Marksizm’de selefilik-I – Ekrem Demirci | Komün 8. Sayı

“Dünyanın dogmatik bir öngörüsünde bulunmuyoruz, fakat yeni
dünyayı eski dünyanın eleştirisi yoluyla bulmak istiyoruz…”
-K. Marx


Selefilik veya öze dönüşçülük

Selefiliğin sözlük anlamı “önde olan” demektir ve geleneksel olarak İslam Peygamberi ve onları görerek tâbî olanlara (tabiun) verilen isimdir. İslamiyette mezhepler kurulmadan önce yaşayan sahabe ve tabiun denilen müslümanlar “Selef-i Salihin” olarak kabul edilir. Selefiyye, Hz. Muhammed ile sahabenin inanç hususlarında takip ettikleri yolu olduğu gibi izleyen gruptur.

Selefîlik, itikadi konularda akla yer vermez, sadece nakil (Kur’an ve Sünnet) ile hareket eder ve Kur’an’daki değişik anlam taşıyan ayetleri olduğu gibi kabul ederek, bu ayetlerde kastedilen anlamı insanların bilemeyeceğini, bu konuların akılla yorumlanamayacağını, konunun anlamını Allah’a havale ettiklerini belirtir. Selefiler, diğer İslami itikat ve mezhepleri bidat, küfür ve şirk olarak kabul ederler, kendileri dışındaki tüm müslümanları katl-i vacip sapkın ve dinden çıkmış zındıklar olarak görürler.

Selefiler, Peygamber başta olmak üzere onla birlikte yaşayanların inançlarında bir hata olamayacağı kabul ederler ve kurtuluşun onların yaşayış biçimi ve akidelerini en küçük yoruma tabi tutmadan, herhangi bir ilave veya eksiltme yapmadan olduğu gibi uygulamakla geleceğini savunurlar. Bunlar yalnızca inanç sahasında kalmaz, yaşamı da tıpkı Hz. Muhammed dönemindeki yaşama döndürmek için çalışırlar. Hz. Muhammed’in yaşadığı dönemi “Asr-ı Saadet” (Mutluluk çağı) olarak anlayıp, yaşamlarını Asr-ı Saadet dönemine geçmek için cihada adarlar. Asr-ı Saadet yalnız selefiliğe ait değildir, tüm müslümanlar Asrı-ı Saadet’in Peygamber döneminde yaşandığına inanırlar.

Tarihsel olarak dinler başta olmak üzere, etkili her düşünsel ve ideolojik akımın içinden geçmişi geri getirmek isteyen selefilik eğilim ve anlayışları boyvermiştir. İslamiyet’te olduğu gibi Yahudilik ve Hırıstiyanlık’ta da katı dogmatik selefi mezhepler ortaya çıkmıştır. Ancak bu kavram yalnız dinlere ait bir kavram değildir, geçmişi mistifiye eden, geçmişe aşırı anlamlar yükleyen her düşüncenin, her ideolojinin bir Asr-ı Saadet örneği arayışı ya da ütopyası vardır. Bu, hemen tüm düşünce akımlarında, geçmiş dönemleri aşırı ideolojikleştirme, kişi kültü veya teorik sterilizasyon olarak çeşitli biçimlerde ortaya çıkmıştır.

Marksizm’de dogmatizme, idealizasyona, mutlaklaştırmaya ve taklitçiliğe ilk uyarıyı Marx’ ın kendisi alaycı bir dille, “Eğer Marksizm buysa, ben Marksist değilim” diyerek yapmıştır. Bu söze, gericiler dahil, Marksistler de bir çok anlam yüklemiştir. Açık anlamı ortadadır; Marx bu sözleri kendi adıyla kurulan kulübün (Karl Marx Kulübü) davetinde yaptığı konuşmada, düşüncelerinin dogmatik tarzda yorumlayan, kendisinin takipçisi Fransız Sosyalist Partisi’nin devrimci kanadının liderleri Jules Guesde ve Paul Lafargue’ı eleştirerek söylemiştir. Engels, bu sözü  2-3 Kasım 1882 tarihli Eduarad Bernstein’e gönderdiği mektupta  aynı anlamda kullanmıştır. Engels: Fransa’da ‘Marksizm’ diye bilinen şeyin, ”baştan sona tuhaf bir ürün” olduğunu vurguladıktan sonra, Marx’ın ilgili sözünü hatırlatmıştır.

