Günümüzde faşizm yeniden tüm dünya üzerinde açık ve ciddi bir tehdit haline gelmiştir ve bu durum faşizm tartışmalarını yeniden güncel hale getirmiştir. Bugün faşizm yeni birçok özellik kazanmasına karşın güncel faşizm tanımlamalarının ana ekseni Komintern dönemindeki değerlendirmeler üzerinden yürümektedir. Bu durum başlı başına ayrıntılı bir analizi zorunlu kılıyor. Bu yazıda, önce Komintern dönemi faşizm tahlili ve faşizme karşı mücadele üzerine yürütülen tartışmalar, soruna kaynaklık eden devrim stratejisine yaklaşım sorunu tarihsel kökleriyle birlikte değerlendirilecektir. Türkiye’de faşizm ve güncel yeni faşizme zorunlu girişler oldu ama Türkiye’de faşizm sorunu ve günümüzde faşizm ise bir başka yazıda değerlendirilecektir.
Türkiye Devrimci Hareketi, elli yıldır faşizm üzerine tartışma yürütüyor ve son dönemde tartışmalar yoğunlaşarak devam ediyor. Teorik tartışma gereksizdir demiyoruz, ancak pratiğe dönük olmayan ve hele herkesin faşizm tehdidinden ciddi olarak bahsettiği içinden geçtiğimiz süreçte pratiğe dönüşemeyen, pratiğin önünü açmayan tartışma havanda su dövmekten ileriye geçmez. Kuşkusuz Türkiye’de faşizm meselesi üzerinde ciddi olarak durmak gerektiği gibi faşizme karşı ne yapıp yapamayacağımızı tartışmak daha önemlidir. TDH, faşizmle yeni karşılaşmıyor, kesik kesik iki dönem; 1968-71 ve 1975-80 arasında eksikleriyle ve özellikle faşizmi kavrayışındaki yanılgılarına rağmen başarılı bir antifaşist mücadele yürütmüştür. Her iki dönem de devlet desteğindeki saldırgan faşist sürüleri geriletmiş, inlerine tıkmıştır ve her iki dönem faşist askeri darbelerle durdurulmuştur. Devrimci güçler, tarihinin en büyük kitleselleşmesini bu mücadeleler üzerinden gerçekleştirmiştir.
1960 sonlarında, yükselişe geçen kitlelerin mücadelesine ve bu mücadeleler içinde doğan yeni kuşak devrimci güçlere karşı devlet, kontrgerilla ve sivil MHP faşizmiyle karşılık verdi. Sıcak mücadele içinde, Komintern dönemi tartışmaları üzerinden çok yoğun faşizme karşı mücadele taktikleri tartışıldı. Komintern’in faşizme karşı mücadelede yaptığı yanlışları değerlendirirken kendi deneylerimizin ve sonuçlarının akılda tutulması, karşılaştırma açısından önemlidir. Türkiye’de faşizme karşı mücadelenin sonuçları önemli deneyler biriktirmiş ve analiz edilecek bir birikim yaratmıştır. 1970’lerde faşizm ve faşizme karşı mücadele taktik ve stratejisi üzerine tartışmalar, iki boyutta yapıldı; faşizm nedir ne değildir ve faşizme karşı mücadele taktikleri üzerine, teorik ve pratik bir birikim oluştu. Bu tartışmalarda faşizmin ne olduğu üzerine kafa karışıklığı devam etse de yaşanan pratik belirli çıkarımlar yapacak boyutlardadır. TDH, kabaca iki kampa ayrılmıştı: Reformist kamp faşizme karşı işçi sınıfının kitlesel direnişini öneriyor, faşizmi şiddet yöntemleriyle karşılamayı faşizmin ekmeğine yağ sürmek olarak eleştiriyordu. Devrimci kesim ise faşizme karşı kitlesel direnişleri reddetmeden, sokakları faşizme teslim etmeyeceğiz, şiarıyla faşizmin şiddet yöntemlerine, karşı şiddetle cevap vermeyi savundu ve uyguladı. Bu pratiklerin sonuçları ortadadır.
Reformistler, faşizme karşı kitlelerle mücadele edilir yarım doğrusunun arkasına saklanarak faşizme karşı silahlı direnişin yanlış ve faşizmi güçlendireceği iddiasındaydı. Yaşam tam tersi yönde gelişti. Sınıfla, kitlelerle mücadele edilir diyenler daraldıkça, pasifleşip köşelerine saklandıkça faşizme karşı silahlı direniş çizgisini geliştiren onlarca örgüt, kitlelerle birlikte sivil faşizmin alanlarını daralttı. Türkiye ve Kürdistan, bir boydan bir boya devlet ve faşist saldırılara karşı mücadele arenasına dönüştü. O zaman silahlı direnişe başvuran devrimci örgütler, maceracılıkla, goşistlikle suçlandı. Başlangıçta faşizmin tehdidi altındaki halk kitleleri de bu pasifist, oportünist eğilimlerin etkisinde, faşizme karşı silahlı direnişe karşıt veya hayırhah tavır takındılar ama faşist tehdit yükseldikçe, Türkiye ve Kürdistan’ın birçok alanında bizzat kitleler faşizme karşı silahlı direniş saflarında yer aldılar. Zamanla, silahlı direniş sözünü söyledi ve sivil faşizmi geriletti, kendisini kitleselleştirdi. Bu süreci durduramayacağını gören devlet ve sistem, diğer zorlamalar ve dış koşulların da dayatması sonucu, 12 Eylül faşist askeri darbesini gerçekleştirdi.
Devrimci hareket, faşist katliam ve saldırılara karşı sistemleştirmeden veya adını koymadan yürüttüğü saldırı, savunma, kitle direnişi, öz savunma, silahlı ataklar, kitlesel çatışmalar içinden gelmektedir. 1975–80 arasında, değişik adlarla ve Türkiye’nin her tarafında yüzlerce devrimci saldırı ve öz savunma organları, bazen kendiliğinden, bazen devrimci öncülükle ve kitlelerin katılımıyla çok etkili hayata geçirilmiştir. Direniş komiteleri, halk komiteleri, mahalle komiteleri, işyeri komiteleri kitlelerin de katıldığı devrimci saldırı ve öz savunma organlarıdır. Devrimci örgütler yalnızca savunma ile yetinmeyip halk düşmanı hedeflere ve faşizmin kurumlarına yönelik ciddi eylemlere imza atan silahlı askeri birimler kurdular. Bu silahlı birimler öz savunmadan çok siyasi örgütlenmelerin askeri birimleriydi, ama aynı zamanda halkın savunması görevlerini de yerine getirmişlerdir. Ancak tek başına faşizme karşı devrimci yöntemlerle mücadele yürütüyor olmak yeterli değildi. Devrimci hareketin hem sosyalizm anlayışı hem faşizmi kavrayışı yüzeyseldi ve sermaye devleti, sivil katillerini geri çekip, üniformalı katillerini devreye sokup taktik değiştirerek antifaşist bilinci ve hazırlıkları boşluğa düşürmüştür.
Faşizme karşı etkili bir mücadele yürüten TDH‘de, faşizmi kavramada ciddi kafa karışıklığı hala devam ediyor. Faşizmin doğru tahlili çok önemlidir. TDH, faşizmi kaba ve eksik anladığı için, direnişçi ve savaşçı bir mücadele çizgisi izlemesine rağmen, faşizmi bütünsel olarak kavrayamamasının bedellerini ağır ödemiştir. Bugüne gelen ağır yenilginin bir boyutu bu kavrayışsızlığının sonucudur. TDH, faşizmi sivil faşist hareket olarak anlamış ve asıl devlette kurumsallaşan faşizmi tam olarak görememiştir. Bunda tarihinden gelen bir türlü kurtulamadığı Kemalizm’in ideolojik etkisi büyüktür. Türkiye‘de faşizm ve faşizme karşı mücadele ve güncel görevlerimiz yazının ilerleyen bölümlerinde ayrıntılı incelenecektir.
Faşizm üzerine kısa belirlemeler
Faşizm, genel kabul olarak emperyalizm döneminde ortaya çıkan karşı devrim olarak tanımlanır. Bu tanım yanlış değildir; faşizm, burjuva devletin emperyalizm döneminde iktidarının devrim tehlikesiyle karşı karşıya geldiği durumlarda devletin aldığı biçimdir. Devlet başka bir devlet değil gene burjuva devlettir, fakat biçim değiştirir. Ancak faşizmin iktidarı sıradan bir burjuva yönetiminin bir diğeriyle yer değiştirmesi değil, burjuvazinin sınıfsal tahakkümünü uygulamada var olan burjuva yasallıkların tümünün yok edilerek açık terörist diktatörlük yönetimine geçmesidir.
Faşizm, bir anda gökten inmedi, kapitalizmin içinde doğdu, faşizmin ana rahmi kapitalizmdir, kapitalist gericiliğin içinde mayalanır ve tekelci aşamaya geçmesiyle birlikte onun ideolojik bir veçhesi halini alır. Faşizmin ideolojik öncülü ırkçılıktır, ırkçılık sömürgecilik döneminde yükselen ideolojik zemindir. 18. yüzyılda sömürgecilik yükselirken ırkçılık da yükselir. Üstün ırk tüm faşizmlerde ortak temadır, ırkçılık başka uluslara düşmanlık üzerinde yükselir. Proletaryanın tarih sahnesine çıkmasıyla ırkçılık, faşizmle bütünleşir ve emperyalizme geçişle birlikte, faşizm de tarih sahnesine çıkar. Günümüzde kimi aklı evveller tarafından kapitalizmi, devleti, burjuva demokrasisini faşizmden arındırma çabaları artarak devam ediyor ve etkili oluyor. Bundan dolayı faşizmin genel olarak başta hatırlanması gereken özelliği onun kapitalizmin içinden doğduğudur. Faşizmi yaratan sermaye ve devlettir, burada yuvalanır ve hazır tutulur. Ne zaman ki kitlelerin mücadelesi düzeni zorlamaya başlar, işte o zaman sahneye sürülür. Değişik dönemlerde ve değişik ülkelerde çeşitli biçimlerde ortaya çıkar.
Faşizmin Marksist bir teorisinin oluşturulup oluşturulamayacağı tartışılıyor. Ortaya çıkışından bugüne Marksistler, faşizm üzerine yığınla şey yazdılar, söylediler. Devlet, sermaye ve sistemle ilişkisi, ideolojisi, örgütlenmesi, sınıfsal konum, saldırı taktikleri, inançlara yaklaşımı, propaganda yöntemleri, kültüre yaklaşımı, estetiği ve ilave edilecek başka başlıklarla, özetle tüm yönleriyle faşizmi analiz ettiler. Bu konularda kim ne yazarsa yazsın, daha önce söylenmişleri tekrar eder, yeni bir şey söylemiş olmaz. Ancak günümüzde faşizm ülkelere göre kendine özgü yeni biçimlerde ortaya çıkmaktadır, faşizmin bu yeni özellikleriyle üzerinde önemle durulmalıdır. Kimileri faşizmin bir Marksist teorisi olamayacağını, başkaları tersini iddia ediyor. Faşizm; kuralsızlıktır, bundan dolayı faşizmin bütünlüklü bir teorisini oluşturmak ve faşizm budur, demek belli yanılgılara yol açabilir. Ama faşizm, her ülkede ve dönemde, farklı biçimlerde ortaya çıksa da, bu özelliklerini bilerek; tüm dönem ve ülkelerdeki ortak ve hepsini kesen özelliklerinin belirlenmesi önemlidir.
Faşist rejimler, ortak özelliklerinin yanında her ülkede kapitalizmin gelişkinlik düzeyine göre daha fazla farlılıklar taşırlar. Faşizm, her ülkenin toplumsal, tarihsel, sınıfsal biçimlenişine göre farklı farklı özellikler taşır. Ama bunlar da her an değişebilir, bir gün söylediğinin bir gün sonra tam tersini savunur, bir ülkede seküler bir hareket olarak yükselir, başka bir ülkede dinin, kilisenin veya caminin koruyucusu olarak ortaya çıkar. Ancak bunlar da kalıcı değildir; seküler, hatta ateist söylemleri olan bir faşist hareket, aniden tam tersine dönüp kutsal dinin savunucusu kesilebilir. Faşizm, bir kalıba sokulamaz, kitaplara ve teoriye uymaz; her ülkede ve her dönemde ayrı ayrı biçim ve formlarda ortaya çıkar ve sürekli değişir. Bütün bunlar, çok yönlü olarak değerlendirilip sonuçlar çıkarılabilir ama bütün faşist rejimleri kapsayan bir “model faşizm” örneği oluşturulamaz.
Bununla birlikte faşizmin genel olarak her ülkeye göre ideolojik savunusu, iktidarı ele geçirmek için kullandığı yöntemleri farklı olsa da, döneme ve mekâna göre değişen demagojik söylemler kullansa da hemen her faşizmde görülen ortak vurgular vardır. Bunlar, genel olarak her ülkeye özgü değişik geleneksel muhafazakâr ve gerici değerlerdir. Bunlardan başta geleni, devlete yaklaşımdır, ideolojik olarak “güçlü devlet” vurgusu tüm faşizmlerin ortak kesenidir. Bunun yanında keskin bir antikomünizm, milliyetçilik, üstün ırk, militarizm ve saldırganlık hepsinde ortak kesendir ve bunları kudurgan bir şiddet eşliğinde uygulamak hepsinde görülür. Gerçekte bunların hepsi tüm burjuva partilerinin ideolojik bagajında bulunur, dönemlere göre öne çıkarılarak veya geriye çekilerek kullanılır. Bu anlamda faşizm ile burjuva ideolojisi arasında temel ayrım bulunmaz; ikisi aynı şey değildir ama iç içedir, birbirinden ayrı var olamaz, kapitalizm var olduğu müddetçe faşizm var olur. Sermayenin egemenliği devam ettiği sürece faşizm tehdidi de varlığını sürdürecektir.
Faşist iktidarların örgütlenmesinde, ülkelere göre birçok farklılıklar vardır. Ama tümünde ortak eksen, tüm siyasal eğilimlerin şiddetle tasfiyesi üzerinde kurulan topyekûn diktatörlüktür. Günümüzde devlet ve faşizm ilişkisi üzerinden birçok faşizm tarifi havada uçuşuyor. Askeri diktatörlük, Bonapartizm, Sezarizm, popülizm veya sağ popülizm, totalitarizm, otoriterlik, proto faşizm, post sıfatlı faşizm… Bütün bunlar, faşizme karşı kitleleri aydınlatıyor mu yoksa bilinç bulanıklığına mı hizmet ediyor? Bugünün faşizmi için öncelikle, onun değişik biçimlerine takılmadan, hepsinde görülen, değişmeyen, ortak yanlarını tanımak önemlidir. Ancak bu özelliklerin hepsi birden bir araya gelmiyor, belli bir birikim sürecinde tamamlanıyor. Faşizmin bu gelişme süreci kavranmazsa, topyekûn diktatörlüğünü kuruncaya kadar beklenilirse, onun iktidarının önü açılmış olur. Tarihte bu yönlü çok fazla hatalı tavırlar yaşandı ve bedelleri çok ağır oldu. Askeri darbeler dışında faşizm, hiçbir yerde, bir gecede iktidar olmaz. Kaldı ki, askeri darbeler de bir gecede yapılır ama uzun bir dönemde, hem uluslararası ilişkiler hem düzenin idari, askeri, politik bürokrasisi dâhil tüm kurum ve güçleri hazırlanır. Ama asıl, hem siyasal olarak hem de terör ve korku ortamı yaratılarak ve provokasyonlarla kitleler hazırlanır. İster sivil kitle şiddeti önde olarak yükselsin, ister devlet ve ordu darbesi olarak hazırlansın, bu gelişmeler az çok kavranıp antifaşist mücadeleyle engellenemezse, iktidar eşiğinde ve iktidara adım attığında her şey bitmiş olur.
