Kürt Sorunu ve Ortadoğu – Kuzey Derviş

Öcalan’ın 27 Şubat tarihli açıklaması; içeride-dışarıda, uluslararası camiada, dost-düşman her çevrede yankılar yarattı. Batılı devletlerin hemen hepsi; ABD, Almanya, İtalya, Fransa, AB ve BM Genel Sekreteri, Öcalan’ın çağrısını ve PKK’nin tek taraflı ateşkes ilan ederek verdiği cevabı olumlu bulduklarını açıkladılar. İran da iki gün sonra aynı yönde olumlu bir açıklama yaptı.

İçeride ise muhalefette veya iktidarda, devlete veya Kürt özgürlük hareketine yakın bütün çevrelerde ortak tutum “ihtiyatlı iyimserik” oldu. Günün moda tabiri “ihtiyatlı iyimserlik”tir. Hiç kimse adil bir barış konusunda umut kırıcı ve kötümser duygular yaymak istemediği için ama aynı zamanda bu derin tarihi meselede kolay bir çözüme inanmadığından ve tabii Erdoğan iktidarına güvenmediğinden, ihtiyatı elden bırakmıyor ve bu ortalamacı tabiri kullanıyor.

Biz konuyu hangi temelde ele almalıyız?

En temelde; ezilen ulus, Kürtler, kendi kaderini tayin hakkını özgürce hangi yönde kullanırsa kullansın ve bu yönde hangi mücadele biçimini seçerse seçsin, biz o iradeyi ve o mücadele biçimin destekleriz. Bu nedenle başından beri bağımsız devlet istediğinde de, özerklik istediğinde de, savaşırken de, barışırken de Kürt halkının yanında olduk. Kürdistan özgürlük mücadelesinin şu anda izlediği taktikte de doğal olarak onun yanında oluruz.

Ancak Kürdistan devrimi; biz Türkiyeli devrimciler için uzaktan, enternasyonalist boyutta desteklediğimiz, başka bir coğrafyadaki dışsal bir mücadele değildir. Aynı düşmana karşı savaştığımız komşu coğrafyadır Kürdistan; Kürt halkı ise giderek daha çok Türkiye’nin batısında birlikte yaşadığımız bir kardeş halktır. Birleşik Devrim ve Halkların Birleşik Mücadelesi, her iki devrimin birbiriyle iç içe gelişiminin ve derin etkileşiminin boyutunu ortaya koyar. Dolayısıyla İmralı’da geliştirilen yeni politik hamlenin anlamını ve sonuçlarını iyi değerlendirmeliyiz.

27 Şubat Açıklaması: söylemdeki radikal farklar, uluslararası ortamdaki radikal değişimin sonucu

2015’te bir önceki çözüm sürecinin bitişinden beri 4 yıldır mutlak bir tecrit altında tutulan Öcalan’ın 27 Mart’ta DEM heyeti üzerinden bu açıklamayı yapmasını koşullayan gerçeklik, son bir yılda Ortadoğu’da yaşanan ve bölgesel bir savaşa doğru ilerleyen gelişmelerdir. İmralı açıklamasını bu gelişmelerle bağlantılı ve bu gelişmelerin içerisine yerleştirerek okumalıyız. Hızla hatırlayalım: İsrail’in Gazze’deki yıkımı ve bütün dünya güçlerinin gözleri önünde bir yıla yayılarak gerçekleşen bir soykırım; İran C. başkanı’nın helikopterinin düşürülmesi; HAMAS lideri Haniye’nin İran devlet konukevinde İsrail füzesiyle öldürülmesi; Hizbullah’ın binlerce sivil mensubunun elektronik bir sinyalle patlatılan çağrı cihazlarıyla öldürülmesi, yaralanması; Hizbullah lideri Nasrallah’ın yerin altında, eksi sekizinci katta ABD’nin İsrail’e  verdiği sığınak delici bombalarla öldürülmesi; Güney Lübnan’ın işgali ve yaklaşan Trump iktidarında bu sürecin İran rejimini devirecek bir savaşa doğru ilerlemesiyle bölgenin emperyalistler tarafından komple bir yeniden dizayna vardırılacağının anlaşılması…

Gidişat birçok bölge devleti gibi Türkiye’yi de ürkütüyordu. Haritaların değişeceği bir Ortadoğu’da İran’ın hedef alınacağının anlaşılması Türkiye açısından, dört parçada birden büyük bir Kürt siyasal varlığının ortaya çıkması tehlikesini barındırıyordu. Ama Türkiye için asıl alarm zilinin aşağıda anlatacağımız gibi Eylül 2024’te çaldığı anlaşılıyor.

