Sendika.org: Sosyalist hareket, özeleştiri ve yeniden inşa dosyası kapsamında sıradaki söyleşimiz Komün dergisi yazarı Mehmet Güneş ile.
Güneş, devrimci güçlerin kitlelerdeki değişim istemini devrimci yönde derinleştiremediğini vurgulayarak, gerçek bir özeleştirinin herkesin kendisiyle hesaplaşarak yapılmasının gerektiğinin altını çiziyor. Güneş, faşizme karşı direniş ve savaşa girişilmesinin ön koşulu olarak “‘dış savaştan’ önce kendi içimize dönük bir ‘iç savaş’ gereklidir” diyor.
Sosyalist hareket açısından yenilgiyi nasıl tanımlamalı, nerede aramalı? Neyin özeleştirisi verilmeli, nasıl bir özeleştiri süreci yaşanmalı?
Devrimci güçler açısından bir muhasebe zorunlu ama bu muhasebeyi neyin üzerine kuracağız? Faşist iktidar yıpranmıştı, kitlesel öfke ve değişim isteği yüksekti, koşullar uygundu ama faşizm geçici olarak kendisini konsolide ederek çıktı. Uygun koşullara rağmen bu sonuçlar elde edilmişse bunun gerekçesi; faşist iktidarın devlet gücüyle baskı ve terör uygulaması olarak açıklanamaz. Aynı biçimde reformistlere ve düzen içi sollara eleştiri yağdırmak da sorunu açıklamaz. Devrimci güçler bir bütün olarak, kitlelerdeki değişim istemini devrimci yönde derinleştiremedi, daha öteye siyasetsiz kaldılar.
“Herkes önce kendisiyle hesaplaşmalı”
Bunun sebebini, hemen herkes sınıftan kopukluk ve sokak mevzilerinin terk edilmesine bağlıyor ve dışındakileri topa tutuyor ama nedense kendisinin de aynı güzergahta ve aynı tarzda faaliyet icra ettiğini görmüyor. Dışarıya sert eleştirilerle kendi eylemsizliğinin, hesabını reformistlere keserek çözdüğünü sanıyor. Özeleştiri yapılacaksa ve gerçekten devrimci bir hesaplaşma yapılacaksa herkes önce kendisiyle hesaplaşmalı.
İşçici, kitleci ve radikal sokak önerileri ne ifade ediyor? Bunlara teorik olarak yanlış denmez ama genel doğruların biteviye tekrarı da hiçbir sonuç vermedi, vermez. 50 yıl önce, işçi sınıfı var mı, yok mu tartışmalarının sürdüğü dönemde Dr. Kıvılcımlı, “Körün değneği bellediği gibi iki şeyi belledik: İşçi sınıfı ve partisi” diyerek sınıfı önemsizleştiren tüm eğilimlere karşı cephe almıştı. 12 Mart ve 12 Eylül faşizmleri sonrası Türkiye solunda işçi sınıfı öncülüğünü tartışma konusu yapan kimse kalmadığı gibi, “işçi sınıfının öncülüğü kazanılmadan hiçbir şey yapılamaz” söylemi amentü haline geldi. İkinci bir amentümüz veya ikinci körün değneği sokak vurgusudur. Artık işçi sınıfı ve sokak demeyen bir analiz, değerlendirme, eleştiri bulmak olanaksız. Herkes “sokak da sokak, illa sınıf” diyor ve başka şey söylemiyor. Kimse niçin işçi sınıfına gidilemediğini ve sokağın hakkının verilemediğinin kendisi üzerinden düzgün bir devrimci analizini yapmıyor. Ve herkes kendisini devrimci öncü olarak konumlandırıyor ama öznesiz konuşuyor. Bütün bu kakofoni içinde niçin sınıfa gidilemediği, niçin sokaklara çıkılamadığı boşlukta kalıyor. Tamam, sınıfa ve kitleler gitmeliyiz, doğru, sokakları zapt etmeliyiz ama bunlar söylenerek yapılamıyor. Asıl sorun bu temel görevler, hep tekrar edilmesine rağmen nasıl çözülecek? İşçi sınıfı içinde nasıl kök salınacak, kitleler nasıl kazanılacak?
Yıllardır bu minvalde süren sınıf ve sokak tartışmaları sahte ve içi boşalmış; ben tek bir örgüt tanımıyorum ki, sınıf ve kitlelerin içinde çalışmayı, sokaklarda olmayı reddetsin. Bu konuda bir yazarımızın dediği ders niteliğinde: “Yapılmasın diyen varmış gibi, sokakta olmak, sınıfın içinde olmak yeni ve parlak fikirler olarak ortaya atılıyor.” Herkes ‘Sınıf ve kitleleri kazanmalıyız’ demekten bıkmıyor, aynı biçimde sokaklara çıkmak dışında bir şey söylemiyor ama kimse niçin işçi sınıfı ve emekçi kitlelerle buluşamadığımızı, niçin sokakları harlandıramadığımızı konuşmuyor. Bu en büyük kendi kendini kandırmadır; işçi sınıfı ve emekçi yığınlardan kopuğuz, yıllardır sokaklarda olamıyoruz, yokuz ve herkes birbirine sınıf ve sokak satarak kendini en sınıfçı, kitleci ve sokak militanı olduğu yanılsamasını yaratarak yapılamayan temel görevlerin ve asıl sorunların üstünü örtüyor.
Bir başka garabet kakafoni; oportünizm ve reformizme veryansın etme konusunda sürüyor. Oportünizmin de reformizmin de eleştirisi zorunludur. Bizdeki, kendi büyük iddialı devrimci hedeflerinin yapılmamasını oportünizme kesme sahteliği. Somut bir politik ve ideolojik gelişmede, oportünizm de reformizm de eleştirilebilir, isteyen yerden yere vurabilir ama sınıf ve kitlelerden kopukluğu, sokaklarda faşizmle kıran kırana dövüşememenin faturasını oportünizme kesmek kendini kandırmaktır. Sınıfa gitmemizi, faşizme karşı doğru bulduğumuz yol ve yöntemlerle savaşmamızı oportünistler mi engelliyor? Eğer durum buysa vay bizim gibi militan devrimcilerin haline…
Türkiye devrimci hareketinin (TDH) birçok bölüğü kalemi eline alıp parlamentarizme sıkışmayı eleştiriyor ve bu zeminde yapılanlara veryansın ediyor. Bu eleştirileri yapanlar, ideolojik politik olarak doğruları dillendiriyor ve doğru yerden konuşuyor ama çok hayati bir gerçeği, devrimci hareketin düzen güçlerine karşı, devrimci bir antifaşizmi çıkaramamasının üzerini örtüyorlar.
