“Hazır kalıplar dışına çıkabilecek diyalektik beyinler yok denecek kadar ender yetişmektedir. İnsan beyni böyledir; seferber olduğu konularla dolup taştıkça başka sentezlere açılması zorlaşır. Demek hayatı bir bütün olarak ele almak zenginliğini beyinde taşımak ve yaşatıp geliştirmek tek çaredir.” Hikmet Kıvılcımlı
Marksist teorinin kurulmaya başlanmasının üzerinden yaklaşık yetmiş yıl sonra Ekim Devrimi gerçekleşti. Bir teorinin kurulması, kendine propagandistler bulması, geniş kadro ağını yakalaması epey zaman alır. Toplumlar nezdinde somutlaşıp sınanması ise yüzyılları hatta binyılları bulabilir.
Avrupa’daki işçi hareketi, Paris Komünü, 20. yüzyılın başında yükselen devrimci gelişmeler ve nihayetinde Ekim Devrimi’yle Marksizm bir insan ömrünü oluşturan zaman diliminde, bir asır bile dolmadan rüştünü ispatlamış oluyordu. Marx ve Engels’in deyişiyle ilk olarak Aydınlanmacıların hazır fikir cephanesinden oluşturulan Bilimsel-Modern sosyalizm, modern proletarya ile buluştukça gerçek ideolojik zeminine oturuyordu. Ekim Devrimi’yle birlikte Marksist teori, pratikte sınanarak somutlaşıyordu. Zafere varılmış ve dünya halklarının umut ışığı yanmışken, “sorunlar” nerden baktığınıza göre değişmektedir.
Sovyetlerden bakarsanız, yalnız kalmış bir devrim görürsünüz. Avrupa devrimine bağlanan umutların kırılışına tanıklık edersiniz. Mevcut koşullarda ayakta kalmak için aranan çareleri, devlet kapitalizmine doğru geri çekilişi, küçük özel mülkiyete verilen tavizleri, emperyalistlerle yapılan ağır anlaşmaları görürsünüz. Yönünüzü Asya’ya dönerek yeni stratejik arayışlara girersiniz. Modern stratejinin açmazlarına karşın “nüfus çoğunluğu”na sahip ülkelerin (Hindistan ve Çin) devrimleriyle sosyalizmin garantiye alınabileceğini düşünürsünüz, yeni fikirler geliştirmek zorunda kalırsınız. Yalnız kalmış bir devrim yurdunda ‘dünya devrimi’ ve ‘tek ülkede sosyalizm’ tartışmalarıyla taraflaşır ve düşüncelerinizi pratikleştirmek için iktidar kavgalarına tutuşursunuz. Marksist teorinin temel tezlerini kendi gerçekliğinizde yeniden yorumlamaya çabalarsınız… vb. Avrupa’dan-Kapitalist merkezlerden bakarsanız, devrimin koşulları varken neden gerçekleşmediği üzerine binbir yorum geliştirirsiniz. Marksist teoride sorunlar olduğuna dair zihinlerde şüpheler oluşur. Emperyalizmle birlikte, kapitalizmin mezarını kazan proletaryanın aristokratlaştığını ve partilerin sosyal şovenizme demir attıklarına tanık olursunuz.
Sonra faşizmin iktidara yürüyüşü ve kapınızı çalmasıyla, Aydınlanmanın özgürlüğe doğru yol alan ilerlemeci aklının sorunlu olduğunu kan revan içinde test eder, ilerlemeye karşı “el freni”nin çekilmesinin farkına varırsınız. Ekim Devrimi bu tartışmaları gölgeleyememiştir. Ekim Devrimi bir yanıyla hem Sovyet yurdunu hem de ‘kapitalist yurtları’ yeni bir tartışma iklimine itmiştir. Dünyanın değişik coğrafyalarında yaşayan ezilen halklar ve uluslar ise bu devrim ile kurtuluş umutlarını canlı kılmışlardır.