Marksizm daha doğuş döneminde sonalcı eğilimle karşılaşıyor ve Marksizmi her dönem, her yerde geçerli değişmez hakikatler olarak anlayan eğilimler baş gösteriyor. Leninizm bir anlamda Marks Engels sonrası sonalcı eğilime karşı, Marksizmin diyalektik ve materyalist temelde geliştirilerek yeni döneme uyarlanmasıdır. Aynı şey Lenin’in karşısına çıkıyor, Lenin bu eğilimleri “eski Bolşevizm” olarak mahkum eder. Ama eski Bolşevizm, Lenin sonrası daha güçlü olarak tüm dünya komünist hareketinde değişik biçimlerde boy verir. Aynı hastalık Mao sonrası tüm Maoist partilerde ortaya çıkar.

Marksist dogmatiklerle Türkiye’de en çok Hikmet Kıvılcımlı savaşmıştır. Kıvılcımlı’nın dogmatizme karşı hemen her yazısında, kendi özgün üslubuyla yaptığı eleştirilerden küçük bir derleme yaptık: “Bir “kolay Marksizm ” türedi. Herhangi sosyal, politik, kültürel bir sorun mu  önümüze çıktı? Onun çözümü için “ekonomiktir!”dedik mi, akan sular duruverir sananlar çoğaldıkça çoğalıyor. Kimse onu sormak ya da açmak zahmetine katlanmaz. Nasıl? Marksizme ve Bilimsel Sosyalizme karşı mı  geliyorsun, yani? Her şey Marks’ta, bilemedin Lenin’de söylenmiştir. Bize düşen, o güzelim doğru söylenmişleri az çok eksiksiz tekrarlayıp, dünyayı ışığa boğmaktır! Kim uğraşacak ,hem ne haddi ne , Marx, Engels, Lenin metinleri dururken orada yazılmamış bir gerçeklik aramaya?… Bir konu üzerine Marx’ın dedikleri varsa, ne ala. Metinlere, çaprazlama “sadık” kalınırdı… Sırf sözde “Marksizmin yanılmazlığı” adına, Patrik latası gibi sırta geçirilmiş delinmez bir “büyüklük manisi” ile susulurdu.”…

“Hele bizde: “Doktrin”, Ortaçağın “Tarikat” ortamında benimsenmiştir. “Maazallah! Kâfir Olursun” korkusu iliklerine işlemiştir. Ustaların “Kara kaplı kitabında” yazılmamış söze ağız açmak “Neûzu billâh (Tanrıya sığınırız!) Hurûcu alessultan”… Kimin haddine? “Sakın ha!”, “Çizmeden yukarı çıkma”. Düşünmek: “Hafızlık”tır. Ezbere kaç kitap sayabilirsen, o kez formül tekerleyebilirsin. O denli “Otorite” geçinirsin.”

“…Marksizm metinlerinde acep bir enek, benek, belge, işaret yok mu idi?… Onlar, müslümanın uçağı ve radyoyu Kur’ân ayetlerinde arayışının saf ve iyimser mantığına yatkındılar. Marx’ın dışında bir “hakikat” kalabilir miydi?…”

“Bütün bilimler gibi, elbet Tarih bilimi de gelişir. Tarihi: Nasıl olsa değişmez, bilinen şeylerin ezberlenip tekrarlanması saymak kadar gülünç bir yanılma olamaz. Hele: “Marks-Engels ustalar bir yol Tarihcil Maddeciliği kurduktan sonra kimin haddine düşmüş Tarihte orijinal aydınlatmalara varmak” diyen o dindarca alçakgönüllülüklere sapmak, bilimcil sosyalizmi kaçamağa çevirmekten başka sonuç veremez. Böylesine “sureti haktan görünmeler” her şeyden önce ustalara karşı, tapınç perdesi altında en iflah olmaz yobazca saygısızlığa düşmek olur. Ustalar “Hafız’ı Kapital” çömez papağanlar değil, Teoride, Pratikte kıyasıya savaşçı çıraklar için yolu açmışlardır.”

“Elimize geçenlere göre, Tarihcil Maddecilik öğrencileri, haklı haksız nedenlerle, Tarih bilimi yolunda ustalarının öğüdünü, bir dua gibi “Amin!” demekle izlediler… Bu Marxizm değil Mistisizmdi.”

