Mehmet Güneş’in savunması üzerinden sanat-siyaset-ahlak değerlendirmesi – Halil Yıldız

Sitemizde yayınlanan Mehmet Güneş’in 2012 tarihli savunması, önsözde pek isabetli bir şekilde belirtildiği üzere komünist varoluşa bir çağrı olarak okunmalıdır. Bu noktanın açılması ehvendir. Burjuvazinin feodalizme karşı verdiği mücadele dönemi boyunca ahlak, estetik, sanat ve felsefe alanında var ettiği tüm üretimler burjuvazinin tarihsel süreçte iktidar koltuğuna oturduğu andan itibaren bitmiştir. Sonrasında kapitalist rejimin çöküşünün yarattığı yozlaşma burjuva kültürünü de bir bütün olarak aynı oranda yozlaştırmıştır. Feodalizme karşı burjuvazinin mücadelesi döneminde yaratılan büyük eserler artık hiç yaşlanmayan fotoğraf kareleri gibi çerçevelenip tarihin duvarına asılmıştır. O eserlerin kahramanları ise hayatın gerçekliğinde yaşadığı devinimle bugün artık düşkünleşmiş ihtiyar bireylere dönüşmüştür.

Burjuvazi ise toplumun kendi eliyle soysuzlaşmasını örtbas etme çabası içindedir. Her şeyin iyiye gittiğini, kapitalist toplumda çürüme olmadığını kanıtlamaya çalışırlar. Büyüme hızları, GSMH oranlarındaki artış, işsizlik oranlarındaki düşüş gibi sahte olgular her gün televizyon ekranlarından toplumun bilincine boca edilir. Mehmet Güneş’in savunmasındaki şu sözler devrimcilerin bir görevini bize tekrar hatırlatmaktadır. “Telefon görüşmesi yaptığım bir kişi de burada yargılanan Emral Pamuk’tur. Ayrıca iddianamede geçmiyor ama ben söyleyeyim Erdal Pamuk’u da tanıyorum. İstiyorsanız onu da örgütsel ilişkim yapabilirsiniz. Emral ve Erdal Pamuk akrabadır ve aynı mahallede otururlar. Televizyonlar bu mahalleleri göstermez. Televizyonların gösterdikleri gökdelenlerin, bankaların, tekellerin Türkiye’sidir. 24 saat ışıl ışıldır, eğlence ve zevk alemleri sabahlara kadar sürer. Bu pırıl pırıl ve yüksek binaların hemen yanı başında da Emral’ler oturur, onların mekanları başlar. Televizyonlar göstermez ama Türkiye’nin ezici çoğunluğunu oluştururlar. Mülk ve servet dünyasının kahredici baskısını ve sömürüyü etlerinde kemiklerinde hissederek yaşarlar. Yaşadıkları bu adaletsizliğe her gün her saniye daha büyük öfkeyi büyüterek yaşarlar. Emral ve Erdal Pamuk beton kırarak hayatlarını kazanırlar. Balyoz tabir edilen 10 kg’lık kulplu demirle betonları kırar ve içlerinden çıkan demirleri satarak yaşarlar. Daha doğrusu yaşayamazlar. Erdal’ın 3, Emral’ın 2 çocuğu var. Emral eşinin hastalığından dolayı uzun süre çalışamadığı için 3 ay ev kirasını ödeyememişti. Telefon konuşmasında bahsedilen para budur, bu parayı Emral’a verdim. Ayrıca açıklıyorum aynı dönemde Erdal’a da para verdim. Okullar yeni açılmıştı, iki çocuğu da önlük, çanta ve ayakkabı alamadığı için bir haftadır okula gidemiyordu, ona da verdim. Emniyetteki tutanakta Emral’le yaptığım telefon görüşmesinden hareketle örgütsel ilişkim soruluyor. Benim sadece Emral ve Erdal’la  ilişkim yok binlerce, evet tekrar ediyorum binlerce işçiyi ve emekçiyi isim isim tanırım. Ömrümün büyük bir bölümü onların arasında geçti. Türkiye’nin her yöresinde, sayısız il ve ilçede, değişik iş kollarında sendikal mücadele yürüttüm. Binlerce işçinin katıldığı büyük hak direnişlerini örgütledim. İstanbul’da 1974 yılından sonraki tüm büyük direnişlerde, Ülker, Epengle, Berec, Profilo direnişlerine hem örgütleyici hem de direnişçi olarak katıldım. Büyükçekmece’de Akçimento işçilerini, Çatalca’da Boğaziçi İplik Fabrikası işçilerini örgütledim. Bilecik, Osmaneli, Söğüt, Bozöyük, Eskişehir, Denizli, Aydın, İzmir, Kars, Ankara, Adana, Mersin ve Diyarbakır dahil yıllarca bir çok ilde çimento, toprak ve sanayi işçilerinin örgütlenmesi için mücadele ettim. 1980 yılına kadar hep işçi mücadelesinin içinde oldum, onlarla dayanışma yürüttüm. Daha sonra 12 Eylül faşist darbesi yapılınca, faşizme karşı mücadele yürütürken işçiler hep yanımda oldu. Yüzlercesine misafir oldum, arandığımı bildikleri halde bir tek gün bile yüzüme kapıyı kapamadılar.”

