Majestelerinin yargısı ve oyun dışına çıkamamak – Gülizar Tuncer

Mevcut anayasal düzeni değiştirmeye teşebbüs, FETÖ bağlantılı darbe girişimine destek, Gezi’nin organizatörlüğü ve finansörlüğü gibi pek çok suçlama nedeniyle yıllardır cezaevinde tutulan Osman Kavala; geçtiğimiz günlerde Erdoğan’ın Afrika ziyareti dönüşü kendisine yönelik “Soros artığı” gibi ifadeler kullanarak yaptığı suçlama ve hakaretlerden sonra bir açıklamada bulundu. Kavala, Erdoğan tarafından yapılan konuşmanın Cumhurbaşkanlığı makamının ciddiyetine uygun düşmediğini belirterek, kendisine yöneltilen suçlamaların herhangi bir delile dayanmıyor olmasına rağmen 4 yıldır tutuklu olduğunu ifade ederek, hüküm giymemiş ve yargılaması devam etmekte olan bir kişiye yönelik bu aşağılayıcı ve lekeleyici ifadelerin insan haysiyetine saldırı niteliğinde olduğunu, suçlu olduğu algısı yaratan ve yargıyı doğrudan etkileyen mesajlar olduğunu da söyleyerek, bu şartlar altında adil bir yargılama yapılmasına imkân kalmadığından, bundan sonra duruşmalara katılmasının ve savunma yapmasının anlamsız olacağına inandığını açıkladı.

 Bu uzun cümlelerin anlamı, Kavala’nın bundan sonraki süreçte mahkemelere çıkmayacağı ve savunma yapmayacağıdır ki; bu, yaşadığımız ülke gerçekliğinde ve mevcut yargı işleyişinde bugüne kadar çoktan yapılması gereken bir çıkıştır! Ancak sorun tam da burada kendini göstermektedir. Liberal sol anlayıştaki bir iş insanı ve sivil toplum aktivisti olarak tanınan Kavala’nın bugün “artık yeter” diyerek ipleri kopardığı noktada, diğer siyasi dava sanıkları ve özellikle de Türkiye Devrimci Hareketi (TDH) içinde yer alan siyasi yapılar ve Kürt Özgürlük Hareketi (KÖH), neden hala bu tavrı gösterememektedir?

Kavala; açıklamasında, yargının içinde bulunduğu durumu meşrulaştırıcı bir edimde bulunmanın artık doğru olmadığını düşündüğünü de belirtiyorken, bu siyasi yapılar neden bu meşrulaştırma noktasını tartışmayı dahi gereksiz görmektedirler? Yoksa bugünün Türkiye’sinde devlet- hukuk- yargı bağlamında yaşananlar, onlar açısından yeterli olgunluğa ulaşmamış mıdır? Yargının siyasallaşmasından öte artık siyasetin yargısallaşarak muhalefeti ezmeye çalıştığı, yargının şiddet aygıtı rolünün zorbalık boyutuna vardırıldığı ve bütün çürümüşlüğünün ortaya saçıldığı bir süreçte, artık beklenen nedir? 

Yargıda çürümüşlük

Sömürü ve eşitsizlik üzerine kurulu bu düzende, hukuku belirleyen egemenlere karşı “hukuk devleti” veya “hukukun üstünlüğü” yanılsamasıyla, sürekli biçimde yargının “bağımsızlığı ve tarafsızlığı”nı dillendirenler dahi; son süreçte yaşananlar karşısında artık isyandayken, muhalefet cephesinin en önünde kendini konumlandıranların suskunluğu ve tepkisizliği anlaşılmazdır! Zira, kamu gücünü elinde bulundurarak devlet adına suç işleyenlerin mahkemeleri, kendi siyasi hedefleri için araç haline getirdikleri ve her türlü keyfiliği ve hukuksuzluğu gerçekleştirdikleri dönemleri çoktan aştık. İktidar karşısında hiçbir güvenliğimizin kalmadığı, göstermelik olarak bile olsa hukuka ihtiyaç duyulmadığı, yargının artık bir tehdit aracı olmaktan çıkıp doğrudan kendisinin halkın güvenliğine karşı bir tehdit haline geldiği dönemleri de geçtik. Yaşadığımız; artık yargıdaki keyfiliğin, zorbalığın, acımasızlığın ve düşmanlaşmanın zirvesi değildir yalnızca. Kirliliğin, kokuşmuşluğun da zirvesini yaşıyoruz!

