Mekân ve Sınıf – Tufan Yakın

Şehir ve kentleri “Konut Sorunu” eseriyle Marksizm’le bağlantılandırarak ele alan ilk kişi Engels olmakla birlikte, bunu “mekân ve siyaset”, “kent hakkı” şeklinde daha da ayrıntılandıran Fransız aydın Henri Lefebvre (1901-1991) olmuştur. Esin kaynağı daha çok Fransa’da 1968 gençlik hareketinden sonradır. Bu konu üzerinde ilk kitabı “Şehir Hakkı”dır. Peşi sıra “Kırdan Kente”, “Kentsel Devrim”, “Marksist Düşünce ve Şehir” ve son olarak “Mekân ve Siyaset” yayınlanır. Lefebvre’den sonra David Harvey, Manuel Castells, Stavros Stavrides ve Neil Smith mekânı, şehri ve coğrafyayı Marksizm’le buluşturmayı esas alan bu ilerici akımı devam ettirmişlerdir.

Ülkemizde de son on yıldır akademik camiada özellikle sosyalizme ilgi duyan genç akademisyenler arasında kent hakkı, kentsel dönüşüm, kentlerin tarihi, kentsel iktisat ve kapitalizm; “Kentsel Müşterekler”, “soylulaştırma” (=mutenalaştırma=Gentrifikasyon), antikapitalist kent mücadeleleri, kapitalizmin coğrafi tarihi vb. konularda bilimsel tez ve kitaplar yayınlandığını izliyoruz. Ancak Türkiyeli akademisyenlerin yaptıkları çok değerli saha araştırmalarında referans kaynağı olarak Lefebvre, Castells ve D.Harvey gibi Avrupalı Marksistleri temel almaları bir noktaya kadar anlaşılır olsa da bu düşünürleri ciddi bir eleştiri süzgecinden geçirmeden sahiplenmeleri, Türkiye şehir ve mahallelerine dair özgün kavramlar üretememelerinin de en büyük nedeni olmuştur. Çoğu çalışma tarihsel verileri güncellemiş, bilimsel karşılaştırmalar ve sosyolojik saptamalar yapmış ancak sonuç aşamasında postmodern tümseği aşamamıştır.

Devrimci hareketlerin bu çalışmalara kayıtsız kalmadığı görülmekle birlikte mevcut akademik soyutlamaların gerçek yaşam ve sınıf mücadeleleri ile ilişkisini kurmakta ya da mevcut çalışmalara eleştirel bir katkı sağlamakta yetersiz kaldıkları da kabul edilmelidir. Oysa devrimci hareketlerin tarihinde gecekondu direnişlerinden kurtarılmış mahallelere, Fatsa deneyiminden antifaşist Çorum Halk direnişi, 1995 Gazi mahallesi direnişi ve 2013 Gezi İsyanı’na kadar şehir mücadelelerine dair çok zengin bir tarihsel birikimi vardır. 2014 Kobane çatışmaları ve 2016’da Sur, Cizre, Nusaybin merkezli şehir savaşlarını da saymakta fayda var.

Bizler mekân ve coğrafyayı önemsiyoruz. “Marksizm ve Kent” konusunun geleceğe yönelik bir potansiyel içerdiğini düşünüyoruz. Bugün derinleşen kentsel çelişkileri, kapitalizmin yapısal çelişkileri içinde ifade eden eleştirel-kuramsal bir dile ihtiyaç vardır.

Bu çalışmada şehir, mekân ve coğrafya üzerine devrimci bir kuram oluşturmaya çalışan aydın ve filozofları tanımaya ve onlarla tartışmaya giriyoruz. 1970’li yıllardan başlayıp 21. yüzyılın ilk çeyreğine kadar kapsamı sürekli genişleyen tarih-sınıf-kent ve bunlarla bağlantılı mekân ve coğrafya tartışmalarına elbette bigâne kalamazdık.

Yaklaşımımızın özü, şehir, mekân ve coğrafyanın günümüzde Marksizm’e teorik değil ama politik bir katkı olarak görülebileceğidir. Bu meselede “şehir ve devrim”i, “Şehir Komünlerini” esas alarak eleştirel bir sahiplenme içinde olacağız. Baştan belirtmekte fayda var, “kent hakkı”, “kentsel iktisat” ve “mekânın üretimi” gibi kavramları post-modern olarak görüyor ve bunların esas olarak muhtevaları ile ilgileniyoruz. Son olarak, bu çalışmanın asıl gayesi ülkemizde devrimci bir imkân olarak “şehir komünlerinin” teorik-politik alt yapısına dair geniş bir tartışma platformu yaratılmasıdır.