Bu satırlar devrimcilerin görevinin kapitalizmin sahte cennetine karşı ülke gerçeğini ısrarla anlatmamız gereğinin iyi bir örneğidir. Aynı zamanda dayanışma ve mücadele hayatı boyunca işçilerle iç içe olması, o işçilerin faşizm koşullarında dahi kapılarını kendisinin yüzüne kapatmadığını vurgulaması bir böbürlenme ifadesi değil “devrimci romantizm”in bir ifadesidir.

Vıcık vıcık burjuva romantizmi ile devrimci romantizm arasındaki ayrım son derece berraktır. Özellikle sanat ekolleri ve akımları içerisinde bu fark kendisini sanatsal üretimlerin kıyaslanmasında bulur. Devrimci sanat hayatı gerçeğe uygun bir şekilde yansıtmaktır. Ancak bu gerçek durağan ve cansız biçimde yalnız “nesnel gerçeklik” değildir. Nesnel gerçeğin devrimci dinamiklerini ve gelişimini de o gerçeğin bir parçası olarak bilir ve projeksiyonu buraya tutar. Devrimci sanat bu yüzden iyimserdir ve bu iyimserlik “devrimci romantizmin” kaynağıdır. Bu gerçeklik üzerinde inşa edilen devrimci romantizm, tarihsel materyalizmi sanatla kavratmayı, emekçileri sosyalizm “ruhu”yla eğitmeyi ve ideolojik dönüşümlerini sağlamayı hedef alır.

Varolmayan bir dünyayı ve kahramanları anlatan insanlara temelsiz ve düşsel bir dünya sunan hayatın çelişkileri ve kuşatmışlığından kaçmasını sağlayan burjuva romantizmden bağlarını koparmıştır. Ayağını sağlam gerçeğin temeline basan sanatın içinde de elbette romantizm vardır. Ancak bu geleceği kuracak olmanın yarattığı “devrimci romantizm”dir. “Devrimci romantizm” edebi yaratıcılığın hem itkisi hemde bir parçasıdır. Devrimci edebiyat kahramanlarımızı yansıtır. Yarınlarımıza bakmayı bilir. Bu onu hayalci kılmaz, çünkü Marksizm yarınların bilinçli ve yöntemli bir çalışmayla bugünden kurulacağının muştucusudur.

Burjuva romantizmine gelecek olursak; bugün egemenler tarafından, burjuva sanatçısının bireyci karamsarlığı sanatın teori ve pratiği olarak yüceltilmektedir. Gizemcilik ve pornografi merakı burjuva kültürün bugün itibarıyla karakteristik özelliğidir. Bunu eleştirdiğimiz için bizi muhafazakarlıkla suçlamaları da ayrı bir garabettir. Artık burjuva sanatının karakterleri hırsızlar, ajanlar ve serserilerdir. Bu karakterleri yaratanlar ise kalemlerini burjuvaziye satmışlardır.

Burjuva romantizminin bireyci ahlak(sız)cılığı özellikle devrimci mücadelenin dip dönemlerinde daha ağır nükseder. Gorki 1907’den 1917’ye kadar geçen on geriye düşüş yılını Rus aydınlarının en utanç verici ve kısır dönemi olarak tanımlar. 1905 Devrimi sonrası devrime yüz çeviren aydınların sanatsal üretimi pornografi ve gerici gizemcilik çamuruna batmıştır. İhanetlerini şu yaldızlı sloganla örtbas ederler “Ben yüce saydığım her şeyi yaktım ve yaktığım her şeyi yüce saydım.”

