıların yalnızca Kürtlerle ve onlarla birlikte mücadele edenlerle sınırlı kalmayacak biçimde hak ve özgürlük arayışındaki geniş toplum kesimlerine yayılacağını, göstermiş oldular. Bu yüzden siyaset alanını iyice daraltarak kendileri dışındakilere açıkça meydan okuyan, tahakküm kurarak korku yaymaya çalışan iktidara karşı, dar birleşik mücadele örgütlenmelerini aşarak cepheyi olabildiğince genişletmek gerekiyor. Artık bir zorunluluk halini alan bu geniş birliktelikler başkaca mücadele biçimlerine ve devrimci çıkışlara engel değildir.