Marksizm ve Kent – Tufan Yakın

“Kent ile kırın ayrılması her tür gelişkin ve meta mübadelesinin aracılık ettiği iş bölümünün temelidir. Toplumun bütün iktisadi tarihinin bu karşıtlığın hareketinde özetlendiği söylenebilir.” (Marks)

Kapitalizm tarihsel olarak sanayi ve tarım arasındaki bölünme üzerinde kuruludur. Bu bölünme kapitalizmin gelişmesiyle aşılmış olsa da tarihsel olarak anlamlıdır.

Marksizm’i şehirlerle bağdaştırmak elbette kolay bir iş değil.

Bu konuda Marx ve Engels’ten bize kalan çok sınırlı bir külliyat var.

İşin doğrusu Marx-Engels bu konuyla doğrudan hiç ilgilenmediler.

Kentsel bir kuram geliştirmeyi gerekli ve yararlı görmediler.

Şehir, mekân ve coğrafya onların gözünde kapitalist devlet ve sermaye sınıfları ile hesaplaşma amaçlı büyük projenin sadece küçük birer parçası olarak gündeme geldiler.

Elimizde Marx’ın Grundrisse’de kent ve kır ilişkisine dair yazıları ile 1848 ve 1871’deki devrimci şehir ayaklanmaları ve Engels’in de “İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu” ve “Konut Sorunu” isimli eserleri dışında fazla bir şey yok.

Fakat önemli olan bu konuda çok az şey söylemiş olmalarından ziyade ortaya koydukları bilimsel-felsefi yöntemlerin şehir, mekân ve coğrafyanın kapısını açabilecek anahtar özellikte olmaları değil mi? Daha spesifik konuşursak, şehirler Marksist yöntemin dünyayı her yönden kavramamızı sağlayan somut bütünlük anlayışının zaten içinde değil midir? Bu konuda çalışan aydın ve düşünürler, -bunlardan biraz sonra bahsedeceğiz- sonuçta kendilerine bu “sınırlı külliyatı” temel dayanak noktası yapmamışlar mıdır? Kullandıkları yöntem Marksizm’in diyalektik ve tarihsel materyalist yöntemi değil midir? O yüzden “tarihsel önemine rağmen” Marksizm’in şehir meselesini ihmal ettiği çok doğru değildir. Burada hem bir abartı hem de yöntemi doğru kullanamamayı itiraf edememe vardır.

Şehir, coğrafya, mekân; bu üçlü bir bütün içindeki parçalardır aslında. Oldukça yarayışlı soyut parçalar. Bu parçalardan Marksizm’e yeni bir sacayağı oluşturmak istediler. Oysa yapılması gereken bu parçalar ile Marksizm’in somut bütünselliğini zenginleştirmek olmalıydı. Eğer bir devrimci olarak yeni bir yol keşfedersen onu kendine saklayamazsın. Ana caddeye bağlamak için yan bağlantılarını araman ya da yaratman gerekir.

Engels, Alman İdeolojisi’nde “Kent ve kır arasındaki düşmanlık barbarlıktan uygarlığa geçişle başlar ve günümüze kadar bütün uygarlık tarihi içinde devam eder.” Diye yazmıştır. Kent bu yazıda iş bölümünden kaynaklanan sınıf ayrımlarının temeli olarak sunulur. Komünist Manifesto’da “Burjuvazi ülkeyi kentlerin yönetimine tabi tuttu.” Diye yazmışlardır. “Kentlerin yönetimi” burada önemli, izole bir vurgudur. Kentler ve yönetim iç içe ele alınmaktadır artık. Grundrisse’de ise antik dönemin tarım üzerine kurulmuş kentlerin tarihi olduğunu, Ortaçağ’ın (Germen dönemi) kır ve kent arasında bir aykırılık dönemi olduğunu, modern dönemin ise antik dönemde olduğu gibi kentin kırsallaşması değil, kırsalın kentleşmesi olduğunu söylemişlerdir. Marx ve Engels, kenti kapitalist aykırılıkların yoğunlaştığı yer olarak görüyor ve dolayısıyla kentin merkezini ele geçiren burjuvazinin kendi geleceği için bu kaosun yönetiminin başına geçmek zorunda olduğunu ifade ediyorlardı.

Marx için kimi aydınlar “bir süreç düşünürü” der. Çok doğrudur. Gerçekten de süreç Marks’ın külliyatının her yerindedir. Sermaye, emek, değer, artı-değer, para, sınıf ve meta fetişizmi çok temel süreçlerdir. Şehir, coğrafya ve mekân ise o dönemin Marx ve Engels için ikincil derecede dinamik süreçleriydiler.

