“Yaşlı bir adam kumsalda yürümektedir. Kumsalda, kumları kaplamış on binlerce denizyıldızını çıplak elleriyle tek tek denize geri fırlatan bir genç görür. Yaşlı adam ona seslenir: Ne anlamı var ki, nasıl olsa hepsini kurtaramayacaksın, bu yaptıkların neyi değiştirir? Genç yerden bir denizyıldızı daha alır ve denize fırlatır, ardından yaşlı adama döner: Onun için çok şey değişti.” (A. Camus)
İşte size kuşaklar arasındaki fark! Yaşlı adam ve denizyıldızlarını kurtaran genç!
Düşünmek lazım, uzun yıllar burjuva devletlerle, faşist diktatörlüklerle savaşan birçok komünist, devrimci veya ulusal kurtuluşçu partinin devrim ve iktidar iddiasını kaybederek tasfiye olmalarının ya da anlamlı bir kazanım elde etmeden nihayetinde yasallaşmalarının nedeni nedir? Dünyadan FMLN, FARC, FKÖ, İRA, ETA, ülkemizden legal sosyalizmi seçmiş birçok yapı bu duruma örnek verilebilir. Elbette her ülke için çeşitli sebepler sayılabilir, sosyo-ekonomik yapı ve sınıf tahlillerin eksikliği, devrimin askeri-politik çizgisinin yanlışlığı, ağır askeri yenilgiler, önderlik krizi, cephe ve birlikleri zamanında kuramama, emperyalizmin işbirlikçi rejimleri olağanüstü desteklemesi vb. ama biz bunlar içinde hiç sözü edilmeyen başka bir etkenden daha söz edeceğiz: Yaşlanmak! Evet, yanlış duymadınız, aynı kumsaldaki yaşlı adamın durumudur birçok yapının yaşadığı. Kumsalda olup biten olağanüstü duruma şaşırmamak, bunu olağan karşılamak… Ve o genç, o yaşlının mantıklı davrandığı için hayal edemeyeceği bir şeyi yapmaktadır. Belki klişe gelecek ama büyük şeyleri başarmanın tek yolu inatla çocuk olmaktır. Olgun ve ciddi insanların başaramayacağı şeyler, böyle başarılır diyebilir miyiz? Bunu da düşünelim, bir kenara not edelim derim.
Yaşlılık, artık hayal kuramamaktır. Hep geçmişi düşünmektir. Heyecanını yitirmiş bir mantıkla hareket etmektir. Devrimci yapılar içerisinde gençliğin coşku ve enerjisini sürekli kılamayanlar, davalarını kaybetmişlerdir. İktidar hedefinden her sapma sonrası, gövdeden gençliğin bir parçası kopmuştur. Hayal gücü gençliğin ta kendisidir. Hayal gücü olmayanın davası da olmaz!
***
Sözcük anlamıyla kuşak “aynı dönemi yaşayan insanlar” anlamına gelen Latince “génération” (jenerasyon) kelimesinden gelmektedir.
Sosyal bilimler literatüründe “kuşak” kavramı daha çok biyolojik indirgemeci bir yaklaşımla sadece belirli bir yaş grubu olarak pozitivist bir yaklaşımla ele alınmıştır. Ancak “kuşak”, sadece “kronolojik bir çağdaşlık durumunu” değil, aynı zamanda sınıfsal duruma benzer bir biçimde, “aynı tarihsel-sosyal uzamı paylaşmayı” ifade eder.
Kuşkusuz sınıf mücadelelerininyükseldikleri çeşitli dönemlerin “kuşak” kavramsallaştırmasıyla elealınması, her ne kadar eksik olsa da yaygın bir yaklaşımdır. Kuşak kavramı sosyolojik bir kategorizasyona tekabül eder; ancak ona asıl anlamını veren toplumsal mücadeleler içinde oynadığı roldür. Bir tarihsel dönemin bir kuşak ile adlandırılabiliyor olması, işte bizim kuşağa yüklediğimiz asıl ve tek anlam budur. Yoksa biyolojik yaş gruplarına göre ya da belli tarihsel dönemlere göre yapılan kategorizasyonların geçmişi değerlendirmede ve geleceği kurmadaki analiz yeteneği çok zayıftır. Her ülkenin kendi tarihine damgasını vuran kuşaklar olabildiği gibi, 68 Kuşağı gibi tüm dünyayı aynı anda sarsan kuşaklar da vardır.
Endüstri devrimine kadar binlerce yıl boyunca kuşaklar arası çatışma yoktu. Her kuşak anne babasının yaşamını aynen tekrar ediyordu. Sanayi Devrimi’nden 60’lı yıllara gelene kadar, nesiller arasındaki kuşak farkından çok söz edilemez. Bu durum, kapitalist sermayenin genişlemesi ve hızlanması ile yeni sömürgecilik ve diğer yandan dünyanın dört bir yanındaki toplumsal mücadelelerin de etkisiyle sosyal bir kategori olarak, gençlik ve kuşak çatışmaları olgusunu karşımıza çıkardı. Görülmektedir ki gençliğin kategorize edilmesi, kapitalist modernite, endüstri ve kentleşmenin doğurduğu toplumsal alt oluşlar sonrasındadır. Daha öncesinde gençlik “özel bir dönem” olarak algılanmamaktaydı.
Çok farkında değiliz ama son 20 yıldır kuşaklar arasında çatışmanın derinliği artıyor, biçimleri de değişiyor. O bilindik salt sosyolojik “kuşak çatışması” kavramında ifadesini bulan ve post modernce X,Y,Z şeklinde kategorize edilen bir değerlendirmenin çok ötesinde sınıfsal-toplumsal kökenleri derinlerde olan bir şeyler var. İşin açıkçası erişkinler, hükümetler ve hatta eski tüfekler endişe içindeler. Gençliğin geçmişteki gibi çok tahmin edilebilir olmaması, -öngörülemezlik- hatta hiç “güvenilmez” oldukları, onları korkutan asıl şeydir. Mesela 2019’da Şili’de olduğu gibi metro biletlerine yapılan zam sonrası başlayan isyanın sonunda, dönemin gençlik liderlerinden biri direniş sonrası yapılan seçimde devlet başkanı olabiliyor! Tunus’ta bir genç kendini tutuşturarak Arap Baharı’nın fitilini ateşleyebiliyor, Madrid’de bir grub “öfkeli genç” (indignados), işsizlik ve sosyal adaletsizliğe karşı meydanları ve kamu binalarını işgal edebiliyor ve Occupy’den Gezi ‘ye kadar tümü, öngörülemez direnişlere imzalarını atıyorlardı.
Öncelikle gençliğin içinde yaşanılan dünyaya karşı hiçbir güveni kalmamıştır. Gençlik; ne aile, ne okul ne mahalle ne de örgütler dünyasında varlığını gerçekleştireceği anlamlı bir değerler sistemi bulamıyor. Tarikat ve cemaatler hala etkililer ama oralarda bile geleneksel olanın büyüsünün bozulduğunu, gecekondu dindarlığının giderek sekülerleştiğini görebiliyoruz. En muhafazakâr gecekondu bölgelerinde yapılan anketlerde bile din ve inanç meseleleri, cinsellik ve aşk, futbol ve spor, işsizlik ve meslek edinememe ve yeterli eğitimi alamama gibi meselelerden sonra gelmektedir. Onları dijital yaşama ve sanal kültür etkinliklerine yönelten biraz da budur: varoluşlarını gerçekleştirecekleri yeni bir değerler sistemi arayışı. Bu yeni değerlerin en başında, özgürlük geliyor. Sadece özgür olmak istiyorlar! Bunu iyi tanımlamalıyız. Ebeveynden, okuldan, devletten, mahalleden özgür olmak istiyorlar. Tüm ideolojik aygıtlarla başları belada, onları hiç hazzetmiyorlar, özellikle bunlara karşı kendilerini özgür kılmak istiyorlar. Görünüşte çok politik muhteva içermeyen, hatta belki ‘sorumsuzca’ denilebilecek tarzda ama kesinlikle baskı ve hegemonyaya karşı bir başkaldırının tezahürü olan bir özgürlük anlayışıdır bu. Gezi’deki isyanın altında yatan buna benzer bir özgürlük anlayışıydı mesela. Bir ömre birçok hayatı sığdırmak istercesine yaşamak istiyorlar. Ellerindeki dijital aygıt ve imkânlar, buna daha fazla olanak veriyor.