Bir zamanlar yüce sayılan tüm değerler şimdi yakılmalıdır. Tarihimiz, kahramanlarımız, değerlerimiz hepsi birer geçmiş zaman masalıdır. Her biri Kaf dağının ardındadır. Ve hatta bizim abartılarımızdan ibarettir…

Bu dönemde Ropşin, Vinniçenko gibi devrim dönekleri kapağı burjuvazinin kampına atarken Merejkovski bir adım ileri giderek 1905’teki o büyük kalkışmayı “ayaktakımı hareketi” olarak nitelemekte hiçbir sakınca görmez. Bu dönemin dönekleri kendi ahlaki yozluklarını içerikten yoksun biçimsel güzellik peşinde koşarak saklamaya çalıştılar. Sembolistler, imgeciler ve her türlü çürümüş sanatsal akım Rusya’da bu dönemde su yüzüne çıkar. Eserlerin temel teması, ıstırap, özlem, ölüm, gizemcilik ve kadercilik temalarıyla iç içe geçen erotik aşk hikayeleridir. Bu rezilliği ise sözde biçimdeki estetikle kapatma çabasına girişirler. Öyle ya “Sanat, sanat içindir.” Bu yazarların ruhsal dünyasını karanlık bir umutsuzluk, erotizmle karışık gizemci deneyler oluşturuyordu. Deneyimlemek bir değer olarak savunuluyordu. Romanlardaki kadın karakterler bir rahibe midir, yoksa fahişe mi ayırt edilemez hale gelmişti. Eserlerindeki kadın karakterlerin arzu ve duaları o kadar iç içe geçmiştir ki, her ikisi birden oluverirler.

Bugünün Türkiye’sinde ise durumun pek farklı olduğunu söyleyemeyiz. Devrimci hareketin en geri noktaya düştüğü bu dönemde, sanat da rotasını kaçınılmaz olarak burjuva bireyciliğine kırmıştır. Dünyada yalnız kendisine ait olan biricik zekası ve insancıllığı yüzünden anlaşılmadığı için kıvranan depresif karakterler mi istersin, yüce saydığı her şeyi yakarak hazcılığın domuz ahırında debelenmeyi muhaliflik diye yutturanlar mı istersin. Toplumun çürümesiyle beraber at başı gider hale gelen tarihin bit pazarında her türlü düşkünlük alıcı bulur hale geldi. Peki, bunlar niye bugün bunca revaçta? Bu sorunun cevabının bir boyutunu gene Mehmet Güneş’in savunmasından uzunca bir alıntıda arayalım.

“Türkiye’nin toplumsal zihniyetindeki adalet ve ahlak anlayışına bakın, sık sık basın ve televizyonlara yansıyor. Ağır hak ihlalleriyle karşılaşan topluluklar hırsla, şaşkınlıkla, öfkeyle bağırıyor: ”Biz PKK miyiz?“, “biz terörist miyiz?”.Devlet zorbalığıyla, polis copuyla, işkenceyle, zulümle karşılaşan herkes aynı nakaratları tekrar ediyor. Bu nedir? Bu zulme, zorbalığa davetiye değil midir? Bir insan açıkça toplum önünde tecavüze uğradığında ”bana tecavüz etme teröriste tecavüz et”veya “ben terörist değilim, terörist olursam, işkence yap” diyor. Bu bir alçaklıktır ve toplumsal alçalmadır; ikiyüzlülük, adaletsizlik, ahlaksızlıktır.

Bu toplumsal linç çağrıları nasıl meşrulaştırıldı? Bunu yaratan bu devlet ve sermaye düzenidir. Aydınlar, entelektüel denilenler, akademi, basın ille de yazılı ve görsel basın bu alçak zihniyetin yaratıcısıdır. Çok değil yakın tarihlerde bu ülkede yaşanan olaylar, bu ülkenin büyük şehirlerinde devrimcilere karşı sürdürülen sürek avları bu korkak, ikiyüzlü zihniyeti yaratmıştır. Türkiye’nin büyük şehirlerinde yüzlerce insan birer, ikişer, üçer kıstırıldıkları evlerde son model otomatik silah ve bombalarla donatılmış, profesyonel özel polis timlerince katledildi ve bütün bunlar televizyonlardan “canlı”, “sıcak” logosuyla tüm topluma seyrettirildi. Türkiye’nin İstanbul, Ankara, İzmir, Adana dâhil birçok ilinde böylesi belki yüze yakın operasyonda, yüzlerce genç devrimci öldürüldü.

