Son birkaç haftadır, iktidarın gündeme aldığı kimi anayasal ve hukuksal düzenlemelerin ardından gelişen “baro direnişleri”, “sosyal medya sansürü”, “İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılması” ve “kıdem tazminatının gaspı” gibi gündemler etrafında gelişen bir toplumsal hareket söz konusu. Kendisine dair bir cepheyi yapılandırmış ve aktif bir saldırı halinde olan iktidar gücüne karşı, hem pasif hem de refleksif bir karşı koyma çabası olarak okuyabiliriz bu durumu.
Devrimci siyaset ve burjuva muhalefeti, her ne kadar bir kıskaca girmiş olsa da, değişen başlıklar altında, sürekli yeni toplumsal hareketlenmelerin geliştiği; kalıtsallaşmış siyasal-ideolojik bir kutuplaşmanın olduğu bir gerçeklik. Ancak bu kutuplaşmanın, bize kalan tarafının, bu düzeyde atıl kalması ve kendi içine kapanarak tali bir hale gelmesi, en fazla, içler acısı bir durum olarak tanımlanabilir. Tam bu noktada, birkaç şey söylemek gerekiyor…
*
Herhangi bir toplumsal hareket, karşıtı olduğu iktidar gücüne karşı, her türlü yöntemin, stratejik-taktik bir esneklikle beraber kullanıldığı bir savaş düzlemi (yani toplumsal bir sınıf savaşımını) yaratmadan, bir başarıya ulaşamaz. Bu “kimselerin bilmediği”, bizim de “kozmik odalarda bulduğumuz” bir sır değil elbette. Ancak bizimki gibi mevcudiyetlerde, taktiksel çeşitlilik ve iç içe geçişlerin yoğunluğu, benzer örneklere oranla daha fazla olmalıdır… İktidar gücünün kendi yönetim mekanizmasını, “batı ve doğu tipi demokrasi” anlayışlarını niteliksel anlamda kesiştirerek inşa ettiği/yapılandırdığı bir coğrafyada, bu bir tercih değil zorunluluktur.
O halde, bir savaş sürecinde olduğumuzu düşünelim. Olası bir çatışmaya-muharebeye girmeden önce, düşmanın değerlendirilmesi hayati önem arz eder. Güçler dizilimi ancak karşı tarafın güçler dizilimine kıyasla yapılabilir. Taktikler ve kullanılacak teknikler ancak karşı tarafın yönelimlerine kıyasla belirlenebilir. Ve bütün bunlar imkânlar dâhilinde şekillenir.
Diyelim ki, bize ve düşman kuvvetine ait belirlenmiş alanlar var. Düşmanın alanlarında derli toplu, her ne kadar farklı parçalar halinde olsa da, konsolide edilmiş, ortak bir hedefe yöneltilmiş bir kuvvetin olduğunun farkındayız. Ve bu kuvvetin her bir parçası farklı farklı mevzileri tutarak, bize karşı bir cephe açmış durumdalar. Ve diyelim ki oldukça yüksek bir teknik hâkimiyete sahipler. Düzenli olarak bizim tuttuğumuz alanlara saldırıyorlar ve sürekli kaybettiriyorlar.
Bizim tarafa dönüp baktığımızda ise tam tersi bir durumu görüyoruz, diye düşünelim. Birbirlerinden belki haberi dahi olmayan, darmadağınık, herhangi bir amaç etrafında hareket etmeyen, sadece karşı taraftan gelen saldırılara karşı güdüsel refleksler veren bir yığın…
O halde yapılması gereken, cepheye karşı cephe kurmak, pasif ve dağınık olan gücümüzü, aktif ve örgütlü bir hale getirmektir.
Bir savaş alanında cephe oluşturmak için öncelikli olarak, belirli bir hat üzerinde mevziler kurmanız ve bunları halihazırda olan mevzilerle bütünleştirmeniz gerekir. Bu mevzileri, birbirlerinden ayrı ya da iç içe olacak bir biçimde, ortak bir koordinasyonda hareket ettirmediğiniz sürece yenilgi kaçınılmazdır. Örneğin düşman mevzilerimizden birini düşürdüğünde, eğer ki bir koordinasyon yoksa düşen mevziinin sağında, solunda ve arkasında olan mevzilerde tehlikeye girer. Hat üzerinde ardı ardına düşecek mevziler, hattın yarılmasına ve savunmanın kırılmasına yol açar…
Bu haliyle, bir cepheyi kurduktan sonra, yapmamız gereken, önceki sürecin sonucu olarak atıl kalmış güçlere bir hareket kabiliyeti sağlamaktır. Savunma, ancak aktif olduğu sürece savunmadır. Pasif bir hal, savunmayı değil olası bir yenilgiyi ifade eder. Ancak bu durumu, halihazırda savaş alanında/cephede/mevzilerde konumlanan yıpranmış güçleri eğiterek aşamayız. Hem mevcut konumları, hem de potansiyelleri buna elverişli değildir muhtemelen. Burada yapılması gereken, elimizde olan imkanlar ve alanlar dahilinde, yeni ve dinamik olan, hem asli hem de ihtiyati güçleri örgütlemektir. Atıl kalmış ve yorulmuş mevzilerimizi bu şekilde güçlendirebilir, aktif bir savunma hattını bu şekilde kurabiliriz.