Burada devrimci önerilerle gizlenen kendi yetersizliklerimizdir. Daha önce sormuştuk; Kürt hareketi faşizme karşı ayaklanma dahil kitlesel gösteriler ve sokak çatışmaları başlatsaydı Türkiye tarafı nasıl tepki gösterirdi? Tüm devrimci antifaşist güçler olarak böylesi bir mücadele ve kalkışmaya hazır mıydık? Kitlelerin siyasal bilinci örgütlenme düzeyi ne durumdaydı? Türkiye işçi sınıfı ve tüm ezilenlerini faşizmin ve şovenizmin esir etmesine alan açan, Türkiye devrimcilerinin, devrim güçlerinin kıpırdayamaz durumda olmasıdır. Bu gerçeğimize kör her türlü yaklaşım devrimci değil, demagojik lafazanlıktır. Unutmayalım, Kürtlerin ileri atıldığı dönemleri, hendek savaşları benzeri atılımlarını, bugün sokak vurgusu yapan birçok eğilim, “Faşizmin işine yarıyor” yaygaraları kopararak karşılamıştı.
Devrimci hareket içinde, Kürt hareketini, Kürtlerle birlikte görünmekten bile kaçınan Kılıçdaroğlu’nu desteklemekle eleştirenler ve seçim sonuçlarını buradan açıklamaya çalışanlar soruna sadece kendi penceresinden bakıyor. Seçim taktiğinde devrimci hareketle Kürt hareketinin ayrışması durumunu doğru analiz etmiyor. Kürt hareketi ise geniş bir cephede sürdürdüğü keskin savaş gerçekliği içinden bakıyor meseleye. Kürt hareketi faşist saray iktidarını geriletmek için taktik olarak Kılıçdaroğlu’na oy verilmesini benimsedi. Kürt hareketini seçim tavrı için eleştireceksek, bu tutumun yanı sıra aktif bir sokak siyaseti geliştirmemiş olması nedeniyle eleştirmeliyiz.
Kürt yasal partilerini düzene karşı ve sistemin güçleriyle ilişkileri, birçok bakımdan eleştirilebilir ama asıl başarısızlıkları ve yanlışları burada değildir. Kürt yasal kurumları (parlamento ve belediyeler), Kürt halkının coşkulu desteğinin karşılığını veremedi. Kürt yoksulları, dağlardaki direnişle ayaklanarak, ölümün üzerine yürüyerek bu kurumları var etti. Ama zamanla bu kurumlara yabancılaştılar. Kürt yoksulları, parlamento ve yerel yönetimleri her türlü baskıya rağmen direnişle omuzlarında yükseltti. Bu kurumlar, söz ve gösteriş dışında düzen kurumlarından çok da farklı bir varlık gösteremedi. Bunun sonucu Kürt kitleler, kendi yarattıkları kurumlara yabancılaştı. Kürt halkı, oy veriyor, belediye başkanı seçiyor ama kayyum atandığında sessiz kalıyor. Bu sorun ayrı olarak genişliğine tartışılması gereken bir sorundur.
Genel eğilim, ‘sınıf örgütlenmeden hiçbir şey yapılamaz’ı kesin hakikat olarak vazediyor ve devamında toplumsal yaşamda ve kendi baktığı pencere dışında başka hiçbir şeyi görmüyor. Başkaları, örgütsel ve pratik olarak devrimci iddialarının uzağına düşmeyi keskin sloganlarla ve eleştirilerle gidermeye çalışıyor. Militan mücadele ve sınıfı öne çıkaran tüm seçim eleştirileri bir kaşık suda fırtına koparmaktan öte bir anlam ifade etmez. Gerçekte tüm güncel görevler ve hareketin yapısal zaafları ve bu yapısal zaafların yarattığı atıllık ve pasifizm görülmeden veya üstü örtülerek sorun sınıftan kopukluğa havale edilmiş olur.
“Kendi içimize dönük bir ‘iç savaş’ gereklidir”
İşçi sınıfı güzellemeleri yapanlar, sınıf mücadelesinin andaki tüm taktik görevlerine körleşiyor; faşizme karşı sokaklarda militan karşı koymayı önerenler, bu görevin hakkını vermeden demagojik militanlığa savruluyor. Marksizmde seçimler dahil tüm demokratik haklar, mücadelenin taktik alanını ilgilendiren alanlardır. Sınırlı bir dönemde seçimlerde yanlış taktikler uygulanabilir ama dünya yıkılmaz, buradan büyük yenilgiler çıkarılamaz. Bu seçimlerde parlamentarizm üzerine fırtına koparanlar tersten parlamentarizme savrulduklarının farkında değiller.
Yine herkes, sosyalist hareketin düzen içi muhalefetle arasına bir sınır çizgisi koyamadığını ve radikal bir düzenden kopuş çizgisinin eksikliğini tespit ediyor. Bu tespiti yapanlar, bu görev kendilerini bağlamazmış gibi reformizm eleştirisiyle kendi açıklarını kapatmayı deniyorlar. Düzenden kopamayış ve radikal strateji eksikliği zaten reformizmi bağlamaz, onlar zaten bunun için reformist olarak değerlendirilir. Hem reformist denilip hem düzenden kopamamanın sorumluluğunu reformistlere yıkanlar, kendi söylemde radikal, eylemde etkisiz pratiksizliklerini örttüklerini sanıyorlar. Bir de sık sık alternatif devrimci bir stratejinin yokluğundan söz ediliyor ama bundan sürekli söz edenler sanki bu yokluk kendilerini bağlamıyor, kendileri en mükemmel stratejiye sahip gibi konuşuyor. Marksist devrimci güçlerin sınıftan kopukluğu bir sonuçtur, cevap buraya hangi süreçlerden geçerek ve hangi yanlışlarla varıldı üzerinden verilebilir. Sınıf önemlidir, Marksist olmanın kıstasıdır, ‘Sınıf örgütlenmeden hiçbir kalıcı adım atamayız’ demek sorunu çözmüyor. Sınıf ve kitlelerden kopukluk, sokak ve radikal eylemlere yabancılaşma, uzun yıllara yayılan teorik, ideolojik, örgütsel köklü bir hesaplaşma sorunudur.
Devrimci güçler içinde bulunduğumuz koşullara cevap verecek biçimde kendini program, strateji, taktik olarak baştan yenilemelidir. Bunu, bu güçlerin her biri, önce kendi içinde var olan yapı, program, strateji ve taktiklere karşı teorik, ideolojik ve politik bir mücadeleyi başlatarak tüm düzen dışı muhalefette gerçekleştirmek göreviyle karşı karşıyadır. Faşizme karşı direnişe ve savaşa girişeceksek, “dış savaş”tan önce kendi içimize dönük bir “iç savaş” gereklidir.
Seçimler üzerinden bir yenilgi tartışması ne kadar anlamlı olur, bilmiyorum ama içinde bulunduğumuz an’a ilişkin bir şeyler söylenebilir. Seçimler hiçbir koşulda devrimcilerin tavırsız kalacağı bir olay değildir. Ama Marksistler, seçimleri ne önemsizleştirir ne de çok büyük anlamlar yüklerler. Seçimler bazı dönemlerde daha önemli hale gelebilir ama seçimler tüm güncel devrimci görevlerimiz içindedir ve demokratik mücadele hedeflerimizin bir parçası ve dönemin taktik adımları içindedir, ne eksik ne fazla.
