Marksizmde ideolojik güçlük – Benay Can

Marksizmi herhangi bir tarih felsefesi ya da ideolojiden ayıran, onu her daim ge­çerli ve güncel kılan yegâne fark bilimsel temele sahip olmasıdır. Marksizm; bilim (tarihi materyalizm), felsefe (materyalizm) ve politika bileşenlerinin oluşturduğu bir bütünsel yapıdır. Bu üç alan (bilim-felsefe-politika) arasında kategorik bir ayrım vardır. Birinin diğerine doğrudan müdahalesi veya aralarında doğrudan geçişkenlik­le sağlanan bir ilişki söz konusu değildir. Bileşenler bir bütüne -Marksist bütünlüğe-ait olsalar da birbirinden ayrı pratiklere sahiptir, her birinin nesnesi ayrıdır ve her biri kendi nesnesi üzerinde çalışarak pratiğini gerçekleştirir. Bilimsel pratik, felsefi pra­tik, politik pratik vb. Marksizmin bütünsel yapısı birbirine indirgenemez iki ayrı dü­zey, epistemolojik ve ontolojik düzeylerin oluşturduğu bir bütünlük olarak kurulur.

Bu çalışma epistemoloji ve ontoloji alanlarının ayrılığı üzerinden kurulan bi­lim-felsefe-politika bütünlüğü yerine; üç bileşenin ideolojisinin hâkimiyetine tes­lim edildiği bir bütünlük oluşturan, Marksizmi ideolojik düzeye hapseden anlayı­şın, Marksizme çöreklenmiş genel bir güçlük olarak ideolojik kavrayışın eleştirisini amaçlamaktadır.

Felsefe ve ideoloji

Felsefe var olan veya var olması mümkün olan şeylerin bilgisini olanaklı kılacak şeylerin özündeki saf bilgiye ulaşacak ve bütünü açıklamaya yarayacak bir bilgi sis­temi geliştirme amacı güder. Felsefenin holistik özelliği ve bilimlerden farklı olarak tümelci yaklaşımı içeren bir düşünüş tarzı olması, onu bilimsel bilgiyi kendi düşünüş tarzına göre ikame ve himaye etmeye muktedir bir alan yapar. Felsefe işte tam da bu noktada ideoloji ile ilişkilenir. Zira bir sorunsal içinden felsefe yapan filozofun içinde bulunduğu maddi gerçeklik olarak ideoloji, düşünüş tarzına geçirimsiz kal­maz. Bu noktada filozofun ideoloji içinde olduğunu bilmeyerek ya da tam tersi ege­men ideolojinin bekasını sağlama niyetiyle veya mevcut egemen fikirlerin karşısında devrimci fikirlerin birliğini sağlamak için ideolojik sorunsal içinden felsefe yapması arasında -felsefe içi olarak- bir ayrım çizgisi bulunmaz.

Althusser’e göre felsefe, bilimlerden sonra ortaya çıkmıştır. İlk gerçek bilim olan geometri M.Ö. 6. yüzyılda Antik Yunan’da ortaya çıkmıştır. Bilimin ortaya çıkışıyla bilgi alanında gerçek bir devrim, o zamana dek bilinmeyen bir akıl yürütme tarzı söz konusu olur. Daha önceleri matematik ve geometrinin kimi özellikleri pratikte kul­lanılıyordu, ancak bu bilgi teknik bilgiydi, ampirik gözleme dayalı, somut nesneler üzerinde çalışan pratik bilgiden ibaretti. Geometrinin bir bilim olarak ortaya çıkışı, yani teorik biçimini alışı Thales ile birlikte olur. Artık ampirik gözleme dayalı somut nesnelerin üzerinden düşünülerek sadece pratikte doğru sonuçlar elde edebilmenin ötesine geçilerek saf sayılar ve saf şekiller olarak düşünülen soyut nesneler üzerinde düşünülüyordu. Ampirik yöntemin basit soyutlanması yerine teorik bir soyutlama yapılabiliyor, görünenin ötesinin bilgisi oluşturulabiliyordu.

Bilimin doğuşunun gerçekleştiği felsefi ideolojik konjonktürde toplumu bir arada tutan düzenin sürdürücüsü işlevi gören egemen ideoloji dindi. Bilimin açtığı özerk alan karşısında egemen ideoloji olarak dinin hükmünü yitirebileceği bir pozisyona düşmesi egemen fikirlerin birliğine, dolayısıyla da toplumsal düzene tehdit oluş­turuyordu. Zira o zamana kadar gözle görünenin ötesini görebilme hakikati elinde bulundurma iddiası dine aitti.