Ve genç artık “hülyalara” dalamayacak kadar çok erken olgunlaşmaktadır. Bu anlamda 60’lı, 70’li ve 90’lı yılların gençliğinden çok farklıdır. Fiziksel ve duygusal olarak hayata çok erken atılmak zorunda kalmaktadırlar. Okurken bile çalışmak zorunda kaldıklarını biliyoruz. Özellikle taşra üniversitelerinde okuyan yoksul ailelerin çocukları için bu kaçınılmaz. Çok azınlıktaki burjuva aile çocukları dışında, gençliğin ağırlıklı kesiminin giderek proleterleştiğinden söz edebiliriz. Geçmiştekinden çok farklı olarak aile desteğinden yoksun ya da çok az destek gören, ailelerinden hızla kopan, doğduğu taşrada çok uzun süre kalmadan hızla büyük şehirlere akın akın gelen bir kuşak var. Son bir yıl içinde gerçekleşen “barınma eylemleri”, gençlik mücadelelerinde yeni bir durak olmanın ötesinde, çok ciddi bir yoksullaşmanın da göstergesi değil midir? 60’lı ve 70’li yıllarda kapitalist üretim ilişkilerine geçici de olsa dâhil olmayan üniversite gençliğinin günümüzde çalışma hayatının aktörleri içine girdiğini görüyoruz. 90’lı yılların ortasına kadar üniversiteler, iş hayatı öncesinde gencin sadece “gençliğini yaşadığı”, ayrıksı bir dönemdi. Şimdi ise, okurken çalışma hayatına dâhil olmak, genel bir hal almıştır. Ya işçi-emekçi gençlik?
Mesela, 250 bin işçinin çalıştığı, bunların yüzde 40’ının 18 yaş altında olduğu, Türkiye ihracatının yüzde 2.5 kısmının gerçekleştirildiği İstanbul İkitelli Organize Sanayi Bölgesi, Türkiye işçi sınıfının genç kuşaklarının feryatları ile yankılanmaktadır: “Hayatımızın baharında yaşlanıyoruz”, ”Hayal kuramıyoruz”, ”Bizler yaş dışı olgunluklar edindik”, ”Bu yaşta 50 yaşına gelmiş hissediyoruz kendimizi”, ”Büyümeden yaşlanacağız”, ”Ayağımıza zincir vurulmuş gibi çalışıyoruz”[1]
İkitelli Organize; İstanbul’un genç proleterlerinin en aşağılık hakaretlere maruz kaldığı, Türkiye burjuvazisinin en çakal, en namussuz, en mafyatik kesimlerinin boy verdiği bir işçi yatağıdır. İkitelli’nin genç işçilerine reva görülen; asgari ücret, fazla mesai, hakaret ve geleceksizliktir.
Kuşak tartışmasının özü ‘öncü’nün inşasıdır
Bir kuşak tartışması yaratmak istiyoruz. Bu aynı zamanda ve daha çok bir gençlik tartışmasıdır. Bizce tam zamanıdır. Bu tartışmanın en önemli yönü, elbette Türkiye devrimci hareketi içinde gençliğin oynadığı tarihsel ve öncü rol olacaktır. Kuşak tartışmasının özü; nasıl bir gençlik örgütlenmesi değildir, devrimin öncü yapısının inşası meselesidir, gençliğin bu bağlamdaki rolüdür. Eski kuşakları kerteriz almadan; ama onların deney ve tecrübelerini içerip aşan yeni bir eksen arayışını başlatmak istiyoruz. Bunu geliştirecek ve pratikleştirecek olanlar ise -ki bundan kastımız bu tartışmanın bir örgütlenme aracına dönüştürülmesidir- ülke ve bölgemizin kaderinde söz sahibi olmak isteyen komünar gençler olacaktır.
Türk egemenlik sistemi, Selçuklu ve Osmanlı’dan günümüze ayaklanma bastırma deneyimlerini devlet cihazında içselleştirmiştir. Bu anlamda hafızası çok güçlüdür. Her yeni toplumsal başkaldırı karşısında, hafızası ile hareket eder. Bizlerin de bir kuşaksal hafızaya sahip olması kaçınılmazdır. Devrimci bir bellek olmadan, önceki kuşakların mücadelelerini içselleştirmeden; bastırma, iç savaş ve ‘darbe mekaniği’ konularında tarihsel ustalığa sahip bir devlet karşısında, başarı şansımız yoktur.
Mesela bazı komünist partilerin[2] artık kendi tarihlerini TKP ve Mustafa Suphilerden daha geriye, İstanbul Beyazıt Meydanı’nda 15 Haziran 1915 günü idam edilen 19 Ermeni komünist ve önderleri Paramaz’a (Medteos Sarkisyan) kadar çektiğini görüyoruz. Çok anlamlıdır. Yaratılacak yeni komünar kuşaklar için tarihsel bir adımdır. Ve son yıllarda özellikle 74-80 arası kuşağın kendi mücadele deneyimlerini içtenlikle anlattığı sözlü tarih çalışmalarının ortaya çıkması ve yine Türkiyeli devrimcilerin Filistin, Lübnan ve Suriye’ye ilk kez çıktıkları dönemlerin anlatıldığı çalışmalar ile[3], Kızıldere’de ölümsüzleşen THKP-C önder kadrolarının tek tek hayat hikâyelerinin kitaplaştırılmaya başlanması[4], devrim kuşakları tartışmamızın yeni kaynakları olarak görülebilir.
***
Osmanlı İmparatorluğu’nda 19. yüzyıl sonuna doğru, İstanbul’daki Harbiye, Mülkiye, Tıbbiye okullarından 1908’den sonra ortaya çıkan gençlik hareketlerinin modern anlamda Türkiye’nin ilk kuşağı olduğu söylenebilir. 33 yıllık Abdülhamit İstibdadı’nı devirmişlerdir. Çok kısa süren bu “tamamlanmamış burjuva devrim” sonrasında İttihatçılar; önce emperyalist savaşa taraf oldular, ardından da Ermeni jenosidini gerçekleştirdiler.
Bu kuşak savaş döneminin kuşağıdır. Dönemin milliyetçilik, ulusal kurtuluş, Bolşevizm vb. akımlarından mutlaka birine sempati duymuş, bu uğurda mücadeleye katılmış bir gençliktir bu. Cumhuriyetin de kurucusu olan bu kuşaktan sonra 1960’lı yıllara kadarki tarihsel dönemlere damgasını vuran yeni bir nesilden söz edilemez.
68’i, 60’lardan 71 Muhtırası’na kadar olan süreç içinde; 78’lileri ise Mahir, Deniz, İbo’nun devamcılarının 74-80 arası yürüttükleri mücadele dönemi -adı konulmamış bir iç savaş- olarak değerlendirmek gerekir. 68 ve 78 yakın tarihler içinde bulunmalarından dolayı, iç içe kuşaklar gibi gözükseler de aralarında ciddi farklar vardır.
80 Darbesi’nden 87’lere kadar ciddi hapishane direnişleri olsa da, devrimci hareketlerin fiziksel yenilgi ve kimi yapılar açısından ideolojik tasfiye sürecidir. 90’lar, 86-87’de faşizm koşullarında ilk yasal öğrenci ve işçi hareketlerinin başladığı yıllar ile 2000 Ölüm Orucu ve F Tipi katliamlarının arasında yaşanan süreçtir. T.C. tarihinde kontrgerillanın açıktan görünür bir şekilde iktidarda olduğu bir dönemdir bu. Ve son olarak 2004 ile 2013 Gezi Direnişi arasındaki ciddi örgütsel boşluk -ki bu ikinci tasfiye dönemidir- ile birlikte günümüze geliriz.
Tarihçiler farklı kuşakların ortaya çıkmasına neden olan üç tür tarihsel olaydan bahsedeler: savaşlar, devrimler ve ekonomik-siyasi krizler.
60’lı yıllardan sonraki ulusal kurtuluş savaşları ve antiemperyalist devrimler “kuşaksal olayların” ortaya çıkmasına neden olmuş; ancak Reel Sosyalizmin yıkılışı ve iki kutuplu dünyanın bitişinden sonra “küreselleşmenin” yarattığı neo-liberalizm, post-modernizm, yeni devletlerin ortaya çıkışı, siyasal İslam’ın yükselişi, tüm bunlar, bir kuşaksal olay yaratamamıştır. Ne emperyalist metropollerdeki küreselleşme karşıtı eylemler ne 11 Eylül sonrası Irak ve Afganistan işgalleri ne 2008 dünya ekonomik krizi ne de Ortadoğu’da diktatörlüklere karşı art arda yükselen “Arap Baharı”, belirli bir yaş grubunun damgasını taşıyan kuşaksal olaylara dönüşememiştir.
68 ve 78’li kuşak, nerdeyse tek başına dünyayı değiştirmek istiyordu. Oysa şimdiki kuşağın böyle bir şansı yok! Onlara düşen, kuşaklar arası köprü olmaktan vazgeçmeyen ve inatla tünel kazmaya devam eden “ihtiyar köstebeklerle”[5] birlikte kol kola ya da tek başlarına dünyayı kurtarmak! Bu elbette çok daha zorlu bir maraton. Bu görev, 60’ların ve 70’lerin umarsız ve yarını hiç düşünmeden mücadele eden özgürlük anlayışından olabildiğine farklı bir ideolojik-politik çizgi gerektiriyor. Bu çok açık. Herkesi endişelendiren de asıl budur. Hem egemenleri hem de eski tüfekleri. Dünyayı değiştirme hayali ile dünyayı, hatta gezegeni kurtarma görevi. Biri hayal, biri görev. Daha en baştan felsefi bir ayrışım var aralarında.