Son seçimler sonrası tartışmaları anlamlandırmak güç. Bazı dostlarımız seçimlerin gereğinden fazla öne çıkarıldığını, parlamentarizme savrulunduğunu sert biçimde ilan ediyorlar. Aynı biçimde seçimlerle fazla bir şeyin değişmeyeceğini, haklı olarak çok büyük değişiklikler beklememek gerektiğini söylüyorlar ama aynı şeyleri söyleyenler seçim sonuçlarından büyük bir bozgun ve yenilgi çıkarıyorlar, bu çelişkiyi anlamak güç. Seçimleri her şey olarak gören ve her şeyini seçim başarısına endeksleyenler varsa (kimse bu konuda devrimciliğine toz kondurmuyor) onlar için bir bozgun veya büyük bir yenilgiden söz edilebilir.
Tüm Marksist ve devrimci hareket için seçim yenilgisinden önce “biz nerede, hangi alanda, hangi mücadelede çok büyük başarılar içindeydik de seçimlerde başarısız olduk ve yenildik” diyelim. Biz uzun zamandır eğik bir düzlemde ve yenilgiler zemininde aşağı doğru kayıyoruz, seçimler için bundan öteye bir yenilgiden bahsedemeyiz. Ancak 20 yıllık AKP cehennemine öfke duyan milyonlar, büyük bir coşku ve umutla burjuva muhalefetin arkasında saflaştı ve sert bir vurgun yemiş oldu. Tayyip öfkesiyle dolu kitleler açısından büyük bir bozgun olduğu kesin ve bu bozgun havası bizim mahalleleri de kapsamı içine almış.
Bu seçimlerde en başta yenilen Millet İttifakı’dır ve en büyük şok, devlet partisi CHP’de yaşanıyor. Bunu büyük bir gerileme veya yenilgi olarak anlayanlar farkında olmadan eleştirdikleri parlamentarizmi konuşturduklarının farkında değiller. İktidar değişikliğiyle bir şey değişmez dediklerini unutuyorlar. Seçimlerden çok yüksek beklentilerimiz yoksa, parlamenter hayaller içinde değilsek burjuva muhalefetin yerlerde sürünmesini niye yalnızca yenilgi olarak görelim? Ayağa kalkar, sokağa çıkabilir, görünür olabilirsek önümüzdeki sert mücadele döneminde, devrimci hareketin alanı açılmış olur.
“Sınıfa gidilmiyor” derken herkes kendisinin bu konuda doğru yerde durduğunun ama başarısızlığın diğer tüm yanlış konumlananlar yüzünden kaynaklandığını söylüyor; böylece de neden sınıfa gidilemediği boşlukta kalıyor. Sınıfa gidilemiyorsa, toplumsal muhalefet doğru bir çizgide ve devrimci bir tarzda kapitalizme ve faşizme karşı savaş verilemiyorsa bunu biz kendisine Marksist diyenler yapamadığı içindir, kendisini Marksist olarak görenler öznesiz konuşamaz. Başkalarına oportünist, revizyonist, reformist diyenler hiç konuşamaz. Burada söylediklerimiz, Marksizm içi ve dışı yanlış eğilimleri eleştirmeyi dışlamaz. Öte yandan sorunlarımızı, eleştirdiklerimize yükleyerek kendimizi aklama kurnazlığından da vazgeçmeliyiz. Biz, yani kendimizi en sureti haktan Marksist devrimci görenler olarak, iddia ettiklerimizi yapamadığımız için sorunlar çözülmüyor. Doğru tartışma ve eleştiri, dışımızdakileri eleştirerek kurulamaz; iddialı olanlar, önce kendinden başlar.
Seçimleri devrimci olanaklar için kullanmayı önerenler ve bunu seçim taktiğini düzen siyaseti arasındaki çelişki üzerine kuran ve faşist iktidar koalisyonunun bu yöntemle en azından geriletilebileceğini savunanlar başarısız oldular. Ama seçimleri yok sayan ve faşizme karşı mücadeleyi zorlayalım deyip, bu önerilerini somut bir pratiğe dönüştüremeyenler de kaybetti. Bu gerçeklere rağmen, herkes kendi bulunduğu durumu meşrulaştırarak karşısındakilere veryansın ediyor. Bu bahiste kimin doğru söylediğinin zerre kadar önemi yok, seçimler üzerine yüksek ve keskin analizlere hiç gerek yok. “Biz parlamentocu değiliz”, “devrimci tavır geliştirdik, diğer herkes parlamentoya savruldu” kurnazlığı ile kimse işin içinden çıkamaz. Bu dostlarımıza sorulacak soru şu: Parlamentocu değildiniz de söz dışında ne yaptınız? Herkes devrimci gerçekçilikle bu soruya cevap versin ve yeni bir döneme kendi somut gerçekliğimizi bilerek başlayalım.
Devrimciler abartılı söylemlerle kendilerini ve taraftarlarını kandırabilir ama kitleleri kandıramaz, kitleler lafa değil işe bakar, eyleme bakar. Devrimcilerin acil ve yaşamsal görevi zincirlerinden boşalmış gerici saldırganlığa karşı koyacak dirayetli bir gücü var etmektir, bu görevi savsakladıkları her dakika kendi varlık koşullarını da tüketiyorlar. Sınıfa, ezilen kitlelere güven verme ve kazanmanın biricik yolu buradan geçiyor.
Seçimin politik toplumsal sonuçlarından hareket edersek, politik rejimden hangi saldırı hamlelerini beklemeliyiz? Sosyalist hareket hangi çatışmalara hazırlanmalı?
Devrim yapacak bir örgüt önce neye bakar? Karikatürleştirerek anlatırsak; yıkacağımız rejim ne derece hiyerarşik ve karmaşık kurumlar toplamıysa, örgütlenme düzeyi ne denli gelişkin ve yüksekse, askeri teknik gelişkinliği ne derece mükemmelse; devrim yapmakta kararlı olan bir örgüt, daha başlarken bütün bunları bilerek ve bu mekanizmayı yenmek ve parçalamak için hazırlanmak zorundadır. Devrim yapmak büyük bir iddiadır, devrim yapacağım diyen bir örgüt her konuda bu büyük iddiasına uygun ciddiyette davranmalıdır ve her adımda bu iddiasını hafifleştirecek tavırlardan kaçınmalıdır.
“Faşizm bulanık bir şey değil”
Türkiye bambaşka bir devlet; elindeki tankı, uçağı, füzeyi ve bilumum silahı istediğinin üzerinde deneyebiliyorsa orada başka bir gerçeklik vardır. Bunları içerde dışarda şehirler üzerine fırlatmakta tereddüt etmiyorsa, binlerce köyü yakıp yıkmakla yetinmeyip, tereddüt etmeden ormanları ateşe veriyorsa, her gün sektirmeden uzaktan teknik aletlerle Kürt avına çıkıyor, siyasi suikastlar yapıyorsa nasıl bir ülkede yaşadığımızı bilmek ve kavramak zorundayız. 90 milyona yaklaşan nüfuslu değişik inanç ve kültürlere sahip bir ülkede 100 bin camiden verilen salalarla ırkçı, fanatik, intikamcı sloganlarla kafalar kesiliyorsa, devletle birlikte demokrasi denilen yöntemin uyduruk halinden bile söz edilemez. Biz bu ülkede yaşıyoruz ve bu sorunlarla cebelleşerek devrim yapma iddiasındayız.