Türkiye’de tam tarihi bilmiyorum, 50-60 yıl olabilir kaldırılalı, idamlar gündüz, sokakta kitlenin önünde ve tezahüratlar arasında yapılırdı. Daha eskiden infaz edilenler, seyrettirilmekle kalmaz, koparılmış kelleleri veya cesetleri günlerce ibret-i âlem olsun diye teşhir edilirdi. 2000 yıl önce Roma İmparatorluğu’nda ilk Hırıstiyanlar arenalara sürülür ya aç aslan, kaplan türü vahşi hayvanlar veya mesleği gladyatörlük olan eğitimli ölüm mangalarının karşısına çıkarılırdı. Her iki durumda da kurbanların vücutları parçalanır, kan fışkırırdı. Arenayı dolduran kalabalıklar bundan duydukları hazla cinnet geçirirlerdi. Ama bu 2000 yıl kadar önceydi. 2000 yıl sonra 1990’larda aynı vahşet devlet eliyle yapıldı ve bütün olanaklarla, canlı yayınlarla, kare kare bütün bunlar topluma seyrettirildi.”

Buraya kadar çuvaldızı kendimize sadece değdirdik, sanırım batırma zamanı da geldi. Birinci eleştiri devrim döneklerine gösterdiğimiz itibardır. 1931 yılında yazılan Benjamin’in “Sol Melankoni” makalesi, Kastner’in şiirlerini eleştirir:“Bu solcu radikal aydınların işçi hareketiyle hiçbir ortak yönü yoktur. Bu kesim daha ziyade burjuva çürümesinin bir görünümüdür (…) Kastner, Mehring ya da Tucholsky gibi radikal sol siyasetin yazarları yozlaşmış burjuva tabakaların proleter şaklabanlarıdır. Onların işlevi partilerin değil, kliklerin siyasal bakış açısıyla, ekollerin değil, modaların edebi bakış açısıyla üretmektir; üreticilerin değil simsarların ekonomik bakış açısıyla üretmektir; o simsarlar ve yazar bozuntuları yoksunluklarını debdebeyle sunarlar ve karşılarındaki dipsiz uçurumu bir ziyafet sofrasına çevirirler.”

Bu eleştirilerin muhatabı olan yazarlar Nazi Almanyası döneminde “yeni nesnellik” akımının öncüleridir. Yoksulluğa karşı mücadeleyi bir tüketim nesnesine döndüren bu yazar bozuntuları, devrimci temaları burjuva üretim ve yayın araçlarına uydururken, burjuvaziyi hiçbir şekilde tartışma konusu etmiyorlardı. Dipsiz kuyu diye tabir edilen yoksulluğu, yaldızlı imgelerle paraya tevil etmekte pek mahirdirler. Peki, bugünün Türkiye’sinde sözde yeni akım edebiyat ne yapıyor? Onca ıvır zıvır dergi, onca film ve kitap hepsi ciddi sayıda alıcı rezervini kimden buluyor? Bu payeleri bu kifayetsizlere kim veriyor? Değerlerimizi piyasaya süren bu pespayeler, devrimci dürtülerimizi ve kavrayışımızı kuşatıp kapana kıstırırken, biz hala bu üslubun etki gücüne ve yaygınlığına kanarak, niye benzer bir üslupla kitlelere ulaşacağımızı sanıyoruz? Hadi ulaştık diyelim. En baştan devrimciliği metalaştırarak arz eden bu tüccarlık sonrası, daha iyisi var size sattıklarımızı geri verin daha iyisiyle takas edelim mi diyeceğiz? Benjamin bile bu satırları yazarken şu hatırlatmayı yapıyor. “Bu eleştiriyi üretim araçlarını hakim sınıfın elinden alıp sosyalizmin çıkarlarına hizmet edecek şekilde düzenlemekten ilke olarak kaçınan bir yazar olarak yapıyorum.” Kendisinin sosyalist olmadığını söyleyen bir entelektüel bunun farkındayken, bize ne oluyor?

Benjamin bu eleştiriyi yaparken, iki vurguda daha bulunuyor. “Şiirlerinin nabzı zavallı zenginlerin sızlanma notalarına göre çok açık biçimde atar” “Bu akımın lirizmi her şeyden önce orta sınıfın statü çıkarlarını korur. Büyük burjuvaziye karşı kullanılabilecek her vurucu güçten belirgin biçimde vazgeçer.”Peki bizim talep ettiğimiz sanatsal üretimin sınıfsal karakteri nedir? Uzun zamandır buraya hapsolmadık mı? Atpazarı’nda İmam Hatipli liseli kızların İslamcı teneke trompetlere vurdukça “çay aşağı çay yukarı” “keşke biraz ölmesek”  ucuzluklarıyla ruhunu okşayan gürültüler, bizim imgelem ve duygu dünyamızla nasıl ortaklaşabilir? Gezi’de eylemdeki gençlere saldıran genç çevik kuvvet polisiyle aynı şarkıları, aynı dizileri, aynı filmleri nasıl beğenebiliriz “zevklerimiz” nasıl ortak olabilir? Biz bu sorunun cevabını ZEVKLER ve RENKLER tartışılmaz bayağılığıyla mı geçiştireceğiz?