Seleficilikte gerilik ve son biçiminde uç gericilikle birlikte yıkıcı ve devrimci bir yan vardır. Tüm dinlerde İslam’da Alevilik ve Alevilik içinde Hariciler ve daha köktenci heretik akımlar. Hırıstiyanlıkta Pavlusyanlar, Bogomililer, Münzer geriye dönük devrimci öfkedir. Bu geriye dönük öfke doğru kavranmalıdır, bunlar ilerlemeci mantıkla toptan mahkum edilemez. Her düşünce özünde sınıflar mücadelesinin değişik görünümleridir, donuk değil hareketlidir ve sınıflar savaşında tüm dünyada ve ülkelerde toplumların en alt kesiminin manevi dünyasıdır. Marksizm’in pratik devrimciliğinin yüksek olduğu dönemlerde, Ekim Devrimi sonrası bu geri ve yıkıcı öfke, tüm Doğu dünyasının derinlerinde, emperyalizme ve kapitalizme karşı dönmüştür. Daha sonrasında Marksizm’de, İkinci Enternasyonalci ve aydınlanmacı eğilimin güçlenmesiyle ,dünyanın ezilenleri emperyalizme teslim edilmiştir ve emperyalizm, bu devasa dinamiği, devrimci mücadeleye karşı en etkili biçimde kullanmıştır ve kullanmaya devam etmektedir. Bu durum, geçmişte Latin Amerika’da ve günümüzde Kürdistan Devriminde belirli düzeylerde kırılmış, kiliseler ve cami cemaatlerinin önemli bir kesimi devrimci mücadelenin yanında tavır almıştır. Konumuz, Marksizm’de dogmatizm olduğu için, bu soruna bu kadar değinip geçmek zorundayız.

Selefiler, tüm müslümanların inandığı aynı kitaba inanırlar ve bu kitapta olanları uygular, olmayan her şeyi mekruh, sapma, şirk olarak görürler. Tüm müslümanlar bu kitapta olan namaz, oruç ve diğer farz kılınan ibadetleri yaparlar. Selefiler de küçük değişikliklerle, aynı ibadetleri, aynı biçimde yapar, aynı duaları okurlar. Ama kendileri dışındakilerin yaptıkları mekruh, Allah katında kabul görmez, yalnız kendilerininki gerçek müslümanlıktır. Bizim selefiler de benzer durumdadır, aynı tarihsel teorik birikime inanırlar ve az çok değişiklikle, diğer bütün güçlerin yaptıkları şeyleri yaparlar. Ama kendileri dışındakiler sapma, uzlaşmacılık, oportünizmdir ya tasfiye edilecek veya karşı devrimci olarak ezileceklerdir!

Öze dönüşçülük, Asr-ı Saadet özlemleri, tüm düşünce ve inançlarda, tarihsel olarak gerileme ve çöküş dönemlerinde boy verirler. İlerleme ve yükseliş dönemleri, tarihin yeniden yapıldığı, her alanda coşkulu bir yeni arayışının ve yeninin kuruluşu öndedir. Çöküş dönemlerinde kaçınılmaz karşıt iki kutup oluşur: Birinci kutup, her şey yanlıştı inkarcılığı olarak kaçış eğilimlerini besler ve en güçlü olarak boy verir. İkinci eğilim, çöküşün nedenini kötü imamlara, kötü yöneticilere, kötü önderlere bağlayarak öze dönüşçülük olarak ortaya çıkar. Çöküşlerde ilk boy veren, bu iki karşıt kutuptaki eğilimlerdir; birinciler burada konumuz dışındadır, ikinciler bizdendir ama bizi geriye zorlayanlardır, içinde hem devrimci hem geri yanlar birliktedir. Tartışmamız, Marksizm’in içinden doğan sonalcı, öze dönüşçü eğilimlerledir.

Marksizm, teorik ve pratik olarak büyük tarihsel savaşımlar içinde oluşarak, insanlık tarihinin bütünlüklü ama tamamlanmamış birikimini içinde taşır. Buraya kadar irdelediğimiz tüm bu sorunlarla boğuşarak ilerlemiştir. Kısa başlıklarla, Marksizm’in birikiminin nasıl geliştiği ve bu birikime nasıl yaklaşmamız gerektiği üzerinde duracağız.

Marksizm bu konuda ne diyor?

Marx, bilinci maddi dünyanın yansıması olarak anlar, bundan dolayı yanlış bilinçten söz etmez, “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkıya Giriş”te, dinin tersine dönmüş dünyanın yansıması olduğunu anlatır. Buna göre bilinç düşünürlerin kafasında oluşturulan görüşler değil, dünyanın ve bu dünya içindeki insanların içinde bulundukları ilişkilerdir. Bugünün dünyasının gerçeklerini yüz yıl önceki toplumsal ilişkiler üzerinden anlama ve çözümleme çabaları felsefi olarak idealizm, politik olarak katı dogmatizmdir. Geçmiş, ölüleriyle ve olaylarıyla istesek de tekrar edilemez yalnızca bugüne dönük referanslar verir.