Ekim Devrimi, Birinci Dünya Savaşı’nın ortasında doğdu. Onun doğduğu dönemde Marksist paradigmayı da ilgilendiren önemli bilimsel gelişmeler yaşanmaktaydı. A. Einstein’ın ‘İzafiyet Teorisi’ ve M. Planck’ın ‘Kuantum Kuramı’, 20. yüzyılın başında geliştirilmişti. Bu iki teori modern dünyanın oluşumunda rol oynayan aklın (Newton’cu doğa felsefesi ve sosyal bilimlerin) temellerini dinamitliyordu. Nihayetinde modernist kültürü yaratan bütünlüğe dönük eleştiri ve değişimler gündemdeydi. Bilimsel ve felsefi açıdan böylesi temelli bir çatışma yaşanmaktayken, modernizm politik, ekonomik ve ahlaki alanda dibe vurmuş bir sistemdi. Emperyalizm, faşizm gibi gericilikte sınır tanımayan bir ilerleme! Soykırımların, her türlü sömürgeciliğin boy verdiği, çürüme ve yabancılaşmanın toplumları yıkıma uğrattığı bir zaman dilimi. Kökleri 17. yüzyıla dayanan bilimsel-felsefi temeller üzerine kurulan kapitalist modernleşme, 20. yüzyılın başında kendi temellerindeki yanlışlığı sorgulamaya başlamıştı. Burjuva dünyası Aydınlanmacı-Modernist aklı otopsi masasına yatırmış ve kendini yeniden kurma derdine düşmüştü. Yeni bilimsel akla dayanarak sistemini yeniden yapılandırma gayreti içindeydi. Yaşadığı kriz, sistemin her alanında topyekûn yaşanmaktaydı ve krizlerden sosyalist devrimler gelişiyordu! Aydınlanmacı-Modernist paradigmanın böylesine köklü bir yıkım yaratmasına Marksist cephede ilk refleks Avrupalı aydınlardan geldi. Bunun bir nedeni Avrupa’da devrimin gelememesi diğeri de faşizmin iktidara yürümesiydi. Dolayısıyla ilerlemeciliğe ve Aydınlanmanın Diyalektiği’ne önce Avrupalı Marksistler eleştiriler getirdiler. Oysa 20. yüzyılın başında Modern-Bilimsel sosyalizmi rehber edinen pek çok Marksist, sorunu köklü kavramaktan çok uzaktı. Bilimsel-Modernist sistemin temelleri sarsılırken, burjuvazi bunun farkına varmış ve kendine yeni bir yol haritası çizmek isterken, Ekim Devrimi veya bilimsel-modern sosyalizm yoluna çıkmıştır. Lenin, emperyalizmi sosyalizmin ön hazırlık aşaması saymıştır. Marx’ın Avrupa için söylediği “kapitalizmin yeterince gelişmemiş olmasının acısını çekiyoruz” sözlerini Lenin de Rusya için tekrarlamıştır. Dahası Lenin, “sosyalizm için olgunlaşan ülkeler gelişmiş kapitalist ülkelerdir” der. Her ne kadar “Modern-Bilimsel Sosyalizm”, “gelişmiş” modern toplumlarda bu ilişkilerin olduğu yerde gerçekleşmediyse de Ekim Devrimini yapanlar bu durumu henüz esas temelleriyle kavramaktan uzaktılar. Lenin’e göre sosyalizm ancak “kapitalist kültürle” kurulabilirdi.
