Mehmet Güneş: Türkiye’de “Suni Denge” Çatlamıştır!

1970’de Sivas Dev-Genç adına Denizlerle görüşmeye giden, bu görüşme sonrası THKO’ya örgütlenen Mehmet Güneş’le, 6 Mayıs’ın yıldönümü nedeniyle bir röportaj gerçekleştirdik. 19 Mart direnişi ile birlikte gençlik içerisinde 71 devrimci kopuşuna ve devrimci önderlerine sık sık atıf yapıldı, yapılıyor. Biz de Denizlerin aynasında gençlik hareketinin dünü bugünü üzerine konuştuk. Üç fidanı, yeni bir devrimci mayalanmanın içerisinde olduğumuz şu günlerde, donmuş bir tarih anlatısı olarak değil yeni devrimci genç kuşağın esin kaynağı olacak şekilde konuşmak, anlatmak istedik. Anılarını devrim ve sosyalizm mücadelemizde yaşatacağız.

Komün Gücü Kolektifi

Sivas’ta bir liselinin, Mehmet Güneş’in yolu Deniz, Yusuf, Hüseyin ile nasıl kesişti, Sivas’tan ODTÜ yurdundaki o meşhur 212 numaralı odaya yol nasıl açıldı, oradan başlayalım.

Mehmet Güneş: Bu sadece Sivas’a has bir mesele değil, yepyeni bir siyasal atmosfer hemen bütün taşra illerini sarmıştı. Türkiye ve Kürdistan’ın bütün şehirleri ve kasabaları, Türkiye tarihinin en geniş ve sahici kitlesel devrimci yükseliş dönemini yaşıyordu. Bu ortamda çoğunluğu liseli olan bizler, Sivas’ta Dev-Genç’i kurmak için harekete geçtik. Benim yaşım dernek başvurusu için tutmadığından benden birkaç yaş büyük, çalışan akşam ticaret liseli arkadaşlarımız ile Sivas Dev-Genç’i kurduk. Dönemin tüm sol, sosyalist birikimine hakim olan Kemalizmin etkisiyle, derneğimizi 4 Eylül Kültür Derneği adıyla açtık.

Derneğimizi açar açmaz bizleri şaşırtan, beklemediğimiz büyük bir ilgiyle karşılaştık. Sivas gibi bir yerde kitlesel bir gençlik, aynı zamanda işçi ilgisiyle karşılaştık. Birkaç ay içinde derneğin 500’den fazla işçi ve öğrenci üyesi oldu. O zaman Sivas’ta bir lise, bir sanat enstitüsü, bir öğretmen okulu, bir tane de akşam ticaret lisesi vardı. Köy enstitülerinin devamı olan lise düzeyindeki öğretmen okulları, ilkokul öğretmeni yetiştiriyordu. Her bir okulun dağılma saatlerinde, derneğimizin önü miting alanına dönüyordu. Derneğimizin kurulduğu dönemde, TİP taşra gericiliğinin saldırıları sonucu il merkezini, -il başkanı Alihan’ın da (soyadını hatırlayamadım) memleketi olan, Yıldızeli ilçesine taşımak zorunda kalmıştı. Alihan yoldaşımız bildiğim kadarıyla Türkiye’deki ilk katledilen devrimcilerdendir, adı çoktan unutulmuş bu yiğit devrimciyi anmadan geçemedim.

O zaman Sivas’ta, 5 bine yakın işçinin çalıştığı DDY için lokomotif üreten demir yolu fabrikası vardı. Bu işletmede sürekli Alevi, Sünni rekabeti vardı. Sivas, henüz 12 Mart ve 12 Eylül faşist saldırılarına hedef olmamış, demografik yapısı değişmemişti. Şehir merkezinin üçte biri Aleviydi. Alttan alta Alevi-Sünni gerilimi her alanda hissediliyordu. Beş bine yakın işçinin yarıya yakını Aleviydi. Cer atölyesinden 120 işçi, bizim derneğimizin üyesi olmuştu ve DDYF (Devlet Demir Yolları Federasyonu) sendikasının Sivas şubesini bizim desteklediğimiz aday kazanmıştı.

Böylesi yoğun bir ilgi bizi şaşırtmıştı, ama aynı zamanda dönemi anlamak açısından ilginç başka bir şeyi de anlatayım, emniyeti ve valiliği de şaşırttı, hiçbir hazırlıkları yoktu. O zaman, siyasal “suç”lara birinci şube bakıyordu, terörle mücadele henüz yoktu, hatta terör kavramı hiçbir alanda kullanılmıyordu. Hiç unutmuyorum, aynı yıl hapse girip çıktığım için, birinci şube müdürü sürekli görüşmek istiyordu. Tüm ilericiler TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) lokalinde toplanıyordu ve birinci şube müdürü buraya bizleri görmeye geliyor, dert yanıyordu. Birinci şubenin müdürü yaşlı biriydi soyadını unuttum ismi Hasan’dı ve bazı arkadaşlarımız, bu polis şefine Hasan amca diyordu, bu arkadaşları eleştirdik. Klasik polis şeflerine benzemiyordu; TÖS salonuna gelip bizlere: “ Ya çocuklar ben emekliliğime az kaldığı için, Sivas’ta bu olaylar olmaz diye birinci şubeye tayin istedim, rahat edeyim dedim… Ama şimdi sizinle uğraşmak zorunda kaldım, ama hiç uğraşmak istemiyorum, ben sizi çok seviyorum” vb biçiminde yakınmalarda bulunuyordu. Ama İl emniyet müdürü azgın bir anti komünistti.

Durumun anlaşılması için söylüyorum; aynı dönemde ABD, NATO, Suudi ittifakı “Yeşil Kuşak İslamı”, tüm müslüman ülkelerde provokasyonlar örgütlüyor, darbeler yapıyor, kanlı katliamlar uyguluyordu, Gladio tüm dünyada ayağa kalkmıştı. 1966 yılında, dünya tarihinin gördüğü en büyük kitlesel komünist kırımı Endonezya’da yaşandı, birkaç ayda 1 milyona yakın komünist katledildi. Sudan dahil birçok müslüman ülkede, komünistler üzerinde sürek avları sürüyordu. Türkiye’de hem komünist hareketin zayıflığı hem de 1961 Anayasa’sının getirdiği hakların etkisiyle; sermaye, devlet, tarikatlar iç içe geçmiş ve tam hazır değildi, oysa büyük uyanış dönemi başlıyordu. Türkiye’de Dev-Genç’in kuruluşundan birkaç yıl önce Fetullah da Erzurum’da Komünizmle Mücadele Derneğini kurmuştu.

Derneğimiz kurulur kurulmaz, yoğun bir ilgiyle karşılaştığı gibi sürekli ve yaygın bir şekilde faşist saldırılarla da karşılaştı. Tüm okullar ve birkaç mahalle ve Sivas’ın ana caddeleri, sık sık savaş alanına dönüyordu. Okullarda faşist örgütlenme ve mahallelerde sivil faşist örgütlenme başlamıştı. Kara kalabalıkların protestoları, linç saldırıları yanında derneğimiz birkaç defa bombalanıp, kurşunlandı. Geceleri bombalama ve içeri girip tüm eşyaları parçalamaya karşı derneğin bütün camlarını tel örgülerle kapladık, geceleri dernekte nöbet tutmaya başladık. Bütün saldırılara kararlı biçimde karşı koyduk ve bir adım bile geri adım atmadık. Bu çatışma ve direniş ortamı derneğimizi sürekli büyüttü ve İstanbul, Ankara merkezli olgunlaşan yeni devrimci oluşumların ilgisini çekti.