Faşizm üzerine kafa karışıklığını yaratan en önemli yanlışlardan biri, faşizmin olması için ortak biçimlerinin her birinin mutlak olarak var olmasını zorunlu gören totalci ve tersinden tek bir özelliğini abartan indirgemeci; iki farklı ve birbirinin zıttı yaklaşımlardır. Faşizmin ortak özelliklerinin herhangi birinin eksikliği durumunda faşizmi yok sayanların mutlakçılığına karşı, karşıt eğilimi ise faşizmin tek bir özelliğini öne çıkararak, bu özelliği faşizmin iktidarda oluşu ile eşitler veya bu özellik yoksa faşizm yok yanlışına düşer. Bu totalci ve indirgemeci yaklaşımlar aynı zamanda başka örnekler karşısında ters yöne savrulurlar. Bunun için iki yönü birden görmek, kalıpçılığa ve indirgemeciliğe düşmeden tüm faşizmlerin ortak eksenlerinin yanı sıra, her ülkeye özgü tekil örnekleri ve içereceği farklılıkları yok saymamak, bunları birlikte kavramak doğru tavırdır.
Tüm faşist örgütlenmeler, sivil paramiliter vurucu güç oluşturmak ister ve bunu koşullara göre bazı ülkelerde başarır, çok büyük kitleleri peşinden sürüklerler; başka ülkelerde bu düzeylere varamaz ama hep bir kitle desteği kazanırlar. Bu paramiliter faşist örgütlenmeler, devrimci güçlerin ezilmesi, kitle örgütlerinin dağıtılması, toplumsal ve siyasal krizin derinleştirilmesi yönünde önemli roller oynarlar, ama bütün bunlar, iktidarın ele geçirilmesi için yeterli değildir. Sivil vurucu gücü ve kitle desteğiyle faşizm, hiçbir yerde iktidar olmamıştır, yukarıdan veya aşağıdan hep devlet ve düzen tarafından iktidara getirilmiştir. Alman ve İtalyan faşizmleriyle aynı dönemde iktidara gelen Macaristan, Bulgaristan, Polonya, Romanya, İspanya, Portekiz’de sermaye desteği ve devlet güçlerine dayanarak iktidar olmuşlardır. Bu, tarihin tanıklığıyla sabittir. Bundan dolayı iktidarlaşma süreçlerindeki farklılıkları ve alınacak tavırları bilerek, bu, çok fazla abartılacak bir ayrım değildir. Ancak, sivil kitle desteğini faşizmin en önemli unsuru haline getirenler asıl tehlikeyi karartmaktadır.
Birçok faşist diktatörlük, parlamentoyla birlikte yürüdü; ya kendileri atayarak veya eski parlamentoyu zapturapt altına alarak kanlı iktidarlarının ortağı haline getirdi. En kaba yanılgı ve parlamentarizm hastalığı, faşizmi parlamentoyla bağdaşmaz gören ve göstermek isteyen liberal solculuk ve reformistlerdir. Bunlar, Alman ve İtalyan faşizminden başka faşizmi kabul etmezler. Genel eğilim olarak faşizm, parlamentoları ve burjuva yasallıkları dağıtır, ama birçok faşist devlet bunlarla birlikte yürümüştür. Mussolini, iktidarının ilk yıllarında parlamentoyu kapatmaz, faşist Evren cuntası ise kısa bir zaman içinde, anayasa referandumu ve bir kukla parlamento kurarak yürümeyi tercih etmiştir. Yine savaş sonrası Avrupa’da, Polonya, Romanya, Avusturya, Macaristan vb. ülkelerde faşizm, parlamentoları kontrolü altında açık tutmuştur.
Faşizmin iktidara geliş biçimleri üzerinden faşizm tanımlaması, diğer bir kafa karışıklığını büyüten yaklaşımlardandır. Faşizmi aşağıdan faşizm, yukarıdan faşizm olarak tanımlama ve ayrı türler gibi gösterme yaklaşımı da gerçeklere terstir. İki biçim birbirinin zıttı olmadığı gibi, her dönem ve her yerde birbirini tamamlayarak iktidara yürüdü. Aşağıdan faşizme tipik örnek kabul edilen Hitler faşizmi, yukarıdan devlet desteği devreye girmeden iktidar olamazdı. Hitler, büyük bir güç toplamıştır ama bu onun iktidara gelmesine yetmezdi. Hatta Hitler, kitle desteğinin düşüşe geçtiği bir evrede iktidara gelmiştir. Zira Alman devleti ve tekelleri, iktidarını tehdit altında görür görmez hükümeti Hitler’e teslim etmiştir. Faşizmin kitle desteğiyle iktidar olduğu bir örnek yoktur, en güçlü olduğu İtalya ve Almanya’da bile devlet desteğiyle iktidara taşınmıştır. Alman tekelleri ve Prusya gericiliğinin ideolojisiyle donatılmış aristokrasi artığı devlet bürokrasisi, ordu ve siyasetçileri, burunlarının dibinde devrim büyürken, Hitler ve kara gömleklileri olmasaydı, yeni bir Hitler yaratır ve iktidara yerleştirirlerdi. Buradan anlamamız gereken, faşizmin temeli ve iktidara yerleşmesinin asli unsurunun devletler olduğudur. Bu gerçeklik, Türkiye için her yerden daha önemlidir. Dünyanın en demokratik anayasasına sahip ve kâğıt üzerinde olsa da sosyalizmi kurma iddiasını henüz terk etmemiş sosyal demokrasinin iktidarı, kendisini işçi sınıfının partisi sayan bir hükümet, 1918 Kasım sonrası kurulan konsey hükümetlerini, Hitler’den aşağı kalmayan yöntemlerle kanlı biçimde dağıtmakta tereddüt etmemiştir.
Komintern tezlerindeki en önemli eksikliklerin başında, genel olarak devlet ve devletlerin, faşizmin yerleşmesindeki rolünün doğru olarak ele alınmaması gelir. Devlet sorunu, Marksizmde kilit sorunlardandır ve devrim sorunuyla direk bağlantılıdır. Yukarıdan faşizmler de tek başına yukarıdan gelmemiştir, burjuva gericiliğinin tüm kanallarının ve bürokrasinin desteğiyle, olduğu kadarıyla kitle desteğine dayanarak gelir ve iktidar sonrası bu desteğini büyütür.
Her ülkeye ve döneme ilişkin faşizmin yapısı, şiddeti, propagandası, örgütlenme ve saldırı tarzları kendine özgü yanlar taşır. Öte yandan, bunların nasıl ve ne düzeyde uygulanacağını asıl olarak karşısındaki devrimci güçler belirler. Devrimci ve antifaşist örgütler; güçlü, kararlı ve hazırlıklıysa faşizm de daha fazla şiddet kullanır. Devletle ve sermaye ile ilişkileri de buna göre şekillenir. Devlet ve sermaye, faşizme karşısındaki devrim tehdidinin boyutları oranında destek verir ve alan açar. Faşizmin kendiliği yoktur, kendisi olarak ortaya çıktığı anda siyasal ortamdaki güçler dengesine göre biçim alır veya gereken biçimi almaya zorlanır. Ona biçimini veren sermaye ve devlettir.
Bonapartizm üzerine
Faşizm üzerine kapsamlı bir inceleme yapan Ergin Yıldızoğlu, yeni bir kavram olarak günümüzde faşizm tahlillerini “süreç olarak faşizm” kavramıyla zenginleştirmiştir. Süreç olarak faşizm, E. Yıldızoğlu’nun verdiği anlamın yanında, faşizmin ortaya çıkışından bugüne gelen ve günümüzde hala devam eden faşizme yanılgılı yaklaşımları anlamamıza yardımcı olabilir. Faşizm iktidara yerleşene kadar hiçbir yerde ve zamanda tüm yönleriyle birlikte ortaya çıkmıyor veya tam olarak anlaşılamıyor ve bu temellerde ne’liği üzerine yoğun tartışmalar sürüp giderken faşizm iktidara yerleşmiş oluyor. Bu anlamıyla kavram, Türkiye’nin bugün süren tartışmalarının bamteline basıyor, faşizmi anlamaktan ve gereken görevleri yapmaktan alıkoyan, gözümüzün önünde yaşanan gerçekliği karartan asıl yanlışı anlamamıza hizmet ediyor. Bu yanılgılı yaklaşımların başında Bonapartizm tespiti geliyor.
Faşizm konusunda, yanlış anlayışlardan biri olarak Bonapartizmi almamız, 1800’lü yılların ortalarından günümüze, tüm zamanlara ve tüm ülkelere uyarlanan bir teorik kategori düzeyine yükseltilmesi nedeniyledir. Bu kavramı Marks’tan alıyorlar, Marks’ın Fransa’nın özel bir dönemi için kullandığı bu kavramı günümüze taşıyarak, her kapıyı açan maymuncuk gibi kullanıyorlar. Geçici, kısmi, özgün bir tarihsel deney temel alarak, bunu teorik bir karşılaştırma anlamından öteye, günümüz burjuva diktatörlüklerini açıklamakta anahtar haline getirmek, gerçeklikleri anlamaya değil daha çok karartmaya hizmet ediyor. Bonapartizm kavramını Engels de Bismark Almanyası için kullanır, Lenin birkaç yerde bu kavrama atıf yapar, ama bunların hepsi aynı dönem ve aynı tarihsel koşullarda, 1800’lü yılların ortalarındaki bazı iktidarlar için kullanılır.
Kapitalizm, sürekli bir değişim içindedir ve bu ekonomik olgular kadar tüm üst yapı kurumlarında da kendisini gösterir. Kapitalizm, 1800’lerin kapitalizmi olmadığı gibi 1930’ların kapitalizmi de değil, burjuva devletler de eski devletler değil, böylesi bir kıyaslama neyi açıklamış olur? Marks’ın tahlil ettiği dönemde burjuvazi, toprak beyleri ve aristokrasi ile ve kendi içinde parçalıdır ve keskin bir rekabet içindedir, günümüzde ise finans kapital olarak her yerde tekelci hâkimiyetini kurmuş bir sınıftır. Bu gerçeklerden dolayı Marks’ın tariflediği Bonapartizmi günümüzde hiçbir yerde göremeyiz. Bonapartizm meraklılarıyla benzer saikler üzerinden Sezarizm kavramını kullananları Marks eleştirirken, aynı uyarıyı yapıyor: “Antikçağda ve modern zamanlarda sınıf savaşımının maddi ekonomik koşulları arasında tam bir fark olduğundan, bu koşullardan doğan siyasal biçimler arasında da, Canterbury piskoposu ile büyük rahip Samuel arasındaki benzerlikten daha büyük bir benzerlik olamaz.” (18 Brumaire)
Bunu Fransa için Bonapartizm tanımlanmasını yaparken, iki dönem arasındaki değişime dikkat çekmek için, aynı yerde yazar. Bonapartizm meraklıları bu satırları görmezler. Hâlbuki antik çağla Marks’ın modern zamanlar dediği dönem arasındaki zamansal mesafe uzun ama değişim bu büyük zaman aralığına göre küçüktür. Bu kitabın yazıldığı dönemle bugün arasında zamansal mesafe kısa, ama değişim bin yılların birikimini aşan devasa boyutlardadır. Marks’ın kıyaslamasına benzer bir kıyaslama yaparsak, kendi dönemi ile günümüzdeki farka örnek verdiği piskopos (Canterbury piskoposu) ile konuşan robotlar arasındaki benzerlik gibidir. Bu anlamda Bonapartizm tutkunları, kafa karışıklığından başka bir şeye hizmet etmezler. Türkiye’de AKP ve tek parti dönemine Bonapartist diyenler, Marks’ın betimlediği Bonapartizmin hiçbir özelliğini gösteremezler. Bonapartizmin Marks’taki anlamı, egemen sınıflar arasında çelişkilere dayanan ve sonuçlanmayan keskin iktidar çatışmaları sonucu ortaya çıkan bir yönetim biçimini anlatır. Tek parti iktidarı döneminde yenişemeyen kutuplar bir yana, yaprak kıpırdamaz. Bonapartizmin olmasının koşullarından diğeri olarak gösterilen yükselen ve iktidarı tehdit eden bir proletarya hareketini de göremeyiz.
Lenin Paris Komünü’nün yıl dönümü için hazırladığı konuşma planında Bonapartçılığı; “işçiler henüz yönetemez, burjuvazi artık yönetemez” diye tarifler. Fransa, 1848 Devrimi ile çalkalanır. İşçi sınıfı barikat savaşlarıyla devrim ateşini sürekli harlar, burjuvazinin iktidarını tehdit eder. Ancak işçi sınıfı devrim yapacak güce sahip olsa bile henüz yönetme becerisine sahip değildir. Burjuvazi ise hem sürekli devrede olan, cumhuriyet ve ulusal hükümet sınırları içine hapsedilemeyen proletaryanın devrim tehdidi hem de sınıf içi çelişki ve çatışkılar nedeniyle artık yönetemez pozisyondadır. Özcesi, burjuvazi kendi iç çelişkileri ve devrim tehdidi nedeniyle ekonomik iktidarını korumak ve geliştirmek için siyasal iktidar olma hakkından bir süreliğine feragat eder.
Bonapartizmi faşizmle ilişkili olarak ilk kullanan Thalmeier’dir. Daha sonra Troçki bu kavramı faşizm tahlillerinin köşe taşı haline getirir, Marks’ın Fransa’da Louise Bonaparte darbesinin iktidarı ele geçiriş dönemine ilişkin değerlendirmelerini, faşizmin iktidarlaşmasını açıklamakta kullanır. Troçki, Mussolini iktidarına bile tam olarak faşizm demez, faşizmden çok Bonapartizm ile faşizmin karışımı olarak gösterir. Bonapartizm olgusunu günümüze uzatan eğilimler, genellikle faşizmin Bonapartizmden sonraki durak olduğunu, bu ara geçiş olmadan faşizmden söz edilemeyeceğini açık olarak yazarlar, başka türlü Bonapartizmin tam açıklanması mümkün olmaz.