*******

Mekân, üretim ilişkilerinden sonra sınıfsallığı inşa eden önemli kaynaklardan biridir. Sınıf pozisyonları nihai anlamda üretim ilişkileri tarafından belirlense de mevcut sınıflar kendilerini birer özne olarak ancak belli bir mekânda ifade ederler. Varlıklarının kabulü buna bağlıdır. Sonuç olarak, üretim ilişkileri önce sınıfları sonra onların üzerinde yaşadıkları, onların kendi elleriyle yarattıkları ve emek güçlerini sattıkları mekânları oluşturur. Kentleşme kültürel gerilimlerin ekseninde değil, üretim ilişkilerine bağlı sınıfsal gerilimler eşliğinde yaşanmıştır.

21. yüzyılda mekânı 19 ve 20. yüzyıldan çok daha önemli hale getiren, başka bir deyişle sınıfsal farklılığın daha keskin göstergesi yapan, kentsel mekânlardaki farklılaşma ve ayrışmadır. Mesela orta-üst sınıfların kentlerin dışında uydu yerleşimlere taşınması sınıflar arası teması alabildiğine azaltmıştır. Aynı şehirde nerdeyse birbirleri ile hiç karşılaşmadan yaşamaktadırlar. Aynı yolu kullanmamakta, aynı hastaneye, aynı lokantaya gitmemektedirler.  Sadece bu değil, kentsel dönüşüm süreçlerindeki “mutenalaştırma” (kent merkezindeki tarihi mahalle ve çöküntü alanlarının rezidanslara, AVM’lere çevrilmesi vb.) hareketleri, mekanı önemli ölçüde kritik bir sermaye ve rant kaynağı haline getirirken, merkezdeki emekçi sınıfları kentin dışına sürgün etmektedir. Mekân böylelikle kapitalizmin stratejik silahlarından biri haline gelmiştir. Mekân

tekelci kapitalizm ve mutenalaştırma temelinde yükselişe geçerken aynı zamanda iktidar ilişkilerinin üretiminde de giderek başrole soyundu. İşte size Koç’ların, Tamimce ailesinin eski fabrika alanlarını yıkarak soylulaştırdığı Haliçport. Bölgenin en büyük caddesinin adının değiştirilerek “Rahmi Koç caddesi” yapılması ise büyük bir fütursuzluk örneğidir. Mutenaştırmaya birkaç örnek daha verilecek olunursa; 1980’de: Boğaziçi (Arnavutköy, Ortaköy, Kuzguncuk) 1990’da: Beyoğlu (Cihangir, Galata, Asmalı Mescit) 2000’de: Haliç (Fener, Balat) 2000’den sonra Süleymaniye, Tarlabaşı, Tophane, Sulukule, Beyoğlu, Taksim ve İstanbul’un birçok semt ve bölgesini de kapsamaktadır.

Sınıf mekân ilişkisinde 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde kimi sapmaların ortaya çıktığına değinmeden geçemeyiz. Özellikle profesyonel meslek gruplarının artan sayısı beyaz yakalıların sınıf piramidinde genişlemesini de beraberinde getirmiştir. Bu da  “sınıflar arasındaki yalın bölünmeler ortadan kalkmıştır” şeklinde ciddi bir sapma ve yanlışı beraberinde getirmiştir. Bu reformist anlayış özellikle sosyal aktivist gruplar ve “toplumsal hareketler” içinde epey taraftar bulmuştur. İşçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki çelişki ve çatışmanın silikleştirilmesi bunun yerine öncülüğünü beyaz yakalıların ve “orta sınıfların” çektiği, “çokluklar”ın (Negri) ya da “yurttaşlarla yoldaşların” (Harvey) müttefikliği ile gerçekleştirilecek “radikal demokratik dönüşümler” ön plana çıkarılmıştır. Dünya çapındaki zirve protestoları, meydan işgalleri bu görüşü doğrulamanın gerekçesi haline getirilmiştir. Sınıflar mücadelesinin öznesi ve bunun tarihsel gerekçesinin değiştirilmesi ile karşı karşıya kaldık. Özne “çokluklar”, “yurttaşlar” ya da “toplumsal hareketler” olurken, gerekçe üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki çelişki ve çatışmalardan salt kültürel pratiklere ya da bölüşüm eşitsizliklerine indirgenmiştir. Oysa kültürel pratikler, sınıfsal kimlikler içinde erimediği sürece tek başlarına birleştirici olmaktan ziyade ayrıştırıcıdır.