Felsefe hem ideoloji hem de (egemen) ideoloji üzerinde tehdit oluşturan bilim­le ilişkilenerek merkezi rolünü oynuyor. Alanların nesnelerini istediği gibi ikame edebilecek tek pratik olarak felsefe pratiği, bilimi kendine tabi kılıyor ideolojiye de bilime doğrudan bir geçirim yolu, ilişkileniş alanı açıyordu. Felsefenin idealist pratiği bilime üst konumda gerçekleşiyor hem de ideoloji üzerindeki tehdidi geçer­siz kılıyor. Althusser, felsefenin felsefe olarak (filozofların felsefesi) ortaya çıkışının Platon’la birlikte böyle bir teorik ve ideolojik konjonktürde başladığını öne sürüyor. Felsefenin bilimlerden sonra başladığı savına kesin olarak katılamamakla birlikte, felsefi idealizmin bilimle ideolojik bağlamda nasıl ilişkilendiğini ve esasında bili­min özerkliğini nasıl ideolojiye teslim ederek tanımadığını, bilimsel bilginin teorik var olma hakkını ortadan kaldırdığını çok iyi serimlediği konusunda hakkını teslim etmek gerekir.

Felsefenin idealist pratiği

Felsefenin pratiği, başlangıcından itibaren idealizmin su götürmez hâkimiyeti altında gerçekleşmiştir. Evren; doğa, toplum ve nesnelerin oluşturduğu bir oluş, ha­reket, olgular ve olaylar sarmalıdır. Ancak tüm bunların arkasında çıkarılmayı bek­leyen bir öz ya da hakikat vardır. Bu öz ya da hakikat arayışı felsefe içinde kendini idealizm olarak sürekli yeniden üretir. Mutlak bilgiye ulaşma çabası, metafizik ala­nın nesnelerini epistemolojik alana taşır. İdealizmde bu durum, epistemolojik ala­nın nesnelerinin metafizik alanın nesnelerine uygulanması çabası biçiminde cereyan eder. Alanların nesneleri birbirine indirgenir, varlık ve kavram iç içe geçirilerek öz­deşleştirilir. Her idealist felsefe, metafizik alanda madde ile (ve maddenin biline­bilirliği ile) olan doğrudan ilişkisi gereği kendi içinde materyalist öğeleri de barın­dırır. Aynı şey materyalist felsefeler için de geçerlidir. Felsefe doğası gereği kendi karşıtını içinde barındırır. Felsefede materyalist tutumlar alınıp materyalist konum korunmaya çalışılsa da idealizme karşı korunaklı net bir materyalist konum felsefe içinde kalınarak bulunmaz. Felsefe materyalist tarafta da gerçekleşse idealizm ile materyalizm arasında süregelen kavga, felsefe içinde sonuşmaz.

Bu kavgada idealizmin üstünlüğü daha çok elde tuttuğu ise su götürmezdir. İdea­list felsefe şeylerin bilgisini olmayandan tasarlayarak işe başlar. Kendini özne nesne ikiliği üzerinden kurar. Bu ikilik ister nesne lehine kurulsun ister özne varacağı yer değişmez. Bilginin olanaklılığı eninde sonunda nesnenin kendisi ile bilgisinin özdeş­leştirildiği yer olan öznenin bilinci içerisinde bir nesnedir.

İdealist felsefe pratiği gerçek nesne ile bilgi nesnesi arasında, gerçekte var olma­yan bağlantısal ilişki kurar; bunu da ayrı bir varlık olarak kabul eder. Bilgi (bilimsel bilgi), öznenin nesneden edindiği içeriğin, öz’ün dışarı çıkarılması haline gelir.

Madde olarak nesneye (gerçek nesneye) dair bilinçte oluşan bilgi somutu, diğer bir deyişle öznenin bilinç içeriği bilimsel bilginin yerine oturtulur. Burada söz ko­nusu bir bilgi teorisinin işletilmesi değil; felsefi ideolojik sorunsalın işletilmesidir.

Aydınlanma öncesi feodal toplumsal formasyonda orta çağ olarak adlandırılan ta­rihsel kesit boyunca din, hâkim ideoloji olarak toplumsal düzenin sürdürücüsü, sko­lastik düşünce tarzı ile yönetici sınıfa mutlak bir boyun eğilmesini sağlama üzerin­den şekillenmişti. Mutlak töz; yapan, yaratan ve esirgeyen ilahi Tanrı’ydı. Felsefe bu ideolojik sorunsal içinden, dinsel-ideolojik nosyonların öne çıkarıldığı ilahi-tanrısal kavramlar üzerinden kuruluyordu. Rönesans ile birlikte ideolojik nosyonlar değiş­meye başlar ve göksel tanrısal kavramların yerini insan, akıl, irade-eylem, özgürlük gibi kavramlar alır. Artık merkezde ilahi Tanrı yerine akıllı insan vardır. Felsefe, toplum ve siyaseti bu ideolojik nosyonlar üzerinden idealize etmeye girişir. Din fel­sefesinin yerini bir çeşit insan felsefesi almaya başlar. Artık yüce yapıcı ve mutlak olan göklerdeki Tanrı değil düşünsel edimsel bir varlık olan aklı ile bilerek eyleyerek hem kendini hem de tarihi var eden yeryüzündeki insan öznedir. Felsefenin işi daha yeni başlamaktadır. Şimdi bu yeni ideolojik kavram ve nosyonların bilgisi oluşturul­malı ve ideolojik doğruları destekler, kanıtlar nitelikte bir çerçeveye oturtulmalıdır.