Marx, bütün ömrü boyunca ortaya attığı fikirlerin dayanabileceği kaldıraçları, dayanakları, nesnel güçleri ve eğilimleri araştırmış, bulmaya çalışmıştır, Marksistler, olabildiği kadar bu yöntemi takip etmeye çalışır. Marx’ ı asıl ilgilendiren, siyasetin gereklerinden çok, gerçeklerdir ve gerçekliğe ancak yürüyen canlı hayatın tahlili ve pratik olarak, çoğunlukla da deneyim ve yanılgılarla varılabilir. Dün söylenenler bugünü anlatmıyor, onları tekrar etmek imancılıktır ve bu doğru teori bizi başarıya götürür kaba yaklaşımı, Allah bizimledir ve bütün küfür dünyası yıkılacak, Allah’ın hükmü galip gelecektir benzeri bir kadercilik ve bilince öncelik veren idealizmdir. Aynı biçimde, dünün araçlarıyla bugünü değiştirmek ve aynı süreçleri yaşamayı beklemek taklitçilikten öteye, işleri Allah’a (Bilimsel Teorimize) havale etmektir

Aydınlanmacı eleştiri, dini yanlış bilinç olarak görür. Aydınlanmaya göre insanlar egemenlerin manipülasyonlarıyla din denen yanlış bilinçle doldurulmuşlardır. Aydınlanma akımı, bu tespitten hareketle, “yanlış”ı zihinlerden kovarak yerine “doğru”yu yerleştirmeye çalışır. Aydınlanmanın etkisindeki ütopik sosyalistler de sabırlı eğitim çalışmasıyla, doğruları anlatarak insanları sosyalizme ikna edebileceklerini sanmışlardır. Oysa, insanlara “iyilik vaazlarıyla” gerçek dünyanın tersine dönmüş hali düzeltilemez. Marx, dini yanlış bilinç olarak ele almaz. O nedenle, dinsel hurafelerin mantıken çürütülmesiyle uğraşmaz. Alman İdeolojisi’nde şunları yazar: “Bu lafebeliğinin gerçek pratik çözümü insanların bilincindeki bu anlayışların çıkarılıp atılması, yineleyelim ki, ancak koşulların değişmesiyle gerçekleşecektir, teorik çıkarsamalarla değil.” Teoriyi mistifize etme çabaları hep teoriyi ütopizm düzeyine indirgemeyle sonuçlanmıştır. İdeolojik mücadele, mevcut solculuğa hakim yanlış veya eskimiş anlayışları zihinlerden silerek yerine doğruları yerleştirmek çabası değildir. Teori, akış içindeki yaşamı yakalama, bir dönemin nesnel gerçeklerini akış sürecinde sürekli yeniden kurma hareketidir. Marx eleştiriyi, yanlış görüşlerin yerine konulacak doğrular olarak vaaz etmez, toplumsal gerçekleri gizleyen ideolojik olarak oluşturulan mistik örtüleri yırtarak çıplak gerçeği ortaya çıkarır. 

Devrim mücadelesinde komünistler kendi varlıklarını er geç kazanacak, biricik bilimsel gerçek avuntusuna yatırmak yerine, çelişkiler, dinamikler, hareketlilik içindeki kesimler ve bu temelde var olan güç ve öznelerle ilişkiler, ittifaklar, birlikler arayarak yol açabilirler. Bu gerçekler üzerine oturan bir çizgi oluşturmadan biteviye, bıktırıcı sınıf ve devrim güzellemeleri ve Bolşevizm sloganları boşluğa yumruk sallamak dışında, sadece kendini kandırmaya hizmet eder. Kendisini hayata geçirecek dinamiklerden, araçlardan ve pratikten yoksun bir teori, ne kadar doğru olursa olsun, bu teoriye sahip olanları başarıya götürmez. Stratejik bir bütünlük üzerine inşa edilmeyen bir devrim düşü, hep düş olarak kalmaya mahkumdur. Marx, yığınların teoriyi kavramasından söz etmez. “Teori yığınları kavradığı oranda maddi bir güce dönüşür.” der.

Marx, dünya proletarya devrimiyle gerçekleşecek komünist alemin nasıl olacağını, hiçbir yerde anlatmaz. O, geleceğin toplumunun nasıl olacağı üzerine fikirleri kehanet olarak reddeder. Gelecek, onu kurmak için mücadele eden sayısız insan faaliyetlerinin devrimci ve kurucu mücadelesi sonucu ortaya çıkacaktır. Bunun tamamlanmış bir teorisi olamaz, gelecek toplum maddi gerçeklik olarak yaratılmadıkça onun teorisi de önceden tam olarak oluşturulamaz. Gerçekleşecek komünizmin teorisi zihinlerde kurulamaz, eleştirel devrimci temelde sürdürülen mücadeleler, dünyanın tüm ezilenlerini kucaklayacak boyutlara varıncaya kadar, bir dizi inişli çıkışlı savaşlara sahne olacak ve her dönem bir önceki dönemin kazanımlarından yararlanırken, aynı zamanda geçmişten aldığı teorik ve pratik mirası eksik ve yanlışlardan arındırarak yeni dönemin teori ve pratiğini, bir üst seviyeden, yeniden kuracaktır. Bu süreci, tam kurtuluşa ulaştıracak kuşaklar son sözü söyleyecektir.