Türkiye bambaşka bir alem; ateş, kan, ter, kahramanlık, korku, korkuyu yenme, inat, hepsi birden dünyanın gördüğü en korkutucu yıkıcılara karşı onları korkutan bir direniş damarı, zayıflasa da hiç eksik olmadı. Devlet ve devlet çetelerinin uyguladığı terör, terörün en kanlı biçimleri de halen devam ediyor. Fiili terörden daha korkuncu emekçi milyonlar fabrika, işyeri denilen ölüm hangarlarında ölüm ve açlıkla boğuşuyor. Onlar bu koşulları yaşayarak, etinde kemiğinde hissederek hayatta kalmak için direniyorlar. Aynı zamanda, kelime anlamıyla yırtıcı, kan dökmeye hazır ve bunu birçok olayda kitlesel linçlerle gerçekleştirenlerle birlikte yaşıyor veya yaşayamıyoruz. Açlık, zorluklar, ölüm, işkence çengelinde inatçı bir yaşama ve geleceğe sarılma; hepsi Türkiye’de iç içe yaşanıyor.
Türkiye’nin en keskin siyasal gerçekliği savaş ülkesi olmasıdır. Uzun iç savaş yaşayan ülkelerde neler oluyor, neler yaşanıyorsa Türkiye’de hepsi fazlasıyla yaşanıyor. Uzun iç savaşlar ülkeleri çürütüyor. Devlet, siyaset, bürokrasi, toplum ve insan çürüyor. Devletler narkodevlete dönüşüyor, paramiliter çeteler devleti yönetir hale geliyor; vurgun, soygun, cinayetler, toplu katliamlar sıradan vaka durumuna dönüşüyor. Uyuşturucu sektörü, silah ticareti, mafyalar, kara para operasyonları ve kamu yağmacılığı ekonominin ve savaşın açıklarını kapatmak için kullanılıyor. Türkiye aynı zamanda büyük bir nüfusa, yaygın ve gelişkin bir ekonomik yapıya sahip olduğu için, narkodevletlerin yaptıklarını daha pervasız uyguluyor.
Faşist Türk devletinin en güçlü dayanağı içerde ve dışarda yürüttüğü savaştır. Bunu tarihsel sömürgeci mirası Kürdistan üzerinden yürütüyor. Sömürgecilik bu devlet sisteminin en kalın zırhıdır. Sömürgecilik; ancak içeride ve dışarıda savaş, işgal ve terörle korunabilir ve devlet bunu yapıyor. Erdoğan iktidarı buraya her vurdukça hem karşı safları dağıtıyor hem kendi güç ve ittifaklarını tahkim ediyor. Sömürgecilik ve faşizm aynı sınıf çıkarlarının iç ve dış versiyonlarıdır. Bütün toplumu örümcek ağı gibi saran cemaatlerin yurtları, imam hatipler, camiler cemaatinin gençlik örgütlenmeleri, silahlı MHP yan kuruluşları, medyada yardım kuruluşu adı altındaki odaklar, Osmanlı Ocakları, çeşitli mafya çeteleri ve tüm devlet memurları silahlı paramiliter çeteler halinde örgütleniyor. Tüm devrimci güçler, bu çok yönlü faşist saldırılar karşısında, hâlâ sistemden hukuk ve adalet bekleyen kitlelere kendilerinden başka kurtuluş umudu olmadığını ve kendi güvenliklerini kendileri sağlamak zorunda olduklarını anlatmak durumundadır. Faşizm, bulanık bir şey değil; “faşizm” diyenler ciddi ise derhal potansiyellerini, güçlerini, tüm varlıklarını, politika ve taktiklerini, bunu esas alarak geliştirmek zorundadır.
Türkiye’de savaş siyaseti; işçi ve emekçilere, düzen dışı muhalefete karşı azgın saldırılar hiç durmadı ve artarak devam ediyor. Dünyada savaş ve kriz, içeride daha ağır ekonomik ve toplumsal kriz, kitlelerin itildiği açlık sınırı, ancak dozu artan terör ve yasaklarla devam ettirilebilir. Önümüzdeki dönemde artan enflasyon, işçi ve emekçilerin sırtına yüklenen vergi ve zamlar ile ücretlerin düşürülmesi, sınıf çelişkilerini daha da şiddetlenecektir. Aynı enflasyon, zam ve vergiler, esnaf ve çiftçiler dahil orta sınıfları daha fazla vurmaktadır. Bu dayanılmaz koşullarda lokal, yöresel, iş kolları düzeyinde farklı kesimlerden birçok muhalif hareket gelişebilir ve bunlar sertleşebilir. Devrimciler, tüm bu ve benzeri gelişmeleri beklemeden kitlelerdeki yoğun memnuniyetsizliği ve öfkeyi örgütleyerek harekete geçirmek için hazırlanmalıdır. Kürt hareketine dönük savaş politikalarını ayrı tutarak bunları söyleyebiliriz. Bu rutin faşist baskıların ötesi, toplumsal muhalefetin yapacaklarına bağlıdır. Bu konuda gelişmeleri kitlelerin memnuniyetsizliği ve bu temelde harekete geçip geçemeyecekleri, eylemliliklerin düzeyi, devlet terörünün dozunu ve şiddetini belirleyecektir.
“Kürtlere saldırılar pervasız devam ediyor”
Kürtlere saldırılar kuralsız ve pervasız devam ediyor; aman yaman dinlemiyorlar, yasa, kural tanımıyorlar. Sadece Kürt parlamenterlerinin, aydın ve gazetecilerin, siyasi temsilcilerin tutuklanması sıradanlaşmadı, adeta Kürt öldürmek cezasızlaştırıldı, keyfi olarak insan öldürüyorlar, panzerler ve polis araçları sokakta Kürt çocuklarını eziyor ve bu, soruşturma sebebi bile sayılmıyor. Türkiye’de bu korkunç gerçeğin farkında olan aydınlar ve devrimci demokrat güçler var ama durum onların düşündüklerinin daha ötesinde. Gerçek veya psikolojik harp rakamları olabilir; Türk Genelkurmay Başkanlığı geçtiğimiz günlerde 2015’ten bu yana, sınırların dışında ve içinde 38 bin 191 Kürt öldürdüğünü açıkladı. Kürdistan’da durum, Henri Barbüs’ün dediği düzeyde: “Korkunç şeyler yaşandığı söyleniyor, gerçekler daha korkunç.”
Seçimlerden hemen sonra, Tayyip’in savaş baykuşları televizyonlardan ve haritalar üzerinden Rojava, Şengal, Mahmur dahil savaş hazırlıklarını açıklıyor. Sınırlar içinde ve dışında Kürdistan dağlarının bombardımanı aralıksız devam etti. Kürt kurumlarının açıklamasına göre her gün en az 50-60 defa uçaklarla bombardıman devam ediyor. Rojava’ya yeni bir işgal saldırısı için yeşil ışık yakılması bekleniyor ama efendilerinden olur almadan da çok sıkışırsa Tayyip işgale kalkışabilir. Tayyip ve faşist ortakları için Kürt savaşı, iktidarını devam ettirmesinin en büyük dayanağı. Durumun açık gösterdiği gibi Kürtlere karşı savaş şiddetlenerek devam edecektir.