Geçen yaz Haziran 2024’te, Halep’ten boşaltıldıklarından beri yedi yıldır İdlip “silahsızlandırma bölgesi”nde TC tarafından sözüm ona silahtan arındırılmak üzere duran HTŞ; Türk makamlarına Esad’a yönelik bir askeri operasyon planladıklarını bildirir. Reuters’ın bildirdiğine göre, Türkiye bu projeye olumlu yaklaşmaz. Çünkü hatırlanacak olursa geçen yıl o tarihlerde Türkiye’nin Suriye’ye ilişkin temel politikası, Esad’ı Kürtlere karşı Erdoğan ile görüşmeye razı etmek üzerine kuruluydu. Halep 2017’de El Nusra’dan (sonraki HTŞ) temizlendiğinden beri Şam’da Esad’ın iktidarı gayet sağlam görünüyordu. Rojava’ya TC ve SMO saldırıları hesaba katılmazsa ülkede istikrar sağlanmış gibiydi. Suriye’nin istikrarlı bir geleceğe kavuşmasının önünde başlıca iki sorun kalmıştı. Birincisi Rojava özerk yönetiminin Şam devlet merkeziyle entegrasyonu, ikincisi de İdlip’de 7 yıldır sessizce duran bir kısmı yabancı binlerce silahlı cihatçı ve ailelerinin ya Afganistan’a taşınarak ya da başka bir yolla tasfiyesi. Herkes, 2011’de başlayan iç savaşta Esad’ın kazandığı Erdoğan’ın kaybettiğinde hemfikirdi. Zaten Ankara da Suriye’ye ilişkin bütün beklentilerini geri çekmişti, tek derdi Esad yönetimiyle anlaşıp hududun 30-40 km güneyine kadar güvenli bölge kabul edilmesi, sınıra Suriye askerinin gelmesiydi. Bunun için Esad’a çağrı üstüne cağrı yapıyor, görüşme talep ediyor, Esad yönetimi ise ikili görüşme için Türk işgalinin sona erdirilmesini, en azından bunun takvime bağlanmasını şart koşuyordu. (ABD Dışişleri, Türkiye’nin Esad’la görüşmesine karşı olduklarını hep açıkladı.)

Özetle Ankara’nın Şam’da Esad yönetimin devrilmesi yönünde bir umudu kalmamıştı. Bu bakımdan HTŞ’nin askeri harekat planını olumlu karşılamaması da normaldi. Ancak yine Reuters’in aktardığına göre, 16 Eylül’de İngiliz MI6 istihbarat örgütü başkanı Robert Moore’un Ankara’ya yaptığı gayrı resmi ziyaret Türkiye açısından her şeyi değiştirdi. İngiltere, Türkiye’ye bütün Batı’nın ve İsrail’in HTŞ harekatının arkasında olduğunu bildiriyor, Türkiye’nin bunu bilerek davranmasını istiyordu. Ankara’da panik başladı; bütün Batı, İran ve “direniş eksenini” bertaraf etmekte kararlıydı. Muhtemelen devletin “hassas merkezlerinde” mesele iki hafta enine boyuna değerlendirildikten sonra sratejik bir karara varılmış olmalı ki, 1 Ekim’de Bahçeli DEM’lilerle tokalaşarak ilk adımı attı. Ne olup bittiğini anlamaya fırsat kalmadan birkaç hafta sonra yine Bahçeli bu defa meclis grup kürsüsünden “gelsin DEM grubunda konuşsun, örgütü dağıttığını ilan etsin ve umut hakkından yararlansın” çağrısında bulundu. (Öcalan İmralı heyetine, Bahçeli’nin bu konuşması üzerine iki gün boyunca düşündüğünü anlatıyor).

Öyle anlaşılıyor ki, İngiltere aracılığıyla kendisine verilen “ültimatom” üzerine Türkiye, başlayacak savaş sürecinin bütün parçalarda birden büyük bir Kürt siyasal varlığını ortaya çıkartabileceği korkusuna kapılmış ve belki de o zamana kadar bir tuzak olarak gördüğü Öcalan’ın “konfederalizm” önermesini hatırlayıp “madem ayrı devlet istemiyor, gidip bir görüşelim, belki bir orta yol bulabiliriz” diye düşünmüş olmalı.

Henüz Suriye’de hiçbir olağanüstülük yoktur. Öcalan’a 4 yıl sonra akraba görüşü izni verilir. 23 Ekim’de yeğeni Ömer Öcalan ile görüşen Abdullah Öcalan pek çok başka şeyin yanısıra yeğenine Suriye’den de bahseder, Yeni Yaşam’da okuduğumuza göre, “Suriye Kürtleri eski Kürtler değil. Artık birçok imkanları var. Sonuna kadar haklarını savunacaklar. Her zaman direnişlerini büyütecekler. Kürtlerin herkesle diyalog kurma ve diplomasi yapma hakları var” der.

HTŞ’nin askeri harekatı 27 Kasım’da başladı. HTŞ Türkiye’nin eğitip donattığı bir örgüt değildi. Ama İdlip’te TSK kuşatmasında bulunduğu yedi yıl boyunca bütün ticaretini Cilvegözü kapısından Türkiye ile yapan, askeri ekipman bakımından İngiltere’nin, Katar’ın donattığı bir örgüttü. Askeri malzemeler ve son haftalarda giden Ukrayna SİHA’ları, Ukrayna ve Fransız subayları Cilvegözü kapısından girdiği için Türkiye’nin bütün gelişmelerden haberdar olduğu açıktır. (Kaldı ki sonradan açığa çıktı ki, Colani eski lideri IŞİD halifesi Bağdadi’nin yerini MİT’e -MİT de ABD’ye- bildirecek kadar Türk ve diğer istihbarat örgütleriyle içli dışlı birisidir). HTŞ’nin beş gün içinde Halep’i alması bütün dünya için sürpriz oldu. Sonradan anlaşıldı ki, 40 bin kişilik Halep tümeni savaşmamış, Rus uçakları hiçbir müdahalede bulunmamış; HTŞ, 350 silahlı adamla koskoca Halep’i zaptetmişti.