Yani felsefenin idealist pratiği bilimi ideolojiye kurban edecek, üretilen ideolojik bilginin adına da bilimsel diyecektir. Aydınlanmanın ilk filozofları insan bilgisini olanaklı kılacak, bilgiye kesinlik sağlayacak bir yöntembilim geliştirmek için önce­likle bilginin olanaklılığına dair şüpheci yaklaşımı içeren bir yöntem modeli sunar. Bu eski dünya bilgisinin, daha doğru bir ifadeyle dinsel kabullerden hareketle oluşan dünya bilgisinin kesin ve güvenilir olamayacağına dair bir dizidir.

Bu basit soyutlama ampirist felsefelere temel oluşturur aynı zamanda. Kategorik olarak tanımlamak istersek, ampirizminin yöntembilimsel kategorisi içinde yer alır. Felsefi argümanla sıralama yapmak anlamına gelir.

Descartes’a göre bilginin evrensel niteliğe ve ussal kesinliğe haiz olması gerekir. Peki, bu bilgiyi elde edecek bir uslamlama nasıl yapılabilir? Varlık ve bilinebilirliğe dair her şeye yöntemsel olarak şüpheci bir yaklaşım sergiler. Bilgi şüphe götürme­yecek kesinlikte olmalıdır. Fakat hiç şüphe yok ki; her şeyden şüphe edilebilir. İşte Descartes, epistemolojisini temellendirecek olan önermesini tam da burada bulur. Her şeyden kuşkulanılabilinir. Ancak kuşkulanma edimi içinde olduğundan kuşkula­namaz. Kuşkulanıyor olmak, düşünüyor olmaktır. Descartes’ın ünlü Cogito’su, yani kendi varoluşunun bilgisi, “Düşünüyorum, o halde varım” ünlü önermesi ile gelir. Bu varoluş uzamsal olamayan maddesel yer kaplamayan düşünsel varoluş, yani dü­şünsel bir varlık zihinsel töz’dür. Bu töz ya da düşünen şey, maddi beden dışında bir de maddesel dış dünya vardır. Descartes buna madde tözü der. Tinsel tözün yüklem­leri bilincin tüm edimleridir. Yani tinsel tözün özsel niteliği düşünmektir, uzamsal olmayandır. Maddi tözün özsel niteliği ise uzamlı olmaktır, madde tözünün yüklem­leri uzamlı kesinliklerdir. Yüklemler, tözün özsel nitelikleri olarak ona içkindir. Töz varlığı başka bir varlığa bağlı olamayandır, yani kendi kendinin nedeni olandır.

Descartes’ın ikinci töz anlayışında düşünsel töz, maddesel töze doğrudan geçe­mez. Ancak burada şöyle bir epistemolojik sorun vardır ki, maddi tözün varlığının bilgisi düşünce tözüne bağlıdır. Düşünce edimi varoluşun açık seçik bilgisidir. Düşü­nen ben’in varoluşsal özsel niteliği, uzamlı olan maddesel dünyanın(tözün) bilinebi­lirliğini dolayısıyla varlığını olanaklı kılandır. Descartes’ta töz, bir bengilik varlığını olanaklı kılandır. Descrates’ta töz, bir bengilik türü içinde kendi kendinin varoluş nedeni, varoluşu başka bir varlığa bağlı olamayandır. Descartes’ta öncesiz-sonrasız tanrısal tözün tanımıdır bu. Tanrı yavaş yavaş yeryüzüne inmeye başlamıştır. Zira Descartes’ın ‘sonlu’ dediği düşünen tözüne de tekabül etmektedir bu tanım. Tanrı bilgisi de zihinsel tözün varoluşuna bağlıdır. Yani, maddi dünyanın bilgisi de Tanrı bilgisi de düşünce tözünün zihinsel edimidir.

Felsefi ideoloji

“Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumun­dan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini göstere­meyen insanda aramalıdır. Sapere aude! Aklını kendi kullanma cesaretini göster! Sözü şimdi aydınlanmanın paralosı olmaktadır.” (Immanuel Kant)

Kant, metafiziğin doğa bilimleri gibi (matematik, fizik, vb) kesin bilgi sunamıyor oluşunu metafizik ile diğer doğa bilimleri arasındaki yöntem farkına bağlar. Bilginin olanaklılığına dair şüpheci bir yaklaşımdan ziyade, mevcut yöntembilimlere karşı eleştirel bir yaklaşımla epistemolojisini temellendirmeye başlar.