Sosyalizm adına dile getirilen ancak Marksizm’e oldukça ters, kent mücadelelerini tümden reddeden politika, zamanında Che’nin silah arkadaşı olan Regis Debray’ın isyankâr metni “Devrim İçinde Devrim” kitabında etkileyici biçimde dile getirilir. Debray kentleri hiç ama hiç kaale almadan kırlardan şehirlerin fokocu gerillacılıkla fethini yazmıştır. Doğru olanın bu olduğunu iddia etmiştir. Fidel ve Che ile birlikte silah tutan, Bolivya’da hapishanede kurşuna dizilmeyi bekleyen Debray için şehrin kafası “boş”tu! Kırlar ona göre devrimci cephenin gerçek “silah yumruğu” idi. Şehirler “Marksist yoldaşları yumuşatmış”, tüketici hale getirmiş, farkında olmadan burjuvalaştırmıştı. Debray her ne kadar ilerleyen yaşlarında Fransa Cumhurbaşkanı Mitterrand’ın danışmanı olduktan sonra kendisi de aynı duruma düşmüş olsa da “naif”, “netameli”, ve “maskara” tipli kentlileşmiş Marksist entelektüelleri reddediyordu. Debray, “…dağ burjuvaziyi ve köylü unsurları proleterleştirir, şehir ise proleterleri burjuvalaştırır” şeklinde Latin Amerika için bile çok zorlama olabilecek, belki sadece o döneme özgü, gerçekten de çok basitleştirilmiş bir mantığa sahipti. Latin Amerika’nın sanayi proletaryasını, maden işçilerini, sendikalarını,  üniversite gençliğini ve aydınlarını bu kadar küçümsemesi elbette doğru değildi. Debray, Fidel’in “Şehir, devrimcilerin ve olanakların mezarlığıdır” sözünü çok irdelemeden en dogmatik şekilde yorumluyordu. Dağda, ormanlarda çok güçlü bir gerilla hareketinin şehirlerle bağının olmaması elbette düşünülemezdi. Şehir ilişkisi sağlam bir hareketi ne zayıflatabilir ne de reformizmin veya yasalcılığın tuzaklarına düşürebilirdi.

Kırsal kesim ve kentlerdeki dinamikler İtalyan komünist Antonio Gramsci’nin de dikkatini çekmiştir. Gramsci, Debray’dan farklı olarak şehir/taşra ikilemini Kuzeydeki fabrika işçileri ile güneydeki kırsal köylülüğü daha hassas ve incelikli bir şekilde ele almış, önerdiği örgütlülüklerle her ikisini bağdaştırma yoluna gitmiştir. O bir kent karşıtı değildi. Gramsci’nin bu yaklaşımını kendimize daha yakın gördüğümüzü söyleyebiliriz. Kentlerde “şehir komünleri” ile kırsalda ve taşrada “halk savaşı” dinamiklerinin iç içe geçtiği birleşik bir model.

Kent karşıtlığının en tipik örneği şehirleri bir “kanser” gibi gören Chicago Okulu’dur. Öncülüğünü Robert Park’ın çektiği bu ekol, şehirleri insanların kendi yarattığı ve mahkûmu olduğu hapishaneler gibi görüyordu. Chicago Okulu için metropolün bir diğer adı nekropoldü. Ölümle eş değerdi! Kendi dönemlerini değilse de günümüz gerçekliğini doğrulayan bir yaklaşımdır bu.

1968 gençlik hareketi ile birlikte metropollerin kent karşıtı olmayan yeni diyalektiği ortaya çıktı. Bir tür “metro Marksizm”. Kimdi bunun öncüleri? Henri Lefebvre, Louis Althusser, Guy Debord, Walter Benjamin, Manuel Castells, David Harvey, Foucault, Lewis Mumford ve Neil Smith. Bu aydın ve düşünürler şehrin sadece kapitalizm için değil Marksizm için de nasıl bir işlevsel rolü olacağına dair görüşler öne sürerek bir “Kent Marksizm’i” yaratmaya çalıştılar. Kente daha zengin bir Marksist anlam vermek temel uğraşları oldu.