Akşam AKP’nin TV kanalları “Esad’ın aklı başına geldi, bu hafta Antalya’ya gelip Erdoğan’la görüşmesi bekleniyor” diye kendi beklentilerini gerçekmiş gibi haberleştiriyor, ertesi günkü AKP gazeteleri “Sıkışan Esad’ın Türkiye ile görüşmekten başka çaresi kalmadı” diye manşet atıyordu. Yani Halep düştüğünde iktidar Esad’ın devrilebileceğini hiçbir şekilde aklına getirmiyor, Esad’ın Halep yenilgisinden kendi lehine, Kürtler aleyhine kazanç elde etmeye çabalıyordu. Ancak olaylar inanılmaz bir hızla gelişti; 2 Aralık’ta Halep’i alan HTŞ, 8 Aralık’ta da Şam’a girdi. Esad ordusu savaşmamış, Rusya hiçbir müdahalede bulunmamıştı. Esad, 62 general ve önemli yetkililer Moskova’ya gitmiş veya götürülmüştü. (Herkes Özgür Özel’le dalga geçti ama Bahçeli de 3 Aralık’ta meclis grubunda Esad’ı görüşmeye çağırıyor, MHP’nin gazetesi Türkgün 4 Aralık’ta “Esad’ın diyalogdan başka yolu kalmadı” manşeti atıyordu. Özel’in “kabahatı” aynı devlet politikasını iki gün sonra, Şam’ın düşmesinden bir gün önce seslendirmiş olmasıydı.)

Ankara, ancak Şam’ın düşmesinden sonra politikasında net bir değişiklik yaptı. Beş ay önce Haziran’da sıcak bakmadığı HTŞ operasyonunun patronu sanki kendisiymiş gibi sahipleniverdi ve sanki Şam’ı kendisi fethetmiş gibi caka satmaya başladı. Erdoğan İbrahim Kalın’ı yanında Colani için dört takım elbise ile alel acele Emevi Camii’ne namaz kılmaya gönderdi. Ertuğrul Özkök bütün bu gelişmeleri “Türkiye HTŞ trenine son anda atladı” diye ifade etti. Benzeri cümleleri aynı günlerde Cemil Bayık da kuruyordu.

Mazlum Abdi, “HTŞ’nin bir askeri harekât düzenleyeceğinden haberimiz olmuştu” diyor. Ama muhtemelen Ankara gibi onlar da Şam’ın düşeceğini tahmin etmemiştir. Belki de Ankara gibi Rojava Özerk Yönetimi de Halep’i kaybedip hayli zayıf düşen Esad’ın kendileriyle anlaşmaya mecbur kalacağını düşünmüş olabilirler. Ankara daha hızlı kendini toparlayan taraf oldu, SMO çetelerini Kürt özerk bölgesine saldırıya geçirdi. ABD askerleri Tel Rıfat’ı terk edince SDG de terk etti. Keza Münbic’i hem Amerikalılar hem Ruslar terk edince SDG de Fırat’ın doğusuna geçti. SDG’nin düşman saldırısının sürpriz etkisinden kurtulup Karakozak köprüsünü tutması ve tekrar Fırat’ın batısına geçip orada mvziler tutması zaman aldı.

Geçen zaman içinde iyice anlaşıldı ki, Esad yönetiminin devrilmesi, aralarında Rusya’yı da içeren büyük bir uluslararası anlaşmanın sonucuydu. ABD ve Rusya, karşılıklı tavizlerle Ukrayna ve Suriye üzerinde anlaşmışlardı.

Olayların bu gidişatı içinde tekrar İmralı sürecine dönersek, Öcalan 28 Aralık’ta ilk DEM Parti heyetiyle görüştü. “Türk-Kürt kardeşliği”ni ve Kürt sorununun çözümü için “demokratik dönüşüm” kavramını vurguladığı açıklama ertesi gün kamuoyuna duyuruldu.

Nihayet 27 Şubat’ta İmralı’ya giden DEM Parti heyeti tarafından Öcalan’ın kamuoyuna “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” başlıklı açıklaması yayınlandı. PKK Yürütme Komitesi bu çağrıya PKK kongresini toplama ve tek taraflı “ateşkes” kararıyla cevap verdi.

İmralı çağrısında yer almayan Rojava

Bu tarihi önemdeki metni “metin analizi” yaparak anlamaya çalışmak bir yoldur. Ama Öcalan’ın İmralı heyetine “kelimelere takılmayın, Savunmalarımı biliyorsunuz, orada yazdıklarımı gerçekleştirmeye çalışıyoruz” dediği hesaba katılınca, açıklamanın kelime-kelime analizini yapmak anlamsız oluyor. Kaldı ki metnin her cümlesi tıpkı 2013 Newroz mektubu gibi devletin denetiminden ve onayından geçmiştir. Bu, “devletle ortak yazılmış bir metin” demek değilse de devletin rahatsız olacağı hiçbir ifadeye izin verilmemesi demektir. Dolayısıyla eldeki metni elbetteki Öcalan’ın kendi görüşleri olarak okumalıyız ama Öcalan’ın savunmalarda ifade ettiği görüşleri hatırda tutarak ve bu bahsettiğimiz sınırlamalar altındaki Öcalan’ın görüşleri olarak okumalıyız. Belki bunlardan daha önemlisi de şudur: Bu metne anlam veren şey sadece kelimelerin cümlelerin semantik karşılığı değildir, onlar kadar, dünyanın ve bölgenin çağrının yapıldığı andaki tarihi, toplumsal ve politik ortamıdır. Çağrının ifade ettiği tavır ancak bu tarihi konjonktür içinde gerçek muhtevasına ve anlamına kavuşur.