İkinci bir önemli saldırı, tüm toplumu dinselleştirme üzerinden gelecektir ve bu saldırıya karşı mücadele, son derece dikkatli verilmelidir. Bu konuda Kemalist laikliğin savunucularıyla aynı yerde durmuyoruz. Şimdiye kadar bu alandaki tüm çatışmaları, Kemalist burjuvazi ve devlet eliti kaybetti, din simsarı taşra burjuvazisi kazandı. Daha önemli olarak, bugünkü dinsel fanatizm ve tarikat gericiliğini, Kemalist laik denilen bu devlet destekledi, büyüttü ve iktidara getirdi. Sonunda da devleti ve burjuvalarıyla bu dinbaz kesimlere teslim oldu. Kemalist laiklik savunusu, tarikatlaşmayı ve dine sarılanları geriletmiyor; tersine yaşam tarzı üzerinden yanlış bölünme yaratarak emekçileri bölüyor ve onları daha fazla tarikatlara ve diğer dinsel gerici ağlara itiyor.
Laiklik ve şeriat veya aynı anlamda demokrasi ve İslam, her iki kavram da gerçeklikte bir egemenliğin adıdır. Bu gerçeklikten baktığımızda İslam ve demokrasi ilişkisi güç ve tahakküm ilişkisidir, ilkesel değil politiktir. Güçlü olan diğerine kendi demokrasisini kabul ettirir. Burjuva devlet, hiçbir zaman dinler ve inançlardan ayrı değildir. Laiklik, dinleri ve inançları özgürleştirmez, kiliseyi ve dini, aristokrasinin kontrolünden alır, bin kat fazla burjuva düzeninin kontrolüne sokar. Din ve devlet ayrılığı anlamında burjuva devletlerin laikliğine saftirik solcular, kendine komünist diyen Kemalistler dışında kimse inanmaz. Türkiye’de laiklik de İslamcılık da iktidar ideolojileridir. En laik görünen ülkelerde bile cami/kilise de kışla da siyasetsiz değildir. Olamazlar. Tersine bunlar, siyasal kavganın en keskin yaşandığı alanlar, kurumlar, araçlardır. Laiklik ve şeriat iki gerici burjuva kampın iktidar kavgasının ideolojileridir. Laiklik de siyasal İslamcılık da bir burjuva gücün diğerine kendi iktidarını dayatmasıdır.
Bu gerçekleri bilerek dinci faşizmin yerleştirilmesi yönündeki tüm saldırılara, bu saldırının hedefi olan kesimlerle birlikte kararlı ve dikkatli politik taktikler geliştirerek direnilecektir. Bu konuda yanlış politika ve mücadele yöntemleri düşmanı güçlendirir ve zaten Tayyip kavgayı, hep kazandığı dindarlar ve sekülerler minderine çekmek için elinden geleni yapıyor. Aynı savaş taktiğini kadınlar ve LGBTİ+’lar üzerinden yürütüyor. Aleviliğe karşı daha ince taktikler izliyor. Kürtlere Hüda-Par üzerinden oynuyor. (Hüda-Par mevzusu önemlidir ama burada daha fazla giremeyiz.)
Bunlara ek olarak, Kürtlerin yanında, göçmenler, LGBTİ+lar şeytanlaştırılacak ve üzerlerindeki saldırılar artırılacaktır. Aynı biçimde kadınlar üzerindeki baskılar artacak ve kadın dinamiği dağıtılmak istenecektir. Bunu kolayca başaramazlar, kadın militanlığı kolay kolay teslim alınamaz. Kadınlar direnecektir. Biz bütün bu saldırılara hazırlıklı olmak zorundayız.
Sosyalist hareketin krizini aşmak için ne yapmalı; kimle yapmalı, nasıl bir kadro ve kitle politikasıyla yapmalı? Nasıl yapmalı; hangi söylem, araç ve yöntemlerle yapmalı? “Sol birlik” ve “ittifak” meselesine nasıl yaklaşılmalı?
Bu sorular önemli ve kapsamlı cevapları hak ediyor, röportaj sınırlarını zorlamadan biraz açmak gerekiyor.
Yanlış başka bir yanlışla düzeltilemez veya yanlış yöntemler ve tarzlar, doğru önermeleri geçersiz kılamaz. TDH’nin aşırı parçalanma hali ve örgütsel rekabet devam ediyor. Ortak kurumlar ve birleşik mücadele bir türlü gerçekleşmiyor, bu yönde atılan adımlar da ya etkisiz ya da kısa zamanda dağılıyor. Buradan hareketle hemen tüm toplumsal kesimlerde faşizme karşı sol birleşemez, ortaklaşamaz algısı hakim hale geliyor.
“Birlik ve ittifaklar sorunu, devrim sorunudur”
Birlik ve ittifaklar sorunu devrim sorunun kendisidir. Devrimler tarihinin pratik olarak ortaya çıkardığı bir yasadır, tüm devrimler birlikler ve ittifaklarla gerçekleşmiştir ve bunun istisnası yoktur. Birlik ve ittifaklar, bir buluş veya görüş değil, doğallığında devrim mücadelesine içkindir. Birlikler ve ittifaklar yapılmaz, kazanılır; kazandığımız her birlik aşaması, bizi biraz daha devrime yaklaştırır. Birlik ve ittifakları, kendiliğindenciliğe bırakmak devrim iddiasından vazgeçmektir.
Bizler, bir gruplar dünyası içindeyiz ve herkes dışındaki ile çelişki içinde ve bu çelişkiden kaynaklı rekabet halindedir. Üstelik bu rekabet, öyle kurallı -yani belirli ilkeler üzerinden- yürümüyor; ilkesiz, fırsat kollayan, her koşulda rakibi alt edecek sekterlik ve ilkesizliklerle yürüyor. Kendisine güvenen bir özne, dışındaki bir güç, bu düzene ve düzenin herhangi bir yanına karşı ise onu kendi gücü gibi anlayıp sisteme karşı mücadelesine katmaya çalışır, sınıf savaşını güçlendirir. Devrimcilik, birleştiricilik ve hareket yeteneğidir; bunu anlamayanlar, dışındaki tüm dünyanın bir gün gelip kendilerine biat edeceği rüyasına yatarlar. Devrimcilerin birliği kolay olmalıdır. Zira devrimcilerin, sınıfın çıkarlarından, devrim güçlerinin gelişmesinden başka bir amacı yoktur ve devrimi yakınlaştıracak her gelişmeyi, engellemez tersine, her şeyi zorlayarak devrimin hizmetine sunar. Oysa biz, yeterince “devrimcileşemediğimiz” için başka, kendimize has önceliklerden, beklentilerden dolayı, devrime yakın kitlelerin özlemle beklediği adımları atamıyoruz. Devrimcilik birleştirir; oportünizm dağıtır. Devrimci olamadığımız için birleşemiyoruz; devrimcileştiğimiz oranda, daha büyük savaşlara hazırlanmaktan başka bir şey olmayan birliğe yaklaşırız.