Aynı dönemde Türkiye Devrimci Hareketi’nde MDD-TİP ayrımından sonra, MDD içerisinde al aydınlık- ak aydınlık bölünmesi ve ayrıca al aydınlık içinde de henüz daha adı konmasa da THKO – THKP/C’yi oluşturacak ekipler biçiminde bir bölünme vardı (O zaman TKP/ML daha Perinçek çizgisinden kopmamıştı, Kaypakkaya ak aydınlıkçı olan PDA içindeydi). Bu üç eğilim de bizim derneğimizle ilişki kurdu. İlk ilişkiyi PDA çizgisi adına Gün Zileli kurdu. Yine Sivas Gemerekli olan Sinan Kazım Özüdoğru bizimle ilişkilendi. Aynı zamanda Dev-Genç Ankara ve İstanbul bölge yürütmeleri ile yazışmalarımız oluyordu. Bu yazışmalar, benim 12 Mart’ta yargılandığım mahkeme kayıtlarına da geçmiştir. Bu ilişkiler ve yazışmalar sonucu, biz de yoğun olarak kendimizi bu tartışmaların içinde bulduk. Fakat tartışılan konuları kavrama düzeyimiz çok geriydi. Dernek içinde en ileri bilinci olanlardan birisiydim. Üç kitap okumuştum; Alberto Bayo’nun “Gerilla Nedir”, Leo Huberman’ın “Sosyalizmin Alfabesi” ve “İlkel, Köleci, Feodal Toplum” kitaplarını okumuş, “Felsefenin Başlangıç İlkeleri”ne ise henüz başlamıştım. İlk çekirdek grup olarak, “Gerilla Nedir”i birlikte okuyarak uygulamaya başladık. Hatırladığım kadarıyla bu kitapta şekil ve çizim olarak çeşitli patlayıcılar ve kır gerillasının temel hazırlıkları anlatılıyordu. Buradaki tüm patlayıcıları denemeye başladık. Sanırım kitabın doğru ismi “Kır Gerillası El Kitabı” olabilir. Biz ekip olarak neden bu kitap ve kır gerillacılığı üzerinde yoğunlaştık, buna tam bir cevabım yok. Ama aynı dönemde Che Guevara katledilmişti. Tüm dünyada Che ve Vietnam fırtınası esiyordu. Sanırım bu rüzgarların etkisiyle hayallerimizi kır gerillası süslüyordu.

Tam o dönemde ya bilerek, örgütün yönlendirmesiyle ya da tesadüf sonucu, THKO’nun bir kadrosu Zeki Özerkmen Sivas’a öğretmen olarak atandı. Zeki, THKO’nun lideri Hüseyin İnan’ın köylüsü, Kayseri-Sarız ilçesi-Kılkısrak köyünden. Gelir gelmez TÖS’e üye oluyor ve hemen bizimle ilişkiye geçti. Hem öğretmen hareketinde hem dernekte doğal olarak öncü bir konuma geldi. Bu bizim için aradığımızı bulmak gibi bir şey oldu. Bu arkadaşımızın gelmesiyle kısa zaman sonra THKO olacak ekibin hazırlıklarını ve görüşlerini tartışmaya başladık. O zaman, en çok bilinen isimler Deniz Gezmiş ve arkadaşlarıydı.

THKO’nun görüşlerini tartışıyorduk diyordun, diğer eğilimlerin görüşleri biliniyor muydu?

Mehmet Güneş: Mahir Çayan’ın ismini duyuyorduk ama Mahir kamuoyunda henüz tanınmıyordu. Bütün Türkiye’de tanınan Deniz Gezmiş ve onunla birlikte eylem yapan arkadaşlardı. Aynı dönemde Filistin dönüşü yakalananların öncüleri de THKO’lu Hüseyin İnan ve arkadaşlarıydı. Dev-Genç’in İstanbul ve Ankarada’ki öncü kadroları da tanınıyordu. Ama asıl olarak tanınan Deniz Gezmiş ve onun etrafındakilerdi. Evet, diğer eğilimler tartışılıyordu ama tümü yasalcı reformist “sağ sapma” olarak bize anlatılıyordu. “Tek doğru devrimci çizgi olan kır gerillacılığını yalnız biz savunuyoruz” deniyordu. Bu tartışmalardan etkileniyorduk, ama asıl olarak Deniz Gezmiş hayranlığı belirleyiciydi. Söylediğim gibi THKO ile tanışmadan önce de bizim çekirdek ekibimiz kır gerillacılığına yatkındı. Dolayısıyla bu durumda geniş üye çevresi ve çekirdek ekip olarak, daha sonra THKO olacak gruba yakın duruyorduk.

Zeki, kendi sorumluluğunda beş kişilik ekip kurdu. Tokat ve Malatya ile ilişki kurma kararı aldık. Malatya ile kendisi, Tokat’la ilişkiyi ben sürdürüyordum. Ve o zamanki anlayış doğrultusunda bu üç ilin kesiştiği dağ silsilesinde keşif ve hazırlık çalışmalarına başladık. Sivas’tan Kuzey Anadolu dağ silsilesini takip eden Köse Dağları geçer. Şarkışla-Gemerek ve Sivas-Kangal arasından geçen Tecer Dağları iki kola ayrılarak Toroslara ve Zagroslara uzanır. Biz Kösedağ’ın ve Tecer dağlarının Şarkışla, Kangal ve Gürün’den geçen birkaç zirvesine dönük keşifler başlattık. Aynı zamanda bu ilçelerin birçok köyü ile lise öğrencileri üzerinden ilişkiliydik. Hafik’teki Gürlevük tepesi dahil bu dağlara daha sonra Kürt gerillalar yerleştiler. Zeki arkadaşımızın etkisiyle bir örgüt ve tüzük tartışması başlattık. Bu THKO’ya uygundu. Her birimin kendi özerkliğinin olduğunu, ama savaşçı çizgiyi esas alması gerektiğini söylüyordu. Örgütün görüşlerini daha çok Hüseyin İnan üzerinden aktarıyordu. Deniz Gezmiş simgeydi ama biz daha çok Hüseyin İnan üzerinden örgütle ilişkileniyorduk, örgütün lideri Hüseyin İnan’dı. Sinan Cemgil de bilinen ve önde gelen simalardan biriydi.

Bu anlattığınız dönem, artık THKO’ya katılımınızın netleştiği dönemdi sanırız. Bu sürece nasıl geldiniz ve Denizlerle karşılaşmanız nasıl oldu?

Mehmet Güneş: Katılımdan önce dernek içinde işçiler, öğretmenler, ve gençlerden en ileri çıkanlarla çokça ortak toplantılar yaptık, hangi ekiple ve nasıl ilişkileneceğimizi tartıştık. Bu üç örgüt içinde PDA’nın hiçbir etkisi olmadı, oraya dönük aramızda hiç eğilim gösteren çıkmadı. Ama Dev-Genç’e hakim olan, daha sonra THKP/C olacak ekibin yayınları okunuyordu. Sinan Kazım Özüdoğru üzerinden etkilenen arkadaşlarımız da vardı. Toplantılar sonucu, beş kişilik bir heyet seçerek Ankara’ya gidip iki grupla da görüşme kararı alındı. Ancak sürekli saldırılar oluyordu, seçilen heyetten bazıları, faşistlerle kavgalardan dolayı köyüne dönmek zorunda kaldı, bir kişi gelmek istemedi, bu yüzden görüşmek için bir tek ben gidebildim. Beni direkt ODTÜ’deki 212 no’lu odaya götürdüler. İşte THKO’nun kurucu önder kadrolarıyla; Deniz, Hüseyin, Yusuf ile ilk karşılaşmamız böyle oldu. Asıl olarak benimle Hüseyin ilgilendi. Hem özel görüşmeler yaptı hem de herkesin katıldığı tartışmalar yapıldı.

Bu görüşmeden sonra mı kararınızı verip irade beyanında bulundunuz? Yoksa zaten kararınız kesinleşmiş, sadece bunu bağıtlamak için mi Ankara’ya gelmiştiniz?