Bizce, bu metnin içinde sözü hiç geçmeyen ama bu çağrının merkezi sorunu Suriye’dir. Suriye’de Kürt halkının kazanımlarını koruma çabasıdır. Birçoğunu doğru olarak ifade ettiği gibi 2011-15 çözüm süreci Suriye yüzünden bitti, şimdiki ise her iki taraf açısından da Suriye nedeniyle başladı. Türkiye’deki Kürt sorununun çözümü için genel anlamda bir demokratikleşme ve yerinden yönetimden fazla bir şey söylenmemesi doğrudan bununla alakalıdır. Türkiye’deki Kürt sorunu için “ayrı devlet, federasyon, özerklik, hatta kültüralizm” bile ileri sürülmemekte (bu çözüm biçimlerinin Kürdistan’ın diğer parçaları için geçersiz olduğu söylenmemekte), “anayasal statü”nün bahsi geçmemekte, Kürt sorununun çözümü Türkiye’de halkın omuzlarında yükselecek olan demokratik dönüşüm sürecine bırakılmaktadır. Ayrıca yapılacak hukuki ve siyasal düzenlemeler de bu mücadelenin bundan sonraki yasal zeminini oluşturacaktır.

Rojava’nın, yani Suriye Kürdistanı’nın KÖH açısından önemine dair pek çok şey söylenebilir. Ama en önemlisi şudur, Kuzeydoğu Suriye diğer ulusal ve dinsel topluluklarla Kürtlerin birlikte bir “demokratik ulus” yaratma fikrinin ilk kez deneyimlendiği, Savunmalar’daki fikirlerin pratik yaşama geçirilmeye çalışıldığı, kendi öz savunma gücüne sahip bir bölgedir. Hem 80-100 bin kişilik silahlı gücüyle KÖH’nin bütün tarihi boyunca sahip olduğu en büyük askeri kuvvettir, hem de KÖH’nin anayasal ve uluslararası hukuki bir statüye en çok yaklaşmış parçasıdır. Dolayısıyla Rojava’nın askeri ve siyasi kazanımlarının uluslararası bir meşruiyete kavuşması uğruna Kuzey Kürdistan’da geçici kimi geri çekilişlerin bir mantığı vardır.

Çağrı sonrasındaki gelişmeler ortaya çıkardı ki, PKK’nin kendini feshi, diğer parçalarda KCK bünyesindeki parti ve örgütlerin feshi anlamına gelmiyor. Keza Kürdistan’ın Bakur parçasında silahların bırakılması diğer parçalarda da silahların bırakılması anlamına gelmiyor. Devletle her şeyin İmralı’da yüz yüze konuşulduğu bir sürecin sonunda tarafların kendine göre farklı anlamlar yükleyeceği bir metnin çıkması düşünülemez. Yani iktidar PYD, YPG veya SDG’nin silah bırakması gerektiğini söyleyerek daha işin başında kamuoyunu yanıltmaya çalışmaktadır. Çağrı’nın başlığından hareketle “Barış ve Demokratik Toplum Süreci” adını verebileceğimiz bu süreç eğer bu noktada aşılmazsa başladığı gibi biter.

PYD ve YPG elbette PKK’nin pratik, Öcalan’ın ideolojik önderliğinde kurulmuş yapılar. Ancak tepeden tırnağa Rojavalı Kürtler ve diğer ulusal ve dini topluluklardan oluşmaktadır. YPG daha sonra Suudi Arabistan’ın da çabasıyla Rojava’nın güneyinde, Fırat’ın doğusunda kalan başta ünlü Şammar aşireti olmak üzere Arapların da katılmasıyla SDG haline gelmiştir. SDG’nin yüzde 40’ı Kürtlerden, yüzde 60’ı ise Arap ve diğer unsurlardan oluşmaktadır. SDG, Kandil’den gelmiş olanların çekilmesini kabul etti. Ama ne YPG’nin ne SDG’nin silah bırakması elbette düşünülemez. Hele ki Suriye’de Alevi katliamı ve direnişiyle birlikte iç savaşın yeniden başlamaya yüz tuttuğu koşullarda silah bırakma hayal bile edilemez.