Örneğin Walter Benjamin dostlarının söylediği gibi belki de “20. Yüzyılın en hüzünlü kent Marksisti’dir.” Sürrealizmi, Yahudi mistisizmini, Franz Kafka’yı ve Marx’ın Kapital’ini, tüm bunları birbiriyle yoğurabilmiştir. Bir yazar Benjamin’i “Sürrealistler gibi şehrin caddelerinin dramını ve dinamiklerini açığa çıkarmayı severdi. Onun için caddeler başlıca tarihti, kolektifin ikamet yerleriydi” şeklinde anmaktadır. Benjamin “Pasajlar” kitabında “Caddeler toplumun konutudur.” diyordu.

Walter Benjamin’den yola çıkarak geçmiş şehir ortamlarını yeniden inşa edebilir miyiz? Geleceğin şehirlerini hayal edebilir miyiz? Diye soruyordu kimi yazarlar. Benjamin’in en sevdiği şey sahafları gezmekti. Sahaf demek “eski şehir” demekti. Bu sahaf arayışı Benjamin için adeta mücevher arayışıydı. Çünkü burada mücevher şehirlerin eski yerleşim bölgeleri yani mekânın tarihsel belleğiydi. Sahaf demek bir tür keşif yolculuğu demekti. Çünkü sahaftan aldığın bir kitapla bilinmeyen mahalleri, bilinmeyen coğrafyaları keşfedebilirdin. Amacı bu olmasa da sosyalizmin gelecekteki şehir anlayışını Benjamin çok güzel dile getirmiştir.

Benjamin, 1940 yılında Nazi takibinde İspanya sınırında intihar ettiğinde ondan bayrağı devir alan H. Lefebvre oldu. Lefebvre, Marksistlerin “sanayileşme kadar şehirciliğe, fabrikalar kadar cadde ve sokaklara odaklanması gerektiğini” ileri sürdü. Onun görüşlerini açımlayan 68 Paris’iydi aslında. Hepimiz biliyoruz, Paris’te kısa bir dönem “hayal gücü iktidarı ele geçirmişti”.

Lefebvre, “kentsel gerçekliğin krizi en önemli olandır, diğer her şeyden daha merkezidir” derken kent ve mekân hakkında adeta bağımsız bir kuram yaratır gibidir! Oysa kent, mekân ve coğrafya genel sosyal kuramın bir parçasıdırlar. Bu anlamda onun bu yakıştırması Marksizm’den ana akım kentsel sosyolojiye doğru bir savruluştur. Castells ustasının “serbest bırakılmış yaratıcı bir spontanlıkla” sınıf mücadelesinin dışına düştüğünü, görüşlerinin adeta bir “kent tapınması”na dönüştüğünü ifade eder.

Lefebvre gerçekten de toplumun tamamını tek bir bütünleştirici, – kent ve mekân- üzerinden kavramıştır. Bu o kadar öyledir ki sloganı bile mesela tüm iktidar Sovyetlere ya da Konseylere değil “kentsel öz yönetimi” ele geçirmeyi ifade eden “kent hakkı” üzerinedir. Onunki kapitalizme karşı savaş değil, kapitalizmin ikincil sonuçlarından birine karşı savaştır.

1967’de Guy Debord onun görüşlerini “Gösteri Toplumu” kitabıyla (Sitüasyonistlerin başucu kitabı) iyiden iyiye perçinliyordu. Bu çalışmasında Marx, Lukacs ve savaş kuramcısı Clausewitz’i harmanlıyordu. Dönemin aydınları “Gösteri Toplumu” için adeta bir “silahlanma çağrısı” diyorlardı. Debord pekâlâ Avrupa’nın gelecekteki “doğrudan eylemcilerinin” öncüsü olarak görülebilirdi. Çünkü o ve taraftarlarının “en büyük eğlencesi tehlikeli bir şekilde yaşamaktı”.

Marx, El Yazmaları’nda bir işçinin “çalışırken kendini inkâr ettiğini, mutsuz hissettiğini, bedeninin kangrenleştirdiğini, zihnini harabeye çevirdiğini ve bu nedenle işçinin ancak çalışmadığında kendini özgür hissettiğini” söyler. “İşçi çalışmadığında evindedir, çalıştığında ise evinde değildir” der. Debord ise şimdi işçilerin çalışmadıklarında bile evde olmadıklarını ekler. Piyasa güdümlü şehirciliğin işçileri evdeyken bile etkileri altına aldığını söyler. Evde de özgür değildirler! “Gösteri metanın toplumsal yaşamı tümüyle işgal etmeyi başardığı andır!” diye yazar. İş yaşamı ve özel boş zaman arasındaki sınırların tekelci kapitalizm döneminde nasıl ortadan kalktığını çok başarılı şekilde tanımlar. Sitüasyonistlerin çok muhteşem sloganları vardı: “İnsanlık Ancak Son Bürokrat, Son Kapitalistin Bağırsaklarıyla Asıldığı Gün Mutlu Olacaktır!” Bir Diğeri: “Arzularınızı Gerçekleştirin, Asla Çalışmayın, Skıntı Karşı-Devrimdir, Sendikalar Genelevdir!”