Mehmet Güneş: Derneğimizde samimi bir ortam vardı. Ve herkes İstanbul ve Ankara’daki tartışmaları merak ediyordu. Büyük çoğunluk Denizlerle birlikte olmaya karar vermişti. Ama diğer grubun görüşlerini de merak eden arkadaşlarımız vardı. ODTÜ’deki ilk görüşme tamamlanınca, Siyasal Bilgiler’de diğer ekiple görüşmeye gittim. Sinan Kazım Özüdoğru ve iki kişi vardı. Tabi o zaman Mahir Çayan’ı tanımıyorduk, ismi biliniyordu ama manşetlere henüz çıkmamıştı. Konuşma sürerken katılanlardan birinin Mahir olduğunu anladım. Anlamam şöyle oldu: Dernekte Mahir Çayan’ın yazılarının da tartışıldığını ve merak edildiğini söylediğimde, Sinan Kazım ve diğer arkadaş, birden üçüncü kişiye baktı; böylece onun Mahir Çayan olduğunu anladım.

Daha sonra uzun uzun görüşlerini anlattılar, hepsini hatırlamıyorum, notlar aldım ve dönüşte dernekteki ekiplere aktardım. Daha çok Mahir konuştu. Sinan Kazım’a hemşehrilik yönünden yakınlığımız vardı, o aynı zamanda tanıyan herkes üzerinde güven ve dostluk aşılayan özgün bir kişiydi. Dolayısıyla Sinan Kazım’la niye beraber değiliz, daha doğrusu niye hep beraber değiliz, biz niye bu tür ayrılıklara zorlanıyoruz diye kendi aramızda tartışıyorduk ve bu ciddi rahatsızlık yaratıyordu. Görüşmeden daha çok bu duygularla ayrıldım. Tekrar ODTÜ’ye döndüm ve bir hafta boyu orada kaldım. Daha çok Hüseyin İnan’la her gün, saatlerce süren görüşmeler yaptık. Henüz örgüt ilan edilmemişti ama bir biçimde örgütlenmiş gibiydim. Talimatlar denmese de bölgemize ilişkin ayrıntılı görevleri bildiriyordu Hüseyin İnan.

Bir hafta boyunca gruplar arasında sert gerilimler olduğunu hissettim. Daha THKO ilan edilmemişti ama örgütsel ayrılıklar netleşmiş, ayrı ayrı ekipler birbiriyle kavga ediyordu. ODTÜ THKO’luların denetimindeydi. Deniz Gezmiş o zaman aranır durumdaydı, ama sürekli eylem halindeydi. ODTÜ’de günün değişik saatlerinde eylem hazırlığı yapıyordu ve onları yönetiyordu. Geceleri ateşler yakılıp bütün yurtlar dışarı çıkıyor, marşlar ve şarkılar eşliğinde sloganlar atılıyordu. Tüm dünyada dönemin meşhur sloganı: “iki üç daha fazla Vietnam, Ernosta’ya bin selam” sürekli tekrarlanıyordu.

Siz Sivas dağlarında kır gerillacılığı için bir çalışma başlatmıştınız, değil mi?

Mehmet Güneş: Daha THKO ile ilişkilenmeden kır gerillacılığı hayallerimiz çok yüksekti ve zaten bizi THKO’ya bağlayan şey de esas olarak buydu.

Kır gerillacılığını diyebiliriz ki etüt etmiştiniz. Ankara’da bir hafta kaldığınızı ve 212 no’lu odada çoğunlukla Hüseyin İnan’la konuştuğunuzu söylediniz. Hüseyin İnan da biz biliyoruz ki THKO’nun gerilla faaliyetinin adeta mimarı; gerilla birliklerinin nerede, nasıl konumlanacağı konusunda ve ön hazırlık çalışmalarında birinci dereceden sorumlu. Tüm bu çalışmaların kilit noktasında yer alıyor. Onunla görüşmenizde, gerilla hareketini Sivas’tan doğru da başlatma yönünde bir konuşmanız oldu mu, konuyu hangi çerçevede tartıştınız. O görüşmeden sonra, hangi görevleri yüklenerek dönmüş oldunuz Sivas’a?

Mehmet Güneş: Evet, Hüseyin İnan’ın tartışmasız olarak ekip içerisinde otoritesi yaşamda da açık olarak görülüyordu. Görüşlerini anlatıyordu ama öyle çok konuşkan değildi, öte yandan tartışmalara ve konulara hakimdi. O ekibin bir anlamda beyni ve ruhu gibiydi. O zaman henüz daha örgüt ilan edilmeden ayrıntılı biçimde bir gerilla savaşını, kır gerillacılığı deneyleri ve ilkelerini ayrıntılı incelemişti. Bize anlattığı şuydu: Hem merkezi bir gerilla üssü arayışı devam ediyor hem de İç Anadolu’da var olan bütün kırsal kesimlerde, gerilla alt yapısı oluşturmayı hedefliyorlardı. Başlangıç için İç Anadolu seçilmişti ama sonra Malatya üzerinden Nurhak Dağları’nda üstlenmede karar kılındı. İç Anadolu kırsalı (Sivas bu bahsettiğimiz coğrafyanın başında geliyordu), coğrafi yapı olarak kır gerillası için uygun olmanın yanında sınıfsal ve kültürel olarak da yoksul ve muhalif potansiyel barındırıyordu. Bundan dolayı biz başlatmış olduğumuz çalışmaları daha sistemli olarak yürütecek ve kendileriyle sürekli irtibat halinde olacaktık. Bu görevleri kabul ederek ben örgüte girmiş oldum. Aynı zamanda Sivas’taki ilişkilere bu kararımızı aktaracağımı söyleyerek ayrılmış oldum. Sivas’ın ilişkide olduğumuz ilçe ve köylerinin hemen tümü Kürt-Alevi idi ve Koçgiri Ayaklanması ile aynı mıntıkalardı. Ayrıca Divriği ilçesinin hemen tüm köyleri, Türk Alevilerden oluşuyordu ve buralarda yoğun ilişkilerimiz vardı.

O çıkışın, yani THKO’nun da bir parçası olduğu 71 devrimci kopuşunun tarihsel arka planına da tanıklık etmiş oldunuz. Biraz önce zaten onun sosyolojik boyutuna kısmen girdiniz. Tarihsel arka planına dair neler söylemek istersiniz?

Mehmet Güneş: 71 devrimciliğinin güçlü yanlarını, zayıf yanlarını, tarihsel mirasını anlamamız için Türkiye’nin bu dönemini ayrıntılı değerlendirmek gerekir. Cumhuriyet tarihinin en yüksek siyasal ve toplumsal sıçrayışları, bu dönemde yaşanmıştır. Daha sonra, daha sert alt üst oluşlar, şiddetli çatışmalar yaşandı ama aynı zaman dilimi içinde, Türkiye ve Kürdistan toplumunun tüm kesimlerini derinden sarsan yaygınlıkta ve kitlesellikte bir yükseliş yaşanmadı. Bir daha o dönemdeki gibi bir Türkiye olmadı. Bu dönemdeki kitlesel uyanış ve siyasal atmosfer kavranmadan, 71 devrimciliği tam olarak anlaşılamaz.

Bütün Türkiye ve Kürdistan kırları, köylerdeki küçük üreticiler ayaklanma boyutunda eylemlilik içindeydi. O tarihlerde Türkiye nüfusunun yüzde 70’i kırlarda yaşıyordu. Bütün üreticiler ayaktaydı diyebiliriz: Karadeniz’de tütün, fındık, çay üreticileri; Ege ve Çukurova’da pamuk üreticileri; İç Anadolu’da pancar üreticileri… Türkiye’nin hangi bölgesinde ne üretiyorsa, üretici köylülük ayaktaydı. Aynı zamanda Çukurova, Ege ve Kürdistan’da sürekli toprak işgalleri yaşanıyordu. Bildiğimiz, yoksul topraksız köylüler gidiyor, büyük toprak sahiplerinin el koyduğu toprakları işgal ediyordu. Jandarma zoruyla birçok yerde geri çekiliyordu, ama birçok yerde işgal sürüyor ve ekim yapılıyordu.