Sanatın gelişimi ve toplumsal işlevi büyük oranda üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki karmaşık ilişkiler ve etkileşimde şekillenir. Bu yüzden Marx ve Engels’in tabiriyle sanat “toplumsal bilinç biçimlerinden biri”dir. Bu nedenle değişimindeki nedenler insanın toplumsal varlığında aranmalıdır. Engels, Doğanın Diyalektiği’nde “Thorwaldsen’in heykellerini, Paganini’nin müziğini yüksek düzeydeki yetkinliğini” üretebilmeleri için emek sürecinin toplumsal bilinç düzeyini şekillendirmesinin önkoşul olduğunu anlatır. Estetik duygusunun doğuştan gelen değil, toplumsal olarak kazanılan bir nitelik olduğunu vurgular.

Eğer zevkler ve renkler tartışılmazsa estetik duygusunun doğuştan gelen bir özellik olduğunu kabul etmiş oluruz. Yok, bunu idealist bir yaklaşım olarak görüyorsak, bu niteliğin toplumsal olarak kazanıldığını kabul ediyorsak, o zaman bizim estetik anlayışımız düşmanımızla nasıl aynı olabilir? Bu sorunun cevabı aslında sorunun içinde verilmektedir.

Tekrar sözü Mehmet Güneş’e bırakırsak “Devrimciler sizin düzeninizin bütün kutsallarını çoktan çöpe attılar. 6 Mayıs 1972 şafak vakti idam sehpası hazırdı, TSK subayları hazırdı, savcı hazırdı, cellat hazırdı, sehpaya çıkarıp ipi boğazına geçirdiler. Deniz celladı beklemeden sehpayı tekmeledi. Biz bu düzenin her şeyine çoktan tekme attık. O tarihten bu güne bu topraklarda bizim başımızı eğecek hiçbir olay yoktur ve olamaz.”Bu sözlerin bir kıymeti varsa gerçekten biz bu düzenin bütün kutsallarını çöpe attıysak, neden şimdi ya işe yarar bir şey bulabilir miyiz diye yeniden o çöpü eşelemek gibi bir garabet içerisindeyiz?

Çuvaldızı kendimize batırmaya devam edelim. Bir başka önemli hususa daha değinmek gerek. Birde tarihin çöplerinden çıkardığımız değersiz hurdalara kıymetli antikalarmış muamelesi yapmak gibi bir tuhaflığımız var. Yeni konuşmayı öğrenen bir çocuğun öğrenmeye dair çabası, durmadan “bu ne bu ne” diye sorması çok sevimlidir. Ancak kişiliğin inşa süreci olan ergenlik dönemi “siz bilmiyorsunuz, bunlar eskidi” ukalalığı da bir o kadar iticidir. Bir ana akım TV kanalının yanlış bilinen gerçekler serisine benzeyen akmaz kokmaz bilgilerdeki keramet bizi satmaya kalktığımızda en iyimser haliyle komik durumlara düşürür. Kastettiğimiz şeyi örneklerle açıklayalım.

Zoşçenko’nun “Bir Maymunun Serüvenleri” adlı kitabını ele alabiliriz. Ha keza buna Orwell’in Hayvan Çiftliği”ni de bu kategoriye ekleyebiliriz. Aklı kendine yetmeyen bu ucubeler Sosyalist topluma akıl vermekten çekinmezler. Sosyalizmi bayağı ve donuk göstererek şu yargıyı oluşturmaya çalışırlar; “hayvanat bahçesinde” yaşamak Sosyalizm bayrağı altında özgür olmaktan evladır ya da bir hayvan, kafesinde sosyalist bir ülkedeki insandan daha çok özgürdür.