Örgütlerin birlik ve ittifak yapmasının önünde nesnel engeller var: Örgütlerin altında az veya çok toplumsal bir güç yok, örgütler taraftar gruplarından ibaret, bir araya gelen güç birliği ve cephe denemeleri bundan dolayı akim kaldı/kalıyor. Öte yandan örgütler oldukları kadarıyla da ortak çalışmayı bilmiyor, siyaset yapmıyor, sadece taraftar toplamak için çırpınıyor. Yıllardır TDH, grup çalışmalarına kitlenmiş, taraftar kazanmak dışında topluma seslenme, dokunma, taze güçler kazanma yeteneğini yitirmiş durumda.
Birlikler ve ittifaklar için ideolojik engeller var; hemen bütün örgütler, yüz yıl öncenin “tek ülke, tek sınıf, tek parti” dogmatizmine iman etmiş ve bunu varoluş tarzımız haline getirmiş durumdayız. TDH’nin en büyük hastalığı tekçi zihniyettir ve bunun ideolojik kodlaması, “bilimsel devrimci çizgimizdir.” Hemen bütün örgütler, kendisini biricik “bilimsel devrimci çizgi”nin temsilcileri ve dışındakileri, derece derece sapma olarak kabul eder. Bu eksende oluşan rekabetçilik sonucu, kendini beğenme, benmerkezcilik dışındaki tüm güçlere körelme yaşanıyor.
Faşizme karşı direniş ekseni, nasıl bir mücadele üzerine inşa edilebilir? Sık sık bu soruya doğru olarak: “Faşizme karşı mücadeleyi yadsıyan bir sistem karşıtı muhalefetin gerçekliği olmadığı” belirtiliyor ama nasıl, sorusu boşlukta bırakılıyor. Bu soruya cevap vermeyen bir tahlil, hiçbir şey söylememektedir. Çözüm olarak, “sosyalizmi öne çıkaran bir mücadele birliğini ve bu mücadele birliğinin politik-örgütsel formunu oluşturmaktır” deniliyor. Çok güzel, ama kimler ve nasıl yapacaklar? Öznesiz görüş öne sürmek, boş konuşmaktır. Bir acil devrimci görev tespiti yapılırsa, bu boşlukta bırakılmaz, bu görevleri uzaydan gelen birileri yapmaz, var olan devrimci özneler bu görevleri yapar. Bir devrimci özne, devrimci görevleri birileri yapsın diye ileri süremez, kendisini bu görevlerle bağlar ve somut “sosyalizmi öne çıkaran bir mücadele birliğini”in biçimini, ilkelerini tartışmaya açar ve bunun “politik-örgütsel formu”nun biçimlerini, tarzını, hedeflerini netleştirerek sokağa çıkar, kitlelere taşır ve dışındaki tüm devrimci güçleri aynı hatta çekmek için mücadele eder. Bugün devrimci olmak, soyut devrim lafları etmek değil mevcut devrimci ve muhalif güçler arasında tüm muhalefeti arkasında toplayacak hareketi inşa etmekten geçer.
Kim nasıl adlandırıyorsa; tek adam rejimi, saray diktatörlüğü, faşizmin kurumsallaşma aşaması, faşist diktatörlük çok sorun değil; faşizme karşı olan ve bunun için kendi doğru bulduğu yöntemlerle direnen tüm güçler, bir anti faşist ittifak kurmak zorundadır. Asıl olan tüm direniş güçlerinin en geniş cephede birleştirilmesi ve faşizme karşı harekete geçirilebilmesidir. Tüm anti faşist güçlerin bir anda ittifak kurması zaman gerektirir. Bunun için iki ayrı ittifak zemini doğru olandır. Açık meşru alanda mücadele yürüten güçler ve faşizme karşı tüm mücadele yöntemlerini kullanan güçler olarak, iki ittifak alanı kurulabilir. Her iki alanda birleşenlerin ortak koordinasyonuyla ve mücadele sürecinde, daha ileri birliklere sıçranabilir. Önerimiz her gücün kendi bulunduğu yerden, bu doğrultuda yapabilecekleri ve katabileceklerini açık ilan ederek harekete geçmesidir. Bu bir öneri olmaktan önce antifaşist mücadelenin kanunudur.
Birlikte mücadele için hiçbir örgütün kendi görüşlerini değiştirmesi gerekmez; ideolojik ve politik farklılıklar ve bu temelde tartışmalar devam edebilir. Bunlar faşizme karşı ortak mücadelenin örülmesine engel değildir. Öte yandan ortak mücadele ve gelişen süreç, birçok alanda yakınlaşmaları getirebilir. Faşizme karşı mücadele, en geniş güçlerin birliğini gerektirdiği gibi, çok çeşitli mücadele tarz ve araçlarını da zorunlu kılar. Tek bir yöntemle faşizme direnemeyiz; herkes bulunduğu yerden, mevcut güçleriyle ve yöntemleriyle birbiriyle uyumlu ve birbirini destekleyen bir tarzı tutturabilir.
Faşizme karşı bir ortak mücadele cephesi oluşturmada tüm devrimci ortamda büyük bir umutsuzluk hakim olsa da gerici burjuva ve faşist düzen kamplarına karşı tepki yükselmekte ve siyasal ortamda büyük bir boşluk oluşmaktadır. Bu boşluk, giderek büyüyecek ve devrimci güçler dışında hiçbir gücün bu boşluğu doldurma şansı yoktur. Bu koşullarda güven veren ciddi bir alternatif oluşturarak kitlelere gidebilirsek destek bulmamızın koşulları oldukça güçlü.
İşçi sınıfına gitmek, kitleleri örgütlemek, yalnızca bir karar veya irade sorunu değil; devrimci hareketin yapısal ve örgütsel engelleri var. Bizim örgütlerimiz bir alt üst olma döneminde, sürekli saldırı altında zor koşullarda topluma açık yeteneklerini kaybettiler ve “bize” ait örgütlere dönüştüler. Bununla dışarıya kapalı özel avadanlıklar halini aldılar. Biz yalnızca bu özel avadanlığa uygun insanlarla, seçilmişlerle ilgileniyoruz ve dışımıza kapalı örgütleriz.
Devrimci örgütler, özel mekanlar ve özel insanların birlikteliğine, özel aparatlara dönüştü, özel dünyalar halini aldı. Bu yapılar, kolay kolay dışına açılamıyor her şeyi kendi içine almak için çabalıyor. Bu, özel bir birim için zorunlu olan hal, partiye sirayet ederek genelleşmiş ve toplumsallıktan kopulmuştur. Bu özel yapıya girecek insanlar arıyor ve yalnız onlarla birleşebiliyoruz. Toplumsal yaşam, bu tek biçimin içine sığmaz; örgütleri, dışa döndürmek ve dışarıyı örgütleyecek tarzda yeniden yapılandırmak gerekir.
Dünya bizim dar özel avadanlıklarımıza sığmaz. Günümüzde kapitalizme karşı muhalefet toplumsallaşmıştır, artık bu muhalefet ne tekli örgütlere ne klasik örgütsel formlara ne de özel mekanlara sıkıştırılabilir. Toplumsal ilişkiler de muhalefet dinamikleri de geçmiş kurumsallıkların dışına taşmış; üretimden tüketime, mekansal alanlardan yaşam biçimine toplumsallaşarak, yaşamın her alanına sirayet etmiştir, bu gelişmeleri tekçi öznelleşmiş formlara sığdıramayız.