1972’de şehir devrimciliğinde öne çıkan Manuel Castells oldu. Castells eski hocası Lefebvre’ye meydan okuyordu, onun kentsel mekânları fetişleştirdiğini öne sürüyordu. Marksizm’in şehircilikle teorize edilmesine haklı olarak karşı çıkıyordu. Öte yandan Althusser’in yapısalcılığına fazlaca yaslanması, şehirleri salt “tüketim mekânları” olarak görmesi onun zayıf noktaları olarak ortaya çıkıyordu.

1973’te David Harvey “Sosyal Adalet ve Şehir” yapıtıyla ortaya çıktığında halatlarını klasik Marksizm’e sıkı sıkıya bağlamış gibi görünüyordu. Ancak o da ilerleyen zamanda Rosa Luxemburg’dan esinlendiği “yeni emperyalizm” yaklaşımıyla kapitalizmin düzeltilebileceğini öne sürdü, postmarksizme savruldu.

Harvey ve Castells’in, kenti “kapitalist kent” ve “işçi sınıfı/toplumsal hareketlerin mekânı”, birer kent dinamiği olarak görmeleri Marksizm’in kapılarından geçmelerini sağladı.

Harvey de Lefebvre’den ilham almıştı ama onun mekâna atfettiği bağımsız-belirleyici rolü reddetti. Harvey için mekân ontolojik bir varlık değildi.

Althusser ise Genç Marx ve Marx’ın olgunluk dönemi yazıları arasında “epistemolojik kırılma” olduğunu iddia ederek Marx’ı önce hümanist sonra ekonomi-politik olarak kabaca ikiye ayırarak arada bir süreklilik olmadığını öne sürdü. Bu yaklaşım 1960 ve 70’li yıllar Avrupa’sında epey taraftar bulmuştu. Oysa Marx’ın erken dönem yazıları, örneğin 1844 El Yazmaları sonraki ekonomi-politik yazılarının rüşeym halinde filizlendiği yazılardır.

Şehri, mekânı ve coğrafyayı temel alan aydın ve düşünürler her ne kadar bu olguları Marksizm ile bağlantılandırmaya çalışsalar da “sınıf çatışması artık sosyal çekişme ve değişimin tek ekseni değildir” diyerek çubuğu fazlaca bükmüşler ve savrulmuşlardır. Zaman zaman da kentleşmeyi kapitalizmden bağımsız ele alabilmişlerdir. Sanki kentleşme tüm olumsuzlukların nedeni olan “kendinde” ontolojik bir varlıktı! Oysa kentleşme sonuçtur, kapitalizm nedendir! Kentlerde ortaya çıkan yoksulluğun, konut sıkıntısının vb. sebebi bizzat kapitalizmin kendisidir.

Marx ve Engels Alman İdeolojisi’nde kent ve kır ilişkisinin maddi temelini şöyle vermektedirler.

1. “Maddi ve zihni emek arasındaki en önemli bölünme, köy ile kentin ayrılmasıdır. Köyle kent arasındaki çelişki, barbarlıktan uygarlığa, kabileden devlete geçişle başlar ve bütün uygarlık tarihi boyunca bugüne değin sürer. Gerçekte kentin nüfusun, üretim araçlarının, sermayenin, zevklerin, ihtiyaçların toplandığı bir yer olmasına karşılık; köy bunun tam tersi olarak, yalnızlığı ve ayrılığı temsil eder.”

Bu paragrafın bize anlattığı, kent-kır ayrımının iş bölümünün bir sonucu olduğudur.