Klasik faşizm ile geri kapitalist ülkelerde boy veren faşizmler konusunda, kitlesel bir hareketle veya devlet kurumlarıyla iktidar olmalarını kategorik ayrımlar düzeyine yükseltmek çokça yapılan bir yanlıştır. İkisi aynı şey değildir, ama iktidarlaşmaları devlet ve devlete hâkim sınıf eliyle ancak mümkün olmuştur. Kitle hareketiyle devleti ele geçirip yıkan bir faşizm var olmamıştır. Almanya ve İtalya’da olanlar da büyük kitle temeline rağmen devlet ve sermaye tarafından iktidarlaştırılmıştır. Bu gerçeğin silikleştirilmesi, yalnız faşizmi anlamakta bir eksiklik değil asıl olarak faşizme karşı mücadelede ciddi bir yanılgıdır. Hangi sınıfsal desteklere ve ittifaklara yaslanırsa yaslansın faşizm, devlet ve sermayeye rağmen iktidar olamaz. Faşizmlerde devletin rolünü doğru kavrayamayan anlayışlar, birçok yanlış değerlendirmeye yol açıyor. Troçki’de bu durum en uç düzeyde kendini gösterir. Troçki kitle desteğini neredeyse faşizmin tek belirleyeni olarak ele alır ve kitle desteği zayıf olan faşizmleri askeri diktatörlük, Bonapartizm vb olarak niteler. Gene iktidarında, parlamenter burjuva yasallıkları kırparak ve faşizmle uyumlulaştırarak devam ettiren faşist diktatörlükleri faşizm olarak kabul etmez. Mussolini iktidarının ilk yıllarını da tam faşizm olarak değil Bonapartist olarak değerlendirir. Bu geleneğin Türkiye’deki tüm taraftarları, mevcut Erdoğan diktatörlüğünü Bonapartizm olarak değerlendiriyor. Bunun karşı kutbu ise sürekli faşizm anlayışlarıdır, onlar da her türlü burjuva diktatörlüğü ile faşizm arasındaki farklılıkları ve bunun sınıf mücadelesinde belirli farklılıklara yol açacağını silikleştiriyorlar.
Her gerici ve katliamcı burjuva diktatörlüğünü kolayca faşizm olarak adlandırmak gibi milimetrik ölçeklerle, şunlar yok o zaman faşizm değildir, anlayışları karmaşayı artırmaktan başka bir şeye hizmet etmiyor. Açık faşizm, gizli faşizm, sürekli faşizm, sömürge tipi faşizm, parlamenter faşizm, Bonapartizm, gerici burjuva diktatörlüğü, sağ popülizm vb kavramlarla ne demek isteniyor? Kavramlar faşizmle mücadele etmez. Tarih çok değişik kanlı faşist iktidarların tanığıdır. Bütün bu tanıklıklar, anlamak isteyenler için kavramlardan çok daha öğreticidir. 1918- 23 arası Almanya için, önce burjuva demokrasisi, sonra Bonapartizm, sonra tekrar sosyal demokratların olduğu koalisyon, sonra Hitler’e ortamı hazırlayan diğer Bonapartist veya yarı Bonapartist hükümetler ve nihayet kanlı Hitler Nazizmi iktidarı deniyor. Bütün bu değişik iktidarı tanımlama denemeleri, sistemin krizini anlatıyor ama faşizme karşı doğru mücadele tarzı üzerine hiçbir şey anlatmıyor. Bu tarz yaklaşımlardan kurtulmalıyız. Faşizmi anlamak için onun ilk ortaya çıktığı biçimlere bakarak değil günümüzün gerçeklerine, kapitalizmin yaşadığı değişimler, devletlerdeki değişim ve sınıflar savaşının içinde evrildiği bugünkü ortama bakmak gerekir. Bonapartizm çözümlemesi, burada günümüz faşizmleri ve Türkiye için hangi politik gerçeği aydınlatıyor ve buna dayanarak faşizme karşı doğru taktiği nasıl kurabiliriz? Bonaparte Erdoğan, kendisini bir gün “Führer” ilan ederek mi faşizmi yerleştirecek? Yoksa faşist bir parti bu Bonaparte’ı devirip mi faşizme geçecek?
Savunucularına göre faşizmin iktidarını hazırlayan veya ön biçimi olarak tanımlanan Bonapartizm tezleri neye hizmet ediyor, bir örnekle görelim. Bonapartizm sevdalıları AKP’nin ilk dönemini burjuva demokrasisine geçiş olarak gizli ve açıktan desteklediler. Kimileri 12 Eylül rejiminin ve askeri vesayetin tasfiye edildiğini, olağan parlamenter yönetime geçildiğini ileri sürerek, AKP destekçiliğine soyundular. Birikim’in başını çektiği sol liberaller AKP iktidarıyla Türkiye’de askeri vesayetin bittiğini, “burjuva demokratik devrimin tamamlandığını” ilan ettiler. Bonapartizm diyenler, hayatı kitaplara uydurmaya kalktıkça ne 12 Eylül’den bugüne dönem dönem kabaran sınıf mücadelelerini, işçi sınıfı eylem ve direnişlerini ne kadınların ve gençliğin mücadelesini ne de eleştirilecek bütün hatalarıyla birlikte devrimci örgütlerin sokaklarda, zindanlarda, açıkta, gizlide kan revan içinde sürdürdükleri direnişleri görürler. Daha öteye 40 yıldır sistemi sallayan Kürt devriminin yükselişinin rolü zaten hesap dışıdır ve 12 Eylül Kenan Evren cuntasının tasfiyesi şimdi Bonaparte(!) dedikleri Erdoğan’a yazılır. Bonapartçılık virüsünü ve AKP’ye askeri vesayet karşıtı olarak demokrasi payesinin verilmesinin sol saflara taşıyıcısı Birikimcilerdir.
Komintern’de faşizm tartışmaları
Komintern içinde ve dışındaki bütün faşizm değerlendirmeleri, faşizme karşı mücadelede devrim stratejisindeki asıl yanlış görülemediğinde, yaşananları ve olayları var olan teorik çerçeveye uydurma çabaları olmaktan öteye gitmez. Faşizme karşı mücadele yöntemleri ve faşizm karşısında o dönem boyunca alınan yenilgilere yaklaşımda bir yığın farklı söylemlerin hepsi aynı kapıya çıkar. Bütün bu değerlendirmelerde şu esas sorunun cevabı yoktur: Yüzyıllara uzanan dişe diş bir mücadele pratiğinden ve deneylerinden geçerek gelen, bu gelenek birikimiyle faşizmin iktidarlaşması döneminde burjuvaziye ve faşizme ayaklanmalarla cevap vermekte tereddüt etmeyen işçi sınıfına dayanan komünist partiler, faşizm karşında niçin tutunamadılar, kanlı katliamlarla ezildiler? Faşizm üzerine yazan herkes, bu soruya kendi durdukları pozisyondan yanıt verirler: Sosyal demokrasi ile ittifaklar, parti önderliklerinin kararsızlıkları, yanlış faşizm tahlilleri, zamanlama hataları… Komintern içinde “sollar” ve “sağlar” (bu sıfatlar karşıtların birbirlerine verdikleri adlardır), birbirlerinin politika ve taktiklerini eleştirmekle yetinirler. Bu dönem ve sonrasındaki tartışmalar önemsizdir demiyoruz, kan ve ateş içinde yaşanmış bir tarihin gerçek muhasebe çabalarıdır ve birçok bakımdan aydınlatıcıdır ama yenilginin gerçek cevabı yoktur. Yenilginin cevabını, Marks-Engels dönemi dâhil, Komintern dönemini de içeren Marksizm’in örgütlenme, mücadele tarzı ve yöntemleri, devrim ve iktidar stratejileri içinden aramaya çalışacağız. Bundan dolayı Komintern’den günümüze tekrar edilip sakıza çevrilen beylik “en…, en…, en…” tezleri, sosyal faşizm tezleri dahil benzeri sorunlar üzerine tartışmalara kısaca değinip geçeceğiz.
Komintern’de faşizm sorunu ve tartışmaları iki boyutta değerlendirilmelidir. İlk dönemde Komintern bu yeni ortaya çıkan saldırgan karşı devrimciliği anlamaya çalışır. Faşizm yeni bir olgudur ve henüz bütün boyutlarıyla ortaya çıkmamıştır. Onun ne’liği, amaçları, siyasal anlamı, sınıfsal konumu pratikte attığı adımlarla tanımlanmaya çalışılır. Siyasal alanda attığı adımlara bağlı olarak süreç içinde kendisini belli eder. Bu ilk dönemde burjuva terörünün bir biçimi olarak küçümseyen, ciddiye almayan ve benzeri yaklaşımlar olmuştur, bu bir dereceye kadar anlaşılabilir, bundan dolayı çok fazla gündemi meşgul etmez. 1922’de İtalya’da iktidar olmasıyla ciddi olarak tartışmaların gündemine oturur. Komintern belgelerinde faşizm kavramı, ilk defa Lenin’in son katıldığı 4. Kongre kararlarında geçer ve bu kararlarda doğru biçimde “Burjuvazinin proletaryaya karşı siyasal saldırısının en şiddetli uluslararası ifadesi” olarak tarif edilir.
Komintern 1920’ler dünyasını politik olarak doğru değerlendirir. 1917 sonrası dünyanın devrim-karşı devrim ekseninde kutuplaştığı, Avrupa’da başlayan kriz, bu krize karşı proletaryanın alması gereken tavırlar doğru olarak tespit edilir. Ama dönem değişmiştir ve bu değişen koşullara karşı alınan tutum, yürürlükte olan eski mücadele (grevler, kitlesel gösteriler, ayaklanmalar) tarzlarının daha örgütlü ve kararlı yürütülmesi vb. anlamındadır. Asıl eksik olan sınıfın kendi öz savunması olarak faşist saldırılara karşı, silahlı direnişlerin gündeme getirilmemesidir. Partiler bu konuda zaman zaman öneriler getirip tespitler yapmakla yetindiler, etkili bir mücadele geliştirmediler.
“Doğru her zaman somuttur”, bu diyalektiğin en temel yasasıdır. Belirli tarihsel dönemlerin deneyleri üzerinden oluşturulan soyut kategoriler, devrimin veya karşı devrimin yükseliş dönemlerinde, toplumsal alt üst oluş dönemlerinde, geçiş aşamalarında hayatın ve hareketin gösterdiği doğrultuda esnetilmek, geliştirilmek veya tümden değiştirilmek durumundadır ve bu yetenek gösterilmezse eski ve yetersiz anlayış üzerinde debelenmekten ve fenersiz kalmaktan kurtulunamaz. Sorunlara statik yaklaşanlar bu vb. tarihin ani değişim dönemlerini kavrayamaz ve eski taktikleri uygulamak için çırpınır ve geçmişin sloganlarını tekrar ederek ancak arkadan nal toplarlar. Lenin, bu konuyla ilgili şu önemli tespiti yapar: “Tarihin ani bir dönemecinde, ileri partilerin dahi şu veya bu oranda uzun bir dönem yeni duruma ayak uyduramamalarına, düne kadar doğru olsalar da -ki bu da tarihi dönemecin aniliği oranında “birden” olur- tüm anlamını yitirmiş sloganları tekrarladıklarına çok sık rastlanır.” (Aktaran Troçki Ekim Dersleri) Komintern Merkezi ve partileri, dönemi dünya çapında yeni bir devir, devrim ve karşı devrimin hesaplaşma zamanı, hatta “son saat” olarak değerlendiriyor ama eskimiş silahlarla savaşa giriyor. Bu durumu kavramazsak, yüz yıl önce söylenenleri bulunulan konumdan savunmak ve karşı tezleri mahkûm etmek dışında bir şey söylemiş, Marksist bir değerlendirme yapmış olmayız.
Komintern’in, 1922 yılı ortalarında toplanan 4. Kongresi, resmi olarak olmasa da politik olarak son kongresi denilebilir. Kuruluş dönemindeki tüm koşullar değişmiştir. Avrupa’da tüm isyan ve ayaklanmalar yenilmiş, kanlı biçimde bastırılmıştır. Burjuvazi savaşın yarattığı yıkımları tamir etmiş, siyasal güçlerini düzenlemiş, ekonomiler düzelme göstermiş, geçici olsa da kapitalizm istikrar kazanmaya başlamıştır. Buna karşılık Ekim devrimi iç savaşın yıkıntıları ve emperyalist abluka ile boğuşurken içeride ve dışarıda sorunlar ağırlaşmıştır. Sovyet sistemi içindeki sınıfsal çelişkilerin politik yansımaları, SBKP içinde keskin olarak ortaya çıkmıştır. Daha Lenin’in hasta yatağında gördüğü ve ciddi olarak uyardığı parti içindeki bölünme tehlikesi ve iç mücadele, açık olarak kendini göstermiş ve şiddetlenmiştir.
Dünya devriminin gerilemesi, emperyalist ablukanın ağırlaşması ve içeride toplumsal huzursuzlukların büyümesi, adı konmadan ve lâfzen sürdürülse de Lenin’in ölümünden sonra, SBKP, dünya devrimi perspektifinden uzaklaştı. Bu ideolojik sapma, Komintern’i fiili olarak dünya devriminin merkezi olmaktan çıkarmış, fiiliyatta SBKP’nin dış dünya işleri bürosuna dönüştürmüştür. Aynı biçimde süreç içinde, Şubat Devrimiyle doğan tüm kitlesel öz yönetim organları olan konseyler başta olmak üzere, toplumda ve parti içinde tüm siyasal muhalefet tasfiye edilmiş ve devlet yönetimi dâhil tüm idari sistem SBKP’de merkezileştirilmiştir. Aynı sorunlar daha şiddetli olarak, Komintern Merkezi ve yerel partilere sıçramış ve bu kapışmaların sonucu yoğun tasfiyeler yaşanmıştır. SBKP içinde başlayan iç mücadeledeki saflaşmalar, olduğu gibi, hatta daha sert olarak Komintern’e yansımıştır. Karşıt kamplar Sovyetlerde kuruluş sorunlarında aldıkları pozisyonlara uygun faşizm politikaları geliştirirler ve bu sorunlar her iki konuda iç içe tartışılır. Komintern’in faşizm tahlilleri ve faşizme karşı mücadele taktikleri bu gerilimlerin etkisinde belirlenmiştir. Bundan sonraki Komintern politika ve taktikleri, dünya durumu ve nesnel olguların Marksist analizinden çok, karşıt kampların ideolojik savaşları ekseninde şekillenmiştir. Bu anlamda, Komintern’in faşizmin tanımlanması ve faşizme karşı mücadeleyle ilgili politika ve taktiklerinde iç tutarlılığı olan bütünsel bir anlayış ve çizgi oluşturulamamıştır, doğrular ve yanlışlar iç içedir. Bu durum, Komintern’in faşizm tahlilini esas alanlar nezdinde, günümüzde hala devam etmektedir.
