Modern bir ilksel birikim hikayesi: İkizköy’ün zeytinleri – Derya Doğan

Geçen yıl Temmuz ayında, Akbelen ormanlık alanı cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile bir gecede, acele kamulaştırma alanı ilan edilmişti. Oysa bir imza ile acele kamulaştırılan ormanlık alan, zaten kamusaldı. Bizlere ilkokulda öğretilmiştir ormanların faydası ve bir ülkedeki ormanların o ülkede yaşayan insanların, doğmamış çocukların ciğeri olduğu. Bir de orman köylülerinin doğal geçimlik üretim alanlarıdır ormanlar. Kolektif kullanım alanı olan bu ormanlığın, İkizköylülerin geçimlik üretim sahasının, LİMAK’ın ve IC İçtaş grubunun ortak olduğu Yeniköy-Kemerköy (YK) Enerji’ye peşkeş çekilmesinin neresi kamulaştırma; bu düpedüz ormanlık alanın özel mülk haline getirilmesiydi.

Kapitalizmin şafağında Marks’ın “ilk günah” olarak ifade ettiği ilksel birikim süreci ile oldukça benzer bir hikayedir bu. İngiliz kralının bir gecede çıkardığı toprak reform yasasıyla, köylüler yerlerinden yurtlarından edilir, adeta topraklarından süpürülür; toplumsal mülkiyet olarak o güne kadar iş gören ormanlarda avlanmaları dahi yasaklanır. Bugünün acele kamulaştırma kararları, kamu yararı adı altında düzenlenen yönetmelikler ile kapitalizmin ilk oluşumuna kaynaklık eden çitleme operasyonları ne kadar da tanıdıktır.

Limak ve İçtaş’ın YK Enerjisi Tayyip’in çıkardığı acele kamulaştırma kararı doğrultusunda İkizköy Akbelen’e iş makinaları ve kesim araçlarıyla gitmiş, köylülerin ve doğa savunucularının direnişiyle karşılaşmıştı. Bir ayı aşkın bir süre çadır nöbeti ile direnişlerini sürdürdü köylüler, ta ki idari mahkemeden yürütmeyi durdurma kararı çıkana kadar. Ancak ne YK Enerji bu defteri kapattı ne de AKP iktidarı.

1 Mart 2022 tarihinde, bu sefer Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, adrese teslim bir düzenleme yaparak “Maden Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik” çıkardı. Bu yönetmelik sadece İkizköylüleri değil 750 bin zeytin üreticisini tehdit ediyor. Çünkü “ülkenin elektrik ihtiyacını karşılamak üzere yürütülen madencilik faaliyetlerinin tapuda zeytinlik olarak kayıtlı olan alanlara denk gelmesi ve faaliyetlerin başka alanlarda yürütülmesinin mümkün olmaması durumunda” zeytinlik alanları madencilik faaliyetine açmayı öngörüyor. Bu demektir ki, köylünün tapulu zeytinlik arazisi de olsa eğer madencilik için gerekliyse zeytinler sökülecek, başka yere taşınacak, olmuyorsa kesilecekti. Yani zeytine geleceğini bağlayanların geleceği karartılacaktı, sırf bir elin parmaklarını geçmeyen enerji tekelleri büyük kazansın diye. Enerjide kamu yararı mı dediniz, onu biz kışın soğuğuna inat açamadığımız doğal gaz ve elektrikten biliyoruz. Fahiş zamlarla ödeyemez hale geldiğimiz faturalardan biliyoruz.

Böylece köylünün rızası olsun olmasın tapulu zeytinlik alanları dahi devlet zoruyla maden şirketlerine peşkeş çekilmektedir. 1 Mart yönetmeliği çıkar çıkmaz, YK Enerji harekete geçti. Acele kamulaştırma ile olmadı, zeytinlik alanları madenciliğe açan yönetmelikle hedefine ulaşmaya çalıştı. Köylülere zeytin ağaçlarını “tahliye etmeleri” için tebligat gönderdi. Köylüler, zeytin ağaçlarını taşımadı (yüz yıllık ağaç nasıl taşınabiliyormuş birisi bunu da açıklasaymış), kesmedi diye 31 Mart’ta yine devletin askerini arkasına alarak sahaya indi. Ve zeytin ağaçlarını sökmeye başladı. Zeytinde geleceğine uzanan ellere izin vermemek için mücadele eden köylüler de oradaydı. Gözaltına, jandarmanın zoruna rağmen direndiler.