2. “Alman toplumu kentte toplanmış değildir. O öyle bir yığılmadır ki, topluluğa tek tek üyelerinin varlığından ayrı bir dış varlık vermektedir. Eski klasik tarih, kentlerin tarihidir; fakat toprak sahipliğine ve tarıma dayanan kentlerin tarihidir; Asya tarihi, kentle köyün birbirinden ayrılmaz birliğine dayanan bir tarihtir (büyük kent, tam olarak söylemek gerekirse, gerçek ekonomik yapı üzerine kurulmuş olan bir resmi karargâh olarak görülmelidir); orta çağ Germen dönemi, daha sonraki gelişmesi kent ve köyün karşıtlığı ile devam eden tarihin çekirdeğinin köy olduğu bir çağdır. Çağdaş tarih ise, eskiler arasında olduğundan farklı olarak kentlerin köyleşmesi değil, fakat köyün kentleşmesidir.”

Avrupa ve Asya tarihi her ikisi de toprak sahipliğine ve tarıma dayalı kentlerin tarihidir. Ancak Doğu’da kent ve köy çok daha fazla iç içe geçmiştir; Avrupa’daki gibi tarım okyanusunun içinde yüzen zengin adacıklar gibi değildir. Ortaçağ kenti: Feodal bir toplumda “kapitalizm adacıklarından” oluşuyordu.

Çağdaş tarihle birlikte her ikisi de ortak bir yol ile devam etmiştir: Köylerin kentleşmesidir bu.

Sonuç olarak biz ilk kent Marksist’i olarak Engels’i görüyoruz. Sanayileşmenin hareket yasasını kentleşmeninki ile birleştirerek sermaye birikimi ve sınıf dinamiklerini bir kentsel gelişim analizinin içine dokuyan ilk komünist odur.

Şehirleri bir üretim aracı olarak değil, sınıf mücadelesinin başlıca sahnesi olarak gören de odur.

Konut Sorunu ve barikat taktiklerinde cadde ve bulvarların, kentin topografik yapısının önemine dikkat çeken de Engels olmuştur.

Engels konut sorununun gerçek çözümünü kent ve kır arasındaki karşıtlığın ortadan kaldırılmasına yaklaşıldığı oranda çözülebileceğini düşünüyordu. Metropolün kendine özgü çelişkileri için de tek bir çare görüyordu: Kapitalist üretim biçiminin kendisinin ortadan kaldırılmasından başka bir çare değildi bu. Hiçbir kentsel reformun yoksulluğu bitiremeyeceğine, hiçbir konut politikasının yoksulluğun özüne hitap edemeyeceğine inanıyordu. Engels ne kadar iyi olursa olsun herhangi bir kentsel yenileme programını reddediyordu. Çok net anlaşılmaktadır ki Engels için temel olan, şehrin sorunları değil devrimin sorunlarıdır! Şehrin sorunları devrimin sorunları çözülene kadar beklemeliydi! Engelsci Marksizm şehrin diyalektiğini ne önemsiz gösterdi ne de küçümsedi. Kapitalist kentleşmenin yaratıcı yıkıcı kapasitesinin farkına vardı. Şehrin sınıf mücadelesinin gerçek sahnesi, baş aktörün de proletarya olduğunun altını kırmızı kalemiyle çizdi. Dediğimiz gibi, Engels ilk kent Marksist’idir. Temelini yerine oturtmuş, tarihte kentleşmenin önemine ve kapitalist dönüşümdeki rolüne işaret etmiştir. Sonrasında gelen Avrupalı aydın ve düşünürler şehir ormanının o kalın dokusunu çok daha ince çizgilerle çözümleyebildiyseler eğer, bunu Engels’in oluşturduğu maddi-ideolojik temel olmaksızın başaramazlardı.

Diğer yandan Marx ve Engels Yunan polisi ve ortaçağ kent cumhuriyetlerine benzer “ideal küçük cumhuriyetlerin” artık olmayacağını biliyorlardı. “19.yüzyılın toplumsal devrimi, şiirsel anlatımını geçmişten değil ancak gelecekten alabilir” sözü onlara aittir. Oysa şehir sosyalistlerinin, coğrafyacı ve mekânı temel alan düşünürlerin Marksizm’i gündelik bir şehir meselesi olarak ele almak dışında bu konuda söyleyecek fazla bir şeyleri yoktu ne yazık ki.