Lenin ve Komintern
Daha ayrıntılı bir analizi gerektiren Lenin dönemi Komintern’in değerlendirmesi, bu yazının sınırlarını zorlayacağı için sadece özet olarak önemli başlıklara değinilecek.
Lenin, Avrupa devrimleriyle desteklenmezse Sovyetlerin yaşayamayacağını düşünmüş ve bunu birçok kez yazı ve konuşmalarında açıklamıştır. Kısa bir zaman aralığında sık sık bu konuyla ilgili şunları yazar: 7 Mart 1918 “Bu bize bir derstir, çünkü Almanya’da bir devrim olmaksızın yok olacağımız mutlak gerçektir.” Bir hafta sonra şöyle demiştir: “Dünya emperyalizmi, ilerleyen muzaffer bir toplumsal devrimle yan yana yaşayamaz.” 23 Nisanda şunları demektedir: “Geriliğimiz bizi ileri itti ve eğer diğer ülkelerin ayaklanan işçilerinin güçlü desteğiyle karşılaşana kadar dayanamazsak yok olacağız.” 1919’da şunları söylemektedir: “Biz yalnızca bir devlette değil bir devletler sisteminde yaşıyoruz ve Sovyet Cumhuriyeti’nin herhangi bir zaman dilimi için emperyalist devletlerle yan yana var olması tasavvur edilemez bir şeydir. Sonunda biri ya da öteki muzaffer olmak zorundadır.” 27 Kasım 1920’de, şöyle demektedir: “Şimdi, savaş arenasından barış arenasına geçtik ve savaşın tekrar geleceğini unutmadık. Kapitalizmle sosyalizm yan yana durdukça, bizler barış içinde yaşayamayız; sonunda biri ya da öteki muzaffer olacaktır. Ya dünya kapitalizminin ölümü ya da Sovyet Cumhuriyeti’nin ölümü üzerine bir ölüm ilânı okunacaktır. Şu anda yalnızca savaşa ara vermiş durumdayız.” (Aktaran Troçki Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal) Daha sonra da benzeri vurguları çokça yapmıştır.
1917-21 arasında Rusya’da Ekim Devrimi gerçekleşmiş, savaş dünya çapında büyük bir boşluk yaratmış, Avrupa ülkeleri devrim kalkışmaları ve ayaklanmalarla çalkalanmış, bir anlamda dünya alt üst olmuştu. Bu koşullarda, Temmuz 1920 yılında toplanan Komünist Enternasyonalin 2. Kongresi, dünya devrimler döneminin başladığına karar verir ve Komünist Enternasyonal başlayan dünya devrimlerini yönetecek dünya partisi anlayışıyla katılım için 21 koşulu belirleyerek devrim çağrısı yapar: “Dünya proletaryası sonuç belirleyici bir mücadelenin eşiğindedir. İçinde yaşadığımız çağ, burjuvaziye karşı doğrudan eylem çağıdır. Sonucu belirleyici saat gelmiştir.” (Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal-Belgeler)
Lenin Komintern’in kuruluşu ve ilk iki kongresi döneminde tüm dikkatini, dünya devrimi ve dünya devriminin yönetici organı olarak düşündüğü Komintern üzerine yoğunlaştırır. İlk ele aldığı sorun Komintern üyesi partilerin içinden çıktıkları II. Enternasyonal kalıntısı sağcı etkiler ve buna karşı gelişen sol sapmalarla mücadeledir. Bu konuyla ilgili konuşma ve değişik yazılarının yanında ünlü “Sol Komünizm”i kaleme alır hem Komintern içinde hem partiler içinde bu doğrultuda aktif bir mücadele yürütür.
Lenin, 1921 başlarında olmaz, yaşayamaz dediği gerçeklikle karşı karşıya kalır ve bunu herkesten önce görür. Akabinde hiç tereddütsüz yüzünü bu yeni gerçekliğe çevirir. Hem dış siyasette hem iç siyasette, daha önce geliştirdiği birçok formülü kırarak yeni döneme hazırlanır, buna uygun birçok konuda peş peşe kararlar alır ve uygular. Bunlar direksiyonu sert biçimde kıran kararlardır. Kısa bir zaman aralığında önemli olaylar hızla akar, gelişmelerin en önemli ve öne çıkanların kısa dökümü şöyledir:
Devrim dalgası Avrupa’daki başarısızlıklara rağmen yükselmektedir, 1920 Eylül’ünde Komintern’in yanında Sovyet devrimini Asya’ya taşımak için Doğu Halkları Kurultayı toplanır. Aynı dönemde dünya devrimini ateşlemek ve Avrupa devrimlerine yardım için Kızıl Ordu Polonya’da ilerlemektedir ama bu, kısa zamanda kötü bir yenilgiyle sonuçlanır, 12 Ekim 1920’de ateşkes anlaşması yapılır. 1920 sonları ve 1921 başlarında dalga her tarafta tersine dönmüş gibidir. Avrupa’da devrimler bastırılmış ve burjuvazi gücünü toplamış, ekonomiler işlemeye başlamıştır. İçeride iç savaşın korkunç yıkımları ve boğucu emperyalist abluka sonucu, şehirler açlık ve ölüm tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bütün bu gelişmeleri değerlendiren Lenin, dünya çapında yükselen devrim dalgasının geri çekildiğini, Avrupa’da devrimlerin yenildiğini anlar ve yönünü içeriye döner, yaşayamaz dediği Sovyetleri yaşatmanın yol ve yöntemlerine yoğunlaşır ve tüm enerjisini buna harcar. 16 Mart 1921’de İngiliz-Sovyet Ticaret Anlaşması imzalanır. Bu anlaşma ile ölümcül ekonomik abluka gevşetilir, karşılığında Asya ülkelerinde İngiltere karşıtı faaliyetlere son verileceği taahhüt edilir. Nitekim bir daha Doğu Halkları Kurultayı’nın ikincisi toplanmaz. 21 Mart 1921 tarihinde, içerde Yeni Ekonomi Politikası (NEP) başlatılır.
Bu gelişmeleri Troçki başka biçimde dile getirir: “Şimdi Komünist Enternasyonal’in üçüncü kongresi sırasında durum birinci ve ikinci kongrelerin yapıldığı zamanınkinden farklı. Şimdi, ilk hedefe, iktidarı almaya, dünya devrimine çok yakın olmadığımızı görüyoruz ve hissediyoruz. 1919’da bu devrimin aylar sorunu olduğunu söylüyorduk, şimdi belki yıllar sorunu olduğunu söylüyoruz.” (Troçki Lenin’den sonra III. Enternasyonal) Bu yöndeki görüşler, 1921 Haziranındaki Komintern Üçüncü Kongresinde formüle edilir. İkinci kongrenin tüm dünya proletaryasına devrim çağrısı yerine, Avrupa’da devrim dalgasının gerilediği tespitiyle “Kitlelere”, “İktidar yolu önce kitlelerin kazanılmasından geçer!” sloganları geçirilir. Daha sonra Komintern buna uygun “Birleşik İşçi Cephesi” politikasını geliştirir.
Bu gelişmelerden sonra Lenin, Komintern ve faşizm sorunlarına yukarıdaki öncelikler temelinde yaklaşır. Faşizmin somut olarak her yerde sahneye çıktığı dönemde, bu tartışmalara fazlaca eğilemez, zaten bir dönem sonra sağlığı da kendisini sınırlar. Bundan dolayı Lenin’in faşizmle ilgili ayrıntılı analizleri yoktur.
Komintern tezleri
Komintern’de faşizm ve faşizme karşı mücadele için yapılan tartışma ve sergilenen pratikleri yukarıda belirttiğimiz gerçekler ışığında ele almak gerekir. 4. Kongre’nin Komintern’in sonu olduğu tespiti, varoluş gerekçesi olan, dünya devrimi perspektifinden kopmasıyla ilgilidir. Yoksa bu tarihten sonra Komintern ve Komintern partileri hiçbir şey yapmamış veya hep yanlış yapmış anlamında anlaşılmamalıdır. Tersine bu tarihten sonra, faşizm dünya çapında gücünün doruğuna yükselirken tüm dünyada karşısında tek kararlı güç olarak komünistler mücadele etmiştir. Doğrusu ve yanlışıyla yerel partiler, faşizmin ve burjuvazinin kanlı saldırılarına karşı milyonları ayağa kaldırarak, büyük bedeller pahasına direnmiş ve sınıf mücadelesini sürdürmüştür. Ancak bu mücadeleler başarılı sonuçlara ulaşamamıştır.
Yeni ortaya çıkan bir olgu olarak faşizm karşısında, teorik açıklıktan yoksun, ideolojik kararsızlık ve örgütsel hazırlıksızlık ortamında kan revan içinde kesintisiz bir mücadele yürütülmüştür. Süreç içinde komünist partiler, faşizmin tanımı, sınıf niteliği, toplumsal bileşimi, ideolojik tezahürleri, iktidara geliş biçimi, egemenlik yöntemleri ve antifaşist mücadelenin kapsamı üzerine derinlemesine ve çok yönlü tartışmalarla daha ileri tahlillere varmıştır. Her ülke partisi kendi ülkesinin özgüllüklerini ve tarihini sömürerek oluşturulan faşist demagojiyi ideolojik, kültürel, tarihsel yönleriyle teşhir ederek, güçlü bir karşı propaganda geliştirmiş ve mücadele yürütmüştür. Bu konularda ortak toplantılarla, uluslararası büyük bir materyal birikmiştir.
Aynı biçimde ve daha önemli olarak ilk bocalama dönemlerinden sonra, faşizme karşı başarılı pratik mücadeleler yürütülmüştür. Faşizmin iktidarlaşması ve iktidarının ilk dönemlerindeki başarısızlıklar ve yenilgiler, Nazizmin Avrupa’nın büyük bölümünü işgal etmesi sonrası tüm ülkelerde silahlı direniş çizgisinde gerilla yöntemleriyle, Nazi işgalcilerine ve işbirlikçisi yerel faşist unsurlara ağır kayıplar verdirilmiştir. Nitekim Nazizmin dünya çapında ezilmesinden sonra tüm ülkelerde komünistler, başat güç haline gelmiş, bazı ülkelerde iktidarı rahatlıkla alabilecek konuma yükselmiştir.
Komintern’de, sosyal demokrasiyi sosyal faşist, faşizmin ikizi biçimindeki değerlendirmeleri iki dönemde ele alınmalıdır. Bu terim ilk olarak 1924 yılında daha çok bir ajitasyon propaganda söylemi olarak kullanılır. Bu anlamda ilk ortaya atılması iki bakımdan mazur görülebilir. Birincisi, faşizm yeni bir olgudur ve bütün boyutlarıyla kavranmamıştır. İkicisi, sosyal demokratların Almanya’da bizzat faşizan yöntemlerle ayaklanmaları bastırmaları ve birçok ülkede yükselen işçi hareketine karşı düzeni savunarak sermayeyle işbirliğine girmeleri ve iki akım arasında ayrışma ve çekişmelerin hala sürmesiyle ilgilidir. İlk dönem bir propaganda terimi olarak kullanılan bu sözcük, 1928’de ise Stalin tarafından daha çok SBKP ve Komintern içi ve dışında süren ideolojik mücadelede, teorik bir analiz kategorisine yükseltilmiştir ve bu anlamda, anti Marksist bir tezdir.
Genel kabul olarak sosyal faşizm tezlerinin komünistlerin sosyal demokrasi ile birleşik cephe kurulmasını engellediği ve bunun da faşizmin zaferine yol açtığı ileri sürülür. Bu konuda en çok öne çıkarılan Almanya üzerinden bakarsak, Alman Komünist Partisi’nin (AKP), Sosyal Demokrat Parti (SDP) ile birleşik cephe kuramamasının sebebinin sosyal faşizm tespitinden kaynaklandığı eleştirisi gerçekliği kavramayan bir eleştiridir. AKP, hangi taktikleri izlerse izlesin, hatta hangi tavizleri verirse versin, ilkelere boş verip, Sovyet iktidarını desteklemekten ve işçi sınıfının iktidarını kurmaktan vazgeçtiğini ilan etmeden SDP, AKP ile birleşik cephe kurmaya yanaşmazdı. Bizzat Kasım Devrimi’ni kanla ezen, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’i katleden ve en kritik dönemlerde, her yolla sistemi ayakta tutmak için çırpınan bu düzen partisi, devrim isteyen bir parti ile yan yana gelmezdi. Bunun için sosyal faşizm tezlerinden dolayı, sosyal demokratlar ile birleşik cephe kuramama eleştirisi boş ve anlamsız bir eleştiridir. Sosyal demokrat partiler, tek bir koşul dışında komünistlerle ittifak yapmazlar ve yapmadılar: kitlelerin devrimci yükselişi önlenemez boyutlara geldiğinde ve komünistler burjuva demokrasisine teslim olduğu koşullarda ittifak yapmışlardır ve bu tür burjuva yasallığına teslimiyet temelinde yapılan bütün benzeri ittifaklardan burjuvazi kazançlı, komünistler ise kaybederek çıkmışlardır.
Sosyal faşizm tezlerinin, SDP tabanındaki işçi kitlelerini kazanmayı engellediği eleştirisi de kolaycı bir eleştiridir, AKP, sosyal demokrasinin etkisindeki işçi kitlelerini kazanmak için bilinen tarzda çok büyük çaba göstermiştir ama bunlar yetmemiştir. AKP, sosyal demokratların etkisindeki işçileri nasıl kazanabilirdi? Bunu tek bir koşulda başarabilirdi; kendisini tüm antifaşist güçlerin öncüsü konumuna yükselterek. Faşizm, örgütlü işçi sınıfını dağıtmayı ve komünistleri ezmeyi önüne hedef olarak koymuştu ama aynı zamanda tüm topluma saldırıyor, toplumu esir almak istiyordu. AKP, faşizme karşı mücadeleye öncülük yapabilseydi işçi sınıfının birliğini sağlarken toplumun tüm ilerici güçlerini ve antifaşistlerini işçi sınıfı ekseninde birleştirmiş olurdu. Bunun için yapılması gereken faşizmi sokaklardan söküp atmak için her şeyi göze alarak ve tüm gücüyle sokağı savunmalıydı, silahlı faşist çeteleri sokakta silahla karşılamalıydı. AKP’nin faşizme karşı mücadeleye öncülük yapabilmesi için kitlesel direnişlerin yanında, asıl olarak tüm yöntemleri kullanarak, sokakları faşizme teslim etmemek için silahlı faşist teröre devrimci şiddetle karşılık vermesi gerekirdi. Faşizm; yalnızca kitlesel direnişlerle, parlamenter yollarla yenilemez ve Avrupa tarihiyle bu net olarak açığa çıkmıştır.