Yazının başında ideolojinin felsefeyle olan ilişkisine dair, filozofun içinde bulun­duğu maddi gerçeklik olarak ideolojiden bahsederken, ideolojik sorunsal içinden fel­sefe yapar. Filozofun ideoloji içerisinde olduğu bilmeyerek, ya da tam tersi, egemen ideolojinin bekasını sağlama niyetiyle veya mevcut egemen fikirler karşısında dev­rimci fikirlerin birliğini sağlamak amacıyla ideolojik sorunsal içinden felsefe yap­ması arasında kategorik bir ayrım bulunmadığına dikkat çekmiştik. Kant’ın felsefesi üçüncüsüne iyi bir örnektir. Egemen ideolojinin (din) karşısında, devrimci konum­da bulunan burjuva sınıfın ideolojik fikirlerinin birliğini oluşturmaya çalışmaktadır Kant. Epistemolojisini bu temelde şekillendirmektedir. Kant’ın felsefesinde yeni Tanrı, akıllı insan özne, salt (rein, purus) terimiyle kendini bulur.

“Çağımız, özellikle her şeyin kendisine boyun eğmek zorunda olduğu bir eleştiri çağıdır. Din kutsallığına, yasalarda görkemliliklerine dayanarak kendilerini, çoğu kez bu eleştirinden sıyırıp kurtarmak istiyor. Ama böylece kendilerine karşı haklı bir kuşku uyandırıyorlar ve aklın ancak kendisinin özgür ve herkese açık sınavından geçenler için kabul ettiği o katıksız saygıya hak kazanamıyorlar.” (Immanuel Kant)

Kant’ın felsefesi bir çeşit deneyimcilik ile usçuluğun bir araya getirildiği bir epis­temoloji içerir. Ona göre algılanıp deneyimlenebilir, duyulur dünyanın ve kavramsal ussal düşünülür dünyanın bilgisini olanaklı kılan duyum ve anlık(anlama yetisi)tır. Duyum, duyusal bilgiyi oluşturan, olgusal-uzamsal dünyanın elde edilir bilgisi. An­lık ise kavramsal-ussal, düşünülür dünyanın akıl yoluyla elde edilen bilgisine karşı­lık gelir. Bilginin türleri ve bu bilgi türlerine karşılık gelen insanın zihinsel yetileri vardır. Salt kavramlarla yapılan uslamlama ile oluşturulan epistemoloji çelişkili ve tutarsız olup, doğa bilimleri gibi kesinlik içeremez. Bilgiyi oluşturan zihinsel yetiler duyum ve anlık, salt akıldır. Metafizikte ulaşılan epistemolojik sonuçların kesinlik ve tutarlılıktan nasibini alamamış sonuçlar olması, yani metafiziğin sorunu, ‘salt ak­lın’ kullanımı dışında oluşturulmuş bilgi teorileridir. Kant, hem apriori, yani olumsal olmayan, ampirik gözleme dayanmayan, mantıksal çıkarımla varılabilen zorunlu ve evrensel nitelikte, hem de sentetik yargıya dayanan, yani zorunlu ve evrensel niteli­ğin deneyimlenebilir olduğu sentetik apriori bilgi türünün olanaklı olduğu savını öne sürer. Epistemolojisini sentetik apriori önermeler üzerinden sistemleştirerek metafi­ziğini bu epistemolojik temele oturtmaya çalışır.

Zamansal ve uzamsal şeylerin bilgisi insan zihninde oluşan uzay ve zaman ide­lerinin formlarıdır. Bilgi, uzay ve zamanda deneyimlenebilen, yani algısal-duyusal yeti ile elde edilen görülerin, öznenin bilinç içeriğinde oluşan nesneye dair bilginin, duyusal alanın nesnelerine uygulanabilir olmasıyla olanaklıdır. Bilginin bağlı oldu­ğu nedensellik içeren bazı ilkeler, kısaca sentetik apriori önermeler doğrudan dene­yime bağlıdır. Bu durumda bilgi fenomenal dünya ile sınırlıdır. Fenomenler dışında, deneyimlenemeyen ancak salt akla ilişkin olan ideler de vardır. Tanrı, ruh (zihinsel ben) gibi. Bunlar ampirik olgusallık taşımayan ‘kendinde şey’lerdir. Fenomen olma­yan bu ‘kendinde-şeyleri’ ‘numenler’ olarak adlandırır.