“Hayatı belirleyen bilinç değildir, bilakis bilinci belirleyen hayattır.” – Karl Marks

Paris Komünü’nden günümüze, Marksist teorik birikimle kurulan tüm sistemlerle beraber partiler ve yan örgütlenmeler yıkıldılar, varlığını sürdürenler ise iddialarının çok uzağında ve işlevsizler. Üstelik işlevsizlikleri, sınıflar mücadelesi tarihinin daha önce tanımadığı bir kitlesel altüst oluşlar döneminde, kitlelerin tüm yeryüzünde sokakları inlettiği bir periyotta sürüyor, kitleler sokaklarda devrimci özneler etkisiz. Zamanın ruhunu bu çelişki belirliyor. Nereden başlamalıyız? Paris Komünü, Ekim Devrimi, Bolşevizmin tarihsel birikimi ve gerçekleşen tüm devrimlerin tarihsel mirası; Marksizmi bilimsel envanter olarak kabul edenlerden, bunlara kim itiraz edebilir? Ancak, bu tarihsel mirası olduğu ve gerçekleştiği gibi, aynen devam ettiremeyiz, buna soyunanlar kurucularının başaramadığı hedefleri, biz başaracağız, iddiasındadırlar ama bu sadece bir iddiadır. Bu büyük çelişkinin çözüm dinamiklerinin tüm boyutlarıyla analizi yapılmadan, yeni bir kuruculuk gerçekleşemez. Geçmişin analizi, teorik çıkarsamaları içinde taşır ama bugün yalnızca teori üzerinden aydınlatılamaz, geçmiş birikimden gerekli dersler ve deneyler çıkarıp kazanımları koruyarak, içinde yaşadığımız dünyayı değiştirme kavgası içinde tamamlanır ve bu geçmişin tekrarı değil yeni koşullarda yeniden kurulmasıdır.

Bilim, yanlışa çıkan tüm çabaların birikimi üzerinden yeni sonuçlara ulaşır, siyasette buna yanlıştan öğrenmek diyoruz. Lenin ve dönemin devrimcileri, düz bir çizgide yürümediler, önlerine dikilen birçok engeli yerle bir ederek bir yol açtılar ve açtıkları yoldan girdikleri her alan, önlerine çözülmesi gereken bir yığın problemle ve yürünmeye zorunlu yeni yollarla karşılaştılar. Onlar tüm bu problemlere içinde var oldukları maddi süreçlerin bilimsel analizleriyle çözüm aradılar, dönemin düzeyi aynı zamanda onların sınırlılıklarıydı, bugün kimse hiçbir alanda yüzyıl önceki sınırlılıklara kendisini hapsederek hiçbir soruna çözüm bulamaz. Marx, Engels, zamanlarının sınırlılıkları içinde, doğanın ve toplumun yasalarını, bu sınırları zorlayarak çözümlediler, bu çözümlerin birçoğu değişti, eskidi, yanlışlandı. Lenin, bu birikim üzerinden ama kendi zamanının sorunlarına, kendi yeni cevaplarını vererek yürüdü. Geçmişi bugüne çağıran dogmatiklerin sorduğu sorularaa cevap olarak bunları yazıyoruz; “yeni neki, bunlarda eksiyen nedir?” sorularına ve ölü insanlar yanında ölü kavramlardan keramet bekleyenlere yazıyoruz. Tıpta hekimin kanserli yapıyı temizleme aracı dönemin tıbbi yöntemleri ve mekanik bisturidir, kapitalizm kanserine karşı savaşan devrimcilerin bisturisi parti ve aygıtlar bütünlüğü ve diyalektik yöntemdir. Hekimler yüz yıl önceki cerrahi alet ve tıp yöntemlerini kullanmaya kalkarlarsa, hastalarının büyük çoğunluğu masada kalır. Çok daha karmaşık toplumsal değişim için yüz yıl öncesinin alet, araç ve yöntemlerini kullananlar, tek tek hastaları değil, bütün bir toplumun geleceğini tehlikeye sokarlar.