Dijital kültürün bireysel yaşamlarında önemli bir yer tuttuğu, devletleri ve burjuvaziyi bu alan üzerinden de vuran, gençliği bu sosyal medya merkezlerinden de örgütleyen, daha okurken proleterleşen, özgürlük algısı narodnik-blankist tepkiler üzerine kurulu, sonuca değil sürece odaklı, dünyaya ilgisi çok farklı, meseleleri tüm dünya üzerinden okuyan, ekoloji ve toplumsal cinsiyetler meselesinde yeni bir duruş sergileyen bir kuşak var. Bunu kabul etmeden yol alamayız. Facebook, Google, Microsoft, bu kuşağın en iyilerini kazanmak için yarış ediyor. J.Assange ve E.Snow’den örnekleri var. Bu ikilinin emperyalizmin istihbarat ve gözetleme teknolojisini nasıl ifşa ettiğini ve zor durumda bıraktığını biliyoruz. Çok etkili ideolojik ve politik araçlar ve bu mecranın dinamik gücü de gençler.
Değil mi ki 68 Kuşağı (71 İhtilalciliğini dışında tutarak) devrim perspektifini yitirmenin ötesinde, günümüzün iktidar sahiplerinin payandası olmuşlardı, değil mi ki hemen hepsi davalarından dönüp kariyer ve statü sahibi olmuşlardı; kapitalizmi, ideolojik ve kültürel alanlarda tahkim etmişlerdi. Ve 78’liler ise mücadeleyi büyütememiş, ayakta kalmak için yasallığa tutunmuşlardı. 90’lara gelince, ”bitmedi bu kavga!” diye ileri atılıp ama sadece devrimde ısrar kuşağı olmakla sınırlı bir mücadeleyle kendi dönemlerini kapatmışlardı…
Bu tarihsel yenilginin küllerinden yeni bir özgürlük çıkarmanın ne denli ağır bedelleri olacağının çok ciddi şekilde farkında olmalıdır bu kuşağın öncüleri. Üzerlerine yıkılan sadece kendi devrim kuşaklarının yenilgisi ya da bir önceki kuşağın nefesinin yetmemesi değildir ki! Koskoca Sovyetler de onların geleceğini karartmadı mı? Sosyalizmin çöküşünün peşi sıra gelişen ve tüm dünyayı esir alan kanlı etnik savaşlar, Ortadoğu’daki işgaller, gençliğin siyasal ufkunu kapitalizmin içine hapseden postmodern, post-Marksist kavramlar, dünya başkentlerindeki küreselleşme karşıtlığının bir sonuca bağlanamaması, Arap Baharı’nın hüsranla sonuçlanması vb. onları soluksuz ve geleceksiz bırakan şiddet dolu on yılların üzerinde yürümeye devam ediyorlar hala.
Yürüdükleri yol, külleri savrulan ama hala sıcaklığını koruyan köz ateşleriyle dolu bir yoldur. O yüzden artık gençliğin yaşadığı ağır sorunlar göz önüne alındığında, onlara atfedilen özellikle sosyalistlerin atfettiği “gençlik gelecektir, gelecek sosyalizm” tarzındaki güzellemelerin günümüzde artık bir ajitasyonun ötesine taşmadığını anlamak lazım. Bu övgücülükten ve devrimci payelendirmeden vazgeçmek en doğrusudur. Adeta gelecekte gerçekleştirilecek devrimi, bir yatırım aracıymışçasına ele alış var. Oysa olay şimdidedir! Gençliğin nesnel ilerici karakteri, sürekli söylenegelen ama zamana ve sınıf mücadelelerine yedirilmeyen ekonomist bir aforizmadan öteye gidememiştir.
68 Kuşağı / 1960 ve 1971
Dünya devrim tarihlerine bakılsın. Türkiye ve Kürdistan’a bakılsın. Sosyalizmin geleceği denilen gençlerin gençlik mücadeleleri ile kadrolaşmaları, yani bir parti militanı olmaları arasında geçen süre o kadar kısadır ki! 68-78 gençliği çok hızlı bir gelişim yaşamışlardır. İktidara kafa tutmalarıyla onu tam cepheden karşıya alacak olgunluğa erişmeleri arasındaki süre, 100 metre koşucusu hızındadır. Özgürlük istemekle özgürlük için ölümü göze almak arasındaki farkı, çok kısa süre içinde kat etmişlerdir. Bu dönemin devrimci örgütlerinin yaşadıkları ideolojik grup aşamaları, Türkiye Devrimi’nin geleceğini belirlemede gerçekten çok etkili süreçler olmuştur. Belki de günümüz kuşağının tartışacağı en önemli gündemlerden biri budur. Başlangıç! Günümüzün tüm gizli örgütleri ve geçmişte gizli olup şimdi yasallaşanların hemen hepsi, 68’de tohumları atılan bu ideolojik gruplaşmaların içinden çıktılar. Buradan bakıldığında, Türkiye Devrimi’nin ilk çekirdek örgütlenmeleriyle ilgili yapılacak bir tartışmada sorulacak ilk soru sizce ne olmalıdır?
Castro, Che, Ho Şi Minh, Giap, FKÖ… Bu sembol isimler o yıllarda dünyayı kasıp kavururken SBKP hala “barış içinde bir arada yaşama” tezlerinde ısrar etmektedir! Tüm dünya gençliğinin emperyalizme karşı ayağa kalktığı bu dönemde, Komünternci revizyonizmin elbette Türkiye’de de izdüşümleri mevcuttu.
Komünternci sosyalizm ve onun ülkelere özgü “milli” biçimleri, gençliği yaşlandıran bir sosyalizm olmuştur. Hikmet Kıvılcımlı, Mihri Belli ve Behice Boran da Dev Genç’e bunu dayatmıştır. “Acele etmeyin çocuklar!”, “Sağlam bir yeraltı örgütü kurmadan olmaz.” demişlerdir ama başaramamışlardır. Doğru bir söz, her zaman doğru olmamaktadır! Çünkü zamana uymamaktadır! Kıvılcımlı, THKP-C’nin kopuş tezlerine “revizyonist” demiştir. Mihri Belli, kurulacak yeni gizli partiyi “Öncelikli görev demokratik devrimdir, bunun için yasal sosyalist parti yeterlidir.” diyerek reddetmiştir. Deniz Geçmiş ’in yakalandıktan sonra Mamak Hapishanesi’nde Erdal Öz ile konuşmalarında (Gülünün Solduğu Akşam) aynı hapishanede kalan dönemin ilerici aydın ve yazarlarını (Fakir Baykurt, Dursun Akçam, Mümtaz Soysal, Emin Galip) yanlarında hissedemediklerini, kendilerinden özellikle uzak durduklarını, “içerdeler ama yanımızda değiller” şeklinde ifade etmesi çok önemlidir. Mahir, Deniz, İbo; eski tüfeklere tüm saygılarına rağmen yaşlanmayı kabul etmemişlerdir. Adeta kendilerini “devlet sınıfı” içinde gören bir komünizm anlayışıyla karşı karşıyadırlar. Devleti kurtaracak değil, onu yıkacak bir devrimcilik anlayışıdır aslında ipleri koparan! Ya şimdi ya hiç demişlerdir! Kendi göbek bağlarını kendileri kesmişlerdir. Asıl olanın ihtilalcilik olduğunun bilinci ile hareket etmiş olmaları, 71 Kuşağı’nın en ayırt edici özelliğidir. Onlar ki bu ayırt edici özellikleriyle Türkiye ve Kürdistan Devrimi’nin kurucu kuşağı oldular.
74-80 Kuşağı ve antifaşizm!
“Darbenin geleceğini görüyorduk” dediler, ama gelenin bir kasırga olduğunu öngöremediler!
Devrimci tarihimizde kitlelerin olabildiğine devrimcileştiği, hatta “devrim yakındır” sözünün günlük dile yerleştiği bir dönemdir bu. Ama günümüzde 78’liler Girişimi, 74-80 arası antifaşist mücadele yıllarının bir iç savaş olmadığını, bu “yaftayı” dönemin generallerinin darbeyi olgunlaştırmak için kullandıkları bir argüman olduğunu söyleyebiliyor. Evet, inatçı köstebeklerimiz var olduğu gibi, tünel kazmayı bırakan eski tüfeklerimiz de var elbette. Neden bir kuşak tartışması yaptığımız ilerleyen sayfalarda daha iyi anlaşılacak.