Bütün Türkiye ve Kürdistan kırları ayaktaydı. Ama 1960 ortalarında şehirlerde de toplumsal uyaniş başlamış, 1968 gençlik eylemleriyle zirveye ulaşmıştı. Önceleri “özel okullara hayır” mitingleriyle başlayan eylemler, giderek tüm Türkiye gençliğini saran yüksek eylemliliklere sıçradı ve Dev-Genç diye düzeni tehdit eden bir “heyula” ortaya çıktı. Çok eskiye dayanan kolejler dışında, özel okullar yoktu, bir tane özel üniversite açılmıştı. O özel okul kapatıldı ve gençlik hareketi ezilmeden tekrar açılamadı.

1960 başlarında yükselen işçi hareketi DİSK’i yaratmıştı. DİSK’in öncülüğünde gelişen eylemlilikler, fiili işyeri işgalleri boyutuna yükselmişti. İşçi hareketi zirvedeydi. Bunları memur hareketleri izliyor, hatta bütün bu devrimci yükselişe öğretmen hareketi yön veriyordu diyebiliriz. Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS), Avrupa’nın en büyük öğretmen sendikasıydı. Büyük öğretmen boykotuna tüm öğretmenler katıldı ve tüm orta öğretim okulları tatil edildi, sanırım bu boykot1969 yılında gerçekleşti. Sadece öğretmenler değil bütün kamu çalışanları hummalı bir örgütlenme ve eylemlilik içindeydi. TÖS’de örgütlenen öğretmen hareketi, Köy Enstitüleri geleneğinin devamı gibiydi. Belki Türkiye’ye özgü bir durum; yalnız öğretmenler değil, mühendisler, mimarlar, avukatlar, doktorlar tüm ülkelerde ayrıcalıklı bürokratik kastlar durumunda ve sistemin en tutucu kurumları durumundadır, Türkiye’de 50 yıldır süren faşist saldırılara rağmen bu kurumlarda muhalif devrimci eğilimler tümden sökülüp atılamadı. Bu devamlılığın temelinde canlı gençlik hareketi, Dev-Genç geleneği yatıyor diyebiliriz.

Türkiye tarafındaki bütün bu toplumsal kesimleri sarsan politik bilinçlenme ve hareketlilik, Kürdistan’da da görülüyordu ama Kürdistan’da ek olarak derinden derine bugünlere gelen büyük ulusal savaşımın gümbürtüleri de hissediliyordu.

İşte, THKO, THKP/C ve TKP/ML-TİKKO bu siyasal ve toplumsal atmosferde doğdular. Ne önceden planlanıp hazırlandılar ne geçmişteki bir siyasal örgütlülüğe ve birikime dayanıyorlardı ne de gökten zembille indiler. Tümüyle Türkiye ve Kürdistan toplumunu saran bu coşkulu hak ve özgürlük arayışlarının doğal uzantısı olarak var oldular. Bu özgül yanlarını kavramadan bu hareketlerin tarihe girişini anlayamayız. Bugün Kürt devrimcilerine dönük azgın şeytanlaştırma kampanyası, o zaman beş misli 71’in devrimci önderlerine karşı sürdürülüyordu. Bildik “vatan hainliği, Rus ajanları, dış güçlerin uzantıları” vb teranelerinin yanında; caniler, katiller, soyguncu çeteler vb azgın bir anti komünist propaganda, zamanında bu hareketlere karşı yürütüldü. Ancak bütün bu psikolojik harp yöntemlerine ve aradan geçen yıllara rağmen, 71 devrimci önderlerini unutturamadılar. Onlar, her toplumsal gerilme döneminde tekrar tekrar küllerinden yeniden doğuyorlar.

Özetlersem, bu hareketlerin birer öncülü yok, tam olarak canlı bir tarihselliğin içinden doğdular. Tarihte zamanın ruhundan bahsedilir ve zamansal bütün toplumsal çıkışlar tarihe silinmez izler bırakırlar. Bu hareketlerin ve öncülerinin her toplumsal gerilim anında yeniden gençliğin önüne çıkması, bu sahici karakterlerinden gelmektedir. 71 devrimci kopuşu, bir çelişkiye oturuyordu, bir temelden destek alıyordu, dolayısıyla militanlığı da gerçekti. Bu hareketlerin en güçlü yanı sahiciliğidir.

600 yıllık imparatorluk ve 50 yıllık (o dönem için diyorum) gerici burjuva devlet birikimi ve yönetim bilinci; bu coşkulu yükseliş durdurulmadığında kendi egemenliği için ölüm çanlarının çalacağını gördü ve kontrgerillayı harekete geçirdi. Tüm Türkiye’de komando kampları kurulmuş ve sivil faşist hareket piyasaya sürülmüştü. Önce tek tek öldürmeler, siyasi cinayetler başladı; devamında devlet terörü yaygınlaştırıldı. Bütün bu saldırılar karşısında bizim cephe de giderek bilendi, militanlaştı ve kararlı direniş, bizi daha da güçlendirdi. Devrimci yükselişi durduramayacağını anlayan TC devleti, bu toplumun bağrından doğan hareketleri imha etmek için harekete geçti.

Bu hareketler bir kitlesel altüst oluş döneminde doğdular ve bilinçli bir devlet politikasıyla çok kısa zamanda imha edildiler. Doğdular; ömürleri birkaç yılı geçer geçmez, ana kadrolarıyla birlikte imha edildiler. Bu bilinçli ve gözü kara bir imhadır. Bizzat NATO generallerinin darbesiyle, TSK eliyle, Gladio’nun bir eylemi gibi düşünmek lazım. Kızıldere’de yaşananları biliyoruz. Kızıldere katliamında MOSSAD vardır, CIA vardır, MİT vardır, kontrgerilla vardır. Bizim bu yaşananlardan çıkaracağımız en büyük ders, yarattığı büyük değerler kadar kısa zamanda yenilmesi ve imha edilmiş olmasıdır.

1971 devrimci kopuşunu gerçekleştiren üç örgütün de devamcısı olduğunu iddia eden örgütler var. Hem o çıkışın hem de kısa sürede devlet tarafından bastırılmış olmasının muhasebesini bu devamcı örgütlerin yapmadığını biliyoruz. Tarihsel bir muhasebe veya devrimci bir eleştiri-özeleştiri süreci işletmemenin sonuçları ne oldu?

Mehmet Güneş: Konumuz güncel yükselen gençlik eylemliliği olduğu için 71 ve devamcılarının değerlendirilmesi çok önemli ve geniş bir sorundur, burada hem bu örgütlerin temel tezleri hem de takipçisi örgütler için özet değerlendirmeler yapabiliriz.

Devrimci şiddeti esas alan THKO, THKP/C, TİKKO üçlüsü içinde, politik olarak -Kemalizm eleştirisiyle- İbrahim Kaypakkaya ileri bir çizgidedir ancak teorik olarak daha gelişkin olan Mahir Çayan’dır ve Marksizm içinde kopuş ve süreklilik eksenini kurmaya çalışır. Mahir Çayan’ın yapmak istedikleri, klasik teorinin içinde yoktur. Latin Amerika deneyleri üzerinden bir yol açmayı dener. Teorik olarak bu konuda bir kopyacılığa düşmez, ama pratiği zorunlu olarak başarısız Latin Amerika deneylerinin tekrarına dönüşür. Kaypakkaya dönemin rüzgarı Maoculuğun etkisinde, Türkiye’nin sosyo ekonomik yapısını Çin’e benzetir ve mücadele tarzını Çin deneyinin bir benzeri çizgi temelinde geliştirmeye çalışır. THKO teorik ve ideolojik olarak daha geriden gelir, ama Türkiye Devrimci Hareketi içinde ilk silah kullanan örgüt olarak buz kıran rolü oynar, ilk adımları atma cüretini gösterir. THKP/C teorik gelişkinliğiyle arkadan gelerek pratikte de öne fırlar. TKP/ML devrimci pratiği en zayıf olandır.