Mekânın toplumsal boyutuyla ilgilenen ve görüş bildiren ilk düşünür olarak İbni Haldun’u ele alabiliriz. Ondan sonra ise görüş beyan eden ve araştırmalar yapan Montesquieu gelmektedir. Mekân sosyolojisi üzerine klasik anlamda ilk eserler veren isim ise George Simmel’dir. Daha sonra disiplinler arası çalışmalarıyla Annales Okulu (Marc Bloch, Lucien Febvre ve Fernand Braudel) gelmektedir. Mekân sosyolojisi üzerine en önemli çalışmaları yapan sosyologlar ise; Henri Lefebvre, Foucault, David Harvey, Frederic Jameson,  Giddens ve Castells olmuştur. Marx, kapitalist toplumdaki önemli mekânsal odakları, şehir, mahalle, kasaba ve ulus-devlet odaklarını yeterince araştırmamıştır.

Foucault mekân için, “İçinde bulunduğumuz devir belki de her şeyden önce mekânın devri olacak.” Derken haklı mıdır? Ya da coğrafyacı Neil Smith “Mekân zamanın coğrafya olarak görselleştirilmesi yoluyla, zamanın anlamının metaforik taşıyıcısı olur” sözü ne kadar doğrudur? Yine aynı yazar, “Kapitalizm daima esas olarak coğrafi bir proje olmuştur. Kapitalizme isyanın da coğrafi bir şeyler planlaması gerekmektedir” derken sınıf mücadelesinden uzaklaşmış olmuyor mu? “Coğrafi bir şeyler!” ne demek? “Zamanın taşıyıcısı mekân”(!) ne demek? “Kapitalizm daima coğrafi bir proje olmuştur” ne demek? Burada çok ciddi teorik sapmalar mevcuttur.

Sanatçı John Berger, “Kehanet artık tarihsel değil, coğrafi öngörü gerektiriyor; sonuçları bizden saklayan zaman değil mekândır.” Diyerek zaman-mekân diyalektiğini mekân lehine fazlaca bükmüyor mu? Marx’ın kapitalizmin bir eğilimi olarak “mekânın zaman yoluyla yok edilmesi” anlayışı bu şekilde deforme edilmiş olmuyor mu? Mekân felsefi olarak maddenin yerine ikame edilmiş olmuyor mu? Madde, maddi olan her şeyin genel adıdır; mekân da bunun içine girer. Mekânı maddenin üzerine çıkaranlar, materyalist olmaktan çıkar, idealist-pozitivist olur.

Lefebvre sınıf mücadelesinin günümüzde her zaman olduğundan çok daha fazla “mekânda okunur olduğunu” ve bu anlamda mekân sorununun kapitalizmin “yeni bir evresini” teşkil ettiğini ileri sürer.  Kapitalizmin iç çelişkilerini her defasında çözerek büyümesini “mekânı işgal ederek” ya da “mekân üreterek” sağladığını iddia eder. Mekân bu anlamda kapitalizmin her krize girdiğinde kullandığı bir tür imdat freni midir? Oysa Marx’ın Komünist Manifesto’daki “Ülkelerin düşünsel yaratıları ortak mülk oluyor… Pek çok ulusal ve yerel edebiyattan bir dünya edebiyatı doğuyor… Düşük mal fiyatları burjuvazinin Çin seddini yıkmak için kullandığı ağır toplardır…” vb. sözleri kapitalizmin büyümesinde mekândan çok daha bilimsel saikler değil midir? Sermaye ihracı, fikri mülkiyet haklarının metalaşması vb. Kaldı ki tekellerin hâkimiyetiyle kapitalizm, emperyalizm biçiminde kendi yeni evresine çoktan girmemiş miydi? Lefebvre kapitalizmin “yeni evresinden” bahsederken onun mali oligarşilerle, dünyanın paylaşımının tamamlanması ve sermaye ihracı ile bağlantısından hiç söz etmemektedir.