Akbelen ormanının, zeytin ağaçlarının kıyımı ilksel birikime nasıl bağlanır?

Geçen yıl Temmuz ayında, İkizköylü Nejla Işık, neden direndiklerini, bu direnişte kadınların neden öne çıktıklarını şöyle anlatmış: “Köyümüzde daha çok kadınlar bulunuyor ve köydeki işlerden de kadınlar sorumlu oluyor, bu bizim ayakta durmamızı sağlayan bir şeydir. Bu direnişi daha çok kadınlar üstlendi diyebiliriz, çünkü burası daha çok kadınların alanı. Biz bu ormanlardan besleniyoruz, bu ormanlardan nefes alıyoruz. Hayvanımız da burada, işimiz de burada bizim. Eğer bu ormanlar yok olursa hayvanlarımız, işimiz yani yaşamımız yok olacak.” [1]Akbelen ormanlarını korumak için başlatılan direnişin öne çıkan özneleri, geçim araçlarından kopartılmak istenen kadınlardı. Onlar çalışma koşullarını yok edecek, ayakta durmalarını zorlaştıracak ve yaşam koşullarını bir bütün olarak değiştirecek olan bu hamleye karşı, doğa savunucularının desteğini de arkalarına alarak direşken bir şekilde karşı koymuşlardı. Yine bu yılki direnişin de öne çıkanları kadınlar. Tıpkı Rize’nin İkizdere köylülerinin direnişinde olduğu gibi.

İkizköylü Nejla Işık’ın anlattıkları, neoliberalizmin yıkıcı proleterleştirme sürecine dair itirazın ve direnişin ifadesidir. Bugün, tarihte yaşanan çitleme operasyonlarına oldukça benzer bir süreç yaşanmaktadır, Muğla-İkizköy’de, Rize-İkizdere’de ve daha nicesinde. Kapitalizmin ilk oluşumunda, Marks’ın “ilk günah” rolü biçtiği ilksel birikim[2], o günden bugüne ekonomi dışı zorun da devrede olduğu mülksüzleştirme ve proleterleştirme süreçleri olarak, kapitalizme içsel bir olgu biçiminde devam etti, ediyor.

O halde önce ilksel birikime bakalım.

İlksel birikime dair kısa bir özet

Çoğunlukla feodalizmden kapitalizme geçiş, belli bir aşamaya gelmiş olan üretici güçlerin durumu ile açıklanır. Oysa kapitalizm, tüccar sermayesinin gelişmesi, sömürge topraklarında zenginleşenlerin feodal sınıfa karşı güç kazanmasıyla olsaydı, 15. ve 16. yüzyılda ticarette öne çıkan Ceneviz’in, sömürgecilikte başa güreşen Hollanda’nın başı çekmesi gerekirdi. Kapitalizm, ticaret sermayesi ve sömürgelerden taşınanlarla değil -ki bunlar da etkendir, ancak tek başına bir anlam ifade etmez- çitleme yoluyla gelişen ilksel birikim sonrası olmuştur. Yani diyeceğimiz o ki, kapitalizme geçiş doğal bir süreç değildir. İnsanlar, üretim ve geçim araçlarından zorla kopartılır. Böylece bir yanda mülksüzleştirmenin bir sonucu olarak emek gücünü satmaktan başka çaresi kalmayan insanlar ücretli emekçi olarak üretim sürecine dahil olur, diğer yanda bu yıkım ve süpürme operasyonu sırasında elde edinilenler sermaye haline dönüşür.