Denilebilir ki, görünüşteki tüm savaşkanlığına rağmen kendisinin de çok farkında olmadığı en kendiliğindenci devrimci kuşaktır. Nerden gelir bu? Onca kitleselliği berhava etmesinden! “Devrim yakındır” diyen Türkiye işçi sınıfına hak ettiği devrimci partiyi, halkların özlemini duyduğu birleşik devrim cephesini verememesinden. Nesnel ve öznel koşullar Türkiye devrimi açısından bu dönemdeki kadar hiç olgun olmamıştır. Demek ki dönemin temel sorunu, işçi sınıfını, emekçi köylülüğü ve gençliği tanımamanın ötesinde ve daha büyüktür! Asıl sorun “devrim yakındır” diyebilen toplumsal gerçeklikten öğrenememektir. Toplum tüm katmanlarıyla senden devrim beklerken, sen ülkücü faşistlerle mücadele ettiğim için organize olamadım dersen bu bir özeleştiri olmaz. Gerçekten bu çok söylenegeldi; ama antifaşist mücadelenin kaçınılmazlığı, devletin asıl stratejik yönelimi karşısındaki o inanılmaz körleşmeyi beraberinde getirmemeliydi. 74-80 Türkiye’si, 90-2000 arası Kürdistan’ı gibidir! Tek ve en önemli farkı, dağlara çıkmadan şehir mücadeleleri ile kurtarılmış mahalleler, fabrika ve üniversite işgalleri, köylü mitingleri, gecekondu mücadeleleriyle, kitlesel gösteri ve mitinglerle ülkede psikolojik bir üstünlük ve devletle arasında suni bir denge yakalamış olmasıdır. Asker ve polisler içinde bile devrimci örgütlenmelerin olması olgunlaşan devrimci krizin açık işaretiydi. Devletin böylesi bir dengeye gidilirken, devrimcilerin karşısına ülkücü komandoları, ardından Taksim’de, Çorum ve Maraş’ta kontrgerillayı çıkarması elbette çok ciddi bir özel savaş taktiği olmuştur. Devrimci mücadelenin önce antifaşizme, antifaşist mücadelenin de sonra MHP ve ülkücü komandolarla mücadeleye indirgenmesi, devletin bizi çekmek istediği zemin işte buydu!
5000 devrimcinin şehit düştüğü, Türkiye tarihinin en ciddi iç savaş döneminde devrimciler ne yazık ki halk hareketini taşıyamamışlardır. Darbe sonrası Devrimci Yol ’un mahkemelerde “Tarih bizi örgüt olduğumuz için değil, olmadığımız için yargılayacaktır.” demesi, ilk bakışta dönemin en temel eksikliğini anlatıyor gibi gözükse de devrimci bir özeleştiri değildir. Çünkü buradaki asıl mesaj, egemenlere yönelik “örgüt” olmadıkları mesajıdır.
78’liler, tarihimizde, devrim yolunda en çok şehit veren, halklarımızla en güçlü gönül bağlarını kurmuş olan, ardından en çok ağıt ve türkü yakılan devrimci bir “iç savaş kuşağı”dır.
90’lar… Salkım salkım tan yelleri estiğinde… Bekle bizi İstanbul!
90’lar en iyilerimizin öldürüldüğü yıllardı. Alper’i, Gülay’ı, Semih’i, Tuğhan’ı, Suna’yı, Serap’ı, Rıza’yı, Talat’ı Meryem’i, Mehmet’i ve Ertan’ı… Cumartesi Anneleri’nin hala izini sürdüğü binlerce genç yiğit devrimciyi kaybettiğimiz yıllardı. 90’lar özellikle 90’ların ortaları, cumhuriyet tarihinin en kanlı dönemidir. İlker Başbuğ’un yıllar sonra verdiği bir röportajda, sözüm ona silahlı kuvvetleri özel savaşın dışında tutmak için “Kozmik odaya girilmesine izin vermeseydik, bazı faili meçhuller üzerimizde leke gibi duracaktı.” demesi çok açıklayıcıdır. Dönemin kontrgerilla sözcüleri Çiller-Ağar-Güreş ekibi, devrimci ve yurtsever gençlikle mücadelede Jitem’i, Hizbul-kontrayı, köy boşaltmalarını, faili meçhulleri, yargısız infazları, gözaltında kaybetmeleri, temel bir yöntem olarak benimsemişlerdi.
90’ların politik gençliği, 74-80’in bir nevi yükünü taşımaya devam etti. Her şeye rağmen! Neden öyle? Çünkü ne 12 Eylül yenilgisi umurlarındaydı ne de 70 yıllık sosyalizmin yıkılışı! Ama en önemlisi bir önceki kuşağın “değişeni” yeniden anlamlandırmadaki başarısızlıkları dahi, onları mücadeleden alıkoymadı. Bu anlamda 90’lar, önceki kuşağın devrim taşıyıcılarına ikirciksiz güven duyan müthiş volantarist bir kuşaktı.
90’ları ilerlemeciliğe, yani yanlış adımlarına rağmen tarihin doğru yönde gitmek zorunda kalacağına inandıran, 74-80 Kuşağı oldu. Mücadeleye, geçmişin iki kutuplu dünya dengeleri üzerinden bakmaya devam edildi. Ne 80 öncesi kendi kırılma noktalarını tamir edebildi ne de dünyadaki yeni ve büyük kırılmaların sonuçlarını hesap edebildi. Karadelikler gibi kendi üzerine çökerek ışığını yitiren Sovyet sosyalizminin dünya komünist hareketlerine egemen kıldığı düşünme kalıplarını, sorgulamada çok yetersiz kaldı. Buradaki en temel eksiklik, sadece 80 öncesinin devrimci özeleştirisinin verilmemesi değildi. Reel sosyalizmin çöküşünden sonra dünyadaki paradigma kaymasını da doğru tahlil edememişlerdir. SSCB’nin yıkıntılarının altından çıkan o korkunç milliyetçilik canavarı karşısında adeta şok olmuşlardır. Sovyet bürokratlarının nasıl hızla birer oligark oldukları, Sovyet yurttaşlarının nasıl hızla birer tüketim canavarına dönüştükleri, Berlin Duvarı’nın yıkılarak tek bir Almanya’nın doğuşunu, Romanya’da Çavuşeskuların kurşuna dizilmesi, Hitler faşizmine karşı kahramanca savaşan Yugoslav partizan geleneğinin daha sonra birbirlerini katlederek ülkelerini nasıl paramparça ettiklerini vb. bir dizi karşı devrimci gelişmeyi sadece seyretmekle kaldık. Bu büyük altüst oluş karşısında radikal bir paradigma değişikliği kendisini dayatmasına rağmen ülkemiz devrimci partileri, bu konuda salt siyasi analizlerle sınırlı kalmışlardır. O dönemde gerekli paradigma değişikliğini yapabilen tek hareket PKK’dir. Bayrağındaki orak-çekiç amblemini kaldırmış olsa da içerik olarak doğru bir değişim içerisine girmiştir. Özellikle devlet ve ulus meselelerinde, ardından din meselesine devrimci yaklaşım ve kadın özgürlüğü konularında oldukça ufuk açıcı analizlerle tüm dünyayı kasıp kavuran karşı devrimci dalgayı, kendi cephesinden durdurabilmiştir.
***
90’lar “hücre evleri” idi… Şehir gerillacılığında, Türkiye devrim tarihinde profesyonel anlamda, bir ilktir bu. Ama daha öncesinde “öğrenci evleri” ve “gizli buluşmalar” vardır. Gerçekten de bu kuşağa özgü evlerdir. 90’ların devrimci romantizmini en iyi kaçak elektrikle ısınılan bu evlerde yapılan gizli toplantılarda görebilirdiniz. Tuğlalı ısıtıcılarla donatılmış kalabalık öğrenci evleri, gizli buluşmalar, esnaf, öğrenci ve işçi kahvelerinde yeni ilişkilerle toplantılar, aslında bir önceki kuşağın devrimci yaşam pratiğinin devamıdır bunlar. 90’lar için “tüketim toplumu için son nesildir” diyen yazarlar var. İşte bu öğrenci evleri, bu anlamda mücadele arkadaşlığının ve paylaşımın en samimi yaşandığı evlerdi. Ve son olarak bu yıllar, otobüs terminallerinin dağa çıkmak için yola çıkmayı bekleyen ürkek bakışlı gençleriyle dolu olduğu yıllardı. Özellikle yurtsever Kürt gençliğinin akın akın dağlarla buluştuğu yıllar…
Kürt sinemacı Kazım Öz’ün çektiği “Fırtına” (Bahoz) filmi bu süreçleri çok güzel aktarmıştır.
90’lar, 80 öncesinin atılmamış ya da yarım kalmış son barutudur diyebiliriz. Bu da tartışmaya açıktır. 80 öncesinin ihtiyar ve inatçı köstebeklerinin örgütlediği bu kuşak, gerek üniversitelerdeki mücadelesiyle, gerek hücre evlerinde “Varsa cesaretiniz gelin!” diyerek yarattıkları kahramanlıklarla gerek dağa çıkışlarıyla ve gerekse hapishanelerdeki direnişleriyle T.C. tarihinin en kanlı dönemine damgalarını vurmuş; ancak devletin F tipi katliamları ve peşi sıra 2004-2005’te geliştirdiği infaz indirimli erken tahliyelerinden sonra, etkinliğini giderek yitirmiştir. Tarihin saati, bundan sonra Gezi direnişine ve Rojava Enternasyonalizmi’ne kadar durmuştur.
2000 Ölüm Orucu’ndan sonra çekilen “Sonbahar” filmi de dönemin kimi itirazlarına rağmen adeta 90’lar kuşağının hüzünlü ama onurlu bir vedasıdır. Dünya devrim tarihinde, açlık grevleri ve ölüm oruçlarında Türkiye’deki kadar şehit düşen, hafızasını yitiren, fiziksel olarak sakat kalan devrimci yoktur. 90’lar aynı zamanda tarihimizin tek devrimci gaziler kuşağıdır.