Bu eserlerin bugün “özgürlük manifestosu” “reel sosyalizm eleştirisi” gibi algılanmasının, bizim cephemizdeki yaygınlığı vahim bir durumdur. Gene burjuvazinin dahi yazarı Zoşçenko’nun “Şafaktan Önce” adlı kitabına bakalım. 1944’te Sovyet halkının geleceği pamuk ipliğine bağlıyken ve ölesiye bir savaş sürerken insanları utanma duygusu ve vicdanı olmayan iğrenç hayvanlar olarak tasvir etmektedir. Peki, bunu niye yapar? “Savaş bir süre sonra herkesi yozlaştırır ve hangi tarafın haklı olduğu anlamsızlaşır”düşüncesinin toplumda yer etmesi içindir bütün bu yaygara. Zoşçenko’nun tarafsızlığı aslında bir Nazizm tarafgirliğidir. Benzer bir şeyi Albert Camus “Yabancı” kitabında yapmaktadır. Ona göre “Cezayirli”nin kim olduğu sorgulanmalıdır. Öyle ya, Camus’un ataları kaç kuşaktır Cezayir’de doğmuştur. Bu yaklaşımla sözde Fransız sömürgeciliği karşısındaki “Cezayirli” kimliğinin sorgulanmasını ve bu bilincin zayıflamasını hedeflemektedir. Bunu eğer öznel bir yorum olarak görürseniz, şu soruya cevap vermek zorundasınız. Camus Cezayir doğumludur. Ve Cezayir direnişi devam ederken Cezayir halkı Camus’un şöhretine güvenerek, haklı davalarını Fransız kamuoyuna anlatmalarını isterler. Camus ise “Ha Fransız uçaklarının bombaları ile ölmüşsün, ha Cezayirlilerin sepetlerinde taşıdığı bombalarla… Benim için ikisi arasında hiçbir fark yok.” der. Şimdi bu Camuslar, Orwelller ve haspaları devrimcilerin elinden düşmüyor. Düşmandan öğrenmek iyidir. Bunun için okunabilir elbette. Ancak midene kramplar girmeden, kusma hissi yaşamadan tersine keyif alarak bunları okuyorsak namaza durmadan önce bir abdestimizi sorgulamak şarttır.

Zoşçenko hani “Sovyet Tarihini” bize öğreten Zoşçenko 1922 yılında Literaturniye Zapiski dergisinde ne diyor. “… Genel olarak bir yazar olmak çok zor bir şeydir. Şu ideoloji işini ele alalım. Bu günlerde yazarların bir ideolojisi olması isteniyor… Ne can sıkıcı bir durum! Söyleyin, hiçbir parti bana çekici gelmezken nasıl “belirli bir ideoloji”ye sahip olabilirim? Parti üyelerine sorarsanız ben prensip sahibi bir adam değilim. Tamam, öyle olsun! Kendi payıma şunu söyleyebilirim: Ben ne bir komünist, ne bir sosyalist devrimci ne de bir kralcıyım; ben yalnızca bir Rusum ve üstelik siyasi ahlakı olmayan bir Rus’um. Doğruyu söylemek gerekirse bugüne kadar, örneğin Guçkov’un hangi partiye üye olduğunu bilmem. Hangi partiden olduğunu Allah bilir; benim bildiğim onun bir Bolşevik olmadığı. Ama bir sosyalist devrimcimi bir Kadet mi olduğunu bilmiyorum ve bilmekte istemiyorum.” Bu alıntı bir ibret vesikası olarak okunmalıdır. Tek tek hempalarını anlatmaya gerek yok. Tayyip’in deyimiyle “hepiniz oradaydınız!” bizse bunlardan Sovyet tarihini öğreniyoruz ve eleştiriyoruz!

Bir örnek de Onegin’den. Yevgeni Onegin, “Parodi” adlı eserinde savaş sonrası Leningrad ile geçmişin Petersburg Puşkin kentlerini kıyaslayarak, Sovyet Leningrad yaşamını aşağılamaktadır. Sözde parodi olan bu eserde konutlar, gıda maddeleri vesikaları ve izin kağıtları dalga konusu olur. O güzel çarlık günlerinde bunların hiçbiri yoktur. O narin Rus kızlar yeri geldiğinde ön cephede savaşmakta ve savaş sonrası inşa sürecinde yeri geldiğinde trafiği yönetmekte ve yeri geldiğinde yıkılan Leningrad’ın evlerini onarmaktadırlar. İşte Sovyetler’in “kadın özgürlüğü”. Onegin, Sovyetler’in kadın meselesine bakışını yerden yere vurmaktadır. Kadınların savaş yılları boyunca yüklendikleri ağır yük ve yeniden inşa sürecinde aldığı görevler, fedakarlıkları Onegin tarafından böyle yansıtılacaktır. Svetlana Aleksiyeviç “Kadın Yok Savaşın Yüzünde” kitabıyla 2015 yılında Nobel Ödülü alabiliyor. Eğer II. Paylaşım Savaşı’ndaki Kızıl Ordu’nun tarihsel rolünü ve kahramanlığını karalamaya yönelik bir iş yaparsanız Nobel bile alabilirsiniz. Bir de “Kadın” merkezli bakış açısıyla böyle bir karalama kampanyasının içinde olursanız Nobel kifayetsiz kalır. Oysa tamamı kadınlardan oluşan bir Kızıl Ordu birliğinin cephe gerisinin çok uzağında destek alamadan sayıca kendisinden kat kat daha fazla olan Nazilere kök söktüren kahramanca direnişleri (ki biri bile hayatta kalmamıştır) ve bu direnişin anlatıldığı “Sakindi Oranın Şafakları” kitabı merak bile edilmez. Biri “eleştirel bakış” diğeri “tarafgir propaganda”dır.