İngiliz istihbarat şefinin Eylül ayında gelip Türkiye’yi uyarmasından sonra devletin İmralı’ya koşturmasının da sebebi Suriye’dir. Yeni Suriye’nin federal veya özerk bölgelerden oluşan bir devlet olacağı, askeri bakımdan en güçlü ve en örgütlü toplumun da Kuzey-Doğu Suriye olduğu besbellidir. Ankara’daki iktidar birkaç yıl önce bağımsızlık referandumunun eşiğinden dönen Irak Kürdistan Bölge Yönetimi gibi ayrı devlet emeli besleyen bir Suriye Kürdistanı ortaya çıkmasın diye çabalamaktadır. Hatta Rojava’nın gelecekte Türkiye’ye rakip devletlerle değil, Türkiye ile dost, mümkünse Türkiye’nin ekonomik uzantısı bir bölge olmasını istemektedir. Evet, mümkünse işler o noktaya kadar gelmesin, mümkünse SDG, YPG yok olsun. Bu bakımdan Türkiye nasıl Irak’ta Kürt Bölgesel Yönetiminin doğuşunu engellemek için en son ana kadar Barzani’yi en tehlikeli düşman ilan ettiği halde ani bir tornistanla KDP’ye dost olduysa, burada da en son ana kadar Teşrin’i bombalayacağından, Kürt halkına verebildiği kadar can ve mal kaybı verdirmek istediğinden, tanklarla Rojava’ya girmek için ABD’ye yalvaracağından emin olabiliriz. Ama işler olacağına varır. Zaten İngiliz ültimatomu üzerine İmralı’ya koştururken işlerin o noktaya varacağını bildikleri için “Tarih boyunca biz hep Kürtlerle beraber olduk, Kürtleri hep himaye ettik” edebiyatıyla işe başladılar. Öcalan’ın “Kürt sorununu çözen Türkiye büyür” gazı da işe yaradı doğrusu.

Tekrar edersek, devlet İmralı çağrısında gündeme gelmemiş olan YPG’nin, SDG’nin silah bırakmasını dayatırsa riyakarlık yapıyor demektir, yeni bir süreç başlamadan biter. Keza İran’da PEJAK’ın, Kandil’deki gerillaların çoğunun, Şengal’de YBŞ’nin silah bırakması söz konusu değildir. İşin aslı, dünyada ve bölgede savaşın konuşulduğu, fiilen çatışmaların sürüp gittiği şu koşullarda bırakalım örgütleri, şahıslar bile sahip olduğu silahı bırakamaz.

PKK’ye gelince, PKK Türkiye sahasında bir süredir kırda görünür bir silahlı faaliyet yürütmüyor, şehirlerde ise sık olmamak kaydıyla ses getiren fedai eylemleri yapıyor. İmralı’nın çağrısıyla bu eylemleri de sona erdirmiş olacaktır. Bunun Kürt özgürlük hareketi için önemli bir kayıp olduğu söylenemez. Kuzey Kürdistan’da bundan böyle mücadelenin demokratik zeminde gelişeceği söylenmektedir, tabi bunun için de “siyasal ve hukuki zeminin hazırlanması” istenmektedir.

Teslimiyet mi?

Öcalan’ın çağrısı, bir ulusal sorun olan Kürt sorununun Türkiye coğrafyasındaki çözümü için, bilinen klasik çözüm biçimlerinin hepsini (ayrı devlet, federasyon, özerklik, kültürel özerklik) dışlamakta, sadece demokratik toplum önermektedir. Öcalan çağrı metninde, savunmalarında var olan “demokratik cumhuriyet içinde demokratik özerklik” ve “konfederalizm”den de bahsetmeyerek deyim yerindeyse “çıtayı” en aşağıya indirmektedir, hatta ulusal sorunun çözümü anlamında bir çıtadan bile söz edilemez. Yerel yönetimler haricinde, Kürtlerin özyönetimi planında hiçbir idari veya siyasi model önerilmemektedir. Bunun yanısıra PKK’nin feshi isteniyor. Mehmet Uçum gibileri, hiçbir şey istenmeden PKK fesholuyor, silah bırakıyor diye, yani ortada bir itirafçının teslimiyeti varmış gibi olayı zafer havasında sunuyor.

Öyle mi, ortada bir teslimiyet mi var?

Yukarıda, çağrı metnindeki ifadelerin kelime anlamlarından öte, böyle bir çağrının, ortaya atıldığı tarihi politik, sosyal konjonktürde neye, kime hizmet ettiğinin o metne bir anlam kazandıracağından söz etmiştik.

40-50 milyonluk Kürt ulusu dört parçada yüzyıllardır verdiği mücadeleyle bugünkü noktaya işleri taşıdı. Daha öncesi bir tarafa, son 40 yılda Kürt halkı bölge siyasal sahnesinde büyük roller oynadı. Bunun bir yanı KDP ve YNK ile İran Kürt örgütleridir. Diğer yanı ise Kürdistan’ın en büyük ama Kürtlükten en uzaklaştırılmış parçası olan Kuzey Kürdistan’da bir halkın dirilişini gerçekleştirip bölgede ve dünyadaki en güçlü “devlet dışı aktör”lerden birisi haline gelen PKK’dir. PKK onbinlerce cana mal olan bu mücadele sürecinde yarattığı maneviyat ve kültürle toplumu kucaklayan bir kimlik haline gelmiştir. Öte yandan parlamenter partileri, milyonlarca seçmeni, belediyeleri, medya kurumları, kültür-sanat örgütleri, kadın hareketi vb. ile PKK’nin kendisini çok aşan bir halk örgütlülüğü ve politik varlık haline gelmiştir. PKK’nin feshi çağrısının Kürt toplumunda ilk başta yarattığı duygusal burukluk, PKK’nin bütün halkta ifade ettiği kimlikle ilgilidir. PKK’nin feshi çağrısı, halkta bir anda kendi kimliğinden soyundurulup ortada çıplak kalmak gibi duygulara yol açmıştır.