Nihayetinde emek der Engels, “tüm insani var oluşun ana koşuludur.” O kadar ki, “bir anlamda emeğin bizzat insanı yarattığını söylememiz gerekir” Yani insan kendini yaratmış bir türdür. Mekânı yaratan, onun yeniden üretimini sağlayan da emektir. Dönemin Avrupalı aydınlarında başat olan öncelikle Lenin’siz bir Marksizm’dir. Bunu başardıkları oranda Marksist olmayan bir Marksizm’e yönelmişlerdir.

Yukardaki sözler her ne kadar Marksizm esinli mekânsal ve coğrafi bir tarihsel materyalizmi inşa çabası olarak görülse de kendi zamanlarıyla sınırlı kalmışlardır. Geleceği kuşanacak bütünsel fikirlerden yoksundurlar. Albert Einstein zaman ve mekân için, “…bilimin çıkarları açısından farkında olmadan bizi yönetir hale gelmemeleri için bu temel kavramları tekrar tekrar eleştirmemiz gerekir” der. Kentsel hareketler üretim ilişkileri içinde gerçekleşmezler. Öncelikle bunun bilinmesi gerekir. Ama bu durum kentsel hareketlerin sınıfsal bir hedefi gerçekleştirmeyeceği anlamına gelmez.

Bu durumda öncelikle mekânın dinamik bir tanımını yapmak büyük önem arz ediyor.

Mekân’ın başta insan olmak üzere üretici güçlerle ilişkisi üzerinden çözümlenmesi gerekmektedir. Bu anlamda onu  “yer”, “zemin”, “alan”, “uzam” ya da “topos” ile sınırlı ele alamayız. Coğrafi bir konumlanmanın çok ötesindedir. Coğrafi bir imge değildir. İdeolojik, sembolik, kültürel ve tarihsel özellikleriyle birlikte ele alınmalıdır. Her şeyden önce mekân, içine yerleşilen maddi nesnelerden bir biçimde ayrı, mutlak bir kendilik olarak görülmemelidir.

Doğa, toprak, tarım, sermaye, üretim tesisleri, şehirler, köyler, ulaşım ve iletişim hatları, her türlü sivil, askeri, kültürel, sanatsal ve kamusal binalar gibi insanlığın tarihsel gelişiminin yapı taşlarının neredeyse tümünü birer mekân olarak görmek elbette mümkün. Ancak biliyoruz ki bu sayılanları  “mekânlaştıran”, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki mücadelelerdir. Bu anlamda mekân elle tutulur gözle görülür ve hissedilir gayet maddi-nesnel olgulara tekabül ettiği kadar sınıf mücadelelerin bir ürünüdür. Yani hem bir alt yapı hem de bir üst yapıdır. Mekân üretim araçlarının çoğunu kapsadığı kadar aynı zamanda üretici bir güçtür. Birçok cismi çağrıştıran soyut genel bir adlandırmadır.  Aynı “eşya” kelimesinin kullanımında olduğu gibi. Eşya maddi aletleri çağrıştıran bir soyutlamadır. Ama örneğin vida somut bir eşyadır. Son olarak zamandan önce mekân yok muydu? Zamanın mekânı yutması kapitalizmle başlar.

Kentlerin tarih yazımının konusu olması 19. yüzyıl olmakla birlikte modern anlamda 1960’lı yıllardır. Bunun nedeni 2. dünya savaşından sonra Avrupa’da kentlerin savaş yıkıntıları üzerinden yeniden inşa edilmesi ve üçüncü dünya ülkelerindeki hızlı nüfus artışı ve kentleşmedir. 1970’li yıllardan itibaren mekân, şehir ile bağlantılı olarak sosyal-siyasal hatta felsefi bir terim düzeyine taşındı. Dünya toplumsal sistemini ifade eden bir kavram seviyesine yükseltildi. İdeolojik bir kavram oldu. Kaynağı sosyolojinin babası Durkheim olmakla birlikte pratikte daha çok şehirlerin kapitalistleşmesi ile gerçek formunu buluyordu. Kısa süre içinde mekân coğrafya ile de ilişkilendirilerek şehir-mekân ve coğrafya üçlüsünden mütevellit bir yeni “tarihsel materyalizm” ortaya çıktı.

Mekân’a neden ihtiyaç duyuldu? Lefebvre mekân için “daha birkaç yıl öncesine kadar bu terim geometrik bir kavramdan, boş bir ortam kavramından başka bir şeyi çağrıştırmıyordu” diyordu. Mekân’ı yeni bir keşif olarak görmeli miyiz? Üzerine ciltler dolusu kitap yazılmış, birçok aydın ve düşünür bu konuda kafa patlatmış. Dünya toplumsal sisteminde, sınıf mücadelelerinde bir boşluğu doldurmuş mudur? Bize yeni bir bakış açısı sağlamış mıdır? Marksizm’e ve devrimci mücadelelere bir katkısı olmuş mudur? İşte çalışmamızda tüm bu soruların cevaplarını arayacağız.