Örnekler saymakla bitmez. Apartait rejiminin yancısı Mandela kahramanımızdır. Mandela’nın, katledilmesinde kuvvetle muhtemel müdahil olduğu Güney Afrika Komünist Partisinin yiğit önderi Haney aklımıza bile gelmez. İngiliz ordusunda sıhhıyecilik yapmış, siyahların davalarına bakmayı reddeden ırkçı avukat, Hindistan’daki kast sistemini Hindistan ulusunun tutkalı olarak gören Ghandi kahramandır, Ghandi’nin bizzat yazılı onayıyla arkadaşlarıyla birlikte darağacına gitmekten çekinmeyen Sosyalist Bhagat Singh’in esamesi bile okunmaz. Ataların dinine dönme sloganıyla devrimcileşen Amerikan siyah hareketinin devrimci lideri Malcolm X hak ettiği değeri görmez. Ama Amerikan ajanı Muhammed Eliah ile aralarında Fethullah Gülen-Hakan Şükür ilişkisine benzer bir ilişki olan Boksör Muhammed Ali Vietnam savaşına katılmadığı için kahraman olur. Siyah hareketin sosyalist gençlik önderi Stokely Carmichael’in ise yüzüne bakılmaz.

Avusturyalı idealist filozof Oswald Spengler’le I. Paylaşım Savaşı sonrası yapılan bir röportajda şu soru sorulur:“İkinci bir dünya savaşının çıkacağına inanıyor musunuz?” Ve Spengler hiç bekletmeden herkesi şaşırtan cevabı verir “Kaçınılmaz.”. O yıllarda bu cevap garip görünür. Çünkü kimin kiminle savaşa gireceği I. Emperyal Paylaşım Savaşı’nın yıkımı sonrası insanlığın böyle bir şeye cüret edebileceği anlaşılır şey değildi. Spengler öyle kaçınılmaz deyince;mülakatı yapan “Çok emin göründüğünüze göre belki bize ne zaman olacağını da söylersiniz.” dedi. “40’lara doğru” diye cevap verdi Spengler. “Neden 40’lar?” “Çünkü ancak o zamana birinci paylaşım savaşını görmemiş bir jenerasyon yetişir. İşte bu jenerasyonun yetişmesi için 20-25 yıl gerekli. Kimler arasında olur bilmem ama olacak.” Bu kehanet bir paradoks olarak görüldü. Neredeyse herkes Otto ile dalga geçti. “Nereden çıkacakmış bu savaş?” “Kim kimle savaşacakmış?”

Bu anekdotu anlatma ihtiyacı duymamın nedeni şu. Devrimciler güçlü bir tarih belleğine sahip olmak zorundadır. Ve tarih güçlü bir savaş mevzisidir. Reich, faşizmi bir tarihsel kesitte Almanya’da varolan ve kapanmış öznel bir durum gibi anlamanın büyük gaflet olacağını ve faşizm tehlikesine karşı sürekli teyakkuzda olmazsak mutlak tekerrür edeceğini söylerken bir kehanette bulunmuyordu. 

Elbette savunduğumuz şey kusursuz olduğumuz değildir. Ancak bizim hatalarımızı yargılamak burjuvazinin ve onun sol soslu kafa karıştırıcı mikserlerinin haddi hiç değildir. Mehmet Güneş mahkeme savunmasında şu vurguyu yapar. “Bu ve benzeri davaların amacı, bu iddianamede dile getirilenlerden çok alt mantığında yatanlardır. Bu davalarda gelecek yargılanıyor. Uysallaşma yetmez, köleleşme dayatılıyor. Benim suçlu veya suçsuzluğumdan, buralarda birilerinin ceza alıp almamasından önce, tekil olaylardan önce, ben bu davalarda yapılmak istenenleri reddediyor, onlara karşı duruyorum. Bana istediğiniz cezayı verebilirsiniz ama geleceğin yargılanmasına alet olmam.” Biz geleceğin yargılanmasına alet olmamak için tarihimizi ve değerlerimizi savunmamız gerekirken eleştiri adı altında ince ince ve kendi rızamız alınarak geleceğimizin geçmişimiz üzerinden yargılanmasına suç ortağı oluyoruz.