Tarihte 15-16. yüzyıllarda başlayan çitleme ile kolektif kullanım alanı olan topraklar, ormanlar bireysel mülkiyet temelinde çevrelenir. Çitlenen topraklarda artık avlanmak yasaktır. Oysa dönemin İngiltere’sinde bir tek yoksul kulübeleri olan, işleyecek toprağa sahip olmayan köylülerin belki de tek geçim kaynağı avlanabilmeleri ve ormandan edindikleridir. Ancak lortlar ve zengin çiftlik sahipleri, kendileri için hiçbir değeri olmayan insanların yerine geniş koyun çiftliklerine, av sahalarına ihtiyaç duyar. Kapitalizmin kan ve vahşet dolu bu tarihinin bir ifadesi olan “Koyunlar, insan yer.” sözü, bir atasözü olarakhala İngiltere’de kullanılır. Çitleme operasyonu, kimi zaman zengin bir çiftlik sahibinin, bir soylunun toprağını genişletmek için köylüleri toprağını satmaya zorlamasıyla, kimi zaman toprak sahibi lordun kiracı olan yoksul köylünün sözleşmesini feshetmesiyle, kimi zaman yüksek vergilerin altında ezilen köylülerin borçlarını ödeyemez hale gelmesi sonucu evlerinin ateşe verilmesi ve topraklarından atılmasıyla, kimi zaman da kralın (kim hikmetinden sual edebilir ki) çıkardığı toprak reformuyla yapılmıştır.

Marks bu dönemi en yalın biçimiyle şöyle anlatır:“Kilise mülklerinin yağmalanması, devlet topraklarına hileli yollarla el konulması, ortak toprakların çalınması, feodal mülkiyet ile klan mülkiyetinin gaspçı ve insafsız bir terörle modern özel mülkiyete dönüştürülmesi, bütün bunlar, ilk birikimin huzur veren yöntemleriydi. Bunlar kapitalist tarım için araziyi fethetti, toprağı sermayenin parçası haline getirdi ve kentsel sanayiler için gerekli olan özgür ve korunmasız proletaryanın arzını sağladı.” (Kapital 1, Marks, s.704, Yordam Kitap)

Bu süreç, elbette öyle kolay ve direnişsiz gerçekleşmez. Robin Hood filmini çoğumuz izlemişizdir; 12. yüzyılda Haçlı seferine çıkan Aslan Yürekli Richard, Kudüs’te tutsak düşer. Onun yokluğundan yararlanarak kötü niyetli prens kardeşi ve soylular, halkı yüksek vergilerle inim inim inletir, topraklarını ellerinden alır, ateşe verir. Tüm bunlara karşı Robin Hood, etrafına topladıklarıyla beraber isyan eder, zenginlerden alıp toprağı ellerinden alınan köylülere dağıtır. En nihayetinde Aslan Yürekli Richard döner, kötü kalpli prens ve avanesi, Robin Hood’un başını çektiği isyancı köylülerin yardımıyla yenilir ve tüm haksızlıklar son bulur. O hikayenin geçtiği yüzyıl belki henüz kapitalizmin şafağı değildir. Ama hikaye çitleme sürecinde yaşananların tarihsel belleklerde yer almış halinin ifadesidir. Filmde, İngiltere’deki çitleme operasyonlarının izlerini ve buna direnen köylülerin isyanını görürüz.

İşte kapitalizmin şafağı, kan ve vahşetten başka, aynı zamanda bu el koyma ve mülksüzleştirme hareketine karşı çitleri yıkma, çiftlikleri ateşe verme eylemlerinin de yaşandığı direnişlerle geçer. Bu anlamda kapitalizmin varoluşu bir karşıdevrimdir. Ortaklaşmacılığa meyleden ve feodallerin yüksek vergilerine, baskı ve zoruna karşı başkaldıran, vergi vermeyen, askere gitmeyen köylülerin isyanını bastıran bir karşıdevrimdir. [3]