TDH, 1971’den öğrenemedi, öğrenemediği için 1980’de darmadağın oldu. 1971’e kadar yaşananlardan öğrenebilseydi, 80’lerde bu boyutlarda çöküş yaşanmazdı. 1980’den günümüze Türkiye çok şiddetli krizlerle sarsıldı, ama bu krizleri siyasallaştıracak dinamikler gökyüzünde değil, tarihsel birikim olarak bu toplumun bağrındaydı. Ayrıca, öncüller olarak ‘71 devrimciliği bu süreci başlatmıştı. Devrimci yaratıcılık, bunu görüp, süreci bir üst seviyeye sıçratma yeteneğini gösterebilmekti. 71 devrimciliğinin ardılları olarak yapamadığımız bu oldu.

Bu krizi siyasallaştırmanın olanaklarını PKK gördü ve gereklerini yaptı. Öcalan’ın, 1971’in bütün öncülerine ve özellikle Parti/Cephe geleneğine bağlılığını sürekli vurgulaması bir güzelleme değil, devrimci stratejik yönelimiyle ilgilidir. Kaypakkaya, Kürt sorununu gündemleştirdi; PKK, ona hayat verdi. THKP/C ve suni denge! Sadece Kürt sorununda değil, Türkiye toplumunda suni denge deniyorsa; PKK, suni dengeyi bozdu mu, bozmadı mı? Toplumsal anlamdan öteye Türk egemenlik sisteminin tüm dengelerini bozdu. Mahir Çayan PASS’ı (Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisini) savunuyordu; PKK, bunu ete kemiğe büründürdü. Silahlı propaganda! Silahlı propagandayı, Türkiye-Kürdistan sınırlarından taşırarak, tüm bölge düzeyine çıkardı. Parti/Cephe, TİKKO ve THKO geleneğini kim devam ettirdi, kim temsil etti? 71’in üç örgütünün yarım kalan bütün hedeflerini, PKK gerçeğe dönüştürdü. PKK, kendi hakikat arayışını, 71 geleneği üzerinden inşa etti. TDH, 80’li yıllarda, darbe karşısında direnemeyip tasfiyeyi yaşarken; PKK, gerilla savaşına cüret etti ve tüm Kürdistan’ın halk gerçekliğini temsil düzeyine yükseldi. Halk denilen soyutluğu, gerçekliğe büründürdü. Gramsci’nin hegemonya kavramı, PKK tarafından Kürdistan’da gerilla savaşı üzerinden yeniden inşa edildi diyebiliriz.

Anlattığınız bu dizgede, sanki 71 devrimciliğinin ardılı olarak İlker Akmanlar, devrim yapma iddiasıyla, bir gerilla hareketini nasıl varedebileceklerini düşünüyor ve yola koyuluyorlar. İlker Akman ve örgütü, THKP/C’nin ikinci kuşak kadroları içinde hareketi eğip bükmeden yola devam etme kararlılığını gösteriyor.

Mehmet Güneş: Katılıyorum. Türkiye Devriminin Acil Sorunları (TDAS), Parti/Cephe hareketini ileriden eleştirel bir çizgide takip etmek isteyen ciddi bir arayıştır. Bu konuyu daha geniş kavramak için her üç hareketin izinden giden eğilimleri değerlendirmek gerekir. TDAS metninde ve ekteki yazıda somut olarak THKP/C’nin hem devrimci savunusunu hem de eleştirisini görürüz. Gerek dünya ve emperyalizm üzerine gerek Türkiye gerçeğine bakışta ileriden bir devrimci kavrayışı görürüz. İlker Akman ve yoldaşları THKP/C övgücülüğüyle prim toplamaya ve yükselen Parti/Cephe sempatisi üzerinden sörf yapmaya soyunmaz. Bu devrimci pratiği ve çizgiyi hayata geçirmek üzere ciddi ve kararlı hazırlıklara girişirler. Nitekim bu devrimci cüretinden dolayı TC tarafından imha edilirler.

Kaypakkaya kırları esas alır ve sınırlı güçle kırlarda üstlenerek, silahlı gerilla eylemlerine başlar. Devamcıları aynı stratejiyi daha keskin savunurken, 1975-80 arasında kırları temel alan bir gerilla savaşına hazırlanmaktan çok, şehirlerde çalışmayı başa almıştır. Kaypakkaya’da devrim stratejisi ve yolları keskin çizgilerle nettir; parti ve gerilla kırlarda üslenecek, kızıl siyasi üsler kurulacak, kırlardan şehirlere yürüyecektir. Devamcıları aynı stratejiyi savunmalarına rağmen kırlar hep tali kalır, şehirlerde azımsanmayacak bir güç toplar.

Kaypakkaya devamcılarında, en azından bir sorun olarak kavranan ve tartışması yapılan -stratejiye uygun siyasal faaliyet meselesi- THKO devamcılarında sorun olarak dahi yer almaz. Sonradan TDKP olan eğilimin, isim ve prestijini kullanmak dışında, THKO ve stratejisiyle de buna uygun bir pratikle de hiçbir ilgisi yoktur. Bu eğilim, Maoculuğa geçip oradan Hocacılığa kaçar. Ne Maocuyken stratejinin gereğini yapar ne de sonrasında. THKO’yu devrimci bir değerlendirmeyle aşmadıkları gibi sağa kaçışın örtüsü olarak ideolojik olmayan faydacı bir reddiye yazarlar. THKO reddiyeciliği, bugünkü yasal reformist çizgiyi daha o zamandan içinde taşır.

THKP/C bu konuda daha geniş bir yelpaze oluşturduğu için ikili bir hatta değerlendirilebilir. THKP/C, sonrasında iki koldan gelişir. İlki THKP/C’yi ve stratejisini savunan ve “Türkiye Devriminin Acil Sorunları”nı kaleme alarak bu doğrultuda ilk eyleme geçen, ama daha başlarken önderlerini kaybeden ve sonradan Acilciler olarak bilinen harekettir. Önderliğini kaybeden Acilciler, daha sonra onlarca gruba bölünerek parçalanırlar. Bu gruplardan MLSPB, HDÖ ve Eylem Birliği başarılı silahlı eylemler gerçekleştirir, ama örgütsel bütünlüklerini koruyamazlar.

Ana gövde ise ikinci kol olarak Dev-Yol etrafında toplanır ve bu kümenin, keskin savunuculuk dışında, pratiğinin hiçbir alanında THKP/C stratejisiyle uzak yakın ilişkisi olmamıştır. Bu sahte THKP/C savunuculuğuna itiraz edenler, Dev-Sol olarak koparlar. Sonradan DHKP/C olan Dev-Sol’u ayrı değerlendirmek gerekir. Başarıları ve hatalarıyla önemli bir deneydir. Daha sonra, Dev -Yol’dan ayrılan diğer birçok grup da, THKP/C ve Çayan çizgisini savunduklarını iddia etseler de uzun yıllardır sürdürdükleri örgütsel ve pratik faaliyetlerinin Çayan’ın devrimci savaş stratejisi ve pratiğiyle uzak yakın ilişkisi yoktur.