Materyalizm, doğanın birliğini kabul eder; doğanın birliğini kabul etmek doğal yasaların yaşamın her alanında geçerli olduğunu var sayar, bu evrenin süreklilik içinde anlaşılabilir olduğunu içinde taşır. Galaksileri etkileyen tüm kuvvet ve hareketlilik, bizim dünyamızda ve dünyamızda var olan her şey için geçerlidir. Tüm elementlerde sürekli bir akış, değişme, dönüşüm içinde hareket eden elektronlar, nötronlar, protonlar ve daha alt parçacıklar, insan anatomisinde aynı süreklilikteki hareketleriyle bizleri varlık olarak oluşturduğu gibi, beynimizin ve aklın, düşüncenin var oluşunun sebebidirler. Bu gelişim toplumda ve toplumsal yaşamda çok daha karmaşık olarak yaşanmaktadır, toplumsal yaşam ve onlardan doğan teori, kavram ve kategoriler, yüz yıl öncede dondurulamaz.

“Marksizm kendisini tüm nonlineer sistemlerin belki de en karmaşığı olan, insan toplumuna uygular. Sayısız bireyin muazzam etkileşimiyle, politika ve ekonomi öylesine karmaşık bir sistem oluşturur ki, onun yanında gezegenlerin hava tahminleri kurulu bir saat gibidir.” (Aklın İsyanı, Alan Woods-Ted Grant) Ve bu kitaptan devamla bir Marx alıntısını yapalım: “Diyalektik felsefe açısından hiçbir şey, nihai, mutlak ve kutsal değildir. Her şeyin geçiciliğini ve her şeydeki geçici karakteri açığa vurur; oluş ve yok oluşun kesintisiz süreci dışında, aşağıdan yukarıya doğru sonu gelmez yükseliş dışında, hiçbir şey onun önünde duramaz.”

2500 yıl önce, “Herakleitos tarafından açıkça formüle edilmişti: her şey hem kendisidir hem de değildir, çünkü her şey bir akış halindedir, sürekli olarak değişir, sürekli olarak oluş ve yok oluş halindedir.” (Engels). Herakleitos, ek olarak 2500 yıl önce “aynı suda iki defa yıkanılmaz” diyor, günümüz dogmatik Marksistleri, 100 yıl önceki sularda, 100 yıl önceki araçlarla yüzmeye çalışıyorlar, başarabiliyorlar mı? Bu sorunun cevabını isyan ve ayaklanmalarla altüst olan kapitalizm dünyasındaki pratik konumumuz veriyor.

Materyalizm tarihsel ilerlemeci mantığı reddeder. Tarih, birbirini takip eden silsileler halinde gelişmez; çok değişik aşamalardan geçerek sıçramalarla ilerler ve her durak geçmişin kazanım ve birikimlerini içinde taşır ama kendisine özgüdür. Ekim Devrimi’ni Paris Komünü’nün ölçüleriyle, Çin, Küba ve Vietnam devrimlerini Ekim Devrimi’nin ölçüleriyle değerlendiremeyiz. Her biri kendi zaman ve koşularının ürünüdür. Günümüzün devrimleri ve araçları da geçmiş tüm deneyimlerin dersleri üzerinden, içinde hareket ettiğimiz koşullarda, yeniden kurulmak durumundadır. Bir tarihsel dönemin pratikleri temelinde, genel kabul gören ilkelerin uygulanmasının başarı için yeterli olduğu, doktriner bir yanılgı olmanın yanında, bilince öncelik veren idealizmdir.

Bilimde, teknikte olduğu gibi toplum bilim de sıçramalı gelişir ve her sıçrama bu alanlarda devrim niteliğinde değişiklikler yaratır. Ve her çağda veya dönemde insan zihni bu gelişmelerin nihai zirve olduğu yanılsamasından kurtulamaz. Marksizm dışındaki bütün felsefi akım ve ideolojiler kendilerini sonal hakikatler olarak sunarlar. Bu mantık, Marksizm içinde de kendisine her dönem geniş alan bulur, Marksizm’deki tüm dogmatizm eleştirileri kendi içinde boy veren sonalcı akımla mücadeledir. Bunun ideolojik, siyasal alandaki tezahürleri; Paris Komünü, Ekim Devrimi ve Bolşevizmin deneylerini ve o zamanın araçlarını bugünde yaratma, yaşamı yüz-iki yüz yıl öncede dondurma çabalarıdır. Bizde bunu, devrimci hareketi 71 çizgisi ve öncülerinde dondurma olarak görürüz. Tabi bu açık olarak savunulamaz, yeni ileri sürülecek tüm düşünceleri kutsal metinlere aykırı, oportünizm, sapma olarak değerlendirip resmi dogmalar haline getirir.