Bilinebilir olan fenomenal dünya dışında bir numenal dünya, bilgisi dışında ‘var’ olan şeylerin bulunduğunun kabulü anlamına gelir. Hegel’de ise madde olarak (ger­çek) nesne de bilgi nesnesi de bilincin ürünüdür. Yani, Kant’ın öne sürdüğü gibi, deneyimlenemeyen ancak ‘salt akla’ ilişkin idelerden yola çıkarak var olduğu kabul edilen ‘bilinemez’ ‘kendine şeyler’ olamaz. Çünkü ideler varlığa ilişkin bilgidir. Bi­lincin içeriği, yani bir nesneye dair düşünce, hakkında düşünülen nesnenin kendi­sidir; düşünce gerçektir. Nesnenin (gerçek nesne) kendisi de düşüncedir; gerçeklik düşüncedir. Hegel bunu “Gerçek olan ussaldır, ussal olan gerçektir” önermesi ile dile getirir. Bu durumda bilinemez bir kendinde-şey/varlık olamaz, ‘var olan her şey bilinebilir’. Evren, mutlak bir ideanın açınımıdır. Yani tüm gerçeklik düşünceden ibarettir. Burada bilme ile varlığın özdeşliği söz konusudur. Ancak bu özdeşlikteki bilme, tikel bir zihin ya da birey öznenin bilinç içeriği değil, mutlak bir özne, tin’in, akılsallığını mutlak bir evren ideasının ürünü olan bilgidir. Bu aslında döngüsel bir süreçtir. Hegel’in diyalektik mantığının temelini oluşturur. Tüm bu süreç, tüm evren, doğa, tarih, tin bir logos içinde gerçekleşmektedir. *1

Bilme ile varlığın özdeşliği; özne ile nesnenin özdeşliği, yani bilen özne ile bi­linen (varlık) nesnenin özdeşliğidir. Nesne, özneye ilişkindir; yani varlık bilinç için varlıktır, bilinç dışında varlık olamaz. Özne ve nesne iki ayrı gerçeklik değil, tek bir gerçekliğin bağdaşmazı, iki karşıtın özdeşliğidir. Nesne, öznenin onu düşüncede kavradığı biçimiyle nesne, diğer bir deyişle, bilinir olduğu için nesnedir. Yani bilme olmazsa varlık olmaz, nesne olmazsa özne olmaz. Bu karşıtlıktan doğan özdeşlik; yani olumlunun karşıtını (olumsuzu) içermesi, olumsuzun karşıtı olduğu olumluda içerilmesi ile oluşan, yani olumlunun olumsuza dönmesi ile oluşan özdeşlik; olum­suzun da olumlusunu içerdiği, olumlunun karşıtı olan olumsuzda içerildiği anlamına da gelir. İki karşıt özdeş birbirlerine dönerler. Bu Hegelci ‘çelişki’dir. İki kategori, olumlu ve olumsuz karşıt kategoriler olarak sürekli çelişir. Bu durumda ‘olan’ aynı zamanda ‘olmayan’ olur, ‘olmayan’ da aynı zamanda ‘olan’ olur. Hegel bunu ‘oluş’ süreci olarak koyar.

Varlık (olumlu) – Yokluk (olumsuz) – Oluş (olumlu)

Bu üçlü, Hegelci diyalektiğin meşhur üçlüsü tez-antitez-sentez’e karşılık gelir. Varlık ve yokluğun karşıtlığı ve özdeşliğinin çelişirliği sonucu doğan bir üçüncü bir kategori olarak oluş, birleşen iki karşıtın uygunluğunu içerir. Çelişki, oluş’da uzlaşır. Yani oluş’da hem olanın hem de olmayanın kapsandığı, kapsanarak aşıldığı bir ‘sen­tez’ çıkar. Sentez’de tez ve antitez çelişik değil, uzlaşık olarak kapsanmış ve aşılmış­tır. Sentez’de döngünün başına dönülür ve süreç tekrar eder. Yani olumsuzlamanın olumsuzlamasıyla (yadsımanın yadsıması) olumluya dönülmüş olur ve diyalektik süreç bu şekilde döngüsel olarak devam eder.

Hegel felsefesinin tüm sistemi bu diyalektiğin uygulanması üzerine kuruludur. Tarihin, aynı mantık üzerinden geçmiş -şimdi- gelecek diyalektik üçlüsü ile açıkla­nır. Şimdi geçmişi kapsayacak şimdi’de aşar, gelecek de geçmişi de içeren ve kap­sayarak aşan şimdi’de bilinebilir. Çünkü hem geçmiş (olmayan) hem de gelecek (olmayan) şimdi’de (olanda) içerilir. Geçmiş, şimdi’de ortaya çıkacak, gelecek’i de belirleyecek.

Hegel, tarihi insansal tin’in kendi kendinin bilincine varma ve kendini gerçekleş­tirme süreci biçiminde açıklar. Yani tin, tarihin içinde bilerek hem kendini hem de tarihi var eder. Hegel’de tarih nedensel-yasalı değil, teleolojiktir. Bir ilk ilke (sebep) ile başlayan diyalektik döngü sebebin ereği olarak devam eder. Şimdi’de sentezlenen geçmiş-şimdi, gelecek ve tarih, şimdi’de olup biter.