Oysa PKK’lilik artık hemen hemen onurlu Kürt olmakla özdeşleşmiş bir toplumsal kimliktir. Örgütsel varlığının yok olmasıyla bu kimlik yok olmaz. Tarihte böyle örnekler vardır. Gelecekte PKK resmen var olmasa bile halkın gelecekteki devrimci kuşakları yine “PKK” adıyla anılırlar. Kaldı ki, PKK, 2002’de yerine KADEK kurulurken de feshedilmişti. Ama KADEK sürecinde devletin üstüne düşeni yapmaması, tam aksine hareketi içten çözme ve tasfiye girişimlerine yönelmesi nedeniyle PKK 2005’te kendisini yeniden kurmuş ve çok güçlü bir askeri atılım gerçekleştirmişti. Beklenen sonuç alınmazsa bundan sonra da pekâlâ kendisini yeniden kurar. Ayrıca dört parçadan sadece Kuzey’in örgütü olan PKK’nin feshi, halkın öncüsüz ve örgütsüz kalması değil, örgütsel bir yeniden yapılanma ile Kuzey’de yeni bir başlangıç yapması anlamına gelecektir mutlaka.

Evet, yukarıdaki soruya tekrar dönelim. Hiçbir çıta koymayarak Öcalan teslimiyet içine mi düştü? İmralı’dan çıkıp serbest kalmayı düşünmediğine göre neyin karşılığında teslim olmuş olabilir?

PKK, kurulduğu 1978’den itibaren gerillayla birlikte bütün gelişmelerin motoru oldu. Yaşayanlar bilir, 1970’lerde Kürtlük diye bir şey yoktu, bitirilmişti. Newroz’u bile kimse bilmezdi. Hareket Öcalan liderliğinde ölü bir halkı önce ayağa kaldırdı, sonra direnen onurlu bir halk haline getirdi. On binlerce cana mal olan bir mücadele sonucunda, parlamento dahil hayatın her alanında güçlü bir politik varlık oldu. Sömürgeci komşu devletlerin her parçanın Kürdünü ötekine karşı kullandığı dört parçanın hepsinde örgütlenip hepsini tek bir merkeze bağlayarak bu oyunu bozdu. Dünyada en uzun süreli gerilla hareketlerinden birisi, bölgenin en etkili “devlet dışı örgütlemesi”, yaşamın birçok alanındaki örgütlenmeleriyle PKK kendisinden daha büyük bir güç haline geldi.

“Çıtayı” en aşağıya koysa, hatta tek taraflı olarak kendi varlığına son verse bile 1984’te Eruh-Şemdinli’de şişeden çıkan cini artık dünyada hiçbir güç o şişeye geri sokamaz. “Kürt realitesi” artık PKK olsa da olmasa da, silah olsa da olmasa da Türkiye’ye, sadece Türkiye’ye değil bütün dünyaya çözüm için kendini dayatıyor.

Öcalan’ın son “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı”nı bugünkü uluslararası konjonktürde artık tarihin gündemine girmiş olan ve Amerika’dan Rusya’ya, AB’den S. Arabistan’a kadar herkesi meşgul eden, çözümü kapıya dayanmış bir meselede TC’nin ve emperyalistlerin “terör” bahanelerini ortadan kaldırarak çözümün önünü açmak olarak anlamak, doğru olandır. Kısaca, Öcalan şunu demiş oluyor: “PKK tarihi görevini yaptı, kimliğine sahip çıkan, örgütlü, bilinçli, mücadele azmiyle dolu koskoca bir Kürt halk gerçekliği yarattı, hadi bakalım, bundan sonra çözümün önünde engel dediğiniz silah da PKK de yok şimdi, bu halk gerçeğiyle nasıl başa çıkacaksanız çıkın, nasıl çözecekseniz çözün”. Kürt meselesi uluslararası sistem açısından eskisi gibi üzerinde oyalanılacak bir mesele olmaktan çıkmış durumda. Bugünden yarına çözüm için el attıkları bir konudur. Öcalan’ın yaptığı bir bakıma geri çekilerek ortamı çözüm için kolaylaştırma tavrıdır. Aynı zamanda, mümkün olduğu kadar sorunu Kürtlerin coğrafyayı paylaştığı sömürgeci devletlerin uluslarıyla, Türk, Arap ve Farslarla çözmek, mümkün olduğu kadar büyük güçleri bulaştırmamaya çalışmaktan yana bir tavırdır.

Bir önceki İmralı görüşmesinde şöyle dediği aktarılmıştı: “Önceki çözüm süreci, devletle bizim karşılıklı adımlarla ilerleteceğimiz iki taraflı bir süreçti. Şimdi ise biz tek taraflı bir oyun başlatıyoruz, maç 90 dakika, karşı tarafın her türlü faul ve hilesine hazır olun. Oyunu biz başlatıyoruz, bakalım devlet ne yapacak, göreceğiz.”