Lefebvre’nin ana tezi şudur: “Üretim biçimi mekânını ve zamanını da üretir. Böylelikle kendini gerçekleştirir.”  Lefebvre’ye göre “Mekânın üretimi hem bir üretim aracı hem de bir güç aracıdır. Mekân şeyler arasında bir şey, ürünler arasında herhangi bir ürün değildir. Üretilmiş şeyleri sarmalar.”

Buraya kadar katılmamak mümkün değil, ancak şehirlerin de mekânlar gibi bir üretim aracı olduğunu ifade etmesi elmalarla armutları karıştırmasıdır. Çünkü şehir sadece fiziki-coğrafi bir yer, bir topos değildir aynı zamanda içinde bir nüfus barındıran tarihsel- toplumsal bir oluşumdur. Mekân onun sadece coğrafi yönüdür.  Yani şehir aslında fiziki, coğrafi, tarihi ve toplumsal mekânların toplamından çok daha fazlasıdır. Şehirlerden önce mekânlar vardı. Evet, ama şehirlerin sadece mekânlar üzerinde yükseldiğini söylemek kaba materyalizmdir.

İlk insanlar için mekân sadece maddi bir yer değildi. Ölmüş kuşaklarıyla iletişime geçtikleri, rüyalarını anlamlandırdığı, korkularıyla yüzleştiği ruhsal bir geçitti de. Yani mekânın spritüal, tinsel ve sembolik bir anlamı da vardı. İşte bu yüzden şehirlerin tohumlanışının ve gelişiminin tarihi, aynı zamanda onu var eden tüm mekânsal çeşitliliğin de tarihidir. Şehir bu mekânsal-uzamsal çeşitliliğin üzerinde yükselmiştir. Şehrin tarihi nerdeyse insanlığın tarihidir. İlk iş bölümünün ve ilk sınıflaşmanın gerçekleştiği yerdir kentler.

Şehir tarih, mekân ise tarihin sahnesidir. Silsilesidir.

Kapitalizm işçi sınıfını şehirlerde toplarken fabrikaları onlara mekân yaptı. Fabrika, emeğin ve mekânın kapitalize edildiği yerdir. Çok dramatik, fabrikalardan önce üretimin mekânı merkantilize evlerdi. Sabah kalkınca kişi yatak odasından evin üretime ayrılmış bölümüne geçiyordu. Pandemi ile buna geri dönüldü. Evden çalışma! Zamanın “zorunlu” bir çalışma biçiminin günümüz kapitalizmi açısından bir “gerekliliğe” dönüşümüne güzel bir örnek. Devletin ortaya çıkışı nasıl ki ilk başta tarihsel bir zorunluluktu ama bu nesnellik bugün nasıl öznel-pratik bir yönetim felsefesine dönüştüyse; aynı şekilde merkantilist çalışma bir zorunluluk, kapitalist çalışma bu zorunluğun kozasının çatlatılarak içinden artı-değeri çıkarabilme meziyetiyle kendini gösteren bir gereklilik olmuştur. Kapitalizm tüm tarihsel ve doğal zorunlukları bir işleyiş haline getirmiştir. Kendini de bu işleyişin içinden doğurmuştur. Mesela Marx, devletin ilk ortaya çıkışını, doğuşunu o kadar bilimsel çözümlemiş, betimlemiştir ki, kapitalizm kendi bekasını bu tanımın içinden çekip çıkarmıştır denilebilir. Devletin doğuşunu mealen “Karşıt sınıfların birbirlerini kısır bir savaşım içinde yiyip bitirmemeleri”ne bağlayan Marx, aynı zamanda burjuvaziye pratikte devlet yönetim felsefesinin yolunu da göstermiş oluyordu. Devlet gereklidir! Yoksa toplumlar kendi içindeki sonu gelmez savaşlarla kendi köklerini kurutup, geleceklerini yok edebilirler!

Artı değer, canlı emeğin mekâna tutsaklığı üzerinden sermayeye aktarılan –görülmeyen– fazla değer oldu. Tüm bu süreçte mekân üretim ilişkileri ve üretici güçler arasında dolaylı bir güç olarak rol oynadı.