***

Yazının başında birbirinden ayrı pratiklerden (bilimsel pratik, felsefi pratik, poli­tik pratik, ideolojik pratik vb. gibi) ve her birinin nesnesi üzerinde çalışarak pratiğini gerçekleştirdiğini söz etmiştik. İdeolojinin nesnesi insandır, kendi nesnesi üzerinde çalışarak nesnesini dönüştürür. “İdeoloji bireyleri özneleştirir.” (Althusser) Diğer bir deyişle ideoloji, politika yapacak özneler yaratır. Özneleşen bireyleri politik alanda konumlandırır.

Hepimiz gerçek insanlar olarak gerçek yer ve zamanda bulunuyoruz. Özneler, bilinci ve iradesiyle eyleyebileceği tek düzlemde, yani ‘özne’ olarak var olabileceği tek düzlem olan ontolojik düzlemde yer alır. İçinde bulunulan an’da, gerçek şim­di’nin içindedir. Özneye içkin olan bilinç, irade, özgürlük, eylem gibi kavramlar ide­olojik nitelikte kavramlardır. Yani bireylere bilinç ve iradeden, eylemden bahseden ideolojidir.

Biz özneler olarak, epistemolojik alandaki bilgiyi doğrudan edinemez, o düzle­me özneler olarak giremeyiz. Onun yerine kavramlarla, imgelerle hareket ederiz. Yani ontolojik düzlemdeki özneler olarak biz, bilgiyi ‘bilimsel’ nitelikte üretemeyiz. İdeoloji de bu noktada yanılsamaya neden olur. Öznenin bilincinde soyutun somu­tu olarak oluşan bilgi somutu ile gerçek somut arasında bir bağlantı varsayar. Yani düşünce süreci ile gerçek (somut) süreç arasında bağlantı kurar ve özne, bilgi ile arasında gerçekte var olmayan bir ilişkiyi yaşar. Yani yanılsamaya düşer. Yanılsama, bilimsel bilginin önünde engel haline gelir, ideolojik bir set oluşturur. Bilgi üretim süreci reddedilir, bilimsel kabul edilen bilgi ideolojik nitelikte kalır, yani bilimsel bilginin yerini ideolojik bilgi alır. Teori’nin işlevi ideolojik bilgiyi desteklemekten, kanıtlamakta ibaret hale gelir. Yani Teori’nin teorik var olma hakkı ortadan kaldırılır.

Hegelci diyalektik veya tarihsel şimdi’nin Marksizmin ideolojik kavranış biçim­lerinde kolayca kabul görüp Marksizme rahatça geçirilebilmesi bu yönüyle pek de anlaşılmaz değildir. İnsanın ‘tarihin ilerleten lokomotife’ benzetilmesi, ya da “İn­san tarihinin öznesidir, değişir-değiştirir” gibi ideolojik söylemleri ‘bilimsel’ söylem altında bolca duyarız. İdeolojik sorunsalın bilgi nesnesi ile gerçek nesne arasında kurduğu bağlantıdan, gerçek süreç ile düşünce sürecini özdeşleştirdiğinden yukarıda bahsetmiştik. İdeoloji, bilim ve politikaya göre farklı bir karakter gösterir. Ontolojik alandaki politikayla olan doğrudan ilişkisi ve epistemolojik alandaki bilime müdaha­lesiyle epistemolojik ve ontolojik düzeyleri birbirine indirger, alanların nesnelerini özdeşleştirir. Hem bilim hem de politikada karşımıza çıkan genel bir güçlük haline gelir. İdeoloji, bilim ve politikanın nesnelerini özdeşleştirir. İdeolojik bilgiler veya düşünceler bilimsel bilginin/teorinin yerine geçirilir. Politikada da aynı şey yaşanır ve böylece ideoloji, politikanın da teorik temelini değiştirmeye başlar. İdeolojik söy­lemler bilimsel söylemlerde kullanılır, politikada da ideolojik saikler ve haklılıkların sıralandığı eleştiri halini alır. Politika pratiği, politika dışı bir eleştirel konum haline gelir. Marksist teorinin yerini de artık insan felsefesi almış olur.

Marksist felsefe ve tarih teorisi

İdeoloji içinde yaşayan özneler (tikel ya da kolektifler/yapılar) felsefi ideoloji içinde kalarak, daha doğru bir ifadeyle, ideolojik sorunsalın içinden bilimsel söylem­lerini ideolojinin dışında üretemezler, yani ideolojik tarih dışında bir tarih açıklama­sı, bilimsel tarih açıklaması yapamazlar.

“İnsanların anlayışları, düşünceleri, karşılıklı zihinsel ilişkileri (geistige ver­kehr), bu noktada onların maddi davranışlarının dolaysız ürünü olarak ortaya çı­kar. (…) İnsanlar ve sahip oldukları ilişkiler tüm ideolojilerinde sanki camera ob­scure’daymış gibi baş aşağı çevrilmiş bir biçimde görünüyorsa, nesnelerin gözün ağtabakası üzerinde ters durmalarının onların dolaysız fiziksel yaşam süreçlerinin yansıması olması gibi, bu olgu da insanların tarihsel yaşam süreçlerine aynı şeyin olmasından ileri gelmektedir.” (K. Marx, Engels – Alman İdeolojisi)

Elbette Marx da gerçek bir insan olduğuna göre, içinde yaşadığı maddi gerçekli­ğin, bu yanılsamanın -ideolojinin- dışında değildi.