1971 hareketleri doğuş koşullarından dolayı, dışarıda bir büyük “ağabey”e bağımlı kalmış, içeride egemenlerin modern kesimlerinden kopuşmakta zorlanmıştır. Bu üç örgütün de en zayıf yanları dünya devrim deneylerinin şemaları üzerinden kendi devrim stratejilerini oluşturmalarıydı. Bu yalnız Türkiye devrimcilerinin düştüğü yanlış değil, tüm dünya devrimcilerinin düştüğü yanlıştır. Dünya komünist hareketinin parçalanması sonucu seçilen merkezin deneylerinin sonuçlarını model alarak yola çıkılmıştır. Daha sonraki, 70’li yıllar daha sert ve kitlesel mücadelelerle bu yanlışın daha geri bir düzeyde tekrarıdır.

12 Eylül sonrasında geçmişleriyle hiçbir ilgisi olmayan legal partiler düzen içi siyaset sahnesinde yerlerini aldılar. Devrimci Yol, Mahir ismini simgeleştirerek Kalaşnikof’u duvarlara resmederdi. Halkın Kurtuluşu ve diğer Hocacı çizgiler, her tarafa “yaşasın halk savaşının zaferi” yazarlardı. Devrim stratejisi olarak keskin silahlı mücadele savunusu yaparlardı. Bu hareketler, 12 Eylül sonrası, tüm bunları unuttu ve unutturdular. THKO geleneğinden zuhur eden günümüzdeki yasal parti, THKO ve mücadelesini sert eleştirilerle sapma ilan ettiler. EMEP şimdilerde geçmiş eleştiri ve reddiyelerini unutarak miras savunusuna soyunuyor. Dev-Yol geleneğinin ana gövdesini taşıyan yasal parti, 20 yıl boyunca Mahir’i, Kızıldere’yi unuttu. Son yıllarda isim değiştirerek yeniden hatırladılar. Aynı biçimde eski TKP ve TİP devamcısı eğilimler, zamanında “devrimci demokrat” yaftasıyla aşırı küçümsedikleri ve mahkum ettikleri 71 örgütlerini ve öncülerini bayraklaştırıyorlar. Biz, elbette 71’in savunucularının artmasından rahatsız olmayız, ama devrimci siyasette asgari tutarlıklık zorunludur. Geçmişteki ağır eleştiri ve reddiyelerini unutmaları faydacılığı açık ediyor. Madem 71’i bayraklaştırıyorsunuz, geçmişteki reddiye ve küçümsemenin özeleştirisini yapmak kimseyi küçük düşürmez, tersine kendinize olan özgüveni gösterir. Ama üstünü örtmek samimiyetsizliktir. Nitekim, EMEP, TİP, SOL Parti gençliğin daha militan çıkışlarının önüne baraj oluşturup düzen içinde tutunmak için çırpınıyorlar. Bu, geçmişte yaptıklarının aynısıdır. Hem gençlik hareketinin yeni yükselişinin bayraktarlığını yapıyor hem her türlü radikal eylemliliği durdurmak için baraj oluyorlar.

Biz bu söyleşiyi sizinle, 19 Mart direniş sürecinin, öğrenci gençlik hareketinin Beyazıt’ta polis barikatlarını yıkarak başlatmış olduğu direniş hattının içerisinde yapıyoruz. Bu harekete öncülük eden genç kuşak, devrimci hareketin zayıflamasıyla birlikte mücadele deneyimi ve devrimci birikimin aktarımı yönüyle oldukça boşlukları olan bir kuşak. Tüm bunlara rağmen bu kuşak, direnişin içerisinde, 71 devrimci kopuşuna çokça atıfta bulundu/bulunuyor. Hatta Dev-Genz diye bir pankart açıldı, böyle bir akım oluştu. 71 devrimci kopuşu meydanlarda çokça sahipleniliyor. Siz, 71 devrimci kopuşuna da tanıklık etmiş bir devrimci olarak, bu son yaşananlar ışığında, bugünkü gençlik hareketine dair neler söylemek istersiniz?

Mehmet Güneş: 19 Mart, aslında burjuva güçlerin kendi arasındaki bir çatışmadır. Ancak burada kalmadı, çatışma toplumsal ve sınıfsal çelişki ve çatışmaların keskinleşmesi biçiminde seyretti ve 71 devrimciliğine işte buradan gelinmiş oldu. Her çelişki ve çatışmaların keskinleştiği, isyan ve direniş hareketinin büyüdüğü evrede 71 devrimci kopuşu hatırlanıyor. Bugün olan da budur. Bugün farklı olarak sadece sosyalist ve devrimci eğilimler tarafından değil seküler Kemalist hatta yeni tür nasyonal sosyalist denilebilecek genç kesimin bile önüne 71 devrimciliğinin ritüellerini ve şiarlarını çıkardı.

Dahası hem gençliğin güncel hareketliliğine hem de 71 devrimciliğinin yeniden kendisini hatırlatmasına bakmalıyız. Ve daha da önemlisi, bu yeni gençlik hareketlenmesinin nasıl ve nerelere evrileceğini ve devrimci güçlere düşen görevleri, çok boyutlu ve geniş açılardan tartışmamız ve değerlendirmemiz gerekir.

19 Mart gençlik hareketi, çokça Gezi ile karşılaştırılıyor. Kitlesel hareketlerin sonrasına bıraktığı etkileri olabilir, bunlar değerlendirilebilir. Ama bizim bu iki hareketi karşılaştırmak için Gezi’yi değerlendirmemiz lazım. Gezi, bir yeşil alandaki ağaç kesmeyi engelleyen orta sınıf, sol orta sınıf hoşluklar biçiminde ele alınırsa başka bir şeydir, bir sınıflar mücadelesi ve toplumsal mücadele ekseninde düşünülürse başka türlü görülebilir. Bence Gezi, sadece AKP ve Tayyip dönemine değil 12 Eylül faşist darbesinden 2013’e kadar geçen 33 yıllık baskı, zulüm, savaş uygulamalarına, yüz yıllık toplumsal kazanımların yok edilmesine karşı, kendiliğinden gelişen kitlesel bir isyandı. Gezi, bu kadar uzun dönem yutkunan toplumun devlete ve sisteme karşı halk isyanıydı. Bunu yasal sol partiler dahil sol kurumlar, bir halk şenliği olarak gördüler. Gezi’de etkin olan Taksim Dayanışması denilen güçler dahil bütün bu kesimler; bunu, düzene karşı bir başkaldırı, faşizme karşı bir isyan olarak görmediler. Bir nevi sistem içinde, ağaç kesmeyi engelleyen ekolojik duyarlılık, sistemi terbiye edecek naif hümanist duyarlılıklar ve ütopyaların hayata geçtiği bir laboratuvar olarak anladılar.

Buradan ilerisine bakıp düşünenler de daha ileri bir şey geliştiremediler. Gezi’nin önüne siyasal bir hedef konulamadı, net bir siyasal bir talebi yoktu. ‘AVM yapılmasın, park kalsın’dan öteye bütün Türkiye’yi aylarca meşgul eden bu büyük isyanın akılda kalan bir siyasal talebi yok. Devrimci öncü çıkışlar oldu, ancak bunlar, kitleler tarafından birleştirici ve sistemi zorlayan siyasal bir talebe dönüştürülemedi. Birçok kentte mekansal pasif direnişin ötesine geçemedi, bu sınırları zorlayan devrimci öncü bir müdahale olmadı veya olan da genel bir eğilime dönüşemediği için zayıf kaldı. Bunun ötesine geçen, (yine sınırlı sayıda devrimci kadronun da yer aldığı) kitlenin ileri çıkışı olarak birkaç defa Erdoğan’ın yerleşkesine dönük saldırı ise sol reformist güçlerce engellendi. Değişik şehirlerde, daha sert saldırılar, kitlelerin kendiliğinden hareketleri olarak gelişti; birçok yerde sol örgütler kitlenin gerisinde kaldı. Devrim iddiasındaki radikal örgütlerin de (bunun dışında kalan ve barikat savaşını geliştirmeye çalışan devrimci özne olmadı mı oldu, ancak bu tabloyu değiştirecek bir etki geliştirilemedi) mekanlarda pasif gezinme dışında ne stratejik ne taktik hiçbir önerisi hatırlanmıyor. Gezi üzerine çuvallar dolusu yazılanlara bakılsın. Orta sınıf aydın fantezisi komünler, konseyler, forumlar üzerine güzellemeler dışında, kim bir somut devrimci siyasal pratik bir adım öneriyor? Yok. Gezi başkaldırısı birkaç istisna dışında hareketi oluşturan tüm güçler tarafından mekanda oturarak sönümlenmeye bırakıldı, daha doğrusu Tayyip’e bu şekilde bir zafer olarak sunuldu.