“Böylece tarımsal nüfus önce topraklarından zorla koparıldı, evlerinden atıldı ve işsiz-güçsüz kalabalıklar hâline getirildi. Daha sonra kırbaçlanarak, damgalanarak, gaddar yasalar yoluyla işkence edilerek, ücret sisteminin gerektirdiği disipline sokuldu.” (K. Marks, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 688.) Hiç kimse ne üretim ve geçim araçlarından kopartılmayı ne de ücretli emekçi olarak fabrikalara tıkılmayı, fabrika disiplinine itaat etmeyi, ayak diremeksizin, kendi isteğiyle kabul etti. O dönemi karakterize eden; toprağından sürülen köylülerin kentin yoksulları, dilencileri ve berduşları olarak kapitalist iş disiplinine girmemek için sonuna kadar direnmiş olmalarıdır. Kadınlar, cadı avlarıyla itaate zorlandı, dilenci ve berduşlar itaatsizliklerinin bir nişanesi olarak kızgın demirle dağlanarak, yetmedi ölüm cezalarına çarptırılarak ücretli emekçi olarak sermaye ilişkisini üretmeye zorlandılar. Yine de 18. ve 19 yüzyılda yaşanan tüm toplumsal kalkışmaların, isyan ve devrimlerin başını çekenler bu mülksüzleştirme ve proleterleştirme dalgasına karşı gelişti.

Modern çağın ilksel birikimi

Bunlar, kapitalizmin oluşumunda Marks’ın deyimiyle ilk günah olarak işleyen ilksel birikim sürecine dair anlatılanlardır. Öte yandan, eğer geçimlik üretim araçlarını gasp ederek sermaye birikimini sağlama ve üreticiyi proleterleştirme süreciyse ilksel birikim, bu, kapitalizmin oluşumu için yaşanmış bir ilk günah olmanın ötesindedir. Kapitalizm, çitleme ve üreticileri emeklerini satmaktan başka çaresi olmayan ücretli emekçiye dönüştüren çitleme ve mülksüzleştirme operasyonlarıyla beraber yürür. Bu, genişletilmiş yeniden üretime dayalı sermaye birikiminde bir tıkanmanın sözkonusu olmadığı koşullarda daha geri plandadır. Ancak kriz evrelerinde, özellikle yıkıcı proleterleştirme süreçlerinin yaşandığı koşullarda ise ön plana çıkar.

Neoliberal sermaye birikim rejimi, özellikle Türkiye gibi ülkelerde özelleştirme saldırısıyla atbaşı ilerler. Elbette her özelleştirme süreci ilksel birikim değildir. Zira kolektif kapitalist olarak devlete ait olan işletmelerin özelleştirilmesi, bir mülksüzleştirme ve bu temelde proleterleştirme süreci olarak işlemez. Sermayenin kolektif kapitalist olarak devletten tekelci burjuvaziye transferi biçiminde olur. İlksel birikim, üreticilerin üretim araçlarından kopartılması yoluyla sınıf ilişkilerinde yaşanan dönüşümü ifade eder. Bu, Marks,’ın sermeyeyi bir ilişki olarak tanımlamasından da çıkışını alan temel bir kriterdir. Böyle değerlendirilmediği koşullarda, özelleştirme ve mülksüzleştirme hamlelelerinin hepsi, hiç ayrımsız “mülksüzleştirme yoluyla birikim”[4] olarak ifade edilir. Aslında burjuva sınıf kesimleri arası ilişki ve çelişkilerin ifadesi olan güç mücadelesi, sermaye birikimi ve tekelleşme eğilimi, bu şekilde tanımlandığında ilksel birikim tanımı flulaşır. Bu, aynı zamanda sınıfsal karşıtlık yerine, burjuva sınıf kesimleri arası çelişki ve güç ilişkilerine gözünü diken liberal reformist bir hatta savrulmaya da yol açar.

Emperyalist kapitalist sistemin 1970’lerde yaşadığı ekonomik krizden çıkış yolu, neoliberalizm oldu. Neoliberalizm, ilksel birikimin yeniden görülür ve anlaşılır olmasını sağlamıştır. Çünkü zorla el koyma sürecinin aslında kapitalist sisteme içkin yapısını çıplaklaştırmıştır. Neoliberalizm, kuralsızlık demektir. Şili ve Türkiye’de yaşanan darbe süreçleri, neoliberal sermaye birikim rejiminin nasıl bir kan ve dehşet tablosunu gereksindiğinin en açık ifadesidir. Yine Afika’daki yerli halkları yerlerinden eden, onları açlığa ve yoksulluğa sürükleyen, doğal kaynaklarını yağmalayan tekellerin kar iştahası da neoliberalizmin kara kitabını yazmaya yeter de artar bile. Çok açıktır, neoliberalizm kuralsızlığı bir kural haline getirmekte, sermayenin isterleri doğrultusunda bir hukuk oluşturmaktadır. Ve hukuk oluşturmak hiçbir yerde steril ve demokratik teamüller üzerinden gelişen bir süreç değildir.