Mekân son tahlilde kendisini üreten zamanı dondurarak yansıtır. Onu hareketli bir filmin kendisi gibi değil de o filmin hareketsiz karelerinden oluşmuş hali olarak ele almak daha doğrudur. Hareketsiz kareleri bir film haline getiren güç ise emek-sermaye çelişkisinin gerçek failleridir.

Sınıflar meselesine gelince, tekrar da olsa komünistlerin bu konudaki fikirlerini özetlemekte fayda var.

Çıkar grupları, gelir düzeyi, vasıf, eğitim, mevki, mekân ve farklı meslekler sınıfların oluşumunda neden değil sonuçtur. Marksizm üretim sürecindeki sömürü ilişkilerini temel alan yaklaşımıyla, statüleri ve toplumsal katmanları aşan bir sınıf kavrayışını getirmiştir.

Post-marksizm; bilgisayar, yazılım, biyoteknoloji, yapay zekâ vb. yüksek teknoloji sektöründe çalışan bilgi işçileri ile edebiyat, sanat, reklam, moda ve sinema çalışanlarını, işçi sınıfı dışında “orta sınıf” olarak ele almaktadır. Bu görüşün zaafı, üretici sınıf içinde yeni bir katmana dikkat çekerken bunu kapitalist toplumun temel sınıf yapısını reddederek, bilgiye, sanat ve kültüre sadece ayrıcalıklı sınıfların erişebildiği, kendini aşan bir misyon yükleyerek yapmasıdır.

Bu tarz teoriler Marksist yaklaşımın, “orta sınıfların genişlemesi” gibi toplumsal yaşamdaki değişiklikleri öngöremediğini ya da onun 19. yüzyılın sanayi toplumunu açıklayabildiğini ancak bugünü açıklama yeteneği olmadığı görüşündedir.

Ancak Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da dediği gibi; Bugüne dek üstün değer verilen ve sofuca bir ürküntüyle bakılan ne kadar eylem varsa burjuvazi bunların hepsinin üstündeki kutsallık örtüsünü çekip atmıştır. Doktoru da hukukçuyu da rahibi de şairi de iktisatçıyı da kendi ücretli emekçisi haline getirmiştir.

Belirleyici olan işin somut biçimi, üretilen nesnenin fiziksel olup olmaması değil, üretim sürecinde girilen ilişkidir. Sınıflar arasındaki eşitsizliğin ve bu eşitsizliğin kaynağı bölüşüm ilişkileri değil, esasen üretim ilişkileridir. Kentleşme de kültürel-teknolojik gerilimlerin ekseninde değil, üretim ilişkilerine bağlı sınıfsal gerilimler eşliğinde yaşanmıştır.

Bu nedenle Marx’ın emek anlayışı, günümüz toplumunda gelişen ve büyüyen sektörleri kapsayacak ve açıklayacak diyalektik zenginliğe sahiptir. Emek somut biçiminin ötesinde toplumsal bir ilişkidir.

Bu açıdan Marx, hiçbir zaman işçi sınıfını belirli bir sektör ya da meslekle, vasıf ya da eğitimle sınırlamadı. Örneğin yapısalcı sınıf analizinin tipik temsilcisi Nicos Poulantz “işçi sınıfı sadece sanayi ve ulaştırma sektörlerinde çalışan üretken işçilerle sınırlıdır” derken ne kadar yanılıyorsa Hard ve Negri, bilgi ve yazılım işçilerini, kültür ve sanat çalışanlarını “orta sınıf” olarak adlandırırken o kadar yanılmaktadır.

Tarihsel maddeci sınıf kuramında toplumsal sınıflar tek tek ele alınıp incelenmezler, artığa el koymanın belirli biçim ve mekanizmaları çerçevesinde girdikleri karşılıklı ilişkiler içinde kavranabilirler. Dolayısıyla sınıfların oluşumunu sınıflar arasındaki mücadele belirler. Marx bunu şu şekilde özetlemiştir: “Tek tek bireyler ancak başka bir sınıfa karşı ortak bir savaşım yürütmek zorunda oldukça bir sınıf meydana getirirler.” Bu bağlamda sınıflar arasındaki savaşımın aynı zamanda sınıfları oluşturan dinamik olduğunu söyleyebiliriz. Sınıf, aslında sınırsız bir teorik çatıya sahiptir. Hiçbir iktisadi, siyasi, ideolojik, tarihi ve kültürel yapı yoktur ki onunla ilişkisi olmasın.