Gezi süreci, herhangi bir devrimci ve siyasal hedefe götürülememiş olmasına rağmen çok ciddi etkiler bırakmıştır toplumda. Kitlesel başkaldırılar ezilerek bastırılırsa yeniden ve daha güçlü isyanlara temel oluştururlar; kaderine razı olarak direnmeden püskürtülürse geride yılgınlık ve moral çöküntü bırakır. Şimdiye kadar değişik biçiimleriyle bu sorunlar değerlendirilse de Gezi’nin devrimci bir eleştirisi yapılmamıştır. Sol, Gezi’yi genel bir şenlik, halk şenliği olarak ne kadar yanlış anladıysa; devlet, Gezi’yi bir isyan, bir başkaldırı, sınıf savaşı olarak doğru anladı. Tayyip, başından itibaren bir savaş olarak kavrayıp tavır almıştır. Gezi’den bir iktidar olarak doğru sonuçlar çıkarmış ve bu sonuçlar doğrultusunda da kendi tabanını benzer gelişmelere karşı ideolojik, siyasal olarak hazırlamıştır. Aynı zamanda devleti, Gezi benzeri gelişmelere karşı yeniden örgütlemiştir. Fakat yeni bir Gezi olmasın diye ne yaparsa yapsın, ardı arakası kesilmeyen saldırıları başka bir Gezi’yi tetiklemiştir. 19 Mart gençlik isyanı, Gezi’den bir adım ileridedir. Siyasal bilinç olarak geri yanları vardır, ama sınıfsal öfke ve pratik olarak daha sert bir çıkıştır. Gençliğin bu çıkışı, Türkiye ve Kürdistan’ın tarihsel geleneklerine uygun bir çıkıştır.

Türkiye ve Kürdistan’ın tarihsel geleneklerine uygun derken neyi anlatmak istiyorsunuz?

Mehmet Güneş: Osmanlı’dan beri toplumsal hareketlerin tümü, önce gençlik hareketleri olarak başlamıştır. Yüzyıl süren Celali isyanları, önce Suhte denilen medrese talebelerinin ayaklanması olarak başlamıştır. İstanbul’da işgal günlerinde sokakları dolduranlar, gençlerdir. Bayar, Menderes diktatörlüğünün sonunu hazırlayan İstanbul ve Ankara’daki kitlesel gençlik eylemleridir. 71 devrimciliğine 1968 yılında başlayan gençlik hareketlerinden varılmıştır. 50 yıldır bastırılamayan büyük Kürt isyanı da gençlik hareketi olarak doğmuştur. Hemen tüm devrim mücadeleleri, önce gençlik hareketi olarak doğmuştur.

19 Mart Türkiye gençliğinin yeni bir hamlesidir. 19 Mart’ta Türkiye sathında, bütün toplum kesimlerinden katılanlar olmuştur, ama burada öne çıkan gençlik hareketidir. Bu gelişen hareket için, tarihsel geleneklerle uyumlu derken anlatmak istediğim, bir anlık parlamadan çok, ardından toplumun tüm sınıflarını sürükleyecek bir sürecin başlangıcı olabileceğidir. Bu, kesin böyle olacaktır demiyorum, ama böylesi bir sürece evrilmesi güçlü bir olasılıktır. Çıkışında yarattığı etkilere bakarak diyebiliriz ki; bu hareket sadece gençlikle kalmaz, bir yer sarsıntısı gibi, toplumun bütün kesimlerine yayılabilir. Geçici bir dalga değil, giderek yükselecek bir sürecin; tıpkı 60 yılların ortasından itibaren başlayan belli bir birikimin sonucu olan tektonik bir hareket gibi, yavaş yavaş gelişiyor olabilir. Gençlik hareketi, bir barometre olarak 12 Eylül’den beri birikmiş tepkinin patlamasını gösteriyor olabilir. Görünen sıradan bir sarsıntı değil. Toplum farklı bir mekana ve zamana geçmiş gibidir. Yozgat eski Yozgat, Konya eski Konya olmaktan çıktığı gibi Türkiye eski Türkiye kabuğunu patlatarak başka bir döneme geçmiş olabilir veya bu bir adımdır. Kesin şeyler söyleyemeyiz; sarsıntılar devam etmekte, ortam henüz daha tam oturmuş değildir. Devrimci yaklaşım, bu kabarışın varması gereken hedefleri yoklamaktır.

Daha düne kadar Tayyip’ten normallik dilenen sünepe burjuva muhalefet bile, tarihinde görülmedik sol ve keskin sloganları dillendiriyor. Gerçi burjuvazinin bir kesimi, hep toplumsal muhalefeti barajlamak için benzeri dönemlerde hep sola döner. Bu hareket, burjuva sınırlarda durdurulamayacak bir birikim ve potansiyel taşımaktadır. Hemen hızlı bir yükseliş göremeyebiliriz; fakat koşullar çok gergin, çelişkiler çok keskin, faşizm gözü kara kuralsız saldırıyor. Toplumun yüzde 80’i açlıkla boğuşuyor. Kürt mücadelesinin geldiği aşama, burjuva kliklerin savaşı, kısa vadede çözülemeyecek uzun bir çatışma dönemine girdiğimizi gösteriyor. Bizim gözümüzü dikmemiz gereken temel hedef şudur; Türkiye’de “suni denge” kırılmıştır, bu bir büyük deprem. Tıpkı 60’lar gibi veya 70’ler gibi veya daha eskiye gidersek, Celaliler gibi Türkiye’de yeni bir dönemin açılışıdır. Görevimiz, bu gelişmeleri adım adım devrimci bir iktidara taşıyacak ittifakları kurmak, devrimci bir iktidar hedefini tüm siyasal ve sınıfsal kesimlerin gözünde somutlayacak adımları atmaktır.

Bütün bu mücadeleyi daha ileriye taşımak için, yine bu toplumsal kavgaya girmiş yeni kesimlerle; Kemalist, milliyetçi, seküler, nasyonal sosyalistler ve reformizmle yoğun bir ideolojik mücadeleyi derinleştirmeliyiz. Bu mücadelenin başarısı, bu sürecin önüne bizzat, bugünkü gerçeklik üzerine oturan siyasal iktidar hedefinin, iktidar hedefinin somutlaştırılması ve somut güçleriyle devrim modelinin konmasıyla başarıya ulaştırılabilinir.

Devrimci hareket ne kadar zayıflatırılsa zayıflatılsın, her toplumsal sıkışma ve direniş anında 71 devrimciliği gündeme geliyor. Ama daha önemli olarak, 71 bizzat Türkiye’nin sert çelişkilerinin ürünü olarak çıktığı gibi üzerinde onca zaman geçmesine ve onun devamcısı olduğunu iddia eden öznelerin durumu, devrimci güçlerin alabildiğine zayıflamış olmasına rağmen toplumsal ve sınıfsal çelişkiler keskinleştiği oranda, şu veya bu biçimde ama sadece sosyalistler tarafından değil bütün arayış içinde olanlar tarafından yeniden gündeme getiriliyor. 19 Mart’tan sonra olan meselenin, bütün gençlik kesimlerinin beklenmedik biçimde ayağa kalkması ve aynı zamanda 71’e yüznü dönmesi, bizzat bu Türkiye gerçekliğinin, Türkiye gerçekliğindeki sınıf çelişkilerinin, kırk yıl süren savaşın, işçi ve kadın katliamlarının, gençliğin kuşak imhasının ve bir anlamda bütün bunların sonucu ve bunlara tepki olarak yeniden hatırlanışıdır. Ve 71’in hatırlanmasını, devrimin yeni üst biçimlerinin, devrimci şiddet biçimlerinin hayatın akışında bizzat toplumun önüne, mücadele etmek isteyenlerin önüne, kendisini dayatması olarak da anlamamız gerekir.