AKP, birleşik işçi cephesini kurabilse dahi bunu koruyacak ve silahlı devlet güçleri ve faşist çeteleri geriletecek öz savunma güçleri olmadan daha önceki ayaklanmaların akıbetini yaşamak durumunda kalırdı. Döneme ve Komintern’e hâkim mücadele anlayışıyla faşizmi engelleyemezdi. Komintern ve ona bağlı partiler, faşizme karşı kitlesel ayaklanmalar dışında silahlı mücadele yöntemlerine hem hazırlıksız hem mesafeliydiler. Nitekim faşizm, aynı dönemde her yerde silahlı çetelerle sokakları zapt ederek güç topladı. Sokağa hâkim olduğu yerlerde gücünü artırdı, artan gücüyle giderek tüm ülkeyi kontrol eder hale geldi. Daha baştan, mücadele stratejileriyle komünistler, sokakları silahlı faşist güçlere teslim ettiler. Başlarken faşistler devlet desteğine rağmen komünist ve sol güçler karşısında bir avuç sokak serserileri düzeyindeydi. Komünistler, var olan faşizm destekçisi devletlerden, parlamenter yasallık içinde faşizmin, kolluk kuvvetlerince engellenmesi için çalıştılar, faşizmi destekleyen ve büyüten burjuva sistemlerden bunu beklediler.
Komintern’in 1935 yılında 7. Kongre’de kabul edilen bilimsel bir içeriği olmayan Dimitrov’un, “finans kapitalin en gerici, en bağnaz ve en emperyalist unsurlarının açık zorba diktatörlüğü” biçimindeki değerlendirmesi çok eleştirilmektedir. Bu, bir kaşık suda fırtına koparmaktır ve Komintern’in asıl hatası burada değildir. Bu pekiştirme sıfatlı tanımlama asıl olarak faşizmin sınıfsal temelini belirlemedir, bir bakıma “baş düşman” vb anlamda asıl hedefi belirler. Benzer pekiştirme sıfatlı değerlendirmeler bu tanımı en çok eleştiren Troçki’de de vardır. Bu tanım, Dimitrov’u eleştirenler dâhil tüm faşizm tespitlerinde farklı cümlelerle yer alır, faşizmin tüm çeşitlerinde ortak kesen öğeleri içinde taşır. Faşizmin sınıfsal niteliğini öne çıkaran bu tespit, kitle tabanını faşizm tanımının baş belirleyeni gören anlayışlara karşı genelleme düzeyinde olsa da stratejik düşmanı doğru tespit eder. Ancak bu tanım faşizmin bileşenlerini daraltır ve faşizme karşı cephe ve ittifak politikalarını burjuva demokrasisi içine sıkıştırır. Nitekim Hitler işgaline karşı, bu temelde kurulan halk cepheleri, iktidarı alabilecekken burjuvaziye teslim ettiler.
Bununla birlikte Birleşik Cephe, Halk Cephesi politikalarının yalnızca bu yanlış tanımın bir sonucu olarak değerlendirilmesi doğru değildir; bu politikalar daha çok Komintern ve partilerinde yaşanan, dünya devrimi perspektifindeki gerilemeyle ve Sovyetler Birliği’nin dış politikasına uyum sorunuyla ilgilidir. Sonrasında sistemin reformuna ve burjuvaziyle sınıf işbirliğine dönüşmüştür. Daha önce de belirtmiştik, Komintern’in Üçüncü Kongresinde belirlenen Birleşik İşçi Cephesi taktiğinde, genel geçer tespitler dışında fazla bir şey yoktur. Troçki’nin büyük anlamlar yüklediği karardan çıkardığı sonuç: “Üçüncü Kongre büyük bir fenerdi. Onun öğrettikleri bugün hâlâ canlı ve verimlidir. Dördüncü Kongre yalnızca bu öğretileri somutlaştırdı. Üçüncü Kongrenin sloganı yalnızca “Kitlelere” değil, aynı zamanda “İktidar yolu önce kitlelerin kazanılmasından geçer!” (Troçki – Lenin’den sonra Üçüncü Enternasyonal) Bu sloganlar komünist partilerin her dönem kullandığı sloganlardır ve bu sloganların öne çekildiği 1921 yılında faşizmin ve devletlerin azgın saldırıları tüm ülkelerde yükselmektedir.
1922’de toplanan Komintern 4. Kongresinde faşizme karşı mücadele vurgusu öne çıkarılır: “Komünist partiler, faşist çetelere karşı mücadelede işçi sınıfının önünde olmalı, bu sorun karşısında birleşik cephelerin örgütlenmesinde son derece aktif olmalı ve illegal örgütlenme yöntemlerinden yararlanmalıdırlar.” (Lenin döneminde komünist enternasyonal-belgeler) Gene 4. Kongrede İtalya için “Hareket doruğuna ulaştığı anda, işçi kitleleri iktidarı ele geçirmek için yeterli güçten yoksundular.” tespiti yapılır, bunun gerekçesi olarak parti öncülüğünün yetersizliği gösterilir. Bu doğrudur, ama önerilen taktik, yetersizliği kurtarmaya yetmez. Sokakta mücadele edilmeyip sokaklar terk edildiğinde zaten faşizmin topyekûn iktidarının önü kendiliğinden açılmıştır.
Troçki, 1924 yılında yazdığı “Ekim Dersleri”nde Avrupa partilerinin, Ekim Devriminden öğrenmediklerini ve bunun için yenildiklerini söyler, SBKP ve Komintern Merkezini de bu soruna eğilmediği için eleştirir. Troçki’nin Ekim Dersleri isabetli değerlendirmeler ve öngörüler içermektedir. Ancak, Troçki de Avrupa’da faşizm ve devrim ekseninde yürüyen dönemi ele alırken, geleneksel ve yerleşik mücadele taktikleri üzerine aynı yanılgılar içindedir, Komintern’e ayaklanmaya hazırlık konusundaki dönemsel erken çıkışlar, zamanlama hataları ve önderlikteki tereddütler üzerine eleştiriler yöneltir. Bunlar ayaklanmalarda zamanlama ve ittifak sorunları üzerine ve daha aktif, daha ileriden iktidar sorununu öne çıkaran eleştirilerdir ama bunlar öze ilişkin bir değişiklik taşımaz Komintern ve Troçki zaman zaman ayrı ayrı illegalite ve silahlanma hazırlıklarından söz ederler. Ama Komintern üst örgüt olarak, bunları planlanmış yönerge ve talimatlar biçimine dönüştürmez, bunlar geçerken söylenmiş sözler durumunda kalır. Söz olarak da bunların hepsi, sokaklarda terör estiren faşizme karşı günlük mücadele görevlerinden kopuk denenmiş ve hep yenilgiyle sonuçlanmış ayaklanma hazırlıklarıyla ilgilidir.
Troçki, birçok yerde aşağıdaki satırlarda söylenen şeyleri tekrar eder: “Savunma uyanık, aktif ve cesaretli olmalıdır. Kurmay heyeti bütün savaş alanının her yanını görebilmeli ve genel saldırı işaretini vermek söz konusu olduğu zaman durumda bir değişikliği kaçırmamak için bütün olasılıkları göz önünde bulundurmalıdır.” (Faşizm Üzerine Önlenebilir Yükseliş, Margit Köves-Shaswati Mazumdar) Herkese iktidarın zaptının nasıl zor bir mücadele olduğu, nasıl hazırlıklar gerektiği konusunda dersler veren Troçki, burada bir gece erken kalkılırsa iktidarın zapt edilebileceği hayalini anlatmaktadır.
Troçki’nin hakkını yemeyelim, yukarıdaki paragrafı aşağıdaki kâhince tespitler izler. “Ama eğer Hitler iktidara gelir, ilk adımda Alman proletaryasının öncü kesimini ezer ve proletaryayı bütünüyle yıllar sürecek bir dağınıklık ve moral çöküntüsü içine sokarsa, faşist hükümet SSCB’ye karşı savaşa girişebilecek tek hükümet olur. Bu hükümetin Polonya, Romanya, diğer sınır boyundaki devletler ve Uzak Doğu’da Japonya ile bir ortak cephe kuracağını söylemek bile fazladır. Bu girişimde Hitler hükümeti bir bütün olarak dünya kapitalizminin tek yürütme organı olarak görünecektir.” (agy)
Anlamlı eleştirilerine rağmen Troçki, Avrupa partilerindeki I. Dünya Savaşı’ndan faşizmin iktidara gelişine kadar olan dönemdeki asıl yanlışı göremez. Bu konudaki en esaslı değerlendirmeyi, Komintern ve AKP’nin ölümcül hatasını en doğru olarak, Hitler’in Propaganda Bakanı J. Goebbels, yapar: “Eğer rakibimiz, ne kadar zayıf olduğumuzu bilebilseydi, bizi muhtemelen unufak ederdi. Çalışmalarımızı daha başından kana boğup ezerdi.” Ve gerçeklik tam olarak Goebbels’in söylediği gibidir; AKP, örgütlü ve kitlesel gücüyle daha başlarken sokaklarda faşist terörü devrimci silahlı yöntemlerle karşılasaydı onları tükürükle boğacak kuvvete sahipti. Bu konuda J. Goebbels yalnız değildir, yıllar sonra benzer bir değerlendirmeyi Mussolini yapmış, 1924 yılında Mateotti’nin faşistler tarafından öldürülmesi üzerine oluşan muhalefet döneminde, “elli ya da yirmi kararlı adam o kritik dönemde iktidarımızı devirebilirdi” demiştir.
AKP’nin sokaklarda faşizmi geriletmesi durumunda, Alman devletinin seyirci kalmayacağı kesindir, devreye faşizmden yana girerdi. Bu koşullarda neler olabileceği üzerine bir şeyler söylemek fal açmak gibi bir şey olur ama her koşulda yeni bir yol açılmış ve son tahlilde bu mücadelelerde birikmiş deneylerle Nazizm’in diktatörlüğü karşısında kurbanlık kuzular durumuna düşülmezdi.
Troçki, çok sert eleştirdiği Komintern tezleriyle hemen her konuda aynı kulvardadır, ayrıklıkları ve eleştirileri çok bariz “sosyal demokrasi, sosyal faşizmdir” benzeri kaba yanlışlar dışında örgütlenme, ittifaklar ve mücadele yöntemleri ve taktikler olarak tümüyle aynı şeyleri savunur. Bunlara dönük itiraz ve eleştirileri, benzer politika ve taktiklerin daha enerjik ve aktif uygulanması, çokça zamanlama hataları çerçevesindedir. Bu eleştirilerin büyük kısmını değişik Komintern yetkililerinin sözlerinde de bazen eleştiri, bazen özeleştiri olarak görürüz.
Troçki, Avrupa için birçok tarih verir ve bu tarihlerde partiler hazırlıklı olsa ve önderlikler yanlış yapmasa devrimlerin gerçekleşebileceğini öne sürer. Bir örnek: Almanya için 1923’te koşullar uygundu, AKP ayaklanma kararı alsa faşizmi engelleyebilirdi, diyor. Troçki bu konuda da kendi söyledikleri ile çelişki içindedir. “Komünist Partisinin görevi proletaryanın çoğunluğunu kazanmaktadır; sosyalist devrim olanağı ancak bu şekilde doğar.” Troçki’nin bu tespitin altında parlamenter hayaller yatmaktadır. Oysa komünistler ne kadar güçlenseler de işçi sınıfının çoğunluğu hep sosyal demokratların yanında oldu. Diğer irili ufaklı sınıf güçlerini saymıyoruz. O zaman bu formüle göre Almanya’da devrim olanağı hiç olmadı demektir.
Gelelim Troçki’nin, 1923’te Almanya’da devrim gerçekleşebilirdi, iddiasına: “1923 Ekiminde, görülmemiş ekonomik kriz sırasında, bizzat burjuvazinin içindeki güçlü ve keskin çelişkilerden ve sanayi merkezlerindeki proleter kitlelerin görülmemiş militan ruhu sonucunda doğan sosyal demokrasi saflarındaki korkunç bir şaşkınlık sırasında, nüfusun çoğunluğunun komünist partinin safında olduğu açıktır. Parti savaşabilirdi ve savaşmalıydı ve başarı için bütün şanslara sahipti.” (Lenin’den sonra Üçüncü Enternasyonal) Avrupa çapında irili ufaklı onlarca ayaklanma oldu, bazı yerlerde yerel, bölgesel konseyler iktidarları kuruldu ve kısa zamanda hepsi kanlı bir biçimde ezildi. 1923’te ayaklanmanın başarısının hiçbir gerçekçi açıklaması yoktur, boş bir kanı veya iddiadan ibarettir. Bu konuda öne sürdüğü tek kanıt sosyal demokratların etkisindeki sendikaların ve işçi kitlelerinin de hareketlendiği ve bu tarihte komünistlerin öncülük edeceği bir ayaklanmaya katılabilecekleri üzerinedir. Bu da bir varsayımdan ibarettir ama gerçekleşse ve daha öteye birkaç merkezde hâkimiyet kursalar dahi ayakta kalmalarının hiçbir garantisi yoktur. Prusya geleneğine dayanan Alman devleti o zamana kadar bir yığın ayaklanmayı ezip deney ve tecrübe kazanarak daha da güçlenmiş olarak orta yerde durmaktadır. Burjuva ordu başta olmak üzere güçlü siyasal ve yönetim bürokrasisi, zamana yayılan silahlı mücadelelerle tam olarak dağıtılmasa bile yıpratılmadan ve devrimci orduyu ve kitleyi bu bilinçle donatan bir süreç yaşamadan başarılı ayaklanmalar, iktidarlarını koruyamazlardı ve koruyamamışlardır.
AKP, yenilen ayaklanmalara rağmen sınıf içinde çok güçlü derinlemesine bağlara ve Rosa ve Liebknecht gibi direnişle tarihe geçmiş liderlere sahip olduğundan, Hitler’in tam hâkimiyetine kadar gücünü hep korudu ve kesintisiz mücadele etti. Aynı dönemde, doğru bir taktikle faşizmi sokakta durdurmak için silahlı birlikler oluşturarak harekete geçti. Ancak keskin sloganlara rağmen bu taktiği tam hayata geçirmedi. 1931 yılında hem de Nazizmin en güçlendiği dönemde, yaklaşan seçimlere zarar vereceği ve faşist saldırganlığa bahane sağlayacağı gerekçesiyle sayısı yüz bini bulan Roter Front örgütü (Kızıl Savaşçılar) yasal ve parlamenter hayallerle tasfiye edildi.
Komintern’de devrime toplu ayaklanma stratejisi ile varılacağı esastır, sınıfın kazanılması, genel grevler, kitlesel direnişler, silahlı askeri görevler, ittifaklar vb. tüm hazırlıklar bu doğrultuda yürütülür. Ancak bu, Komintern’e tarihsel miras olarak marksizmden kalmıştır.
Yeni dönem, eski silahlar
Komintern döneminde, silahlı direnişe hep ayaklanmalar üzerinden yaklaşılır, I. Dünya savaşı sonrası birçok ülkede peş peşe patlayan ve burjuva devlet terörüyle kanlı biçimlerde ezilen ayaklanmalar, eksikleri, zamanlama ve ittifakların doğru değerlendirilmemesi üzerinden eleştirilir. Ayaklanmalar dışında, genel olarak faşizme ve gerici devlet saldırılarına karşı ve özellikle faşist saldırılara karşı, partinin kitleleri ve kendi kendini savunması ve karşı saldırıları hazırlaması hemen hiç düşünülmez ve bu temel yanlış, büyük acılara ve ağır bedellere sebep olur. Ancak, Avrupa partilerinin devrimci mücadelenin askeri görevlerine ve burjuva terörüne karşı silah kullanmada tereddütleri, Marks Engels dönemi dâhil, İkinci Enternasyonal’e hâkim olan bir anlayıştır.