Ancak bu da bir yere kadardı. Ve bugün, 2008’den bu yana hala aşılmamış olan küresel ekonomik krizin içindeyiz. Bu süreçte kentsel mekanın doğrudan sermayenin konusu haline gelmesi de dahil birçok neoliberal saldırı, ilksel birikimin ta kendisi olarak yaşanmaktadır. Sermaye birikim rejiminin krizi koşullarında ilksel birikim daha öndedir. Diyebiliriz ki ön koşul olmanın yanı sıra kapitalist sömürü çarkının işleyebilmesi için aynı zamanda gerek koşuldur da. Üreticileri topraklarından eden büyük mülksüzleştirme dalgalarına baktığımızda bunu görürüz. Emeklerinin üzerinde kontrol ve denetim sahibi olan, yetenekleri ve üretim bilgileri ile “serbestçe” çalışarak, dünün zanaatçıları misali yaşamlarını idame ettirenlerin “zanaat”larını ellerinden alan koşulları da bu kategoriye dahil edebiliriz.

Yine kadınların aile kurumu aracılığıyla bedenleri, emekleri ve cinsellikleri üzerinde kurulan tahakküm ve patriyarkal kapitalist sistemin sürgit devamı için bakım emeğinin yüklenicisi olmak zorunda kalması süreci de bundan kopuk değildir. Kan ve vahşet, gözyaşı ve ıstırap içerisinde emeğin yeniden üretim koşullarını sağlamakla hükümlü kılınan kadın, böylece burjuvaziye ücretleri bastırabilmesi, artı değer sömürüsünü büyütebilmesi imkanını tanımaktadır. Patriyarkal kapitalist sistemin vazgeçilmezleri aile, devlet, özel mülkiyet üçlemesi, can suyunu kadının bitmek tükenmek bilmez sömürüsünden almaktadır. Rıza üretimi, dün cadı avlarıyla at başı ilerlemiş, kadına boyun eğdirilmişti; bugün kadın cinayetleri, şiddet ve cinsel saldırılarla sömürü çarkının sürgit devamı hedeflenmektedir. 

Tekrar vurgulamış olalım; ilksel birikim, sadece tarihsel anlamda kapitalizmi önceleyen ve sermaye oluşumunda önkoşul oluşturan bir süreç değil, kapitalizme özgü bir sermaye birikim biçimidir. Özellikle kriz devrelerinde çok açık bir biçimde bu görülür. Diğer yandan artı değer sömürüsü temelinde gelişen sermaye birikimiyle eş zamanlı olarak da yaşanır. Kamusal arazilerin sermayeye peşkeş çekilmesi ve kolektif kullanım alanı olmaktan çıkartılması, bunun en çıplak halidir. 2009’da çıkartılan büyükşehir belediyeler yasasıyla, büyükşehir belediyelerinin yetki alanı il sınırlarına kadar genişletildi; böylece tüm köy toprakları, meralar ortadan kaldırıldı. Bu şu anlama geliyordu; büyük şehir olan ilin sınırları içerisinde hiçbir köy merası artık olmayacaktı. Kolektif kullanım alanı olan arazilerin hepsi büyükşehir belediyesinin tasarrufuna geçti ve bir gecede belediye arazisine dönüştü. Örneğin büyükşehir olan bir ilde artık köy merası diye bir alan olmadığı için hayvancılık yapan köylülerin hayvanlarını otlatabilecekleri bir arazi de kalmamış oluyordu. Belediye arazilerinin de çok rahatlıkla bilmem kaç yıllığına sermayeye peşkeş çekildiğini ise bilmeyenimiz yoktur. Burada ortak kullanım alanlarından sürülen köylülerin hayvancılık yapabilmeleri mümkün müdür? Yıkıcı proleterleştirme çarkı işler. İngiltere’de koyunlar insan yermiş, bugünün Türkiyesinde ise madenler, HES’ler, inşaatlar vb… İşte modern zamanlarda yaşanan bir çitleme operasyonu ve başlı başına bir ilksel birikim yöntemi…