Çok karmaşık bir tarih içinde, devrimci örgütler kendilerini özelleştirdiler. Bu çok boyutlu yanlışları içinde taşıyor. Komünizm toplumsallaşmadır, örgütler özel hallerini mutlaklaştırdıkça komünizmden uzaklaşmış özel aygıtlar haline gelmiştir.
İşçi sınıfına gitmek için en başa, yüz yıl önce oluşturulan envanterimizi sınıfın yapısal değişikliklerini gören bir bakışla, günün koşullarına göre değiştirmek durumundayız. İşçi sınıfı yüz yıl önceki sınıf değil, elli yıl önceki sınıf da değil, neoliberalizm döneminde ise bambaşka özellikler kazandı. Bunlar yoğun tartışıldığı için burada derinleştirmiyoruz.
Bugün tüm dünya işçiye kesmiş ama bu işçiler, yüz yıl önceki proletarya değil, o zamanın proletaryasının gösterdiği örgütsellik ve siyasallık içinde değil. Bu daha az devrimci, daha hareketsiz, daha az muhalif demek değil. Hatta daha yıkıcı bir muhalif potansiyel taşıyor ve bunu, tüm ülkelerde dur durak bilmeyen, yakan, yıkan, ölüm kusan silahların üstüne yürüyen ayaklanma ve isyanlarla, bu isyanların ana gövdesi olarak gösteriyor. Sadece bunu eskiden olduğu gibi fabrika veya işyeri denen doldurulduğu ölüm hangarlarından başlatmıyor, diğer toplumsal muhalif kesimlerle sokaklara akarak gösteriyor. Devrimci örgütler olarak; ne kendiliğinden isyan eden, ana gövdesiyle bu isyanlara akan sınıfı örgütleyebiliyor ne de bu isyanları kapsayabiliyoruz. Bu durum son yirmi yıldır kapsamı genişleyerek, yaygınlaşarak ve şiddetlenerek devam ediyor. Bugünün dünyasında, hemen tüm ülkelerde, çoğunluğunu işçi sınıfının oluşturduğu yıkıcı ayaklanmalar yaşanıyor, eski örgütlerimiz, eski mücadele tarzımız ve eski savaş araçlarımızla bu ayaklanmalara öncülük edemiyoruz; klasik örgütler, öncülük etmek bir yana seyirci durumunda kalıyor.
Sınıflar savaşı, toplumsal gelişme ve değişimle uyumlu olarak yeni özellikler kazanır; her uğrakta yeni kesimleri içine çeker ve içinden bir kesim saf değiştirir. Bu, politikalarda zorunlu değişimleri ve aynı zamanda söylem, araç ve yöntemlerde değişiklikleri şart koşar. Bu gerçekliğe uygun dönüşümleri yapamayan siyasal özneler, zamanla toplumsallığın dışına düşer. Gerçekliğin akış yönünü kavrayıp gerekli bilinç sıçramasını yaparak, uygun politika ve araçları geliştiremeyenler, geçmişin bir döneminde donup kalırlar. Türkiye devrimci ve komünist güçleri, yaşamın dayattığı bu değişimleri yapamadıkları için, sosyalizm ideallerine sözlerle bağlılıklarını devam ettiriyorlar, onu geliştirecek ve güce dönüştürecek iradeye sahip değiller. Bu sorun üzerinde düşünmek ve çözüm halkasını oluşturmak zorundayız.
Bugün sıkça anılan tarzda sınıfı örgütlemek, bugünün sorunlarını çözmez ve işçi sınıfını öncü sınıf rolüne yükseltemez. Öncülük sınıfa verili değildir; işçi sınıfı öncülük bilincini, örgütlülüğünü ve yeni dünya kurucu rolünü yüzyıllar süren kan ve ateşler içinde mücadeleyle kazandı. Bu uzun ve kahırlı kazanımlarını, Ekim Devrimi ile zirveye taşıdı. Sınıfı örgütleyerek, ayaklandırarak başarıya giden tek bir devrim var; 1917 Ekim’inde savaş içindeki Rusya’da, çok özgün koşullarda bu gerçekleşmiş, dünyada bunun başka bir benzer örnek yok. Rusya’da gerçekleşen devrim biriciktir. Bu tarihten sonra aynı deneyi tekrar etmek isteyenler, tüm dünyada başarısız olmuştur. Başarıya giden devrimler olmuştur ama bunlar, Rusya örneğini tekrar etmemiştir. Bu devrimler, her ülkeye özgü gerilla, halk savaşı, köylü savaşı dahil birçok yeni girdileri mücadeleye ekleyerek yolu açmışlardır. Bugün bu deneyler de eskidi ve bugünün dünyasının geliştirdiği, birçok yeni girdilerle zenginleştirilmek zorundadır.
Marksist devrimciler, soyut teoriye uyan güçlerin sahneye çıkmasını bekleyemez. Sınıfa gitmemizin ve kitleleri kazanmamızın önünde tarihsel, kültürel engeller var. Bir devrimci, akan hayata bakmalı, akan hayata dokunamayan hiçbir çalışma, devrimci sonuçlar doğuramaz, güç biriktiremez. Üzerine konuştuğumuz Türkiye toplumu ise, bu coğrafyada hayat, devrimcilerin var olduğu steril vadilerde değil başka kurak, kızgın çok sert vadilerde akıyor. Siyasal olarak elbette devrimcilerin mekanları ve varlıkları, katliam düzeyinde faşist saldırılar altındadır ancak toplumun aç ve öfkelileri için bu mekanlar ve yaşam alanları, ayrıcalıklı bir görüntü arz ediyor. Toplumun ve toprağın en kızgınları, solun kendi mekanlarından ve kendi ideolojik söylemleri, renkleri ve propagandalarından etkilenmek bir yana derin bir yabancılaşma ve karşıtlık içindeler. Oralardan yükselen tüm seslere kapalı olmanın ötesinde çaresizliklerinin sebebi olarak görüyorlar. Bu çarpık saflaşmayı kırmak zorundayız, ama yüzyıllarda edinilen toplumsal ön yargılar kolayca değiştirilemez. Kitlelerin değişmesini bekleyemeyeceğimize göre biz değişmek zorundayız. Sınıf ve kitlelerle aramızda böylesi görünmez ama kalın duvarlar var.
Sınıfa gitmek ve sınıfı örgütlemek, önce onların üzerinde örülen kontrol ağlarını parçalamakla yapılabilir. İşçi sınıfı ve yoksul kesimler, önce milliyetçilik ve dini her türlü gericilikle ideolojik olarak kuşatılmış durumdadır. Aynı biçimde örgütsel denetim ağları güçlüdür, mahallesinde veya yöredeki tarikat, hemşehri derneği, sendikalar, hayır kurumları, camiler, yardım ağları vb. binbir biçimde örgütlüdür. Bunların üzerine iş yerlerinde ve yaşam alanlarında usta başı, sendika temsilcisi, patron yakını vb ajan muhbir ağlarıyla zincir üstüne zincir, ağ üstüne ağlar örülerek kuşatma altındalar. İşçi ve emekçilerin örgütlenmesi, önce bu binbir çeşit kontrol ağlarının parçalanmasını, dağıtılmasını gerektirir. Bunlar, sınıf ve kitle örgütlenmesinin olmazsa olmaz zorunluluklarıdır. Bunlarla mücadele, bu konularda gelişkin ve tecrübeli kadrolar ve uygun mücadele yöntem ve araçlarını gerektirir.