Marksizmde silahlı mücadele hep toplu ayaklanmaların bir uzantısı olarak ele alınır. Bu tarihin bıraktığı derslerin sonucudur. Bir bakıma Avrupa tarihi çok değişik motiflerle silahlı ve yıkıcı ayaklanmalar tarihidir ve işçi ayaklanmalarından önce yüzlerce yıl tüm Avrupa dini motifler üzerinden silahlı köylü ayaklanmalarıyla sarsılır, işçi sınıfı bu geleneğin izinden yürür. Bu gelenek ve kendi uzun mücadele birikimi ile 1830-1848 ve diğer kendiliğinden ayaklanmalar sürecinde örgütlenir ve sahneye çıkar. Marksizm, bu süreçlerde yaşanılan ayaklanmalardaki askeri deneyler ve silahlanma sorunlarını değerlendirir, ama iktidar için mücadelede silah sorunu başka bir biçimde geçmez. Aynı dönemlerde her tarafta küçük silahlı militan gruplar, güçler dengesini hesaplamadan, kitlelerin durumunu gözetmeden birçok silahlı eylem gerçekleştirir ve bunların hepsi yenilgiyle sonuçlanır. Bu durumdan dolayı, ayaklanmalar dışındaki silahlı eylemler ve hazırlıklar; kitlelerden kopuk yaşanan silahlı kalkışmaların başarısız olması ve ezilmeleri, bu mücadele yönteminin uygulayıcısı, gizli silahlı örgütlenmenin piri diyeceğimiz Blanqui’nin adına ithafen, Blankizm olarak toptan mahkûm edilir.
Paris Komünü’ne kadar Marks-Engels, iktidarın ele geçirilmesi ve parti sorunu üzerine fazla eğilmezler. Paris Komünü’nün kanla bastırılmasından sonra, kazanılan devrimin korunması açısından görüşlerini geliştirirler ama iktidarın zaptı hep ve tek yöntem olarak kitlesel ayaklanmalardan beklenir. Kitlesel ayaklanmalara yaklaşımları da zamanla değişir. Burjuvazinin, Paris’in ve diğer büyük Avrupa şehirlerinin direnişlere karşı önlem amacıyla mimarisini yeniden düzenlenmesi sonucu Engels, bir anlamda ayaklanma dönemlerinin sona erdiğini söyler ve buna karşı olarak Alman sosyal demokrasisinin parlamenter başarılarını över ve diğer partilere izlemeleri gereken yöntem olarak örnek gösterir.
Bu konuda Engelsin yazdığı birkaç pasajı aşağıya aktarıyoruz:
“Ama, Alman işçileri, Sosyalist Parti olarak, en kuvvetli, en disiplinli ve en çabuk büyüyen parti olarak, sadece varlıkları ile yaptıkları ilk hizmetten başka, davalarına büyük bir hizmet daha görmüşlerdi. Bütün ülkelerdeki arkadaşlarına genel oy sisteminden nasıl yararlanılacağını göstererek onlara yeni bir silah vermişlerdi, en keskin, en etkili silahlardan birini vermişlerdi.” (Fransa’da Sınıf Savaşları, Önsöz)
“Her yerde, Almanların oy verme hakkından yararlanma ve bizim için ulaşılabilir bütün görevlerin ele geçirilmesi örneği taklit edildi; hazırlıksız bir saldırının başlatılıvermesi her yerde arka plana itildi… Çünkü, bu konuda da savaşın koşulları, ciddi olarak biçim değiştirmişti. Eski tarzda ayaklanma, 1848’e kadar her yerde kesin olan barikatlar üzerinde savaş, şimdi bir hayli eskimiş, modası geçmişti.” Engels bunları yazar ama sonuna şu uyarıyı koyar. “Ne var ki normal gelişme felce uğrar, vurucu güç, belki de, kritik anda orada bulunmaz, son ve kesin kavga gecikir, uzar ve beraberinde daha ağır fedakarlıkları getirir.” (age) Ayrıca son dönemlerde Alman partisindeki yasalcı ve düzenin gelişerek sosyalizme varacağı yönündeki yaklaşımları şiddetle eleştirir.
Engels’in bu değerlendirmeleri Komünist Manifesto’daki yaklaşımla uyumludur. Marks Engels Komünist Manifesto’da kapitalizme ve burjuvaziye o zamana kadar görülen en sert eleştirileri yöneltseler de kapitalizmin dünya çapında yarattığı büyük altüst oluştan etkilenirler, Komünist Manifesto’nun başka bir okunuşu burjuvazinin tarihsel misyonunun övgüsü olarak anlaşılabilir. Marks ve Engels bu sistem ve bu sınıftan daha ileri beklentiler içindedir. 18 Brumaire ve Fransa’da İç Savaş eserlerinde Marks; ulusal meclis, genel oy hakkı, kuvvetler ayrılığı, anayasa vb. burjuva kurumlarına ve hukuksal düzenlemelere gereğinden fazla anlam yükler ve burjuvaziyi bunları göz ardı etmekle eleştirir. Aynı dönemde ABD ve İngiltere’de barışçı geçiş olanağından söz ederler.
Engels, Komünizmin İlkeleri’nde şunları yazar: “Komünistler, kendileri ile burjuvazi arasındaki belirleyici savaşımı burjuvazi egemen oluncaya dek hesaba katamayacaklarına göre, kendisini bir an önce devirmek için, burjuvazinin bir an önce iktidara gelmesinde ona yardımcı olmak komünistlerin çıkarınadır.”
Marks ve Engels’in yaşadığı zamanlar, bütün aydınlar için çok coşkulu bir dönemdir ve zamanın ruhu herkesi içine çeker. Büyük Fransız İhtilali bilinçlerde kökleşmiştir, Engels “yakın geçmişin dev silueti herkesi büyülemişti” der. Komünist Manifesto, tarihte kapitalizme karşı yazılmış en sert ve en keskin politik metindir ama zamanın ruhu ve kapitalizmin baş döndürücü gelişmelerinin etkisi bu metinde de kendisini gösterir. Engels’in yukarıya aktardığımız pasajlarında da aynı etkilenme görülmektedir.
Acımasız burjuva terörüyle ezilen onlarca devrimci kalkışma deneylerine rağmen, Avrupa partilerinde, parlamenter çalışma ve kitlesel direnişler ve devrimin zor yöntemleriyle olacağı kabulü dışında, zorun ve devrimci şiddetin diğer biçimleri hiç gündeme gelmez. Avrupa partilerinin yasadışılık ve silahlı eylemliliklere yaklaşımı bir geleneğin devamıdır. Avrupa partileri, yüzyıllara uzanan sınıfsal direniş ve mücadele deneylerinden geliyorlar. Bu mücadelede tüm yasakları kitlesel eylemlerle, kanlı katliamlara direnişlerle kıra kıra ve bileklerinin gücüyle direnme hakkını ve örgütlenme özgürlüklerini meşrulaştırdılar ve yıllar boyu bu yoldan büyük mesafeler kat ettiler ve bu gelenek yerleşik hale geldi.
Avrupa partilerinden daha gelişkin yeraltı mücadelelerinde deneyli, zor ve şiddet yöntemlerini kullanan Bolşevik Partisi de silahlı mücadele sorununu ve iktidarın alınmasını, Avrupa partileri gibi toplu ayaklanma dönemine hazırlık olarak ele alır. Toplu ayaklanmalar, hep yenilgiyle sonuçlanmıştır, Ekim devrimi bir istisnadır, yeryüzünde bir daha oluşmayacak uluslararası ve ulusal koşullar ve bunların yanında narodnizmi eleştirmekle birlikte tu kaka ilan etmeden kahramanca savaş deneylerini ve mücadele taktiklerini çekincesiz uygulayan devrime sıkı sıkıya bağlı Bolşeviklerin partisinin eseridir. Bunlara son olarak eklenmezse eksik kalacak olan, devrim dehası Lenin’in rolüdür. Bütün bu koşullar bir araya gelmiş ve toplu ayaklanma başarıya ulaşmıştır ama günümüze kadar başka bir örneği yoktur. Başarılı devrim zaferleri vardır ama bunlar toplu ayaklanmacılıktan başka bir stratejik çizgide ilerlemiş, değişik silahlı devrim stratejileri ile devrimi yapmışlardır. Tarihin pratik olarak ortaya koyduğu bu somut gerçeklere rağmen tüm dünyada marksizm adına siyaset yapanların ezici çoğunluğu, teoriye bağlılık adına toplu ayaklanma stratejisi doğrultusunda büyük bir tutuculukla inat ediyor. Toplu ayaklanmacılık; örgüt, mücadele biçimleri, ajitasyon propaganda, kitlelere yaklaşım ve iktidarın fethi vb. tüm konularda geleneksel, yerleşik bütünlüklü bir stratejik çizgidir ve bu en keskinleştirilmiş haliyle bile İkinci Enternasyonal çizgisidir, hatta güncellikte onun bile gerisine düşen bir zavallılıktır.
İkinci Enternasyonal partileri; yüz binlere, bazıları milyonlara varan üyeye ve büyük mücadelelerde militanlaşmış milyonları kucaklayan devasa sendikalara sahiptiler. İşçiler için sendika bir yana işçi derneği, yardımlaşma dernekleri, içinde işçilerin yer aldığı her birikim hatta işçilerin kiliselerde toplanması bile yasaktı. İşçi sınıfı yasakları ve yasaları kıra kıra, yüzyıllara yayılan kan revan içinde mücadeleyle, bu örgütlülükleri oluşturarak büyük kazanımları sistemin içine yerleştirdi; büyük bir güç yaratarak burjuvazinin karşısına dikildi ve kapitalist sistemi tehdit eden bir düzeye yükseldi. Zamanla tüm bu birikim Rusya hariç tasfiye oldu. Düzeni yıkmak ve proletaryanın iktidarını kurmak için ayaklanan sendikalar, bugün sistemin vazgeçilmez araçları durumuna dönüşmüştür. Almaya, İngiltere, İsveç vb. ülkelerde sendikalar, büyük mali sermayenin bir kesimi, devlette, siyasette, bürokraside sistemin ortakları durumundadır. Bazı ülkelerde hala muhalif kimliğini sürdürenler sistemin uysal parçaları durumundadır. O dönemin gerçekleri üzerinden oluşturulan genel grev genel direniş, toplu ayaklanma stratejileri, o zamanki partilerin bu büyük birikimine ve büyük olaylara imza atmasına rağmen, tüm ayaklanmalar başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bugün ortada bu güçler ve birikimin esamesi yokken, aynı nağmeleri tekrarlamak devrimcilik değil kendi kendisini hiçleştirmektir. Nitekim geleneksel Marksizm iddialılarında, dünya genelinde yaşanan gerçeklik budur.
Ekim Devrimi, bir daha yaşanmayacak çok özgün yanlar içeren bir deneyimdir. Bunlardan en önemlisi savaş ve yenilgi sonrası Çarlık ordusunun tümden çökerek Troçki’nin deyimiyle “öfkeli köylülüğün milyonluk silahlı ordusuna dönüşmesidir.” Asker Sovyetleri milyonları bulan silahlı isyancı köylü kitleleridir ve Ekim’de iktidarın alınmasında iki yönden temel bir rol oynamışlardır: Hem Çarlığın ordusunu dağıtarak egemen sınıfları devrimi engelleme gücünden yoksun bırakmış hem de askeri ve silahlı yeterli hazırlığa sahip olmayan devrime büyük bir zor gücü sağlayarak iktidarın alınması koşullarını hazırlamıştır. Bu koşulların sonucu, Bolşeviklerin Çarlık iktidarını yıkarak bir gecede kansız denilecek biçimde iktidarı almaları mümkün olmuştur. Ama bu özgün şartların yarattığı kolaylığı, Çarlığı yeniden ayağa kaldırmak için harekete geçen emperyalist güçler ters yüz etmiş; karşı devrimci güçleri besleyerek ve destekleyerek üç yıl süren ve devrimi sakatlayan ağır iç savaşı dayatmıştır. Dünya burjuvazisinin bütün desteğine ve tüm yerel gericiliklerin örgütlenerek dört bir yandan saldırmasına ve kitlelerin yaşamlarının dayanılmaz ağır koşullar içinde olmasına rağmen Bolşevikler iç savaştan zaferle çıkmıştır. Bu zafer Bolşevik öncülüğün ve kitlelerin olağanüstü mücadelesi kadar iktidar olmanın yarattığı olanaklarla yakından ilgilidir. Bu derslerden çıkan sonuç, devrimde iktidar sorununun temel bir sorun olduğudur.
Bu koşullar olmasaydı büyük ihtimalle, emperyalizmin desteğiyle devasa Çarlık devlet bürokrasisi ve ordusu kısa zamanda toparlanıp harekete geçerek devrimi ezilebilirdi. Çarlık ordusu tümden dağılmakla kalmayıp ana gövdesi devrimi savunan silahlı orduya dönüşmüştü. Ve devrim sonrası, zaman Bolşeviklerden yana işledi, çünkü çok daha büyük bir avantaja sahiptiler, iktidar ellerindeydi ve onu doğru kullandılar. Emperyalizm ve Çarlık kuşatması başladığında buna hem toplum olarak hem sınıf olarak hem parti ve askeri görevler olarak hazırlıklıydılar ve iktidar olanaklarıyla bu büyük işgali kırıp zaferi kazandılar.
İktidar sorunu, zor ve zorun kurallarının belirlediği bir arenadır ve hiçbir kolay başarı hayaline olanak tanımaz, çünkü burjuvazi ve devletler sonuna kadar direnir ve çöküş halinde bile karşıtı olmayan muazzam ve devasa oturmuş zor ve şiddet araçlarına sahiptir. Nitekim Bolşeviklerden daha güçlü ve örgütlü Avrupa partilerinin savaş sonucu çöküş içinde olan devletler tarafından şiddetle ve kanla ezilmesi bunun kanıtıdır. Daha sonraki devrimler tarihi, iktidar sorununda zorun ve zorun tüm biçimleri içinde silahlı mücadelenin olmazsa olmaz kanun olduğunu kanıtlamıştır. Özgün koşullarda, iki şehirde ayaklanıp iktidarı zapt eden başka bir örnek yoktur ve tüm ayaklanma denemeleri kanlı biçimde burjuvazi tarafından ezilmiştir. Sonraki tüm devrimler ülke koşullarına göre adım adım yükselen ayaklanmaları da içinde taşıyan, uzun süreli halk savaşı, gerilla savaşları dâhil silahlı mücadeleler sonucu zafer kazanmıştır.