Sonrasında Haluk Levent’ler devrimci bir durum vardı da bizim yardımlarımız mı bunun önünü kesiyor diyerek bizle dalga geçebiliyor. Bartu Çağlayan ve ekürisi Melikşah Altuntaş, Nazım’a hakaret yarışında dörtnala koşuyor. Biz bunlara öfkelenirken Ozan Öncü’nün (hakkında hiçbir şey bilmediğimiz, ikinci bir türküsünü dahi bilmediğimiz Ozan Öncü) Mao Zedung şarkısını ucuz espri konusu yapmakta hiçbir beis görmüyoruz.

Sosyalist gerçekçilik akımı ortaya çıktığında, iyi eğitim alamamış, sanat bilgisi olmayan ama toplumun eğitimi ve moral gücünü yüksek tutmak için sanat yapmak isteyen devrimciler, şu kaygıyı taşıyordu:“Balzac’lar Vinci’ler varken biz üstüne ne koyabiliriz?” Ama devrimcilerde olan da burjuva sanatçılarında yoktu. Güçlü bir öz… Bu öz hayatın ve hakikatin bilgisi, mücadelenin arındırıcı estetik gücüydü. Biliyorlardı ki biçimdeki estetik çok önemlidir. Ama bu özle, bu sınıfsal perspektifle yaptıkları her üretim, biçimdeki estetik zirveye kendilerini yaklaştıran bir basamak olacaktı. Biçimde başarısızlık korkusuyla hiç bu çabaya girişmemiş olsalardı, bugün klasikler içerisinde yerini alan hiçbir büyük eser var olmayacaktı. Mehmet Güneş’in “DENİZ’İ OLMAYANIN DAVASI OLMAZ” sözü böyle kavranmalıdır. Davası olmayanın hiçbir şeyi olmaz. Ne ahlakı, ne estetiği, ne de sanatı. Deniz’i olmayanların yaptığı her şey bizden ırak olsun. Burjuvazinin yaptığı işe bakıp da imrendiğimiz göz kör olsun, burjuvazinin duyup da sevdiğimiz sözü kulaklarımızı sağır etsin,  düşman olduğunu unutup da verdiğimiz selam dilimizi lal etsin. 

Burjuvazinin dünya görüşünü yansıtan sabun köpüğü Joker’lere, Parazit’lere, Matriks’lere, fantastik romanlarına hayranlık duyar ve subliminal devrimci mesajlar ararken, ezgi estetiği yerine, matkap gürültüsüne benzeyen eklektik sesleri protest müzik diye dinleyip kendimizden geçerken, Ozan Öncü (çok bilinen bir örnek olduğu için ismini zikrediyorum,) örneğinde olduğu gibi biçim olarak şu ya da bu nedenle istenilen düzeyde olamayan yapıtlarla dalga geçme hakkını bir komünist kendisinde nasıl görüyor? Hadi bunları beğenmiyoruz, hatta mizah konusu yapıyoruz anladık. Biçim ve estetik konusunda burjuvaziyi yıllarca tahakkümünde tutmuş ve imrendirmiş, üzerinden bunca yıl geçmesine rağmen hala aşılamayan (davası olmayanın Ahmet Kaya’sı, Ruhi Su’yu, Yılmaz Güney’i, Gorki’si, Şostakoviç’i, Jack London’u, Brecht’i vb. aşarsa burjuvazi değil, biz aşacağız)  çok sayıda devrimci sanatçı ve sanatsal üretime talepkarlığımız ve faydalanma, esinlenme düzeyimiz nedir?

Mehmet Güneş’in savunması bir devrimcinin ne olmaması ve sınıf ahlakı konusunda bize güçlü bir esin kaynağı oluşturuyor. Ancak bir devrimci sadece karşı olduğu şeyle değil aynı zamanda ne olunması gerektiği cevabıyla birlikte kendisini tamamlayabilir. Doğrusu Mehmet Güneş’in bu sorunsala verilebilecek cevaplar konusunda da önemli tespitleri var. Kurucu olabilme ve devrimci kişiliğin inşasında hangi damarlardan beslenilmesi gerektiğine dair değerlendirmeler bir sonraki yazının konusu olacaktır.