Marks’ın diyalektiğini çalıştırdığımızda…

Marx, Kapital’de metanın oluşumu, sermaye dolaşımı ve artı değer sömürüsünü anlatır. Burada anlatılan sermaye birikimi, ekonomi dışı değil ekonomik zoru yoluyla (doğa yasası olarak algılanan ve uyulan kurallar doğrultusunda) yaşanmaktadır. Ekonominin tunç yasası işlemektedir ve zorla el koyma ise sözkonusu değildir. Kapital, ekonomi politiğin kendi ilkeleri içerisinde bir eleştirisidir. Ekonomi politiğin tüm yasaları, steril bir ortamda, hiçbir dış faktörün müdahalesi olmaksızın sorunsuzca işlediğinde bile işçi sınıfının yoksulluk ve sefaleti vakidir. Bir tarafta sefahat bir tarafta sefalet birikimini koşullar kapitalizm. Genişletilmiş yeniden üretimin sonucu olan sermaye birikiminin nesnel sonucu budur. Bunu Marx, kapitalist birikimin mutlak genel yasası olarak formüle eder.

Marx, Kapital’de burjuva ekonomistlerle tartışır. Kapitalizmin tüm yasaları, tıkır tıkır işlediğinde de (yani bir istisnai hal oluşmadığında da) bunun böyle olacağını, kapitalizmin ne kadar insanlık dışı bir sistem olduğunu tüm çıplaklığıyla ortaya koyar. Bu, sadece “ilk günah”ta (yani ekonomi dışı zorun kullanıldığı kesitte) değil her daim böyledir. Bu tarz bir koyuş, onun zorla el koyma süreçlerinin sürekliliğini yok saydığı anlamına gelir mi? Marks’ın diyalektiği çalıştırma biçimine baktığımızda gelmez diyebiliriz. Ama yine de Marks’ın bu konuyu etraflıca ele aldığını, bunun onun teorisinin görüş alanında olduğunu söyleyebilecek durumda değiliz. Marks’ta fizikteki her şeyin teorisini bulma anlayışı misali bir arayış içerisinde değiliz. Ancak şu da bir gerçektir ki sorunlara ve süreçlere Marks’ın diyalektik kavrayışını rehber edinerek yaklaştığımızda ancak ilerleyebilir ve sınıfsal karşıtlık ilişkisini kurarak devrim mücadelesini yükseltebiliriz.

İlksel birikimi Marks, tarihsel bir süreç olarak ele alır. Kapital’deki koyuşta kimi vurgular bunu düşündürür. Oysa Marks’ın diyalektiği hem tarihselliği hem de sürekliliği beraber ele almamıza mahal verir. Bugün ilksel birikimi tarihsel bir süreç olarak ele almanın (kapitalizmin oluşumunda ilk koşulu oluşturması bağlamında) yanı sıra süreklilik boyutuyla ele almanın daha doğru olacağı düşüncesindeyim. Bu, özellikle neoliberal saldırıların sınıfsal karakterini açığa çıkarmak ve mücadele dinamiklerini harekete geçirmek açısından da önemli. 

Bu da kıssadan hisse olsun

HES ve madencilik faaliyeti, doğayı katletmenin yanı sıra yöre halkını zorla topraklarından ediyor; köylüleri üretim ve yaşam araçlarından kopartıyor. Haliyle toprağından, geçimlik üretim araçlarından kopartılma tehdidi ile yüz yüze olan -başta kadınlar olmak üzere- üreticilerin, köylülerin direnişi de eksik olmuyor.