Çok bilinçli bir yönelim değil belki ama sokakları dolduran kitleler, gençlik “Çözüm Sandıkta Değil Sokakta” diye pankart açıyorsa, bu faşist iktidarı yıkacak olanın belli bir uyanışı var diyebilir miyiz, gençliğin meseleye 71’den bakıyor olmasını, böyle okuyabilir miyiz?

Mehmet Güneş: Bugün biz, 71’e artık övgü düzmekle yetinemeyiz, yaşanmış derslerle birlikte başka bir dünyada olduğumuzu anlamamız lazım. Bu dünya, Gazze’nin, Lübnan’ın, Suriye’nin yakılıp yıkıldığı; Lazkiye’de Alevilerin, Süveyda’da Dürzilerin katledildiği bir dünyadır. Bu, bölgemizi anlatan sınırlı ve kısa özet, içinden geçtiğimiz dönemde sınıflar mücadelesinin aldığı yeni biçimleri göstermektedir. Gazze yaşandıktan sonra, başka bir dünyaya, yeni bir sınıflar savaşı cehennemine girdiğimiz kesindir. Gazze yaşandıktan sonra, sınıf mücadelesine başka bir eksenden bakamazsak, 20. yüzyılın kalıp ve araçlarıyla bakarsak sınıf mücadelesinin dışına düşeriz; sistemin içine düşer, sistemin bir unsuruna dönüşürüz. Dolayısıyla biz dünyaya artık yeni bir mercekten bakmalıyız. Kendimize ve Türkiye’ye bu mercekten bakarsak; 12 Mart, 12 Eylül faşist diktaları, 40 yılı aşan Kürt katliamcılığı bitmedi ve bugünün dünyası içinde güncellenmiş olarak yeni başlıyor. Bu mercek, bize Türk faşizmini ciddiye almamız gerektiğini söylüyor. Türk faşizmi sandıkla gitmeyeceği gibi yalnız sokakla da gitmez. Bu şiddet mekanizmalarını geriletecek bir güç yaratmadan faşizmden kurtuluş olmaz. Bunu, tüm devrim isteyen güçlerin anlaması yetmez, anlayıp bu katı gerçeği, tüm halk kitlelerinin önüne somut olarak koymak zorundalar. Solda uzun bir süredir dillendirilen sokak çağrıları karşılık buldu ama Türk faşizmi sokakta gösteri yapmakla da yıkılamaz. Devrimcilerin anlaması ve tüm halk kitlelerine anlatması gereken, bizim burada anlamamız gereken; TC faşizminin ciddi bir şiddet gücü olduğu, ancak bu şiddet gücünün kıracak karşı toplumsal şiddet gücünün yaratılmasıyla alaşağı edilebileceğidir. Kürdistan’da yaşananları biliyoruz. TC faşizmini alt etmek için Kürdistan’da yapılanlar da yetmeyebilir; biçimini, nasıl boyutlar alacağını şimdiden bilemeyiz ama en az Kürdistan’da yaşanan boyutlarda şiddetli saldırılara karşı direnebilecek hazırlıkları yapmak zorundayız. Bu güçler hazırlanmadan, TC faşizmiyle başa çıkamayacağımızı herkesin anlaması gerekir.

Bu gençlik hareketinin içerisinde, sonuçta gençlik hareketini yönlendiren ya da yönlendirme iddiasında olan genç devrimciler, genç komünarlar var? Genç devrimcilere, genç komünarlara ne söylemek istersiniz? Bir dönemin içinden çıkan Denizler’den, 71 devrimci kopuşunun önderlerinden bahsettik; kimse çok ucuzundan kendisini Denizlerle karşılaştıramaz, ama şunu da atlayamayız bir toplumsal sınıfsal hareketin, öfke birikimiyle oluşan isyan dalgasının içinden çıktı bu devrimciler. Bugünkü keskinleşen çelişki ve çatışmaların içinde, bugünün genç devrimci kuşağı, özelde de genç komünarlar, kendilerini ve devrimi inşa edebilmek için ne yapmalılar, son olarak onlara ne söylemek istersiniz?

Mehmet Güneş: Bunu, genç komünarları aşan, geleceği olmayan bütün gençliğin önündeki bir sorun olarak anlamamız gerekiyor. Soruna birçok boyutuyla yaklaşmamız lazım; dönemler bir birine benzemez, hiçbir dönem bir önceyi tekrar etmez. Bir tarihten geliyoruz. Türkiye’de son yüzyılda çok şeyler yaşandı. Kürdistan’da 40 yılı aşkın bir zamandır savaş sürüyor. Türkiye’nin çözümsüz sorunları yetmezmiş gibi Kürdistan’ın tüm parçaları ve Suriye’nin tüm sorunları da işgalci-sömürgeci iktidar tarafından içeriye taşındı. Kendi önümüzdeki acil görevleri unutmadan, bölgede yaşanan tüm gerilimlerden kaçamayacağımızı bilerek, önceliklerimizi doğru hesaplayarak hareket etmek zorundayız. Sarsıntıların bütün bu topluma yayılacağını düşünerek, daralmadan ve bu gerçekliğin içinde kendini var edecek bir devrimciliğin ön günündeyiz. 20 yüzyılın bütün başarıları bizim deneylerimizdi, bizim derslerimizdi, ama bunları tekrar edemeyiz. 20 yüzyılın devrimciliğini aşmak zorundayız. Nasıl ki, 71 kendinden öncesinin değil kendi tarzını hakim kıldıysa, bugünün gençliği de bir anlamda 71 de dahil geçmişi aşmak zorundadır. 20. yüzyıl devrimciliği ve 71, bizim geleneğimizdir ve değerlidir ama bugün onları tekrar etmeye kalkmak geleneğe hapsolmakla, gelenekleri kendi mezarlarımıza döndürmekle sonuçlanır. Bugünün devrimcileri geleneği yok saymadan, ondan öğrenmeli; ama kendi devrimci tarzını kurmayı esas almalıdır. Geriye değil, özgüvenle ileriye bakmalıdır. Asıl olarak bugünkü hareket halindeki gençliğe, oradaki kaynamalara ve oradaki arayışlara bakması gerekir. Ama aynı zamanda dünya çapındaki sınıflar mücadelesinin gerginliğini, keskinliğini görerek, bizzat bölgede ve Türkiye’deki yaşadığımız olayların ve deneylerin dersleriyle önümüze bakmalıyız. Biz 40 yıl süren Kürt savaşını yok sayamayız, Suriye’de Türk devletinin oynadığı kirli rolleri yok sayamayız. Alevi katliamındaki Türk devletinin rolünü yok sayamayız. Bir bütün olarak Suriye’nin yok edilmesini, İsrail’le birlikte yapılan bu ihaneti yok sayamayız, bu içerideki gözü dönmüş işçi, kadın, gençlik kırımlarını yok sayamayız. Dolayısıyla böyle sert, kanlı bir şiddet sarmalıyla karşı karşıyayız. En konsantre hal ile kendisini bütün kurallardan azad etmiş şiddet ve güç tekeli olarak tepemizde duran bir güç ile mücadele öyle bir oyun değildir. Öncülüğe soyunan devrimci gençlik bu katı gerçeklere bakarak kendisini kurmak zorundadır.

Kaynak: Komün Gücü