Bu ülkede her şey bu kadar göz göre göre yaşanmışken ve yaşanırken, yargının tepesine çöreklenenlerle memleketin tepesine çöreklenenler, yıllardır birlikte iş tutarak yürümüşlerse ve son süreçte bütün pislikler ortaya saçılıp ayyuka çıkmışsa, artık nasıl sessiz kalınabilir? Gerçekten de bu zamana kadarki sürece baktığımızda daha ne olabilirdi ki? Erdoğan’ın yargılanması için gerekli izni vermeyen hakim, Danıştay başkanı oluyorsa; Erdoğan’ın Belediye başkanıyken suçlandığı hırsızlıkları, yolsuzlukları örtbas ederek onu beraat ettiren hakim, Yargıtay başkanı oluyorsa; yüksek yargı üyelerini çoğunlukla ve geri kalanları da yine meclis çoğunluğuyla Erdoğan atıyorsa, Anayasa Mahkemesi dahil bütün yüksek yargı organları Erdoğan’ın hakimiyeti altındaysa; 17-25 Aralık operasyonunu örtbas ederek dosyaları kapatan hakim ve savcılar, en tepelere yerleştirilip mevcut siyasi iktidarın aleyhine karar verenler ihraç edilmişse; yargıçların ve savcıların ihracını, atama ve terfilerini belirleyen HSK üyeleri, Erdoğan ve Bahçeli’nin emriyle gelip onlarla yaptıkları istişare sonucu istifa ediyorlarsa; Adli Yıl açılışları artık Diyanet İşleri Başkanlığı’nın başrollerde olduğu bir müsamereye dönüştürülerek dualarla gerçekleştirilip şeriat devleti görüntüsü veriliyorsa; görüntüden de öte yargıyı, Hak Yol ve Menzil tarikatları ele geçirmiş ve bütün kirli ilişkiler deşifre olmuşken herkes neden suskun?

İlginçtir, kendisi bir çete örgütlenmesine dönüşen devlet mekanizmasının sürdürülmesine hizmet eden mafyatik güç odaklarının içinde yer alanlardan biri olarak Sedat Peker’in açıklamaları da kimsede sorgulama etkisi yaratmadı! Devletin nasıl bir suç örgütüne dönüştürüldüğünü en tepedekilerden başlayarak anlatan, bunu yaparken de herkesin içinde yer aldığı rant, kara para, uyuşturucu, fuhuş vb. suçları ayrıntılarıyla açıklayan Peker’i, acaba başka neler anlatacak merakıyla magazinsel havada dinlemek de mi yormuyor kimseyi? Anlaşılıyor ki mafya-siyaset ilişkisine de gayrı nizami güçlerin “rutin dışı” işlerine de herkes alışmış durumda. Ama özellikle yargı mekanizmasındaki kokuşmuşluğun, kirli ilişkilerin tüm delillerini; bilgi, belge ve video kayıtlarıyla ortaya seren Peker’in açıklamaları karşısında, bu rezilliğe meydan okuyacak “cesur bir savcı” bekleyecek saflıkta değilse herkes, bu suskunluk neden diye sormak gerekiyor!

Oyunun dışına çıkabilmek

Baskı ve şiddet politikaları artarak varlığını sürdürürken ve iktidarın gerici-faşist zihniyetini sahiplenerek sistematik biçimde muhalefete saldıran yargı organları yerlerde sürünüyorken artık sessiz kalınamaz! Çürümüşlüğün ve zorbalığın zirvesindeki bu iktidarı en çıplak haliyle ortaya koyan yargı mekanizması karşısında, toplumsal muhalefet açısından belki de en çok yüklenilmesi gereken bir alanda, neden bir tavır geliştirilemediği sorgulanmalıdır. Özellikle de sistemin artık kendini yeniden inşa edemez hale geldiği ve iktidarın giderek çöküşe sürüklendiği bir dönemde, muhalefet kendisini cendereye alan yargıya hiç ses çıkaramıyorsa ortada ciddi bir sorun var demektir. 

Hatta içinde bulunduğumuz döneme baktığımızda ve yalnızca yargı boyutuyla değil; siyasal, sosyal, kültürel, ekonomik anlamda yaşanan krizleri de dikkate alarak bir değerlendirme yaptığımızda, böylesi bir karşı koyuşun neden hala örgütlenemediği sorulabilir. Devletin bütün egemenlik alanlarında yaşanan bu dekadans haline karşı muhalefet; bu çürümüşlüğün üzerine gitmek yerine, giderek etkisizleşen bir konuma bürünmüşse bu da sorgulanmalıdır. Belki de muhalifler açısından sistemin en can yakan, en çürümüş yanına yönelmek ve son süreçte devlet -hukuk-yargı ilişkisinin en çarpıcı örneği konumundaki Kobani Davası’ndan başlamak, bir adım olabilir. Kim bilir, belki Sincan Cezaevi Kampüsü’nde kurulan ve 12 Eylül faşizminin Sıkıyönetim Mahkemeleri’ni hatırlatırcasına askeri kışla disiplini dayatılarak sanıkları, avukatları zapturapt altına almaya çalışan, istediğini konuşturup istediğini susturan, dışarı attıran, emir-talimatlarla, keyfilikle, hoyratça yargılama yapan bu mahkemedeki isyan, memleketin dört bir yanına yayılır. Zaten Erdoğan başta olmak üzere, devletin tüm etkili ve yetkili şahsiyetlerinin dava sanıklarını “Katiller hesap verecek” diye suçlayıp mahkum ettikleri ve aleyhte özel kampanyalar yürüttükleri bir ortamda, yapılan yargılamanın da savunmanın da bir anlamı kalmamıştır!