Marksizm, içinden doğan sonalcı ve öze dönüş eğilimleriyle, her dönem mücadele içinde olmuştur ve  kendi adına geliştirilmek istenen dogmatik eğilime ilk savaş açan Marx’ ın kendisidir. Hikmet Kıvılcımı bu eğilimlerin kaynağını: “Hele bizde: “Doktrin”, Ortaçağın “Tarikat” ortamında benimsenmiştir.” derken çok haklıdır. TDH’nde sonalcı, öze dönüşçü geçmiş mistifikasyonu, reformistlerden çok biz de dahil, devrimci çizgide ısrar eden tüm eğilimlerde derece derece, yıkıcı etkisini sürdürmektedir. Geçmiş mistifikasyonu bizde iki kanaldan üretiliyor; biri bize ait daha çok 71 üzerinden, ikincisi, seçmecilikle dünya deneylerinin başarı anlarının ve araçlarının mutlaklaştırılarak bugüne taşınma çabaları olarak.

TDH’nde geçmişe gömülü tartışmalar taşınmaz bir angarya halini aldı. Gözümüzün önünde akan, devinen ve tüm yerkürede, her gün yeni biçimler alarak genişlemesine ve yaygınlığına sertleşerek büyüyen ve çatışarak kendini var etmek isteyen kitlelerin hareketlerine odaklanmak yerine, dünün yaşanmışlığını anlatan sözcükler ve anlamların yarattığı gerilimler içinde kıvranılıyor. Güncel eleştirel düşüncenin gösterdiği gerçeklik budur. Müslümanların ilk otuz yılın ardından geçen 1400 yıldan fazla bir zamandır Asr-ı Saadet dönemine geçmesini bekler gibi devrimci hareketin komünizm iddialı geniş bir kesimi, 1900’lerin ilk çeyreğinde, yaşananları bugün tekrar etmek istiyor, Marksist seleficilik dediğimiz budur.

Marksist öze dönüşçülüğün karşı kutbu liberal savrulmalardır. Liberal sol saldırı bizim mahallenin en büyük kesimin kuşatmış ve peşinden sürüklerken bir kesim de liberalizme karşı mücadele adına muhafazakarlaşıyor, süreçlere buradan bakıyor. Liberal sol dalgaya karşı elbette savunmamız gereken değerler var ama bu, bugün yaratıcılık ve devrimci yanı ölü, sadece bir geçmiş güzellemesine dönüşmüş durumda. İdeolojik canlanma yerine kendi mevcudiyetini, geçmişin referanslarıyla haklılaştırmaya girişiliyor. Bu, eleştirdiklerinizden daha geriye düşen bir kaçıştır. Geçmiş referanslara sığınarak zihinsel konformizmi derinleştiriyoruz; alışkanlıklarımıza, kırk yıllık başarısız pratiklerimize mahkum oluyoruz. Düşünsel kısırlık her yanı kasıp kavuruyor, her yanımız çölleşiyor; hani, nerede küçük bir kıvılcım, bir düşünce patlaması, yaratıcı devrimci bir sıçrayış? Tekdüzelik, kalıpçılık çölleşme büyüyor. İslamda “iki günü bir olan ziyandadır” diye bir buyruk var, bizim mahallede 40 yılı aynı olan örgütlerden geçilmiyor, bizim 40 yılımız ziyandır denilemez ama 40 yıldır yerimizde sayıyoruz.

Devrimci örgütler gençlik çağlarını, yani gelişme ve büyüme aynı anlamda devrimcileşme dönemlerini, çoktan geride bıraktılar, yaşlı kuşakların kaderciliğini yaşıyorlar. Bir irade ortaya koymaktan uzaklar. Kendi programları ve stratejileri silikleşmiş, kendi dilleri yok, başkalarının kelimeleriyle konuşuyorlar. Daha doğrusu devrimci hareketler, çöküş sonrası yeniden bir devrim stratejisi kuramıyorlar, Marksizm’i yeni dönemle ilişkilendirmekte zorlanıyorlar. Yeniyi bilinçlerde kuramayınca geçmişten kopamıyorlar: Böyle olunca da hala geçmişte yaşıyoruz. Geçmişi yaşıyor, geçmişi tartışıyor, hatta geçmişten ders çıkarmak bir yana “geçmişte ne oldu” tartışmasını bile aşamıyoruz. Aslolan bugün ne yapmalıyız sorusuna gelemiyoruz. Bugüne ilişkin tüm kelimelerimiz geçmişin efsunlu kavranışıyla referanslı.