Devlet şimdiye kadar bir şey yapmadı, ateşkese silahla cevap veriyor. En önemlisi, sürecin devamı için Öcalan’ın serbestçe iletişim kurma ve serbest çalışma koşulları henüz sağlanmış değil. Devlet belki böylece zaman kazandığını düşünüyordur. Ama zaman, özellikle Suriye’de SDG’nin lehine işliyor.

Özetle Öcalan, son çağrısıyla Kürt sorununa el atmış olan dünya güçleriyle Türkiye egemenlerine topu atmış, aynı zamanda onları karşı karşıya getirmiş oluyor. Bu, aynı zamanda “PKK olmadan, devrede silah da olmadan hâlâ adım atılmıyorsa bundan sonra günah benden gitti” demek oluyor.

Kürt halkının özgürlüğü ve güvenliği

Son dönemde, özellikle Gazze savaşından sonra İsrail’in Kürtlere göz kırpmaya başlamasından beri Kürtler, özellikle aydın küçük burjuva Kürtler arasında yeni bir eğilimin geliştiği gözden kaçmıyor. Bu eğilim özetle, “Birinci dünya savaşı sonunda devlet kurma fırsatını kaçırdık, şimdi tekrar fırsat doğdu, bu defa fırsatı kaçırmayalım ve Amerika’nın, İsrail’in desteğiyle devletimizi kuralım”. Gazeteci İrfan Aktan’a göre bu eğilim “halkların kardeşliği” sloganına düşman. Mehmet Metiner de Kürtler arasında milliyetçilik dalgasının yükseldiğini, bu sorun çözülmezse yarın “Öcalan’ı, PKK’yi bile arayacağımızı” söylüyor.

Şehir küçük burjuvazisi arasında radikal bir milliyetçilik geliştiği doğru, ama bu milliyetçiliğin “radikalliği” pratik mücadelede radikallik anlamına gelmiyor. Örneğin PKK’yi yetersiz bulup da silahlı mücadele düşündükleri falan yok bu radikallerin. Radikal Amerikancı, radikal İsrailci, radikal Barzanici bunlar.

Birinci dünya savaşı dönemlerinde, bütün büyük devletlerin desteğini almış olan Ermenilerin, İTC’nin soykırımı karşısında nasıl yalnız bırakıldıkları, Rusya’da Ekim devrimi olunca kıymete binen Türkiye karşısında nasıl unutulup gittiklerini Kürtler iyi biliyor. Dünya ve bölgemiz savaşa giderken bugün durum nedir? İmralı’daki ilk görüşmeden sonra S. Süreyya Önder Yeni Yaşam’a verdiği mülakatta Öcalan’ın bu konudaki tutumunu şöyle anlatıyor: “Öcalan, savaşı, çatışmayı, halklar arasında duvara dönüşen keskin çizgileri değil, bir arada yaşamayı ve geçişkenliği öneren bir siyasi duruş sergiliyor. …Büyük fırsatlar varken ne gerek var şimdi bu girişimlere diyen çevrelere insan hayret ediyor. Onlara bakılırsa Kürtler yatırımlarını barışa yaparsa, bu ihtimali yani Kürdistan’ın bağımsızlık ihtimalini kaybedecekler. Peki şu anda gerçekten barış olmazsa Kürtler açısından tarihi fırsat kapıları aralanır mı? Kürtler büyük güçlerin çatışmasından sıyrılıp özgürlüğe ulaşır mı? Bu, çok büyük riskler barındıran bir iihtimal. Öcalan başından beri Kürtlerin bu riski göze almasının tarihi bir başarı kadar tarihi bir felaketi de beraberinde getirebileceğine işaret ediyor. Öcalan’ın demokratik konfederalizm teorisi tam da bu iki ihtimalin üzerine kuruldu zaten.”  (Yeni Yaşam, 15.1.2024). Yani Öcalan’ın Kürtler için belirlediği konum (“demokratik konfederalizm”) sürecin her iki yönde de gelişmesi için elverişli, halkın özgürlüğü kadar güvenliğini de esas alan bir ara zemindir.

Ortadoğu’da güncel savaş ve harita değişikliklerinin konuşulduğu şu sıkışık ortamda bir numaralı sorun yine Kürtler. 1. Dünya savaşı sonrasında Kürtlerin zayıflığı, Türk egemenlerinin kurnazlığı ve politik ustalığıyla savuşturulan Kürt sorunu şimdi bir kez daha uluslararası gündemde. Öcalan veya PKK Kürtler adına bir şey istemese de gündemde. ABD’nin Türkiye’ye “çözeceksen çöz, yoksa biz çözeriz” dediği kıraathane sohbetlerinin konusu. Rusya, örneğin Suriye Kürtleri için federasyon, özerklik gibi kendi ülkesinde uyguladığı modelleri uygun bulurken, İtalyan ve Fransız yetkililer Suriye için federasyon öneriyor.