“Gökten inme Alman felsefesinin tersine, burada yerden gökyüzüne çıkılır. Başka bir deyişle, etten kemikten insanlara varmak için, ne insanların söylediklerinden, imgelerinden, kavradıklarından ve ne de anlatıldığı, düşünüldüğü, imgelendiği ve kavrandığı biçimiyle insandan yola çıkılır; gerçek faal insanlardan yola çıkılır ve bu yaşam sürecinin ideolojik yansıma ve yankılarının gelişmesi de insanların bu gerçek yaşam süreçlerinden hareketle ortaya konulabilir.’’ (A.g.e.)

“Yaşamı belirleyen bilinç değil, tersine bilinci belirleyen yaşamdır” der Marx. Bunu fark ettiği an’da felsefi düzeyde sorunun değişmesi gerektiğini görüyordu. Ön­cesinde ‘insan’ diyen Marx, insan yerine toplumsal üretim ilişkilerini, sınıfları koya­rak felsefi bir düzeyde kopuş başlatmış oldu ve elbette bu felsefi düzeyde kopuşun epistemolojik sonuçları olacaktı.

Felsefe, belli bir sorunsaldan hareketle belli kategoriler ve formüllerle çalışır. Her pratiğin kendi nesnesi üzerinde çalıştığından daha önce bahsetmiştik. Fakat felsefenin üzerinde çalıştığı bir nesnesi, kendi nesnesi yoktur. Belli kategoriler ve formüllerle, alanların nesnelerini ayıran felsefenin (Marksist felsefenin) müdahalesi ideolojinin teorik etkilerine karşı teorik bir müdahaledir. Bilgi nesnesi, gerçek nesne ayrımı… Felsefe -teori olarak Marksist felsefe- bilim ve politikanın üzerinde çalış­tığı nesneleri oluşturur, alanların nesnelerini ayırır. Ancak teorik bir materyalizm (Marksist felsefe) bilimsel pratiği idealist felsefe pratiğinden ayırabilir.

Zira bir bilgi teorisi oluşturabilecek tek pratik, felsefe pratiğidir. Teori’nin teorik olarak var olması, yani bilimin ‘bilim’ olarak var olabilmesi için, öncelikle kopuşun felsefi düzeyde olması gerekir. Marx ve Engels’in ‘önceki bilincimizin tasfiyesi’ ifa­desiyle işaret ettiği şey bu kopuştu. Önceki bilinç ideolojik kavrayıştı, materyalist konumu idealizm lehine daraltıyordu.

“Fransızlar ve İngilizler hiç değilse, hala gerçeğe en yakın olan siyasal yanıl­sama ile yetindikleri halde Almanlar, ‘salt Tin’ alanında hareket ederler ve dinsel yanılsamayı tarihin devindirici gücü yaparlar. Hegelci tarih felsefesi, Almanların bütün bu tarih yazma tarzının ‘en katıksız ifadesine’ vardırılmış nihai ürünüdür.” (Age. S.65)

Marx ve Engels’in Alman ideolojisinde eleştirdiği şey terk edilmesi gereken He­gelci sorunsaldı.

“Ele aldığı istisnasız bütün sorunlar, tersine belirli bir felsefi sistemin toprağın­dan, Hegel sisteminden fışkırmıştır. Yalnızca cevaplarından değil, kendi sorunların­da bile bir mistifikasyon vardı.” Alman ideolojisini aktaran Althusser şöyle devam ediyor; “Felsefeyi oluşturanın cevap değil, felsefenin ortaya attığı soru olduğu ve ideolojik mistifikasyonu (ya da nesneyle özgün ilişkiyi) sorunun kendisinde, yani bir nesneyi düşünme tarzında (yoksa nesnenin kendine değil) aramak gerektiği bundan daha iyi ifade edilemezdi.” (Althusser – Marx İçin)

Aydınlanmanın felsefi ideolojik konjonktürü içinden ortaya çıkmış olan Mark­sizm, bu felsefi ideolojik teorik zeminden kopuşunu ilan ederek yeni bir bilimin, Tarihsel Materyalizmin kuruluşunu başlatıyordu. ‘‘Feuerbach Üzerine Tezler’de tüm ‘yorumlayıcı’ felsefeden kopmanın zorunlu olarak felsefe dilinde yapılmış açıklama­sıyla ilan etmiş olduğu, aslında yeri itibarıyla bir felsefeden tamamen değişik bir şeydi: İlk temellerini Marx’ın Alman İdeolojisi’nden göstereceği tarih bilimi, yeni bir bilimdi.” (Althusser – Makyavel’in Yalnızlığı)