İşçilerin kırsal hayattan kurtarılıp şehirlerde bir sınıf olarak toplumsal hareketlerin maddi koşullarına sahip olmaları Marksizm’in öngörmekle kalmayıp “nesnel olarak ilerici” olarak gördüğü bir gelişimdi. Marx “kapitalizmin şafağını” insanlık için ileri bir adım olarak görürken onun bu kadar kısa bir sürede gericileşebileceğini elbette hesap edecek verilerden yoksundu. Ancak modern sanayinin insan yaşamı için yıkıcı, duygusal olarak zorlayıcı olacağını biliyordu. Ama ne de olsa kapitalizm üretici güçleri geliştirirken kendi sonunu hazırlayacak işçi sınıfını da beraberinde yaratmayacak mıydı? Olması gerekendi bu! Marx, halklar ne kadar acı çekse de bu adaletsizliğin, bu karanlığın içinden daha iyi bir şeylerin çıkacağı umudunu taşıyordu. Benzer şekilde Engels “sınıf bilinçli işçi oluşumunun otomatik bir süreç olacağını” düşünüyordu. Geçmişe ve günümüze bakarak biliyoruz ki, bu doğru değil. İşçi sınıfını sosyal düzene karşı harekete geçirecek kaçınılmaz bir yörünge yok. Tarihin hareket yasaları elbette kendiliğinden bu alt üst oluşu gerçekleştiremezdi. Hepimizin bildiği gibi bu anda devreye giren Lenin yoldaş olmuştur. Marksizm’in iyimser nesnelliğinin karşısına iradi gücü, profesyonel devrimciler örgütünü koydu. Lenin ikinci enternasyonalcilerin tersine “çanları duyuyor ve yerlerini de biliyordu.” Devrim bir mimarın inşa ettiği gibi önce çizilip sonra inşa edilemezdi. Bir marangozun inşa ettiği gibi ölçümleri ilerledikçe ayarlanarak inşa edilebilirdi. Devrim bir mimar işi değil marangoz işiydi.

Şehri, mekânı ve coğrafyayı esas alan Avrupalı aydın ve düşünürler belki önemli bir eksikliği gördüler ama bu eksikliğin giderilse bile, devrimci bir strateji için yeterli olmadığını göremediler. Şehir, mekân ve coğrafyayı Marksistleştiremediler, bunları genel sosyolojinin sadece biraz ötesine taşıdılar.

Çoğu, maddeyi mekâna tabi kıldı. Oysa gerçekte mekân maddeye tabidir. Aslında bu yazarlarda mekânın inşasında coğrafi bir nihilizm görebiliyoruz.

Coğrafi bir tarihsel materyalizm olabilir miydi? Hayır, ama tarihsel materyalizmin coğrafyaya uygulanması olabilirdi. Peki, kentleşmenin artık toplumsal değişimin motoru olarak sanayileşmenin yerini aldığı; inşaat faaliyetlerinin sermaye birikiminin coğrafi gücü olduğu doğru mudur? Hayır, bu konuda sadece teşvik edici bir güç oldu denilebilir. “Mekânsallaştırılmış siyaset” doğru bir politik terim midir? Bizce epey sorunlu, çünkü en başta burada mekân somut bir üretim, yaşam ve mücadele zemininin ötesinde bir de metafor olarak kullanılmaktadır. Mekân bir mecaz ya da eğretileme olamayacak kadar sahicidir. Mekân sahneye hayat verir. Koordinatları belli bir zemindir. Peki, sınıf mücadeleleri bugün her zamankinden daha fazla mekâna kazınmış durumda mıdır? Sınıf mücadelesi formlarının çeşitlenmesi (kadınlar, azınlıklar, göçmenler vb.) bunların her birinin özgül mekânlara sahip olması bu konuda bizi olumlu düşünmeye sevk etmektedir.

Kavramsal ve teorik açıdan “mekânın” merkeze taşınması kimi zaman teorinin mistisizmle karıştırılmasına neden olsa da pratikte sınıf mücadelesine mütevazı, ikincil bir katkı olmuştur.

Mekân belki “coğrafi örgütlenmenin hâkim ilkesi” (Harvey) olabilirdi ancak Marksizm’in yeni bir sacayağı olamazdı, bunu kesin olarak belirtmeliyiz. Kapitalizm Kapital’in yazılmasının üzerinden geçen yüz elli yılı geçkin süreçte iç çelişkilerini çözerek büyümeyi nasıl başardı sorusunu “mekânı işgal ederek”, “mekânı üreterek” şeklinde cevaplamak sınıf mücadeleleri gerçeğini tümden reddetmek, gerçekliğin yerine mistisizmi ya da metaforları koymaktır.

Kapitalizme karşı siyasal devrim mekânsal bir devrim değil, emekçi kuvvetlerin ideolojik öncülüğünde şehir ve kırların iç içeliğini temel alan toplumsal bir devrim olacaktır.

Tufan Yakın