Öcalan tam böyle bir tarihsel kavşakta, “tamam artık PKK ve silah olmayacak, çözecekseniz çözün” diyerek ve demokrasi dışında bir şey talep etmeyerek çözümü zorluyor. Suriye’de Kürtler anayasal statü kazandığı oranda konuyu Türkiye’deki Kürt sorunu tartışmasına dönüştürmek istiyor

Bu iddialı barış taktiği başarıya ulaşır mı? Eğer Öcalan’ın çalışma ve iletişim koşullarında bir değişiklik olmazsa, Türkiye ateşkes yaparak PKK’nin kongre toplamasına fırsat vermezse, Rojava’ya SİHA ve SMO saldırıları sürerse herhangi bir gelişme olmayacak demektir. Bu bakımdan, Öcalan’ın zamanlaması iyi, uluslararası koşulları çok uygun. Bu projesinin ilerleyip ilerlemeyeceği konusunda bugünden bir şey söylemek zor. Ancak tartışmasız İmralı’nın barış çağrısıyla Kürtler uluslararası sahada ciddi bir avantaj elde ettiler. Türkiye’nin Irak’a veya Suriye’ye bütün sınır aşırı operasyonları gayrımeşru duruma geldi.

Türkiye devletinden beklenen karşılıklar gelmezse, Kürtlerin kaybedeceği bir şey yok. Kaybeden Türkiye olur. SDG ile Şam’daki yeni yönetim arasındaki 10 Mart anlaşması şimdiden Kürtler açısından siyasi avantaj sağlamıştır.

Diğer bir konu, AKP muhalifi olduğu kadar Kürtlere karşı milliyetçi önyargılarını aşamamış siyasi çevrelerde kaynatılan “Kürtler AKP ile anlaşıp Erdoğan’ı tekrar cumhurbaşkanı yapacaklar” kazanıdır. Bunları lafla ikna etmek imkansızdır. İstanbul Belediyesi seçimlerinin ikinci turunda İstanbul’daki Kürtlerin ne yönde oy kullandığını hatırlamıyorlar. Anayasada vatandaşlık tanımında hiçbir değişiklik yapmayacaklarını Erdoğan, Bahçeli ve Uçum söylüyorken, Kürtlere anayasal statü anlamında hiçbir şey vaat edilmezken, DEM Parti yetkilileri anayasa konusunda hiçbir pazarlığın konuşulmadığını defalarca açıklamışken bu söylentileri yaymaktan utanmıyorlar. Kürtler onuruna düşkün bir halktır, kendisine hakaret edenlere hiçbir koşulda kendi tepesinde makam ihdas etmezler.

Süreç yürürse

Sürecin yürümesi, esas olarak içeride halk güçlerinin iktidar üzerindeki baskısına bağlıdır. Ama bir taraftan da rejim her alanda o kadar sıkışmış durumdadır ki, Kürt meselesinde Batı’yı rahatlatacak bir barış ortamına da şiddetle ihtiyaç duymaktadır. Uyguladığı dış politika sonucunda Batı’nın bölgeye dair planlarında rol sahibi olamayan, yeni enerji ve ticaret yollarından dışlanmış bir Türkiye var. ABD’nin NATO’ya olan angajmanını geri çekmeye başladığı, Avrupa’yı savunma konusunda kendi başına bıraktığı Trump döneminde Türkiye’nin “Avrupa savunma sistemi’ne girip Avrupalıların Türk ordusunun askeri hizmetine duyduğu ihtiyaç karşılığında Türkiye’nin AB üyeliğini tekrar gündeme getirmek istiyor. İçeride ekonomik kriz, dış yatırım ihtiyacı ve uluslararası ortamda yaşadığı dışlanmışlık nedeniyle Kürt barışını bile bu tecridi aşmak maksadıyla kullanma ihtiyacındadır. AB Komisyon Başkanı Von Der Leyen “IŞİD’le göğüs göğüse savaşan Kobani korunmalıdır” dediğinde, Erdoğan’ın ağzından, “O zaman siz de bizi AB’ye alın” diyecek kadar çaresizdirler.

İçerideki toplumsal baskı ve dış konjonktürün etkisiyle Öcalan’ın başlattığı bu tek taraflı süreç çift taraflı bir sürece dönüşürse bu, aynı zamanda siyasi özgürlükler ve yasal olanaklarda kısmi bir genişleme ve rahatlama getirebilir. Biz devrimcilerin, her olanağı mücadeleyi büyütmek ve bilhassa genç kuşakları mücadeleye kazanmak ve örgütlendirmek için değerlendireceğimiz açıktır. 2011 sonrası karşılıklı çatışmasızlık ortamının Gezi cesaretlenmesinde nasıl bir rol oynadığını hatırlayalım. Tabi bunu hatırlayan sadece biz değiliz, devlet de kendine göre ders çıkartmış ki, örneğin Kürtler karşısında Suriye’de attığı geri adımların Türkiye’deki kitlelere cesaret vermesinden çekindiği için bu tarafta baskıyı mantık dışı boyutlara kadar tırmandırıyor, halka nefes aldırmamaya çalışıyor.

Bu koşullarda, Kürt halkının özgürlük yönünde rejimin baraj kapaklarını zorlayan sabırsızlığını Türkiyeli emekçilerin geçim sıkıntısı, işsizlik ve patron zulmü karşısındaki isyanıyla birleştirmeliyiz. Kürt halkının adil ve demokratik barış talebini kitlelere mal etme görevimizi ara vermeden yürütürken, bugün Birleşik Mücadelenin bizden Türkiyeli yoksulların birikmiş enerjisini ve tepkisini sermayeye ve sömürgeci faşizme yöneltmemizi istediğini asla ihmal etmemeliyiz.

17 Mart 2025

Kuzey Derviş