“Kadro sorunu, siyasal stratejiyle iç içedir”
Nasıl bir kadro sorusunun cevabı, devrim mücadelesinde hayati derecede önemlidir. Devrimci bir stratejiye bağlı siyasal perspektif olmayınca, devrimci faaliyetler rutine sıkışıyor, daha kötüsü durmaksızın değişen gündemlere, daha çok da iktidarın belirlediği gündemlere sıkışıyor. Bu tür bir ortamda, yarım kadrolar yetişiyor. Kadro sorunu yalnızca ideolojik, teorik bilinç sorunu değildir; rutin siyasal çalışmalar, memur zihniyetli kadrolar yetiştirir; güncelliğe daralmış faaliyetler, dar pratikçi organizatörler çıkarır. Kadro sorunu, siyasal stratejiyle iç içedir, siyasal stratejiye bağlı ana halka, örgütlerin siyasal perspektifini olduğu gibi kadro arayışını da belirler. Nasıl bir mücadeleye hazırlanıyorsak ve hangi mücadele yöntem ve araçlarını kullanıyorsak, buna uygun kadrolar gerekir ama bu kendiliğinden gerçekleşmez.
Devrimci mücadele, her gelişmeye dair görüş bildirme, açıklama yapma işi değil, politik atmosferi doğru okuyarak, olabilecek gelişmeleri az çok öngörme, gereken hazırlıkları yapma ve asıl olarak hareket yaratabilecek yeteneği kazanma sanatıdır. Oysa biz, faşizme ve sermayeye karşı mücadeleyi, hep onların açtığı mevzilerde sürdürüyoruz. Uzun yıllardır olayları bekleyen ve olay olduktan sonra, sınırlı tepkilerle, açıklamalarla yetinmekle hareket yaratma yeteneğimizi kaybettik. Yapıp eylediklerimizin çoğu, topluma dokunmayan, kitleleri etkilemeyen, yalnızca bir şeyler yapmış olma görüntüsüyle kendimizi oyaladığımız düzeyi geçmiyor.
Analiz ve beklentilerimizin tersine, derinleşen yoksullaşma, işsizlik, zamlar, burjuvazi arasındaki çelişkiler, dış askeri işgaller, emperyalist güçlerle yaşanan sürtüşmeler faşist koalisyonu geriletmedi, tersine pekiştirdi. Faşizm, güçlerini büyüttükçe devrimciler güç kaybediyor. Bunlar, anlayabilen için ciddi sinyallerdir. Güç oluşturmak, ilişki ve hareket sorunudur. Güç oluşturmak konusunda ciddi olmayanlar, hareketlerini, kimin en radikal olduğunu ispatlama yarışına çevirirler. Gösterişçilik ve örgütsel rekabet, radikallik yarışı, çocukluk hastalığıdır ve bir yere kadar tolere edilebilir ama yıllarca çocuk kalmak anomalidir.
Biz devrimcilerin acil ve yaşamsal görevi, zincirlerinden boşalmış gerici saldırganlığa karşı koyacak dirayetli bir gücü var etmektir. Bu görevi savsakladığımız her dakika, kendi varlık koşullarımızı da tüketiyoruz. Sınıfa, ezilen kitlelere güven verme ve kazanmanın biricik yolu buradan geçiyor. Bu temel görevi kavramayıp, mevcut durumlarını parlak sözler ve keskin sloganlarla örtenler suç işlemektedir.
Türkiye komünist ve devrimcileri olarak, içinde bulunduğumuz sorunları aşmak için, üç temel sorun alanı üzerinde -reçete olarak değil, kolektif tartışma ile buna eklenip çıkartılacaklar da olacaktır- durmak gerektiğini düşünüyor ve bu temelde bir tartışma açmayı öneriyoruz:
1- Birlik ve ittifak sorunları devrimimizin temel sorunlarından biri, hatta devrimi gerçekleştirme sorunudur. Bu temel sorunun nesnel ve tarihsel engellerine kısaca değinmeye çalıştık. Ama asıl sorun geçmiş geleneğimizden gelen tekçi zihniyettir: “tek ülke, tek sınıf, tek parti” dogmatizmini aşmak zorundayız. Bunun politik uzantısı, biricik “bilimsel devrimci çizgi” anlayışıyla dışındaki tüm devrimci güçlere körelmedir.
2- İşçi sınıfının yapısal değişikliği, sınıfın öncülük görevini yerine getirmesinin koşullarını değiştirmiştir. Bugün sınıfın örgütlenmesi çağrıları doğrudan öncülük rolünü oynamasını getirmez. Bunun için sınıf, geçmişte nasıl uzun yıllarla mücadele içinde öncü rolünü kazandıysa, bugünün dünyasının zorunlu kıldığı örgüt ve mücadele yöntemleriyle bunu yeniden kazanmalıyız.
3- Devrim ve iktidar sorunu, emperyalizmin yeni biçimleri ve emperyalist savaşlar döneminin zorlu görevlerini karşılayacak tarzda, Ekim ve sonrası devrim deneylerinin birikimi üzerine yeni girdiler ekleyerek yeniden kurmalıyız.
Bu dosya kapsamında söylenenler, mücadelemizin değişik alan ve görevlerini öne çıkaran birçok düzlemde yürütülen tartışmalar geliştiricidir. Ama bunlar, içinden geçtiğimiz an’ın temel çelişkisiyle bağlanamazsa boşlukta kalır. Bunu dönemin tüm devrimci görevlerini bağlayan “ana halka” olarak da adlandırabiliriz.
Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de temel çelişki, emek-sermaye çelişkisidir ama Türkiye’de temel çelişki dahil tüm sorunları domino eden Kürt sorunu ve savaş gerçekliği doğru kavramadan ileri adım atamayız. Burada Mao’nun “temel çelişki”, “baş çelişki” ayrımından faydalanabiliriz. Kürt sorunu, TC devletinin iç ve dış politikasını, gerici burjuva ve faşist kamplar arasındaki politik hırlaşmaları, düzen dışı muhalefetin politik mücadelelerini ve bir bütün olarak toplumsal siyasal ortamı belirleyen bir konuma yükselmiştir. Faşizm, tüm kitlesel talepleri olduğu gibi, sisteme karşı yükselen tüm muhalefeti savaş politikalarıyla barajlıyor ve bastırıyor.
Türkiye devrimci güçleri olarak, faşizme ve kapitalizme karşı, saldırı taktiğini başa alarak ileri atılmalı ve Türkiye sahasında devrimci savaş yöntemlerini kullanarak, Kürt devriminin ilerisinde bir mücadeleyi başlatmaya hazırlanmalıyız. Bu söylendiği gibi kolay gerçekleştirilebilecek bir önerme değil, hatta mevcut koşullarda imkansız olarak anlaşılabilir. Ama günümüz dünyası ve Türkiye’sinde devrimcilik de hiç kolay değil ve imkansızı istemekle eş anlamlıdır.
Kaynak: sendika.org