20. yüzyılın son çeyreğine kadar sınıf alanında yürütülen çalışmalarda daha ziyade işçi sınıfının ekonomik yaşamı merkeze alınmıştır. 21. yüzyılda kapitalizmin örgütlenme yapısındaki değişimler sınıf ve sınıfın yapılandırılmasında siyaset ve kültürün de tamamlayıcı bir rolü olduğu gerçeğini gözler önüne serdi. İşçi sınıfı; oluşturulduğu kadar, kendi kendini oluşturmuştur. Ekonomik tarihin olduğu kadar siyasal ve kültürel tarihin bir olgusudur.

Klasik sınıf ve toplumsal tabakalaşma teorileri, akışkanlaşan kapitalizm (dijital teknoloji, esnek üretim, mal, hizmet ve para transferlerinin hızlanması vb.) ve yeni sosyal eşitsizlikleri (göçmenler, mülteciler, Avrupalı Müslümanlar, kadınlar, proleterleşen öğrenciler, azınlıklar, eko-politik topluluklar vb.) çözümlemede giderek yetersiz kalıyordu. Kentlerin sanayisizleşmesi, işçi sınıfı ve sermaye arasındaki çelişki ve ayrışmalar, toplumsal cinsiyet ve etnisite gibi boyutlarıyla daha karmaşık bir boyut alınca, kavramsal ilgi odaklarının yer değiştirmesi ile karşılaştık. Bunun karşısında İngiltere kaynaklı meslek, işbölümü ve istihdam temelli sınıf çözümlemeleri Marksist sınıf analizlerine ekonomist yaklaşımın ürünü olmaktan ileri gidemediler. Oysa yapılması gereken yeni koşullara uygun olarak sınıf analizinin derinleştirilmesiydi. Bu anlamda siyaset ve kültür devreye girer. Maddi eşitsizliklerin üretiminde toplumsal kültürün rolü yadsınamaz. Ancak kültürü, “şehirler artık tüketim merkezleridir, sınıfsal karşıtlıkların yerini kimlik, yaşam tarzı, mekân, coğrafya vb. almıştır” şeklinde sınıfı tümden yadsıyarak ele alan ‘yeni nesil’ teorisyenler de vardır. Bu şekilde İngiliz Marksistleri ekonomist temelde; Hardt ve Negri’nin takipçisi yeni nesil post Marksistler de kültüralist temellerde sınıfın altını oymuşlardır.

Statü ve meslek üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkileri Marksist sınıf analizi kadar somut veremez. Bunlar sınıflar arası ilişki, çelişki ve mücadelelerde ikincil derecede tali unsurlardır. “Artık sınıflar arasındaki yalın bölünmeler ortadan kalkmış, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki klasik çatışma yerini kamusal alanda farklı çatışma biçimlerine bırakmıştır”(!) Her gün her ülkede sayısız işçi direnişi gerçekleşirken böyle bir tespiti ancak yeni nesil ‘teorisyen’ler yapabilirdi. Daha da ileri giderek sınıflar meselesinde artık “yaşam tarzlarının” tek belirleyici olduğunu dahi öne sürdüler. Şunu hiç unutmamak gerekir, burjuvazinin sınıf çelişkilerini kentsel çelişkiler olarak kabul edip doğallaştırması, sınıfa karşı yeni bir saldırı yöntemidir. Düşünsenize, emekçi sınıflara ipotekli konut kredisi ile verilen, şehirlerden uzakta, niteliksiz, suni bir çevre ile müteşekkil sosyal konutları sadece alt sınıflaştırmanın pekiştirildiği bir kentsel mesele olarak görebilir miyiz? Bu aynı zamanda müthiş bir sınıfsal saldırı değil midir?

Fransız sosyolog Pierre Bourdieu, klasik sınıf fikrinin ‘cazibesini’ yitirdiği 21. yy başında “Ayrım” adlı eserinde gelişmiş toplumlarda sınıfın önemini koruduğunu söyleyerek, Avrupa’da o dönem esen yeni nesil post-Marksist teorilerin önüne bilimsel-politik bir set çekiyordu. Bourdieu, üretim araçları sahipliğini reddetmeden toplumsal farklılık ve tabakalaşmanın;  ayrımcılığa tabi tutulan azınlıklar, eko politik topluluklar, proleterleşen öğrenciler, kadınlar, göçmen ve mülteciler, kent yoksulları, beyaz yakalı işçiler vb. sınıf dışı grup ve topluluklar tarafından derinleştirilebileceğini ileri sürüyordu. Bu meselede kendi yarattığı kavramları kullanır. 1. ”Kültürel sermaye”, 2. “Sembolik iktidar”, 3.“ Alan” ve 4.“Habitus”.