Türkiye solu, siyasal bilince sahip değildir, karşıtlık ve taraftarlık bilinciyle siyaset yapmaktadır. Bu, kendisi bir siyasal temele sahip olmayanların başkalarının siyasetini yapar hale gelmesidir ve daha kötü olanı ise kimsenin bunun farkında olmamasıdır. Siyasal bilinç denilen şey, keskin teorik ve politik söylemlerde kaldığı müddetçe, siyasetin toprağına etkide bulunmaz, kitlelere dokunmaz, “kendi çalar kendi oynar.” Devrimci siyaset, kuru ilkelere göre belirlenemez, toplumdaki ve siyasal ortamdaki hızlı kaymalar, saflaşmalar ve eğilimler gözlenerek ve asıl düşman doğru seçilerek belirlenir.

Siyasal ve ideolojik farklılıklar, yaşamın kendisidir ve bu geliştiricidir. Oysa siyasal ideolojik ayrımlar silindi ve biz mezhepleştik. Kendini bir grupla tanımlamak, kendi kendisini sınırlamak, kendini engellemekle aynı anlama gelir. Biz, kendimizi bir büyük birlikten koparıyor, bir grup formuna daraltıyoruz. Enternasyonalizm bir yana, yerellik zaten bir daralmadır, bizimki daha geri, biz mezhepleşmiş gruplarız.

Ekim Devrimi’nin eksik ve yanlış okunması ve Ekim taklitçiliğinin dünya sosyalist hareketine zararlı etkileri olmuştur, ama TDH’ne yıkıcı etkileri oldu. En başta, kendisini Bolşevik ve dışındaki tüm eğilimleri de sapma olarak gören ağır bir benmerkezcilik, ağır bir sekterlik temel yaklaşım haline gelmiştir. Şubat Devrimi’nde Bolşevikler dahil hiçbir partinin fazla bir etkisi yoktur. Gerçekte, Ekim Devrimi Bolşeviklerin inisiyatifiyle gerçekleşmiş olsa da tek başına Bolşeviklerin başarısı değil, geçici hükümeti destekleyen partiler dışındaki anarşistler dahil tüm devrimci güçlerin katılımıyla gerçekleşmiştir. Sosyalist Devrimcilerin ve Menşeviklerin bir kesimi ve tabanı merkeze rağmen devrime destek olmuştur. Troçki, bir tarihe kadar, ayrı bir örgüt olarak Petrograd Sovyetinin başındadır ve devrimden hemen önce, Mayıs 1917’de Bolşeviklere katılır. Ekim Devrimi, tek partinin değil geniş devrimci güçlerin ortak başarısıdır. Devrimden sonra Sol SR’lerle kurulan koalisyon kısa zamanda dağılmış ve karşı devrimin saldırıları altında, tek partinin iktidarı zorunlu olmuştur. Bu zorunluluk, Stalin döneminde, teori düzeyine çıkarılarak ve Komintern üzerinden tüm dünya devrimcilerine dayatılmıştır.

Devrimci mücadele, tüm dünyada çok parçalıdır, artık bu gerçeği kabullenerek ve bir zaaf, zayıflık olan bu durumu güce ve avantaja dönüştürmenin yollarını aramalıyız. Geçmişin zararlı ve burjuva olan, ‘tek devrimci, doğru, bilimsel biziz’ ve derece derece sapma olan dışımızdaki mücadele güçlerini en kısa zamanda tasfiye etmeyi hedefleyen anlayışından hızla kopmalıyız. Kırk yıldır tüm hareketler, dışındakilerini mahkum etmek, zayıflatmak ve tasfiye etmek için uğraşıyor. Sonuç; kimse tasfiye olmadı, hep beraber küçük yuvarlara dönüşüp, marjinalleştik. Kırk yıldır herkesin gözündeki çöpü hep beraber gördük, kendi gözümüzdeki merteği görmeyerek, kendi zaaflarımıza körleştik. Sürekli küçük nizalarda boğulduk, kavgalarımız bile hakiki sonuçlar doğurmadı, bir türlü ağzımızdan hiç düşürmediğimiz gerçek dostluk ve devrimci dayanışmayı öğrenemedik. Artık birbirimizle rekabet, dışımızdakiler üzerinde hegemonya arayışlarından vazgeçerek, birlikte durmayı, birlikte yürümeyi, birlikte dövüşmeyi öğrenmek zorundayız. Yanlışlarla mücadele vazgeçilmezdir, ama bunun en etkili yolu da birlikte ve hareket içinde gerçekleşmiştir. Birlikte yürümek için kimseden ödün istemiyoruz ve kimseye ödün vermek durumunda değiliz, birlikte yürürken tartışacağız, eleştiri ve mücadele içinde “tasfiye” olmak da, daha güçlü birliktelikleri yaratmak da devrim kavgamızı büyütmeye hizmet edecektir.


Not: Yazı, “KöZ’ün ML ile İmtihanı” başlıklı bölümle devam edecek.