90’ların temel özelliklerinden biri de örgütçü olmalarıdır. Günümüz gençliği ile en büyük farklardan biri de budur. En karanlık dönemde, profesyonel devrimciliği ve onun örgütünü taktik ve teknik olarak gerçekleştirdiler. Günümüz gençliği yatay ilişkilerle daha esnek bir biçim üzerinden hareket ediyor. 90’ların dikey hiyerarşisi yok bugün. Öte yandan günümüzün politik gençliği 90’lardan daha sorgulayıcı. Yenilgilerin nedenini araştırıyor. Sempati duyduğu yapıların çitlerini zorluyor. Devrimi tüm dünya üzerinden okumaya çalışıyor. Farklı bir enternasyonalizm! Ve devrimi taşıyan kuşakların yaşadığı kırılmaları mercek altına alıyor.
Mücadeleci karakterine rağmen 90’lar kuşağının en temel eksiği, Dünya Komünist Hareketi’nin yaşadığı olağanüstü krize, kendi bölgesinden ideolojik-teorik eleştirel bir katkı sunamaması, bununla bağlantılı olarak emperyalizmin neo-liberal ekonomik saldırısı ve post-modern kültür erozyonu karşısında da herhangi anlamlı bir cevap üretememesidir. Kendini dayatan paradigma değişikliğine gözlerini kapamasıdır.
90’lar, 74-80 arası yarım kalan tünelleri kazmaya devam eden, o dönemin yenilgisine rağmen devrimcilikte ısrar eden bir kuşak olarak tarihe geçmiştir. Sadece devrimcilikte ısrar kuşağı değillerdi; “profesyonel devrimcilik”, bu kuşakla birlikte kendini yeniden var edecek gelecek günlere kadar artık bitmişti.
Gezi süreci ve sonrası
Gençlik ve yeni yaklaşımların zorunluğu üzerine
Evet, şimdi nasıl bir gençlik vardır karşımızda? Aralarından çok azı bu yaşlanmaya direnebilmiştir. Kumsaldaki ihtiyarı dinleyenler çok olmuştur. Reformist, liberal sol mecralarda düzen içiliği tercih etmişlerdir. Haklarını yemeyelim bir kısmı önlerinde mücadeleci örgütler bulamadıkları için buna mecbur kalmışlardır. Öğrenci devrimciliği ile başlayan ve onunla sonlanan bir sosyalizm maceraları olmuş ve ya yasal particilikte karar kılmış ya da solcu dernek ve odaları zaman zaman ziyaretle sınırlı bir muhaliflikle devam etmişlerdir. Dinlemeyenler ise Gezi ve Rojava’da kendilerini gösterdiler. Gezi ve bu temeldeki kentsel mücadeleler, her ne kadar kent sosyologlarının akademik rant aracına dönüştürülmeye çalışılsa da bu damar ve Rojava, hala tek ve en devrimci damar olarak önemini korumaktadır. Ancak Solun bir zayıf tarafı var: Yakaladığı bu özgün ve devrimci damarları taçlandıramaması… Onları sadece şehadet günlerinde anması… Örgütlenmede birer ikona, abidelere dönüştürmesi… Peki, onlar bunu mu isterlerdi? Eğitim üzerine onca makale yazılıyor. Özellikle devrimci komünist kadrolar üzerine. Bu yazıların çoğunun didaktik olması düşündürücü. Bunlar öyle yazılar ki, sanki ardında 40 yıllık bir mücadele mirası, devrimci kuşaklar yokmuşçasına yazılmış. Pratiğin içinden çıkmış yazılar değil. Adeta ders veren yazılar bunlar. İddialı kavramlar ve başlıklar altında sayfalar dolusu pedagojik, soyut, ders verici mahiyette argümanları okuyoruz. Elbette içinden çıktığımız toplumdan aldığımız hastalıklardan arınmalıyız; ancak “Kapitalist kültürün sızacağı bir iğnedeliği kadar boşluk bırakmamalıyız.” diyerek ama bunun nasıl olacağına ilişkin hiçbir şey söylememek ya da “Bir ayağı karada bir ayağı denizde olan devrimcilik olmaz.” demek; ama yine bunu kendi mücadele tarihimizle ilişkilendirmemek ve yine “Sistemi reddetmek ve örgütlenmek, devrimciliğe atılmış ilk adımdır.” demek; ama toprağa düşenlerimizin bunu nasıl gerçekleştirdiğine dair tecrübeleri aktarmamak… Söylenegelen kapitalist ideolojilerden hiç etkilenmeyecek olan sızdırmaz bir kişilik. Adeta daha en baştan kapitalizmin kötülüklerine karşı topyekûn bağışıklık kazanmış bir kadro tipolojisinden bahsediliyor. Ama nedir insanı güçlendiren? Doğal ve fiziki yaşamda karşılaştığı zorluklar, acılar, ölümler, karşılıksız sevdalar, hatalar ve yanlışlar değil midir? Bir ayağı karada bir ayağı denizde olan kişilik istenmiyor. Kara kapitalizm deniz sosyalizm… Bu, gerçek hayata ve mücadelenin doğasına aykırı değil mi? Bizim işimiz “sızdırmaz bir devrimciliğin” soyut tarifini yapmak olamaz! Bunun tarifi olamaz da! Bu denli mükemmeliyetçi argümanlarla ya da “eşyanın doğasına aykırı” devrimci kadro tarifleri yapmak, aslında gençliği devrimci mücadelenin gerçekliğinden koparmaktır. Gençliği devrimci yapan, hedefe ulaşırken hissettiği o büyük eksikliğidir. O tam olamama halidir, ona yaşamı değiştirme enerjisini veren.Bu çağ, bir belirsizlik çağıdır; kökensel bir toplumsal konumdan uzaklaşma ve daha erişilmemiş bir toplumsal konuma ulaşma arasındaki bir mücadeledir bu. Dolayısıyla bir kopuş sürecidir. Paramaz Kızılbaş’ın devrim yoluna çıkarken arkadaşlarına bıraktığı mektupta yazdığı gibi: “.…Sıradan bir genç olarak sıradan çelişkilerden dolayı, sadece bir tercihte bulundum; her şeyden önce bu tercihi kendim için yaptım. Ulvi bir inanç için yola çıkmadım, ulvi olmayan insanlarla hayatı, büyüsüz bir dünyayı, şeyleşmiş bir dünyayı büyüklemek istedim o kadar. Çelişkilerimin aşılamayacağını, zira bunlar toplumsal oldukları için ancak insanın çelişkilerini örgütlemeyi, daha üst bir mertebede toplumsallaştırmaya çalışabileceğini öğrendim. Hayatımda hakikate vardığım en yakın nokta budur.” Tek tek mevcut eksikliklerimizi en aza indirgeyen, kollektif gücümüzdür, çelişkilerimizi toplumsallaştırdığımız oranda büyür mücadelemiz.
Kadro politikamızın, komünar çizginin temeli; bizzat ve öncelikli olarak Türkiye devrimci ve komünist hareketinin mücadele tarihi, ezilenlerin ve halklarımızın direniş tarihi ve başta işçi sınıfı olmak üzere toplumsal yaşamın geleneksel ve güncel dokusu ile hemhal olarak onun nasıl değiştirileceği üzerine düşünen bir militan tipini yaratmak eksenli olmalıdır. Mesela Engels’in “Almanya’da Köylü Savaşları”nı okuyup Anadolu’daki Bedreddin, Babai, Celali İsyanları’nı bilmeyen bir devrimcilik olabilir mi? Ya da Lenin’in UKKTH okuyup “Kürdistan’da Zorun Rolünü” bilmemek bu topraklara ciddi bir yabancılaşmanın sonucu değil midir? İşkencede direnişe ilişkin Julius Fuçik’i ya da Tupamarolar’ın “Duvardaki Sarmaşık Gibi” kitabını okuyalım, bilelim ama daha önce TİKB’nin “Adressiz Sorgular”ını, bizim “Onların Anısına” kitaplarını, Diyarbakır zindanındaki “Dörtlerin Gecesi”ni okumamız daha öncelikli değil mi? Che’nin “Gerilla Günlüğü”nü okumayan politik genç çok azdır, ama “Rojava Günlüğü”nün, “Medya Savunma Alanları”nın o kadar okunmadığını çok iyi biliyoruz. Oysa gerçek kadro çizgisini sadece buralardan bulabiliriz. Şehitlerimizin hayatını ve mücadelesini ne kadar komün çizgisi haline getirebiliyoruz? Devrimci öncülük nasıl yaratılır? Bunun cevabı kendi özgülümüzde Gezi’den Rojava’ya Birleşik Devrim için toprağa düşenlerin çizgisinde gizlidir. Mesela Ulaş Adalı’nın 2013 Haziran Ayaklanması çözümlemesi buram buram devrimin güncelliği kokar.1-16 Haziran “Taksim Komünü” günlerini Paris Komünü’nden günümüze tarihteki barikat savaşlarını analiz ederek ele alır. HBDH içindeki komuta gücü, tüm yapılar tarafından takdire şayan bulunmuştur. Burada Ulaş’ı Birleşik Devrim’in en kararlı militanı olarak görürüz. Özge’de devrimi hücrelerimize dek yaşamanın anlamını buluruz. “Devrimi burada -Rojava- kendi hücrelerimizden başlayıp tüm bir coğrafyayı hissederek yaşıyoruz. Coğrafya kaderdir denir ya hep. Bugün coğrafya direniştir, diyoruz biz de.” der. Ve Aziz Güler’in “Saatlerimiz devrime ayarlı, bağcıklarımız sıkıca bağlı” sloganıyla devrimci coşkuya yeni bir çehre katması unutulmazdır. Her birinin günlüklerini okuyalım, bizim komün çizgimiz bu günlüklerdir.