Doğup büyüdüğü, uzun süre içinde yaşadığı, belirli bir kimlik edindiği okul, aile ve mahalle gibi bellek mekânları ile oluşan bir bilinçlilik durumunu ifade eden “habitus” kavramı, gerçekten de Marksist sınıf analizini derinleştiren bir kavramdır. Çocukluk ve gençlik döneminden devralınan alışkanlık ve eğilimlerin, yaşadığı ortamın tarihi-kültürel dokusunun sınıfların oluşumunda kayda değer bir etken olduğunun altının çizilmesi özellikle Marksistleri meşgul eden orta sınıf meselesinde ciddi mesafeler kat edilmesine neden olabilmiştir. Kültürel sermayeye gelince; basın, televizyon, moda, reklamcılık, edebiyat ve sanatın tüm biçimlerinin üretim araçlarıyla ilişkisi üzerinden çok daha dinamik bir sınıf oluşumunu ortaya serer. Bourdieu, ekonomik eşitsizliğe dayanan kapitalist iktidarı sorgularken kültürel sermayeye hususi olarak değil, rekabetin ve toplumsal yaşamın temel bir parçası olarak bakar. Böylece kültürel sermayeyi sınıf çözümlemelerinde başat bir belirleyici değil, “bir farklılaştırma değişkeni” ve “sınıflandırma ilkesi” olarak görür. Hem üretim araçları sahipliğinden kaynaklı ekonomik temeli hem de kültürel sermaye ilişkisini kullanır. Nihai olarak bu iki varlığın etkileşiminden doğan dinamik bir sınıf oluşumu sürecine dikkat çeker.

Yeni nesil teorisyenlerin “kolektif sınıf” yerine yaşam tarzını koymasını eleştirirken, devrimci komünistlerin de kültür ve kültürel sermaye ile bilgi ve teknolojinin sınıf oluşumundaki rolünü bugüne kadar gerekli önemi vermediği kabul edilmelidir. Ekonomik ve toplumsal eşitsizlikleri tartışırken bilgi ile teknolojik ve kültürel sermayenin hak ettiği yeri alması sağlanmalıdır.

Örneğin Hindistan işçi sınıfının oluşumunun belirleyicisi İngiliz kolonyal egemenliğine karşı verilen ulusal kurtuluş mücadelesidir. Keza Cezayir ile Fransız sömürgeciliği arasında olan da budur. Sınıf oluşumunda ezilen ulus ve ulusal toplulukların kendine ait dilini, toprağını, ekonomik yaşamını, gelenek ve göreneklerini ve inancını korumak için geliştirdiği kültürel direnişidir bu! Bunu Kürdistan işçi sınıfı için de söyleyebiliriz. Kürdistan işçi sınıfını politik bir sınıf haline getiren bağımsızlık ve özgürlük mücadelesidir. Burada da emek sermaye çelişkisine içerilmiş ulus, ulusal topluluk ve azınlık farklılaşmasından doğan kültürel çelişkiler söz konusudur. Ama bunlar bir süreliğine birincil çelişkinin önünde temel bir çelişki olarak yer alırlar.

Ulusal kurtuluş hareketleri ilk anda üretim ilişkileri içinden, sınıfsal temelde doğmazlar. Ama en sonda gerçek çelişkinin emek-sermaye çelişkisi olduğu ısrarla kendini gösterir ve kanıtlar. İlk andaki ve son andaki her iki görüntü de sınıfsal hedefe kilitlenmiştir aslında. Burada ilk anda karşıt güçler elbette burjuva-sömürgeci devlet ve işçi sınıfı değildir. Ezen, sömürgeci devlete karşı ezilen sömürge ulusun tüm sınıflarıdır. Ulusal kurtuluş mücadeleleri öncelikle kendi bağımsız iç pazarını oluşturmayı değil siyasal özgürlüğü ele geçirmeyi hedeflerler. Ekonomik pazar, teritoriyal sınırlar vb. sonuçtur. Mücadelenin başında temel olan ulusal kurtuluş, mücadelenin sonunda yerini toplumsal kurtuluşuna bırakır.

Tufan Yakın