İkizköylüler, doğa savunucuları, Akbelen ormanı katledilmesin, üreticinin geleceği zeytinlikler yok edilmesin diye direniyor. Biz biliyoruz ki neoliberalizm, tekelci burjuvazinin sermaye birikimi için sınırsız çökme operasyonlarının bir diğer adıdır. Erdoğan’ın AKP’si bunu kör gözüm parmağına yapıyor, ama bu, ona has bir durum değil. Tekelci burjuvazi, öyle ya da böyle bu çitleme operasyonlarını yapmak zorunda. Bu beşli çetenin rantçılığı, çökme operasyonlarıyla açıklanabilecek bir durum değil, bir sınıf eğilimidir. Bugün yaşadığımız tam da budur. O halde burjuvazinin krizini aşma hamlelerine taş koymak, krizini daha da derinleştirmek için emekçi sınıfların yıkıcı proleterleştirme süreçleriyle yoksulluk ve sefalete itilmesine karşı sürdürdükleri her direnişi kendi direnişimiz bilmeliyiz. Sınıf mücadelesinin temel eksenlerinden biri de ilksel birikime karşı gelişen direniş ve mücadelelerdir.

Neoliberalizmin modern çitleme operasyonlarına karşı çıkan emekçilerin, yıkıcı proleterleştirme saldırısıyla karşı karşıya olanların direnişi, bugün sınıf mücadelesinin önemli bir momentini oluşturuyor. Burada sınıf mücadelesi perspektifinden baktığımızda HES’lere ve maden faaliyetlerine karşı gelişen köylü direnişleriyle ilişkimiz kesinlikle bir dayanışma ilişkisi olamaz. Burjuvazinin krizini derinleştirmek, devrimci mücadelenin bir varlık gerekçesi olmalıdır. Bu anlamda, bugün Muğla-Milas’ın İkizköy’ünden Rize’nin İkizderesine yaşanmakta olan direnişler ekolojik hareketler olmaktan çok -elbette direnişlerin bu yönü de var ve bu asla göz ardı edilemez- doğrudan sınıfsal-toplumsal hareketlerdir.

İstanbul’un Avrupa yakasındaki enerji dağıtım şirketi BEDAŞ, Cengiz Holding, Limak Holding ve Kolin İnşaat tarafından işletiliyor. Sadece burası değil; bu üçlünün Uludağ Elektrik Dağıtım A.Ş.’si (ULUDAĞ EDAŞ), Bursa, Balıkesir, Çanakkale ve Yalova’nın enerji dağıtımını üstlenmiş durumda. Yetmedi, aynı ortaklar, Çamlıbel Elektrik Dağıtım A.Ş. (ÇEDAŞ) ile, Sivas, Tokat ve Yozgat’a da dağıtım yapıyorlar. O da yetmez, Akdeniz Elektrik Dağıtım A.Ş. (AKDENİZ EDAŞ) adı altında, Antalya, Isparta ve Burdur illerinde de büyük vurgunun adresi yine aynı üç ortak. YK Enerji’nin diğer ortağı IC İçtaş’ın sahibi olduğu Trakya Elektrik Dağıtım A.Ş. (TREDAŞ) ise, Tekirdağ, Kırklareli ve Edirne şehirlerine dağıtım yapıyor. Elektrik faturalarını ödeyemediğimizde/ödemediğimizde bu enerji tekelleriyle ve bu sömürü çarkının sorunsuz işlemesinin garantörü faşist devlette karşı karşıya geliyoruz, geleceğiz. Tıpkı İkizköylülerin gelecekleri için karşı karşıya geldikleri gibi. Bizi kentlerde gecenin karanlığında ışıksız bırakan, kışın soğuğunda buz gibi evlere mahkum edenlerle İkizköylülerin zeytinlerine, Akbelen’in ormanına göz dikenler aynı tekeller.