Eğer bir “komünar gençlik” var olacaksa
1-Mücadele “günlükleri” en temel cep kitapları olmalıdır.
2- Marksizm-Leninizm ile ezilenlerin yaşam mücadelesi arasında dolaysız bir ilişki kurmalıdırlar. M-L’ yi canlandıracak olan tek yol da budur zaten.
Üniversiteli politik gençlik
Devrimcilikle tanışan aydın gençlik kısmen Marksist klasikleri okuduktan sonra mücadeleye katılıyor. Hatta bırakın klasikleri bize geldiklerinde Bakunin, Althusser, Gramsci, D.Harvey ve Zizek okuyana bile rastlarsınız. Bu üniversite gençliği için böyle. Bize geldiklerinde özgür ve özgün bir “duruş” sergiliyorlar aslında. Gençliğin verdiği dinamizmle ama ülkemizin mücadele ve direniş tarihinden, işçi ve halk gerçekliğimizden ziyade post Marksist diyebileceğimiz metinlerin yarattığı bir ilksel entelektüel birikim ile başlıyorlar mücadeleye. Geçmiş kuşaklara göre günümüz aydın gençliğinin M-L klasiklerden daha çok Avrupalı Marksistleri ve sosyologları okuduklarını biliyoruz. Bunu toptan bir olumsuzlama olarak değil, artı ve eksileriyle birlikte ele almak en doğrusudur. Çünkü günümüz politik üniversite gençliği, Gezi ve Boğaziçi direnişinde gördüklerimiz gibi “örgütler dünyasının” dışında, rejime, bizzat kendilerine yaşattırdıklarından dolayı öfke duyan, ağırlıklı olarak liberter ve anarşist eğilimleri olan gençlerdir. M-L’ nin teorik-politik-felsefi dairesi içinde olmasına rağmen dünya komünistlerinin pratikte boşlukta bıraktığı, hatta kimi kesimlerince “tali meselelerdir” denerek küçümsediği ekoloji ve iklim değişikliği, azınlıklar, göçmenler ve mülteciler ve toplumsal cinsiyet gibi meselelerin post Marksistlerce sınıfsal temelinden ve iktidar mücadelesinden koparılıp dünyanın “evrensel çelişkileri” düzeyine yükseltilmesi, bu sorunları bizzat ve derinden yaşayan gençlik kesimlerini post-Marksist ideolojilere yaklaştırmıştır. Ve buna karşı yeterli ve bilimsel bir komünist cevap verilemediği de ortadadır. Proletaryanın yerine “prekarya” ve “madunlar”ın ikame edilmesi, komünizmin yerine “komünalizm”in tercih edilebilir olması, bunlar komünar gençliğin ideolojik mücadele alanları olarak durmaktadır.
Çağrı merkezlerinde, kargo şirketlerinde, zincir marketlerde, AVM’lerde, fason üretimde çalışan genç işçi kuşağı prekarya değildir, onlar 21.yüzyılın proletaryasıdır!
Geçmişte Kemalist sol aydınlar, devletin organik aydınları olarak kalkınmacılığı, sosyal devleti vaaz ederlerdi. Günümüzde ise artık burjuvazinin organik aydınlarından söz ediyoruz. Bunların “yüksek” akademi içinde yer alan en tehlikeli kesimi Liberal Sol’dur. İktidarın eleştirel destekçileri olarak emeğe, kadına ve gençliğe dair yazıp çizdikleri şeyler parçacı, bütünsel değildir. Artı değerin mistifikasyonu üzerine doktora yapmışlardır. Post-endüstriyel emek, bilgi işçisi ve prekarya gibi kavramlarla egemenleri memnun ederlerken ezilenlerin birikmiş öfkelerini rehabilite etmektedirler.
***
Arap Baharı’ndan Occupy’e, Madrid’in Öfkeliler’inden Atina Sintagma’ya, Gezi’den G.Floyd i İsyanı’na dünyanın dört bir yanında gençliğin öncülüğünde gerçekleşen kent direniş ve ayaklanmaları, on yılların sessizliğini bozan önemli birer deneyim olmakla birlikte ciddi kazanımlar elde edememişlerdir. Bunun nedenleri neydi? Her ülkenin kendi özgül durumu elbette önemli, bunu bir kenarda tutuyoruz ancak bu konuda her ülkeyi ortak kesen çok temel bir neden var. Büyük fotoğrafta görülmesi gerekeni tespit etmezsek, daha henüz başında olduğumuz “ayaklanmalar yüzyılı” nın gelecek çarpışmalarını öngöremeyiz.
Bu direniş ve ayaklanmalar, emperyalist kapitalizmin her zamankinden daha güçlü olduğu, rakipsiz kaldığı bir dönemde; başta gençlik ve kadınlar olmak üzere ezilen sınıfların, sosyal adaletsizliğin, işsizliğin, yoksulluğun, sefalet ücretlerinin boğucu atmosferinden artık kurtulmak için çareler aramaya başladığı bir zamanda; meydanlarda yanlarında eskinin o büyük sendikaları, Komünist partileri, uluslararası enternasyonal güçleri olmaksızın, öfkeleriyle yapayalnız, sadece kendi maharetleri ve kendi sözleriyle eyleyen, haliyle ideolojik muhtevası zayıf, çok parçalı ve merkezi bir öncülükten yoksun, aslında bunu da çok önemsemeyen bir karakter taşımaktaydılar. Sosyalizmin dünya çapındaki yenilgisi, sosyalizmde ısrar edenlerin ise bu ciddi kan kaybını durduracak güçte olmaması, emekçi sınıfların mücadelelerine sanılandan çok daha büyük bir zarar vermiştir. Biz yukarda sayılan hareketlerin büyütülememesini direkt bu durum ile bağlantılandırıyoruz. Sosyalizme olan güvenin dünya çapında yeniden tesis edilememesi, kapitalist post-fordist gelişmelerin emek sürecini fabrika kapılarının dışına taşırması ama bunun devrimci hareketlerce hala çözümlenememesi, bunu fırsat bilen post-Marksistlerin ayaklanan kitlelere teorik bulanıklığı dayatarak onları iktidar mücadelesinden alıkoyması ve egemenlerin de bu “sistem karşıtı” muhalefeti sessizce desteklemesi, kent direniş ve isyanlarını güdük bırakan asıl nedenlerdir. Meselenin bam teline gelirsek, önümüzdeki yıllarda, özellikle pandeminin yarattığı ekonomik soykırım koşullarında devletlerin daha kararlı ve sert karşılıklar vereceği yeni halk isyanları ile karşılaştığımızda, yine hazırlıksız mı yakalanacağız? Kitleleri son 20 yılda olduğu gibi yine öncüsüz mü bırakacağız? Kabul edelim ki komünistler uzun süredir dünyada gerçekleşen ve çok ciddi, öğretici dersler içeren halk hareketlerine kayıtsız kalmasalar bile, hep hazırlıksız yakalanmışlardır. Sosyalizme olan güvenin yeniden tesis edilmesi, Sovyetler ortadan kalkalı 30 yıl olmasına rağmen hala başarılamamıştır.
***
Politikleşmiş aydın gençlik açısından şahit olduğumuz ve bizi en fazla düşündüren olay ise, genç devrimcilerin geçmiş kuşağa oranla daha yüksek bir teorik birikime sahip olmalarına rağmen, bunu pratikleştirememeleri, etraflarında komünal bir çember oluşturamamalarıdır. Oysa müthiş araştırmacılar, hızla sonuca ulaşabiliyorlar. Ama buna eklemeleri gereken çok önemli bir şey var: Ete kemiğe büründürebilmek. Düşüncelerini ve mücadelelerini komünleştirebilmek…
Üniversitelerde şimdi 90’lardaki akademik-demokratik mücadeleden nitelik olarak çok farklı anti-kapitalist görevler de mevcuttur. Birçok üniversitenin mütevelli heyetlerinde sermayedarların bulunması, bizzat sermayedarların kendi vakıf üniversitelerini kurması, kampüslerin teknokentlere dönüşmesi, bilinen ama üzerinde yeterince durulmayan meselelerdir. Üniversiteler, zihinsel emek ve üretime alenen el konulduğu, açıktan açığa sömürüldüğü, bilginin metalaştırılarak tekelci sermayeye peşkeş çekildiği kapitalist işletmeler haline gelmiştir.