Lenin dahil toplu ayaklanma, ajitasyon propaganda ve kitlelere yaklaşım üzerine tüm söylenenler, o döneme dair ve bu gerçeklikler içinde söylenmiş sözlerdir. En netameli konulardan biri, kitleler sorununa yaklaşım konusudur ve bu konu ıcığına cıcığına kadar tartışılmış, birçok sonuç çıkarılarak kanun hükmünde kararnameler düzeyinde Marksist literatürde yerini almıştır. Konuya en çok eğilenlerden biri Lenin’dir ve devrimlerde kitlelerin rolünü bütün unsurların üzerine yerleştirmiştir. Lenin, hemen her konuşması ve yazısında, kitlelere yaklaşım sorununu değerlendirmiş; kitlelerin eğilimlerinin dikkatle izlenmesi ve ciddiye alınmasını, buna uygun adımların atılmasını, bu konuda yapılacak yanlışların ağır yenilgilere yol açacağını söylemiştir. Aynı Lenin, mücadele sürecinde yaşamın ve pratiğin gerçekleri karşısında, daha önce doğru olarak koyduğu tespitleri sık sık çiğnemekte de tereddüt etmemiştir. Bunun için o, Lenin olmuştur.
Kitlelerin siyasal bilinci her dönemde ve her yerde hâkim sınıfların ideolojik hegemonyası altındadır. Devrimci yükseliş dönemlerinde burjuvazinin ideolojik hegemonyası zayıflar ama bütünsel olarak ortadan kalkmaz. Düzene karşı ayağa kalkan kitleler birçok temel sorunda hala düzen ideolojisinin etkisi altındadır ve bu gerçeklik birçok ayaklanma ve devrim süreçlerinde yaşanmış, devrimci anın gerektirdiği birçok acil adımlar kitle bilinciyle karşı karşıya kalmıştır. Düzen ideolojisinin etkisini üzerinde taşıyan, burjuva yasallığından kopamayan ve devrime inanmayan eğilimler, böylesi dönemlerde kitle kuyrukçuluğuna savrulurlar. Devrimci önderlik, böylesi anlarda hayati önem taşır, çünkü aynı eğilim, devrimci partinin öncü kadroları arasında da etkisini gösterir ve açıktan devrimci adımların önüne dikilir. Şubat/Ekim döneminin her safhasında bu durum yaşanmıştır.
İşçi sınıfı ve devrimci örgütleri, devrimci bir sınıf çizgisi temelinde her zaman kendi gücünü esas alarak hareket etmelidir. Burjuva diktatörlükleri altında kazandığı mevziler, asıl olarak kendi mücadelesinin ürünü olsa da bunların garantisi burjuva yasallıkları değil, burjuva yasallıklarının dışına çıkarak yaratacakları yeraltı örgütlülüğü ve silahlı askeri hazırlıklardır. Avrupa ülkelerinde faşizmin iktidarını kolaylaştıran etkenlerin başında bu eksiklikler gelmektedir. Marks – Engels dönemindeki devlet çözümlemelerinde, bu yanlar eksiktir. Bolşevikler, yukarıda belirttiğimiz özgüllükler ve 1905 devrimi ve sonrasında yaşanan Rusya koşullarının özgüllüğü ve Lenin’in devrimci önsezileriyle bu eksiklikleri aşarak yasadışı ve askeri eylemliliklere hazırlıklı oldukları için başarılı olmuşlardır. Bolşevikler, iktidar mücadelesinde diğer zor ve şiddet yöntemlerini benimser ve uygularlar. 1905 ayaklanmasının bastırılmasından sonra Plehanov ve parti merkez çoğunluğu yenilgiyi silaha sarılmada görür, “bir daha asla silaha sarılınmamalı” sonucuna varır. Lenin, yenilgiyi tam tersinden ele alır, mealen, silaha sarıldığımız için değil daha çok silahlanmadığımız, silahlı mücadele ve devrimin askeri görevlerini yeterince bilmediğimiz için yenildik, der. Avrupa partilerinden illegalite, zor ve şiddet yöntemlerini daha fazla kullanır. Bu yöntemler, Rusya’da Narodnizm; İkinci Enternasyonal’de, maceracılık ve hatta haydutluk olarak eleştirilir.
Komintern partileri bir bütün olarak hiçbir zaman, sistemdeki ağır krizlere rağmen zor yoluyla iktidara gelmeyi düşünmüyorlardı. Sosyalizmi kurmak istiyordular ama bunun için işçi sınıfının çoğunluğunu kazanmayı esas alıyorlardı. Bu parlamenter yasallığa bağlılık, Komintern partilerinin tümünün iktidar stratejisini oluşturuyordu. “İşçi sınıfının çoğunluğunu kazanmak”, her ülkede bunun gerekçesi oluyordu. Faşizm sokakları ateşe vererek, kan dökerek ilerlerken, işçi sınıfının çoğunluğunu kazanma yasalcılığı kitleleri terör zoruyla faşizme teslim etme sonucunu doğurmuştur.
Almanya ve İtalya’da faşizmin iktidarlaşma sürecinde tüm karşı direnişler ve bu temelde yürütülen mücadeleler izlendiğinde, faşizmin iktidarlaşmasının kendi başarılarından çok komünistlerin hatalarından kaynaklandığı çok açıktır. Komünistlerin yanlışları, çokça kabul edildiği gibi faşizm tahlilleriyle ilgili değildir, yanlış tahlillerin elbette etkisi olmuştur ama asıl yanlışlar süreç boyunca eski ve gelenekselleşmiş mücadele araçları ve yöntemlerine bağlı kalmak, yaşamın dayattığı yeni mücadele görevlerini kavrayamamak, daha çok da yeni döneme ideolojik ve pratik olarak hazırlıksızlıktır. Savaş ve Ekim devrimi sonrası bir başka dünyaya geçildi, bir dönem tüm dünyayı devrim rüzgârları kapladı ve burjuvazi, karşı devrim olarak faşizmi ortaya çıkardı. Burjuvazi, değişen koşulları daha hızlı kavradı ve aralarındaki tüm çelişkilere ve keskin rekabete rağmen, zor da olsa, koşullara uyum sağlayarak, devrim tehlikesi karşısında; kendi ekonomik siyasal sistemini, parlamentosunu, ordusunu, kültürel ve ideolojik aygıtlarını, devletini vb. tüm kurumlarını tek bir savaş cephesinde toplayarak saldırıya geçti. Bu süreçte değişik burjuva kesimleri arasında ekonomide, siyasette, bürokraside rekabet ortadan kalkmadı, daha şiddetlenmiş olarak kıyasıya devam etti, ama devrim tehdidi karşısında, tereddütsüz tek cephe olarak birleştiler. Komünistler, alışkanlıklarına sarılarak eskide direndiler, gereken hızı ve değişimi hiçbir alanda başaramadılar. Bu gelişmelere ve değişikliklere, eski paslanmış kör düşünce ve yöntemlerle, İkinci Enternasyonal tarzı yöntem ve silahlarla karşılık vermeye çalıştılar. Bolşevik devrimi; stratejik, taktik yeni araçlar ve yöntemler geliştirmişti ve başarıya ulaşmıştı, bu partiler de kendilerini Bolşevik kabul ediyorlardı ama İkinci Enternasyonal tarzını ve yöntemlerini uyguladılar. Hazindir, burjuvazi tüm kurumlarıyla beraber kendi yasallıklarını da yerle bir ederek savaşa hazırlanırken, faşistler her yerde burjuva yasallıklarını kıra kıra sokakları kana bulayarak ilerlerken; komünistler, burjuva kurumlarına ve burjuva yasallığına sıkı sıkıya sarıldılar. Adeta burjuva demokrasisinin savunucusu oldular.
İtalya’da faşizm, paramiliter gruplar oluşturup sokaklarda işçi sınıfına karşı saldırıya geçtiğinde, işçi sınıfının gücü ve etkinliği onu kısa zamanda sokaklara çıkamaz hale getirecek, kıyas kabul etmez güçlere ve örgütlülüğe sahipti. İşçi sınıfı örgütlüydü ama onun parlamenter sisteme ve burjuva yasallığına güveni devam ediyordu. Faşist saldırganlığın, yasalar tarafından engellenmesini bekleyerek, faşist kara gömleklilere karşı kendi savunma ve saldırı güçlerini oluşturmaya geçmekten çok grevler ve protestolarla yetindi. Bu parlamenter sisteme bağlılık, adım adım faşizmin sokaklara hâkimiyetini ve sokak hâkimiyetiyle kitlesel gücünü çığ gibi büyütmesine yol açtı. Aynı durum daha değişik biçimde Almanya’da tekrarlandı. Avrupa partilerinin tümünde mücadele daha çok grev ve kitle gösterileri aralığına sıkışmıştı; mücadelenin askeri ve silahlı biçimleri, toplu ayaklanmalar dışında bu partilere yabancıydı. Ekim devrimi sonrası, genel grev ve silahlı ayaklanma teşebbüslerinde bulunmuş ve yenilmişlerdi. Avrupa partileri, askeri ve silahlı birlikler oluşturarak faşizmle savaşa girişmediler. Sebep her ne olursa olsun, sonuçta işçi sınıfı ve emekçilerin; tüm ilerici, devrimci ve komünist militanların faşist hareket tarafından ezilmesine sebep oldular. Pahalıya mal olan bu deneylerden öğrenerek, Nazizmin Avrupa’nın büyük bölümünü işgal etmesinden sonra; adım adım faşizme karşı silahlı mücadele yöntemleri temel direniş tarzı haline gelmiş ve bu, büyük başarıların yolunu açmıştır. Silahlı komünist gerillalar, tüm işgal bölgelerinde, Nazi sürülerine ve yerli faşist işbirlikçilerine ağır darbeler indirmiştir.
Komintern’de ve bağlı partilerde koşullar hep öne çıkarılır ve “koşullar” denilen şeyin göstergesi de seçimler ve oy oranı olarak anlaşıldı. İtalya Komünist Partisi (İKP), başından itibaren yeraltında Mussolini faşizmine ve Alman işgaline karşı büyük bir direnişle karşı koyar. II. Dünya Savaşı bitiminde, tüm Kuzey İtalya’ya hâkim olan yüz binlerce silahlı militanı ve 2 milyondan fazla üyesi olan İKP, iktidarı almaya cesaret edemez ve seçimlerde ancak üçüncü parti olur, faşizme karşı silahlı direnişle kazandığı iktidarı, kendi eliyle burjuvaziye hediye eder.
Komünistler, burjuva diktatörlüğüne karşı ideolojik, politik ve örgütsel bağımsızlığını temel alarak mücadelesini bu eksenler üzerine oturtmalıdır. Klasik anlayış böyledir, işçi sınıfının ideolojik ve politik bağımsızlığının ne anlama geldiği biliniyor. Örgütsel bağımsızlık, örgütün bağımsızlığının burjuva yasalarının dışında, illegal temellerde inşası anlamınadır ve klasik anlayış bu temellere oturur. Tarihsel deneyler göstermiştir ki bu üçlü tedbir yetmemektedir ve bu yetersizlik her yerde kanlı burjuva terörü ve zoru sonucu ezilmeyle sonuçlanmıştır. Bunlara dördüncü bir ilke olarak mücadelenin kazanımlarının güvenliği ve koruma altına alınması eklenmelidir. PKK bu sorunu kendi deneyleri üzerinden “öz savunma” olarak sistemleştirmiş ve hemen tüm faaliyet alanlarında görevlerinin içine yerleştirerek, tartışma gündemine sokmuştur. Günümüzde tüm dünyada burjuvaziye karşı mücadelede, zorun her türlü biçimini, devrimi hazırlama perspektifiyle kullanmak; devrim yapma iddiasını korumak ve mücadelenin kazanımlarını korumak için temel bir ilke olarak başa alınmalıdır.
Marksizmde toplu ayaklanma dışında bir iktidar stratejisi yoktur. Lenin ve Komintern döneminde bu anlayış Ekim devrimiyle daha güçlenerek Çin devrimine kadar tartışmasız tek iktidar stratejisi olarak hâkimiyetini sürdürmüştür. Mao, kendi deneyleri üzerinden devrimin askeri görevlerini ayrıntılı incelemiştir. Çin devrimi ve sonrasındaki tüm devrimler istisnasız, kendi özgüllükleriyle, silahlı eylemler temelinde başarılmasına rağmen toplu ayaklanmacılık günümüzde tartışılmaz üstünlüğünü kaybetse de etkisini sürdürmektedir. Toplu ayaklanmacılık, bir anın adlandırmasından öteye, devrimci pratiğin tüm alanlarını ve iktidar savaşının tüm safhalarını belirleyen, propaganda ve ajitasyondan örgütlenme ve çalışma tarzına, ittifaklardan mücadele yol ve yöntemlerine kendiliğinden her alanı belirleyen bir stratejik bütünlüktür, Ekim devriminin biricikliği bilinçlerde netleştirilmediği için uzun süreli silahlı devrim stratejisinin başarılarına rağmen bu anlayış hala etkisini sürdürmektedir.
Alışkanlıklar, gelenekler ve özellikle teoriye bağlılık adına eski metinlere iman; klasik komünist partilerde, burjuva partilerinden daha güçlüdür. Hitler faşizmi, iktidarını pekiştirdikten sonra Avrupa’nın büyük bölümünü işgal etti ve zorunlu olarak bütün Avrupa ülkelerinde Nazi işgalcileri ve işbirlikçisi yerel faşist güçlere karşı silahlı direnişler başladı ve bu direnişler, büyük güçlere ulaştı. Hitler faşizminin ezilmesinden sonra, ülkelerin hâkimi durumuna gelen komünist partiler, silahlarla kazandıkları zaferi; eski alışkanlıklarına dönerek, parlamenter alıklıkla, ellerindeki iktidarı burjuvaziye teslim etmişlerdir. Nazizm yenildikten sonra İtalya ve Fransa’da iktidarın burjuvaziye teslim edilmesi teoriyle, politikayla, akılla veya başka bir gerekçeyle açıklanacak bir olay değildir. Parlamenter alıklıkla açıklamak da yeterli değildir, üzerinde tartışılarak bugüne uzanan etkilerini yok etmek için ayrı bir çalışma gereklidir. Bütün Komintern partilerinde bu parlamenter demokrasi inancı derece derece etkili olmuş ve zaman içinde, hepsini burjuva parlamentarizminin kenar süsü haline dönüştürmüştür.
Buraya kadar söylediklerimizden çıkacak sonuç: Faşizme karşı mücadelede başarısızlık ve eksiklikler, Marksizmin iktidar stratejindeki temel yanlıştan, toplu ayaklanma anlayışının mutlaklaştırılmasından kaynaklanmaktadır. Teorideki bu temel yanlışı kavramadan yapılacak tüm Komintern ve faşizm değerlendirmeleri sorunu aydınlatmaktan çok, daha büyük karmaşa ve kafa karışıklıklarına sebep olmuştur ve faşizm sorununda hala bu karmaşa artarak devam etmektedir. Kimileri solcu hataları eksen alır, kimileri tersinden sağcı eksiklikleri öne çıkarır ve kör dövüşü büyüyerek günümüzde de devam eder.