İkizköy direnişini ve gelişecek tüm benzer direnişleri kendi direnişimiz kılmaksızın faşist AKP rejimini soluksuz bırakamayız. Bugün klasik ekonomik-sendikal mücadele ve direnişlerin kazanabilme imkanı bulunmadığı gibi hiçbir toplumsal kesimin dar kesimsel taleplere sıkışan direnişleri de başarıyla sonuçlanamaz. Ödenemez hale gelen elektrik faturaları tüm yoksul emekçilerin canını yakıyor. Bıçak kemiğe dayanmış durumda. Bizi kentte vuran elektrik zamlarını yapanlar da, enerji işçilerini sefalet ücretine mahkum edenler de, İkizköylülerin hayatlarını karartmak isteyen de aynı faşist iktidar, aynı enerji tekelleri. İkizköy’ün kazanması için Limak ve IC İçtaş’ın nerede bir şirketi, fabrikası varsa orası direniş mevzimiz haline gelmeli. Direniş sahası İkizköy değil tüm Türkiye sahası olmalıdır. Migros Depo işçileri nasıl kazandıysa İkizköy de kazanabilir. Yeter ki bu direnişi dayanışma sınırını aşan bir biçimde sahiplenip kendi direnişimiz kılalım ve ortak düşmanımıza her cepheden savaş açalım. Doğa savunucusuysak İkizköy’e gitmemiz gerekmiyor, düşmanımız her yerde. Ekoloji mücadelesini tüm ülkeye yayabilecek imkanlara sahibiz. Gençlik, Limak ve IC İçtaş’ın tüm adreslerini hedef haline getirebilir, boykotundan blokajına birçok biçimiyle direnişi büyütebilir. Kentin yoksul emekçileri, enerji dağıtım şirketlerinin önünü fatura yakma eylemleriyle mekan eyleyip, İkizköy’ün direnişini de yüklenerek yoksulluk ve sefalet birikimini öfkeye dönüştürebilir. Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Yeter ki somut bir adım atalım ve bir direnişi tüm ilişki ağı ve çevreleyen etmenleri ile birlikte düşünüp yaygınlaştıracak bir stratejik planlamayla hareket edelim. 

Bugün hiçbir direniş, savunmacı bir temelde, coğrafi anlamda kendi dar sınırları içerisine hapsedilerek kazanılamaz. 1 Mayıs’ın ön gününde, işçi direniş ve eylemlerinin, yoksul kent emekçilerinin mücadele ve direnişlerinin artacağı şu günlerde, İkizköy’ün sesini yankılayabilir, bu modern çitleme operasyonunu engelleyebilir, ilksel birikim çarkını buradan kırabiliriz.


[1]https://catlakzemin.com/ikizkoy-direnisinin-oncusu-kadinlar-bu-ormanlar-yok-olursa-yasamimiz-yok-olacak/

[2]Kapital’in Almancadan yapılan doğrudan çevirilerini esas aldığımızda, ilksel birikim, ilk birikim tanımlarını kullanmak doğru olandır. Kapital’in Almancadan İngilizceye ilk çevirisinde kavram ilkel birikim olarak çevrilmiş, diğer dillere de çoğunlukla İngilizcedeki bu hali baz alınarak çevrilmiştir. Bunun tek istisnası İspanyolcadır. Belki de kapitalizmin ilk oluşum süreci, kan ve vahşetle sembolize olan çitleme operasyonları, zorla mülksüzleştirmeyi içermesi nedeniyle ilkel birikim, orijinal kullanımından daha çok tercih edilmiş ve kabul görmüştür. Son yıllarda yapılan Türkçe çevirilerde ilk birikim veya ilksel birikim kullanılıyor.

[3]Caliban ve Cadılar’da Silvia Federici, kapitalizmin gelişimini bir karşı devrim olarak tanımlar. Çitleme operasyonları, ilksel birikim, aslında feodalizme karşı gelişen ortaklaşmacı halk ayaklanmalarının bastırılması şeklinde ilerliyor. Ve bu anlamda Federici, kapitalizmi bir karşı devrim olarak niteliyor. Onun bu diyalektiğini doğru buluyor ve bu temelde kullanıyorum.

[4]David Harvey’in Yeni Emperyalizm kitabında, yeni emperyalizm teorisini dayandırdığı temel saik mülksüzleştirme yoluyla birikimdir. O, ilksel veya ilkel birikim kavramının, bir tarihsel sürece işaret ettiğini ve bu anlamda bugünkü ilksel birikim süreçlerini tanımlamakta elverişsiz olduğunu, bu kavramlar yerine bugün “mülksüzleştirme yoluyla birikim”i kullanmanın doğru olduğunu ifade ediyor.