Son bir değini, gençliğin dünya metropollerindeki kentsel direniş ve ayaklanma hareketlerine olan yoğun ilgisi, bu anlamda oralardan çıkardıkları parçalı dersleri kendi ülke dinamikleri ile başarıyla karşılaştırmaları. Evet, dünyadaki tüm gençler artık birer yakın akrabadırlar, yoldaştırlar. Tarihin hiçbir döneminde aralarında bu denli duygudaşlık kurulmamıştır. İstisnasız dünyadaki tüm gençlik mücadeleleri, artık birbirlerinin esin kaynağı, birbirlerine açılan yeni birer penceredirler. Hiç olmadığı kadar dünya ile ilgili ve temel meseleleri dünya üzerinden okuyan bir gençlik var. Bu sinerjinin berhava olmaması elbette yeni bir çizgiyi gerektirmektedir. Öykünmeci olmayan ama öğrenen bir enternasyonalizm,yaratılması gereken çizgidir.
Öngörülemezlik! Yeni kuşağın özelliklerinden biridir demiştik. Öngörülemezlik nedir? Katlanarak büyüme, tahmin edilemez büyüme halidir. Bu, aslında son 20 yılın “küreselleşme karşıtı” metropol merkezli direniş ve ayaklanmalarının genel karakteridir de. Lenin’in şu sözü adeta bu yıllar için söylenmiştir: “Hiçbir şeyin olmadığı on yıllar vardır ve on yılların gerçekleştiği haftalar vardır.”
Bu çizgiye en güzel örnek, daha önce de değindiğimiz 2019’da Şili’de metro biletlerine yapılan zam sonrası başlayan sonra giderek yoksulluğa ve sosyal adaletsizliğe karşı isyana dönüşen öğrenci ve kadın eylemliliğidir. Bu direnişin gençlik liderlerinden biri olan Gabriel Borıc, -şimdi 35 yaşında- Şili’nin yeni devlet başkanı olabilmiştir. KezaOccupy (Wall Street’i İşgal Et!) Hareketi de böyle değil miydi? Başlatanlar, Kanada merkezli bir kültür dergisi çevresiydi. Nasıl tüm ABD eyaletlerine yayıldığını biliyoruz. Gezi’nin başlangıcının da biraz böyle olduğunu, çevreci gençlerle ilerlediğini sonra öngörülemez bir şekilde büyüdüğünü bizzat yaşadık.
“ELİMDE KIZIL BAYRAK TÜRKÜLER SÖYLERİM. ÖZGÜRLÜK PEŞİNDEYİM. GETTOLARIN FERYADIYIM!”[6]
Genç işçi kuşağı ve mahalle gençliği
Mahalleler, gecekondular ve hizmet sektörü ile organize sanayilerin genç işçilerine gelince; onlar artık Orhan Gencebay, Müslüm Baba, Ferdi dinlemiyorlar. Türkçe-Kürtçe-Lazca-Hemşince, Rap, İnstagram ve Tik Tok ile geliyorlar. 21. yüzyılın adeta kızıl ve kara-kızıl youtuberları onlar. Teknolojiye yatkınlıkları önemli olsa da bu gençlik kesiminin en temel özelliği; işsizlik ve yoksulluğu çok derin yaşamaları, okul, aile, arkadaşlık hatta dinsel anlamda bile onları hayata bağlayan değerler sisteminin artık onları tatmin etmemesi, işyerlerinde ise angaryaya ve ağır hakaretlere maruz kalmaları. Tüm bunlar, onların geleceğe dair umutlarını paramparça eden şeyler. Bu nedenle onları, yine tekrarlayacak olursak; öngörülemez eylemlerin başat gücü olmaya aday “tehlikeli” bir dinamik olarak ele almak gerekiyor.
Devrimci mücadele açısından “mahalle”ye dair güncel ve bütünsel bir politik çerçevenin ortaya konulması, hala bir görev olarak önümüzde durmaktadır. Egemenlerin “meskûn mahalde muharebe stratejisi” ve neo-liberal “kentsel dönüşüm” projeleri varsa bizim de bir “mahal devrimi, mahalleler devrimi stratejimiz” olacaktır, olmalıdır. (Bu konu ayrı bir yazı olarak ele alınacaktır.)
Emekçi yoksul mahalleleri kendi kaderine terk eden, sadece devlet değildir; tarihteki onca mücadele birlikteliğine ve direniş mirasına rağmen ne yazık ki devrimciler de “mahalle”yi yalnız bırakmıştır. Buna rağmen mahalle tarihten devraldığı kolektif birikim ve dayanışma ağlarıyla ile kendi yağında kavrulmayı bilmiş, yaşadığı alanın mücadelesini sürdürmeye devam etmiştir.
80 Darbesi’nden 90’lı yıllara kadar devrimci hareketler mahallelere uzak durmuş, sonrasında ise “mahal”e yaklaşımı; buralarda yeniden kökleşmek, uzun vadeli yerel ilişkiler kurmak şurada dursun, sadece “Yapı’ya kadro sağlama” pragmatizminin ötesine geçememiştir. Bu kolaycılıkta mahallelerde yıllar içinde değişen çok önemli şeyler olduğunun farkına varamamak da vardır. Kent sosyolojisi, bu konuda harıl harıl saha araştırmaları yaparken bizim cenahın zihni hala 12 Eylül öncesinde kalmıştı.
Görülmeyen ve değişen şuydu: 70-80 arası devrim-karşı devrim temelinde siyasi mücadele alanı olan mahalleler; 80 Darbesi’nden sonra ablukaya alınmış, sessizliğe bürünmüş, devletin muhtarlar, imamlar ve camiler üzerinden yürüttüğü hegemonya kurma saldırısına karşı mevcut durumu, bin bir güçlükle korumayı başarabilmiştir. 90’lı yıllarda Kürdistan’dan zorunlu göç dalgaları ile Alevi dinamiğinin kendini cepheden ortaya koymaya başlaması ve siyasal İslam’ın Refah Partisi’yle Sünni yoksullar içinde yükselişe geçmesi; mahallelerde ulusal, etnik ve dini kimlikleri öne çıkarmıştır. Artık başat olan Reel Sosyalizmin çöküşünün de etkisiyle siyasal- toplumsal kimlikler değil, etnik ve dini kimliklerdir. 2000’li yıllara gelindiğinde gerek sermayenin kentsel dönüşüm projelerinin baskısı gerekse gecekonduların kendi içinde tabakalaşması (eski gecekondu sahiplerinin yeni göç dalgaları ile gelenlere evlerini kiraya vermeye başlamaları, kendilerinin sosyal konutlara taşınması); bireysel rant beklentisini ve ekonomik kazancı ön plana çıkarmıştır. Bu noktada emekçi mahallelerde, Alevi-Sünni, Kürt-Türk emekçiler; kimlik siyasetini artık geri plana alarak kentsel dönüşüme karşı birleşmiş durumdadır.
Bilindiği üzere, ülke gençliğinin sadece yaklaşık yarısı halihazırda (yüzde 45) okuyanlardan oluşuyor. Geri kalanın yüzde 28’i genç işçilerden, yüzde 26’sı ise erkekleri liseyi bitirmekle birlikte üniversiteye gidememiş, bir işe de girememiş, evinde oturan, mahallede arkadaşlarıyla takılan; genç kızlar açısından ise ağırlıklı olarak sadece ilköğretimi bitirebilmiş, eve ve ev işlerine hapsolmuş ya da daha 17-18’inde evlenip çocuk sahibi olmuş bir gerçeklik var karşımızda. Bu son %26’lık kesim, yaklaşık 5 milyon genci kapsamaktadır. Bu 5 milyon gencin 3,5 milyonu “ev kızları” ve yeni evlenen genç kadınlardır. Günümüz gençlik tabakaları içinde olası bir ayaklanma durumunda, en devrimci kesim olarak üniversiteli aydın gençlikle birlikte genç işçileri, erkek ve işsiz, okumayan-mahalle gençliğini, işsiz ve okumayan “ev kızlarını” ve genç evli kadınları düşünmeliyiz. (Yalnız kadınlara ilişkin durum ağırlıklı olarak Kürdistani bir gerçekliktir.)
Organize sanayileri ve hizmet sektörünün genç işçileriyle birlikte, onların öncülüğünde mahalle ve gecekonduların gençlik kesimleri, önümüzdeki dönemde gençliğin motor gücüdürler. Genç emekçiler hakkında yazan bir araştırmacı “21. yüzyılın sınıf mücadelesinde, genç ve “inatçı köstebeklerin” kazma ve tünel açma enerjisi ve hızı belirleyici olacaktır”[7] derken yanılmamaktadır. Son 20 yıldır yeni proleterleşme dalgası ve gençlik hareketi, tüm dünyada karşılıklı etkileşim içinde öne çıkmaktadır. Üniversiteli gençliğin kitlesel devrimcileşmesi ise, bu kesimlerle kurabildiği organik bağ oranında gelişecektir.