Ancak adı üstünde, bir savunma hali, aktif de olsa zaferi getirmeyecektir. Yukarıda sıraladığımız kurguya göre, yeni organize olmuş, eksikleri olan ve düşmana kıyasla ister istemez birçok yönden zayıf olan bir güç, saldırıya geçebilir mi? Geçer geçmesine de, intihar olur. O halde bütün mevzilerimizi ve asli/ihtiyati bütün güçlerimizi, saldırıya geçmek üzere hazır hale getirmeliyizdir. Bir savaş gücünü “saksıda yetiştiremeyeceğimize” göre, halihazırda “düzenli savaş” halinde konumlanan bizim cepheyi, “düzensiz savaş” taktikleriyle (baskınlar, vur-kaçlar ve sabotajlarla örneğin), çelikleştirmemiz gerekir. Bu hem karşı tarafı dağıtacak bir etki, hem de bizim gerimizde kalanları moralize edecek bir süreci yaratır.
Somuta indirgemek gerekirse:
Bugün gelişmekte olan “baro direnişi”, “sosyal medya sansürüne” karşı gelişen tepki, “İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasına” karşı düzenlenen eylemsellikler ve “kıdem tazminatının gaspına” karşı sendikal tepkiler, birbirlerinden ayrı düşmüş mevzilerdir. Bunların ortak bir hat üzerinde birleştirilmesi, yeni kurulacak mevziler ile güçlendirilmesi ve yeni-taze bir gençlik hareketinin dinamizmi ile bunlara “kan taşınması”, bu mevzileri savunabilmenin koşuludur.
Bu koşul yerine getirildikten sonra, bir iktidar perspektifinin gereği olarak, kurucu bir gücü, kurucu bir şiddet ile birlikte yaratmamız gerekir. Bütün bu mevzilerin dışından gelip (aynı zamanda içlerinden geçerek, yani onların nesnel koşullarını ve öznel mevcudiyetlerini okuyarak), iktidar gücünün mevzilerine karşı yapılacak manevralar bir zorunluluktur. Bu manevraların varoluş kaynağı, tepeden tırnağa uzmanlaşmış, devrimci bir savaş örgütünün uygulamaya aldığı şehir gerillacılığından başka bir şey olarak düşünülemez.
Daha yalın bir örnekle açıklayalım:
Örneğin: “baro direnişleri”, adliye ve parlamento önlerinden, miting alanlarına kadar, kendiliğinden dinamiklerin bir sonucu olarak gelişirken; bu süreçle eş güdümlü olarak hukuk fakültelerini işgal edecek, Kadıköy’de barolar için polisle sokakta kafa kafaya gelecek bir gençlik hareketi, bu “taze kandır”. Bu hareket; trafikteki bir kırmızı ışıkta, şu “Erdoğan karşısında ki cübbesi düğmeliyi”, denk getirip, kendisine “mendil ikram edecek” iki civan delikanlının,olası başka bir hareketi ile birleşip, bütünlüklü bir mücadele hattını yarattığı takdirde, hem reformizm virüsünün hem de küçük-burjuva radikalliğinin etrafında toplanan mevcut sol odakları ve atıl toplumsal hareketi, başka bir noktaya çekecektir.
Bir ara not eklemek gerekiyor:
Basın açıklaması, bildiri dağıtmak, yol kapatmak, işgal eylemleri yapmak doğrudan protestoculuk/direnişçilik/reformizm, olarak ele alınamaz. Küçük burjuva radikalizmi ise silahın, bombanın, suikastın ve her türlü zor yönteminin kullanılması olarak açıklanamaz tek başına… Her iki eğilimde, varoluşsal olarak, bütün bu yöntemlerin, bir savaş düzleminin dışında, birbirlerinden bağımsız bir biçimde kullanılması sonucu ortaya çıkarlar. Buradan baktığımızda, Türkiye solunun ya reformizm ile ya da küçük burjuva radikalizmi ile malul olduğunu söylememiz gerekir.
Türkiye solunun kimi tarafları, her ne kadar bunun idrakinde olduğunu iddia ederek, buna uygun “kurumsallaşmaları” yaratmasına rağmen, bu durumu aşamamaktadır. Ki bu gereksiz bir kurum enflasyonundan başka bir şeye yol açmıyor zaten. Bazı yapıların, aynı anda hem reformizme saplanırken, hem de küçük-burjuva radikalizm sınırlarında sürünmekten, kendini alamıyor olduğunu söylemekte, gerçekten abes değil.
Bugün itibariyle böylesi bir hatta öncülük edebilecek bir gücün olmadığı belli. Ki zaten bütün mevzu bahis bunu yaratmak ve kurgulamaktır. Bir önceki çalışmada, buna dair bir giriş yapmaya çalıştık. Derinlemesine bir tartışma yapmak bu yazının muhtevasını aşar…
Ancak söylemek zorundayız:
Genel anlamıyla son yirmi, daha özel olarak ise son on senede, kendisine “Marksist-Leninist-Komünist” diyen, “silahlı propagandayı” stratejik bir ayet sayan, “işçi-köylü kurtuluşunu” savunan “komünist bir emek mücadelesinin” temsil hakkını elinde tuttuğunu iddia eden, nice “Türkiyeli ve Kürdistani” “ihtilalciler” tarihin hükmüne yenilmiş, dört bir yana savrulmuş durumdadır. Artık nostaljik birkaç anlatıdan öteye geçebilmelerine dair herhangi bir dinamik kalmamıştır. Teorik ve örgütsel anlamda kendisini yaratacak olan yeni bir toplumsal tahayyülün ve ona uygun yeni bir kurucu-pratiğin yaratılması, ancak genç kuşakların ellerindedir!