Yalnızca bu dava değil, siyasi içerikteki davaların tamamının yargı dışı karar mekanizmaları tarafından belirlendiğini, siyasi önemlerinin ağırlığına bağlı olarak bu davalarda kararlara etki etmenin de giderek azaldığını ve birçok davada imkansız hale geldiğini ve yaşananların bir tiyatrodan ibaret olduğunu söylemek, malumun ilamı olacaktır. Bu gerçekten hareketle, davaların asıl özneleri olan sanıkların iradelerini dikkate almak kaydıyla siyasi baskıların tüm ağırlığıyla üzerlerine çöktüğü davaları; artık daha fazla vakit geçirmeksizin boykot etmek, bu davaların ulusal ve uluslararası kamuoyundaki etkisi de dikkate alındığında etkili bir teşhir ve mücadele yöntemi olarak ortaya çıkacaktır.

Gerçekten de Türk ve Kürt halklarının ortak mücadelesinin temsili konumundaki HDP’ye yönelik Kobani Davası, son dönemlerin en absürd yargılaması olarak bu protestonun merkezi olabilir. Milyonlarca insanın oy verdiği bir partinin eş genel başkanlarının, MYK üyelerinin ve binlerce siyasetçinin, seçilmiş belediye başkanlarının tutuklandığı ve parti hakkında kapatma davasının açıldığı bu siyasi operasyonlar toplamına baktığımızda, Kavala’nın ortaya koyduğu tepkiden çok daha fazlasını gerektiren bir yargılama süreci olduğu kesin. Kobani Davası’nda HDP Merkez Yürütme Kurulu’nun sorumlu tutulduğu tweetler gerekçe gösterilerek, halen 21’ i tutuklu bulunan 108 kişi hakkında, 3 bin 530 sayfalık iddianameyle; “devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozma”, “öldürme”, “öldürmeye teşebbüs”, “yağma”, “alıkoyma”, “kamu malına zarar verme” den “çocuk düşürmeye zorlama”ya kadar akla hayale gelmez suçlamalarla, sanıkların her birinin 29 ayrı suçtan 38’er kez ağırlaştırılmış müebbet ve 19 bin 680’er yıl hapis istemiyle yargılandığı bu davayı protesto etmenin büyük etki yaratacağı aşikar. 

Elbette ki yürütülen siyasi linç operasyonlarını anlatarak duruşmaları bir teşhir ortamına dönüştürmek, yalanları, iftiraları, komploları açıklayarak kamuoyuna dönük manipülasyonu tersine çevirmek de önemli. Zaten bu zamana kadarki süreçte bu fazlasıyla yapıldı. Daha da önemlisi Kobani Direnişi ve T.C.’nin bütün desteğine rağmen IŞİD’in yenilgiye uğratılışı ve halen devam etmekte olan Ortadoğu’ya yönelik işgal politikaları da anlatıldı. Yıllar sonra açılan bu davanın bir intikam davası olduğundan hareketle, esas amacın HDP’ye saldırarak onu etkisizleştirmek olduğu kadar, bütün devrimci demokratik muhalefet güçlerine yönelik bir tehdit yarattığı da anlatıldı. Dolayısıyla artık duruşmalarda sürekli biçimde yaşanan ihlalleri anlatmanın veya bir tweetle iddianamede sıralanan bütün bu ağır suçların işlenemeyeceğini söylemenin ya da yargılayanların nezdinde hiçbir anlam ifade etmeyen AHİS hükümlerini, AHİM kararlarını hatırlatmanın da bir anlamı olmayacaktır! En azından bugünün Türkiye’sinde ve bugünün yargı gerçekliğinde, artık bu oyununun bir parçası olmayı reddetmek daha anlamlı olacaktır. 

Sonuçta, muhalefete yönelik şiddet politikalarının ve azgınca saldırıların uygulayıcısı konumundaki mahkemelerin en çok protesto edilmesi gereken bir dönemdeyiz ve yürütülecek boykot kampanyasının da çok etkili olacağı muhakkaktır. Geçmişte Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM)’ne karşı verilen mücadele ve boykotlar hatırlandığında, bu davadan başlanarak diğer davalara yayılacak protestoların dışarıya nasıl yansıyabileceği ve güçlü bir karşı koyuşu örgütleyebileceği de düşünülmelidir.