Ereksel, özneli tarih anlayışı yani Hegelci şimdi ya da tarihsel şimdi; ontolojik düzlemdeki gerçek şimdi’yi tarihin genel akışı içinde bir parça olarak alır. Bu du­rumda tarihe (şimdilerin bir araya gelişiyle oluşuyormuş gibi) şimdi’lerden oluşan çizgisel bir zaman akışı şeklinde alınır.2

2 Çizgisel, tek düze, zaman dizgesi olarak tarih anlayışı, ampirist tarih anlayışına da denk düşer.Şimdi’de olup biten bir tarih, yani şimdi’nin içindeki geçmiş ve gelecek, bir bütün olarak şimdi’yi epistemolojik düzleme sokmak anlamına gelir. Maddi gerçeklik olarak, yani gerçek yer ve zamanın, şimdi’nin, ta­rihsel olarak alınması, zamanın hem kavram hem de varlık olarak, yani hem gerçek hem de kavramsal olarak tek bir zamanın alınmasıdır. (İdealizmin en belirgin özel­liği: kavram ve varlık özdeşliği) Böylece, ontolojik şimdi’de (zamansal-mekansal gerçek şimdi’de) bilinci ile eyleyebilen özneler kavramsal olan zamana, yani tarihin genel akışı içindeki kesit olarak şimdi’ye sokulmuş epistemolojik olarak geçmiş ve geleceğe, tarihin akışına müdahale ettirilmiş, yani tarihi yapan ve ilerleten özneler olarak rahatça tasarlanıp idealize edilmiş olur. Tarihin nedensel ve yasalı ilerleyişi ereksel tarihe bırakılmış olur.

Şimdi’nin geçmiş ve gelecekle diyalektik olarak ilişkilendirilmesi materyalist değil midir? “Neden, sonuç yasası, her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu şeklinde­ki yasa biraz da bunu açıklamıyor mu” gibi soruların sorulması çok olasıdır. Zira bu yöntem (Hegelci diyalektik), Marksist oldukları iddiasına sahip çoğu çevrelerde yaygın olarak kabul gören bir Marksizm anlayışını temsil etmektedir. Hegel felse­fesinin Marksizme bulaşık yanı olarak diyalektik ve özneli tarih anlayışı, yani tarih bilimini tarih felsefesine indirgeyen ve Marksizmi ideolojik düzeye hapseden bu yöntem, böyle bir materyalist tez reddedilmelidir.

“Alman ideolojisinde felsefenin varlığının radikal bir şekilde ortadan kaldırılma­sı, esasen bir felsefi kurama dayandırılır. Bu felsefe bir sanrı ve bir mistifikasyondur; dahası somut insanın gerçek tarihinden ‘ geriye kalanlar’ diye adlandırıyor olduğum şeyden oluşan bir rüya, nesnenin düzenini tersine çeviren tamamen’ hayali bir varo­luşla donanmış olan geriye kalanlardır. Felsefe de din ve ahlak benzeri ideolojiden ibarettir, bir tarihi yoktur. Felsefede olup bitiyormuş gibi görünen her şey tastamam onun dışında, tek gerçek tarihte insanların maddi hayatının tarihi içerisinde geçer. Öyleyse, tam da kendisini örten ideolojileri -işte felsefe bu ideolojilerin en ön sa­fında yer alır- ortadan kaldırmakla tanınan bilimin kendisidir.” (Althusser- a.g.e.)

Marx, Alman ideolojisinde başlattığı epistemolojik kopuşla, felsefi kopuşu, felse­fe dışına çıkarak felsefede bir kopuşu, yani felsefe dışına çıkarak felsefi bir kurulu­mu da gerçekleştirmesiyle bilime bilim olarak var olabileceği bir alan açmış, bilimin kurulumunu ilan edebilmişti. Marksizm tek başına bilim olmadığı gibi tek başına felsefe de değildir. Marksizmi herhangi bir tarihin felsefesi ya da siyaset felsefesin­den, ideolojilerden ayıran, aynı yerde tutan, onu her daim güncel ve geçerli kılan bilimsel temeli, pratik (politika) ayağı ve teorik bütünlüğü, yani epistemolojik ve ontolojik bütünlüğü kurmada merkezi rol oynayan Marksist felsefesidir. Yani onun özgünlüğü, diğer tarih felsefelerinden, ideolojilerden ayıran özelliği, Marksizmin bu bütünsel yapısıdır.

*1 Hegel’in idealizminin nesnelliği de buradadır. Şöyle ki; özne için her şey nesnellik taşımaktadır. Gerçeklik nesneldir, bu durumda nesnenin özneye öncelliği vardır. Özne de bu nesnellik taşıyan her şeyin, ‘oluş’ sürecinin bir parçası olduğu için, aynı zamanda kendisinin nesnesi de olmakta, aynı zamanda da nesnenin öznesi olmaktadır.