Lenin’in, kimi uyarıları, onun Sovyet deneyini mutlaklaştıran yaklaşımlara dair eleştirileri olmuştur. Bunlardan en bilineni, Komintern’e üye partilere yaptığı uyarıdır. Mealen şöyle der; bizim deneylerimizden öğrenin ama Ruslaşmayın, aynı şeyleri yapmaya kalkışırsanız hata yaparsınız. Gene, Ekim Devrimi ve Bolşevizmin evrensel değerlerinden söz ederken bunların her yerde ve her zaman geçerli olmayacağını belirterek benzer uyarıları tekrarlar. Devlet ve Devrim dikkatle okunduğunda orada kimilerinin diktatoryal eğilimler olarak gördüğü uyarılar; Marks – Engels’te ilk dönemler görülen, sonradan aşılan ama İkinci Enternasyonal döneminde kökleşen Marksizm anlayışını mahkûm eder, Marksizmin devrimci özünü öne çıkarma çabasını sergiler.
Lenin, birçok konuda dönemin Marksizm anlayışından kopar ve yeni koşullara göre teoriyi daha ileriden kurar ve gerekçelerini teorik olarak açıklayarak Marksizmin içine oturtur ama Avrupa partilerinde İkinci Enternasyonal kalıntısı ayaklanmacı, ayaklanmayı da sınıfın çoğunluğunu kazanma dönemine erteleyen anlayıştan kopuşu sistemli bir bütünlüğe kavuşturmaz. Komintern partilerine eleştiri ve önerilerinde birçok yazı ve konuşmalarında sık sık ciddi uyarılarda bulunur ama bunlar geçerken dokunmalar düzeyindedir.
Komintern’den bugüne sürdürülen faşizm tartışmaları ve bu temelde yürütülen politik ve ideolojik sorunların onlarca başlık ve daha fazla alt başlıklardan oluşan envanterini tek tek tartışmak gereksizdir. Zaten bu konularda yazılmadık şey de kalmadı ve bugün yazılanlar da daha önce mutlaka söylenmiş olanların tekrarı olacaktır. Ayrıca bu tartışmalardan faşizm ve faşizme karşı mücadele için düşünsel ve pratik daha ileri sonuçlar çıkaramayız. Bunu için pratiğe, faşizmin ortaya çıkıp iktidarlaşmasına kadar olan dönemde yaşananlara bakmak daha öğreticidir. Buraya kadar, faşizm sorununa klasik Komintern tezlerinin ve pratiğinin değerlendirilmesinin dışına çıkarak, bizzat bu tezlerin ve pratiğin eleştirisi üzerinden, ağır yenilginin sebeplerini ve kaynaklarını değerlendirmeye çalıştık. Bu konuyla ilgili son çarpıcı örneği, kendi deneylerimiz üzerinden verelim. Bu konuda Demir Küçükaydın şunları yazıyor: 12 Eylül öncesinde Türkiye’de dünyada en hızlı büyüyen bir faşist hareket de vardı ve devrimci hareket Dimitrov’un teorisinden başka bir şeyi bilmemesine rağmen, fiilen ayaklarıyla, Dimitrov’un teorisini reddetmiş oluyordu. Faşistlere karşı öz savunma savaşı veriyordu.” Demir Küçükaydın, bunları Troçki’nin tezlerini onaylama anlamında yazsa da buradaki tespiti doğrudur. O dönem TDH, Komintern ve Dimitrov’un tezlerini, üzerinde hiçbir tartışma olmaksızın, savunuyordu ve bu tezleri savunarak ama başka bir mücadele tarzıyla azgın ve kanlı eylemlerle yükselen faşizme karşı başarılı bir mücadele yürüttü, sivil faşizmi püskürttü.
Kısaca Türkiye’de faşizm sorununa dair
Erdoğan diktatörlüğü, ezber tanımlardan hiçbirine uymayan oldukça özgün ve karmaşık bir siyasal ve sosyolojik olgudur. İktidara getirilme dönemi olağanüstü koşulların sonucudur. Bir anlamda iktidar olmamış, olağanüstü koşullarda emperyalizm, tekeller ve TC devletinin ittifakıyla iktidara oturtulmuştur. Bugün, ABD ve emperyalist güçlerle Tayyip’in yaşamakta olduğu çelişkili hal; AKP iktidarının niteliğini değiştirmez. Türkiye’de Erbakan’ın Refah Partisi tasfiye edildi ve içinden Erdoğan AKP’si çıkarılıp iktidara getirildi; bu, 12 Eylül faşist cuntasının iktidarlaştırılması benzeri bir NATO darbesi, özel bir emperyalist müdahaledir. Bu anlamda AKP, bir darbe ve kriz hükümetidir. Aynı zamanda bir savaş hükümetidir, Türkiye, tarihinin en uzun ve yüksek düzey iç ve dış savaşların içine yuvarlanmıştır. Öte yandan, Erdoğan AKP’sinin iktidara getirilişi ve ilk dönemi, faşist bir yapılanma biçiminde değildir. O dönem neoliberal sermaye birikim rejiminin ve emperyalist kapitalist dünyanın gelişim yönü bunu bir ihtiyaç olarak dayatmıyordu henüz. Ancak 2008 krizi sonrası dünya, bölge ve Türkiye’de yaşanan büyük altüst oluş koşulları, bölgede ve Türkiye’de yaşananlar, Erdoğan iktidarının -genetik kodlarına da uygun olan- bu yola girmesini koşulladı. Bugün Türkiye’de faşizm iktidardadır ama bu, özgün, başka örneklere benzemeyen bir faşist diktatörlüktür.
2001 kriziyle yalnız hükümet değil siyasal sistem çökmüştü. Aynı biçimde Kürt savaşı karşısında yaşanan çözümsüzlük sonucu, başta TSK olmak üzere devlet krizi de hat safhadaydı. Erdoğan bu koşullarda iktidar yapıldı ve iktidarının ilk döneminde, neoliberal sermaye birikim rejiminin ihtiyaçları doğrultusunda, ekonomik, siyasal, asker dönüşümün gerçekleştireni oldu, bu anlamıyla kendisinden beklenenleri fazlasıyla yerine getirdi. 12 Eylül faşizminin cesaret edemediği işçi ve emekçi sınıfların tarihsel kazanımları olan ekonomik ve demokratik haklarını, hiçbir kural tanımadan yok etti. NATO ile uyumsuzluğa düşen TSK‘yı dümdüz etti. Kürt sorununda daha esnek politikalar geliştirdi, çözüm sürecini başlattı. Aynı dönemde içerde ve dışarıda emperyalizm ve yerli tekelci sermayenin istediği doğrultuda adımlar attı. Ekonomide, Cumhuriyet tarihinin en büyük sermaye transferini gerçekleştirerek bugünkü büyük yoksullaşma ortamını yarattı. 2008 krizi ve sonrasında uluslararası koşulların değişmesiyle kendi programını uygulamaya geçirerek, adım adım eski sistemi tümden tasfiye etti. Devlet içinde faşist klikle ve sivil faşist hareketle ittifak kurarak faşist bir yönetim kurdu. Erdoğan iktidarı faşist bir diktatörlüktür, ama tam olarak sağlamlaşmış değildir ve topyekûn diktatörlüğünü pekiştirme yönünde hızla ilerlemektedir.
Kürt halkı hem silahlı hem toplumsal yaşamın her alanında kararlı olarak faşizme direniyor. İşçi sınıfı parçalı ama yaygın hak talepleriyle, faşist iktidarla karşılaşıyor. Kadın hareketi adeta faşizme meydan okuyor. Farklı cinsel kimlikler, onurlu, cesur bir kitlesel direniş sergiliyor. Gençlik kıpırdıyor ve faşizme teslim olmayacağını gösteriyor. Alevi inancında olanlar, laik kitleler direniyor. TDH silahlı (zayıf da olsa) ve meşru alanlarda savaşımını sürdürüyor, devrim için bu topraklarda hala savaşıldığını imliyor.
Genel olarak faşizm, iktidar oluncaya kadar ve iktidarının ilk döneminde, tüm muhalefeti, kanlı bir biçimde ezer, dağıtır ve yok eder. Türkiye’de bunu göremiyoruz. Faşizm iktidardadır ama toplumun yüzde ellisi değişik biçimlerde muhalefetini sürdürüyor meşru mücadele alanlarında kurumlarıyla, pasif ve aktif direnişler devam ediyor. Burjuva muhalefeti, anti-faşist kurumlar ve kitle örgütleri, tüm kanallar kapatılmış olsa da pasif direnişlerine devam ediyor. Özetle, faşizm iktidardadır ama topyekûn diktatörlüğünü kuramamıştır.
Yukarıda sıraladığımız karşı güçlerin ve toplumun yarısının muhalefeti faşizmin topyekûn hâkimiyeti önünde güçlü bir bariyerdir. Ama kimse yanılmasın, bahsettiğimiz faşizmse, bu, önümüzde tahmin edemeyeceğimiz, aklın alamayacağı boyutlarda kitlesel katliamlara açılan bir dönemde olduğumuzu gösterir. AKP-MHP-Ulusalcı faşist koalisyon, bütün bunları göze alarak ve hesaplayarak hareket ediyor. Erdoğan bunu faşist bir şefin bile söylemekte zorlanacağı bir açıklıkta dillendirdi: “İç savaş çıkarsa çıksın, ezer geçeriz.”
AKP’nin, faşizmi bir bütün olarak kurumsallaştırması için, en sivri uç haline gelen Kürt mücadelesini ezmesi gerekir; yalnızca Kürt direnişini, gerilla güçlerini ezmesi değil, bir bütün olarak tüm kurumları ve tarihsel birikimiyle Kürtlüğü tasfiye etmesi de gerekir. Bu da yetmez; işçi sınıfı ve emekçilerin bugüne kadarki mücadele birikimlerini ve direnç odaklarını; erkek egemenlikçi karakterinin baskın ve çıplak oluşuyla karşısına aldığı kadınların mücadelesini; ezilen cinsel kimliklerin varoluş mücadelesini; biat ve itaat etmeyen gençliğin her geçen gün büyüyen direnişini; tekçiliğini Sünni İslam üzerinden kurarak yok saydığı ve düşmanlaştırdığı Alevilerin ve diğer ezilen inançların demokratik mücadelesini bastırmak ve yeniden boy vermesini engellemek zorundadır. Ve yine faşizm, yüzyıllık büyük birikimiyle tüm devrimci güçleri imhayı hedefler. Bütün bu güçler, topyekûn imha boyutlarında ezilmeden faşist diktatörlük kalıcı olamaz. Ancak bu, faşizmin zayıflığından çok tehdidin büyüklüğünü göstermektedir. Karşı karşıya olduğumuz tehdit az buz bir şey değildir.
Bir diğer şey, bu durum ve gerçeklik, mevcut iktidarın faşist olmadığını değil özgün bir faşizmle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. AKP, klasik bir faşist parti değildir. Tabii bu onun “demokrat” olduğu anlamına gelmez. AKP, Hitler’i aratmayacak kanlı eylemlere girişmekten çekinmez. Bunun yakın tarihimizden örnekleri; Kürt şehirlerini özel harekâtçısı, askeriyle, yetmedi tankı topu, savaş uçaklarıyla yıkması; bodrumlarda onlarca insanı cayır cayır yakarak katletmesi, Ankara ve Suruç katliamıdır. Türkiye’deki tüm selefi cihatçı kesimler, faşist partiler, devlet içindeki ve toplumdaki tüm gericiliklerin militan öncülüğünü yapıyorlar. Bunu, sınır dışındaki, IŞID dâhil, dinci katliamlarla birleştiriyor. Sivil faşist-paramiliter güçleri, çeteleri ve mafyayı etrafında topluyor.
Bize dünya deneyleri yetmez. Yaşayacaklarımız henüz tam yaşanmamış ve tüm boyutlarıyla tanımadığımız bir gelişme. Bizdeki yükselen faşizm bir boyutuyla dinci-selefi diğer boyutuyla Hitler faşizminin karışımı değişik bir bulamaçtır. Bunu tam tanımlamak için daha geniş analizler gerekir. Türk faşizmine dair kimi ön verilerle bir yaklaşım geliştirebiliriz. Ermeni Soykırımı, Pontus-Rum, Süryani, Ezidi soykırımları ve katliamları, Kürt katliamları ve 40 yıldır süren son savaş bunun temelleridir. Yakın dönem tarihimizde, bizzat yaşadığımız Türkiye Devrimci Hareketi’nin ezilmesi, hapishane katliamları, Maraş, Çorum deneyleri, Suruç, 10 Ekim katliamları yeni dönemin uç veren görüntüleri, kanlı buzdağının görünen kısmıdır. Bugün yaşamakta olduğumuz Türk cihadi faşizmi ezilmeden durdurulamaz. İçinde bulunduğumuz durum ekonomik, siyasal, toplumsal, ideolojik, kültürel her anlamda yeni bir düzeydir. Bu anlamda, klasik faşizm tanımları ile yetinemeyiz.
Ayrıca Türkiye’de mevcut durumu yalnızca devlet, siyaset ve kurumlar üzerinden tam olarak anlayamayız; toplumsal olarak baktığımızda çok daha patlayıcı dinamiklerin önlenemez boyutlarda büyüdüğü açıktır. Toplum geriliyor, kasılıyor, kanıyor, çatırdıyor ve derinden çok güçlü sarsıntılar geçiriyor; tüm çelişkiler kördüğüm olmuş durumda. Toplumun bir kesiminin, kendi dışındakileri düşman olarak görmesi ve husumet gütmesi, geçmiş dönemin rutiniydi, ancak bu önlenebilir bir düzeydi. Bugünse toplum, birbirini boğazlamak ve imha etmek için psikolojik olarak hazır bir hale getirilmiştir. Böylesi dönemler tarihte çok görülmez, görüldüğü zamanlar ise insanlığın hafızalarından silinmeyen izler bırakır. Birçokları, bugünkü Türkiye’yi 1930’ların Almanya’sına benzetiyor; bu çok yanlış bir benzetme değil ama Türkiye’yi daha iyi anlamamızı sağlayacak olan benzetme, 1966’da Endenozya’da yaşananlardır.
Son paragrafı kimseyi korkutmak ve panikletmek için değil, topyekûn üzerimize abanan faşist kuvvetlerin nasıl bir tarihsellikten geldiğini ve içinde bulunduğumuz toplumsal gerçekliği daha iyi kavramak için yazdık. Bundan dolayı Türkiye ve Kürdistan‘da faşizmi daha kapsamlı olarak inceleyerek, faşizme karşı mücadelemize yön verecek sonuçlara ulaştırmayı hedeflemekteyiz.
Fotoğraf: Komünist Enternasyonal’in 7. Kongresi, 1935 yılında.