Ülkemizde yapısal olarak erişkin nüfusun işsizlik oranının üç katına çıkmış bir genç işsizlikle karşı karşıyayız. Bu, pandemiden önceydi! 2010’da Tunus ve Mısır’da başlayıp domino etkisiyle tüm Arap ülkelerini sarsan, oradan “Wall Strett’i İşgal Et” sloganıyla ABD’ye kadar yayılan toplumsal olay ve eylemlerin temelinde, işsizlik ve sosyal adaletsizliğe karşı artan büyük öfke yatmakta idi. Yaşanan olayların merkezinde de gençlerin bulunduğunu biliyoruz. Genç işsizlik, son 10 yıldır dünyadaki kent direniş ve ayaklanmalarının fitili olmuştur. Kartopu gibi büyümeye devam ettiğini görüyoruz. Bu nedenle işsizliğin özellikle eğitimli genç işsizliğin örgütlenmesi, stratejik bir görev olarak duruyor. Onları, sosyal patlamaların dinamik güçleri içinde ele almak en doğrusudur.
Eğitimli genç işsizler, okuma olanağı ellerinden alınmış ve bir işe de giremeyen “ev kızları”, üzerlerinde önemle durulması gereken “gizil” dinamikler olarak karşımızdadırlar.
Ve KHK sürecinde 12 Eylül döneminden daha fazla sayıda üniversitelerden atılan binlerce genç akademisyen. Nerededirler? Çoğu Gezi kuşağıdırlar.
2015’te yayımlanan Gençlik Broşürü’nde (Dünden Geleceğe Gençlik); gençlik politikalarında asıl odak noktamızın üniversiteli gençlik olması gerektiği, işçi ve emekçi gençliğin örgütlenmesinin ise “ait oldukları sınıfın örgütlenmesinin bir parçası olarak görülmesi gerektiği” söylenmektedir. Devamında ancak kitlesel ve gelişkin bir politik örgütlenmeler döneminde, işçi-emekçi gençliğin de bağımsız gençlik örgütlenmesinin bir bileşeni olabileceği, bunun da haliyle “geleceğin bir sorunu” olduğu ifade ediliyor. Bu yaklaşım, pratikte işçi-emekçi gençliğin örgütlenmesi görevini, belirsizliğe mahkûm etmektir. Ama daha ötesi, işçi-emekçi gençliğin devrimci öncünün yaratılması süreçlerinden dışlanmasıdır. Bizim elbette işçi-emekçi gençliği “kendi sınıfından kopararak ayrı bir örgütlemeye gidilmesi” gibi bir anlayışımız olamaz. Ama sorun şu ki, işçi-emekçi gençliği, kendi sınıfı içinde örgütleyecek olan kimdir? Bu, proletaryanın öncü partisinden başkası değildir. İşçi-emekçi gençlik, ne gençliğin genel mücadelesinden ne de öncünün yaratılması süreçlerinin dışında tutulamaz. Kaldı ki işçi-emekçi gençliğin genel gençlik mücadelesi içinde yer alması, özellikle üniversitelilerle kuracakları bağlar, onları bırakınız kendi sınıf gerçeğinden koparmayı, çalıştıkları fabrika, atölye ve işletmelerde daha dinamik ve öncü genç işçiler haline getirecektir. Boğaziçi Üniversitesi ile İkitelli Organize Sanayi Bölgesi arasında kurulacak köprü, İstanbul’un kalbinde çok stratejik bir konum kazanmak olacaktır. Ve buna bir de “mahal” eklenmesi gerekir. Her metropol kentte bu anlayışı egemen kılmaya çalışmak gerekir. Her metropol ya da büyük şehirde en az bir kampüs, en az bir genç işçi yatağı ve en az bir mahalle… Bu üçlü sacayağının konfedere bir şekilde örgütlenmesi…
Kapitalizmin en büyük saldırılarından biri; sadece işyerinde değil, gündelik hayatta da emekçileri yan yana gelemeyecek, ortak hareket edemeyecek bir yeni kapitalist iş bölümüne mahkûm etmesidir. İşyeri dışında gündelik hayatta birlikte olabilmek, hangi ortak mekânda sağlanacaktır? Çalışmayla sertleşmiş bedenler, yorgun düşmüş zihinler, nerede ve nasıl yeniden hayat bulacaktır? Arkadaşlık ve dostluğun soylu zevki, hayatın bir olgusu haline nasıl ve nerede gelecektir? Üniversiteli gencin kampüsten, genç işçinin işyerinden çıkıp bir arada olabilecekleri ortak mekânların başında “mahal” gelir. Bu onların özgül alan faaliyetlerini zayıflatan değil, güçlendiren bir buluşma olacaktır. Mahal, sınıf mücadelesinin gündelik hayatla buluşmasını sağlayan özgür bir alan olarak düşünülmelidir. Mahal, kampüslerle fabrikalar arasındaki köprüdür.
Küçük bir azınlığın dışında ekseriyetle tüm gençlik kesimlerini, liseli, üniversiteli, işçi, eğitimli işsiz veya vasıfsız işsiz, mahalleli genç erkek, gecekondu ya da sosyal konutun “ev kızları” ve genç evli kadınlarının tümünü, ortak bir mücadele paydasında buluşturan bir nesnelliğin içindeyiz. Bu kuşak, zamanı ve mekânı yeniden örgütleyerek artı-değer üretimini hayatın her alanına yayan, kendini esnekleştirmiş bir kapitalizm çağının genç kuşaklarıdır. Günümüze kadar hiçbir kuşak kapitalizmin acımasız ve sert yüzüyle bugünkü kadar direkt karşılaşmamıştı. Onlar 21. yüzyılın yaşamları parçalanırken yazgıları birleşen gençleri olarak tarih sahnesindedirler. Bu durum karşısında “üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yeğledikleri” (Ulrike Meinhof) ise aşikar!
Ne 68 Kuşağı’nın şehirli aydın karakterli gençliği ne 78’in daha bir emekçi kır kökenli gençliği var şimdi. Gençlik, ağırlıklı kesimleriyle 21.yüzyılın “genç proleterleşme” rüzgârıyla sınıfsal bir karaktere bürünmüştür.
21. yüzyılın başında iki eğilim her geçen gün iç içe geçmektedir:
-Yeni proleterleşme dalgası
-Gençlik hareketi
Burjuva ideologların söylediği gibi, “bilgisayar başındaki yalnız çocuklar” değil onlar, tüm dünyada birçok kez gösterdikleri gibi, sanal dünyada kurdukları dostlukları gerçek dünyaya taşıyabilen bir gençliktir bu. Şimdi sahne onlarındır. Kentlerin kalbine giden yolları, en iyi onlar biliyor. Tahrir Meydanı’nda, Zuccotti Parkı’nda, Madrid’de Puerta Del Sol Meydanı’nda, Atina Sintagma ve Gezi’de bunu öğrendiler. Tamamlanmamış, yarım kalmış bir kent savaşının mimarları olarak bu mücadele deneyiminin unutulmasına, soğutulmasına asla izin vermeden onu geleceğe taşıyacaklardır.
Birleşik devrimin ihtiyacı olan şey, kuşaklar arası kırılmaların nedenlerini bilince çıkaran, mücadelesiyle yeni bir kuşak yaratabilecek bir harekettir. Birleşik devrime giden yol, önceki kuşakların vermiş olduğu emek ve özverilerin kuşaklar boyunca defalarca yinelenmesinden geçmektedir. Sadece Birleşik Devrimimizin değil, dünyanın geleceğinin de ancak ve ancak komünar bir kuşak ile yaratılabileceği üzerine yüksek sesle düşünelim. Burada “komünar kuşağı” bir gençlik hareketinin ötesinde, teorik-politik ve felsefi bir kuram, bir önderlik inşası olarak düşünelim.
Bu topraklarda ne ihtiyar köstebekler biter, ne öğrenci evleri.
Ne “günlükler” biter ne hücre evleri.
Yeni bir varoluş için ileri!
Adı Komün olsun!
Dipnotlar
[1] Evrensel Gazetesi, İkitelli’deki genç işçi röportaj ve anketlerinden derleme
[2] Devrimci Proletarya
[3] Devrimcilerin Filistin Günlüğü 1 ve 2, Ayrıntı Yayınları, Oktay Duman
[4] Ayrıntı yayınlarından çıkan “Cevahir”, “Sabo/Sabahattin Kurt” kitabı, “Saffet Alp” kitabı, “Ertan Sarıhan” vb. dönemin devrimci kişiliklerinin hayat ve mücadelelerinin anlatıldığı kitaplar. Son dönemde gerek 74-80 arası gerek 80 sonrası hapishaneler ve yurtdışına gidenlerin yaşamlarının anlatıldığı çok sayıda kitap çıktı. Ayrı bir değerlendirmeyi hak eden kitaplar bunlar. Çünkü bu anı ve belgesellerin zaman zaman popüler kültürden etkilendiğine dair soldan eleştiriler vardır.
[5] “İyi kazmışsın ihtiyar köstebek” Marx’ın 18 Brumier de kullandığı mücadelede sürekliliği tasvir eden bir metafordur.19. yüzyıl Avrupa’sında ortaya çıkan proleter mücadeleler dalgasının sürekliğini köstebek ve tüneller benzetmesi ile anlatmıştır.
[6] Rapzan Belagat, Rap Grubu
[7] Çağrı Merkezlerinde Gençlik, Sınıf ve Direniş, Gamze Yücesan Özdemir, İmge Kitabevi