Bolşevikler her ne kadar Avrupa Devrimi’ne bağlı ayakta kalma stratejisinden vazgeçip yüzlerini Doğu’ya döndürdülerse de Avrupamerkezcilik yerinde duruyordu. Yani Ekim Devrimi Aydınlanmacı-Modernist aklı temelleri referans alan bir devrimdi. İlerlemeci tarih perspektifine göre yol alıyordu. Fakat Lenin de dahil 20. yüzyılın pek çok Marksisti, devrim anlayışında modernist paradigmaya göre düşündü ve ona göre davrandılar. Bundan azade olanımız da yoktur. Oysa biz Ekim Devrimi ile yolumuzu kapitalist sistemden ayırdığımızı, burjuva akıl ile alakamız kalmadığını (zaten Marx ve Engels’ten itibaren farklı bir dünyaya ait olduğumuzu) düşünüyorduk. Kapitalizm zaten gelişmesinin son aşamasına varmıştı! Bu aşamada ilerleme (komünistler olarak) bizim elimizdeydi. Gerçek modern, gerçek bilimsel, gerçek ilerlemeci artık bizlerdik. Burjuvazinin “devrimci” zamanlarında yürüdüğü yoldan yürümeyi biz devralmıştık. Burjuva devrimlerini modernleşme inşalarını örnek almakta sakınca görmüyorduk. Bilimsel-modern sosyalistler olarak ulus devletleri savunuyor, burjuva demokratik devrimleri gerçekleştiriyor ama onlara “yeni demokratik devrim” diyorduk. Bonartçı, Bismarkçı vb. devlet eliyle kapitalistleşmeleri kopyalamakta sakınca görmüyorduk. “Sosyalizme göre geri olsa da feodalizme göre ileri” diye düşünüyorduk. Leninizm buydu! Ulusal sorun üzerine kitaplar yazıyorduk. Devlet merkezli tepeden aşağıya doğru sosyalizmi savunuyorduk. Hızlı kalkınma yollarına başvuruyorduk. Toplumu geri-feodal vs. bulduğumuzdan modernist dayatmalarda bulunuyorduk. Proletarya diktatörlüğü gerekirse proleterlere de bilimi ve modern ilişki sistemini dayatabilirdi. Proletarya diktatörlüğü aynı zamanda bilimsel ve modern bir diktatörlüktür. Laiklik uygulayacaktır ama bu laiklik, dini gerici, arkaik bir ilişki olarak görecektir… vs.
20. yüzyıl boyunca sosyalist devrimler (Marksist önderlikli devrimleri bu kavramla ifade ediyoruz) genelde kapitalizmin zayıf olduğu coğrafyalarda gelişti ve biz, 20. yüzyıl boyunca bu “azgelişmişlik” durumuna uygun bir modernist refleksle hareket ettik. Burjuvazinin yeni doğduğu veya yeni iktidarlaştığı, feodal geleneklerin güçlü şekilde hüküm sürdüğü şehirlerde bile inşa sürecinin, düşünce ve davranış iklimine uygun bir stratejik yol yürüdük. İşte çok çeşitli adlar altında dile getirilen “demokratik devrim”ler hep bu geçiş ve inşa dönemlerinin taklit edilmesinden ibaretti. Burjuvazinin rolünü 20. yüzyılda sosyalistler oynadı. Modern sosyalizmi kurmak için modern ilişkileri yaratmak ve modern aklı kullanmak gerekiyordu. Tamam, burjuvazi “şimdi” gericileşmişti(!) ama o burjuvazi de bir dönem geçliğinde/gençlik çağında modern bir devrimciydi(!) diye düşünüyorduk. Öyle veya böyle, burjuva aydınlanmasının mirasından kopamıyorduk. 20. yüzyıl sosyalizmi işte bu modernist stratejinin kurbanı oldu. Ekim Devrimi ile başlayıp Nikaragua ile devam eden devrimler dalgası tümden modernist paradigma içinde kalmış devrimlerdi.
Burjuvazi kendini modernist paradigmadan kurtarmaya çalışırken biz onun sol versiyonunu kurmaya çalışıyorduk. Bu sol modernite bütün yüzyıla damgasını vurdu. Gerek devrimci strateji gerek sosyalist kuruluşlar Aydınlanmacı-Modernist perspektif doğrultusunda ele alınmıştır. Buna Avrupamerkezcilik de denmiştir. Marksizm’in Avrupa’da doğması ve teorik altyapısını Avrupa ilişkilerinden yaratması bu paradigmanın darlığının nedenidir fakat 20. yüzyılda Marksizm “kapitalizm öncesi toplumlara”da yayılsa, bu durum değişmemiştir. Avrupamerkezcilik, bilimsel, felsefi ve kültürel bir bütündür. Esasen bu üç kavrama gerek bile yoktur. Çünkü Avrupamerkezci bilim ve felsefe de kültüreldir. Nasıl ki “doğa bilim” denilenler Batı kültürünün ürünü olduysa, sosyal bilimler de Batı kültürünün özellikleriyle damgalıydı. Hatta doğa bilimlerinin sosyal alanda aktarılmış taklitleriydi. 20. yüzyıl devrimler yüzyılıydı ve bu devrimler Marksizm’in başarısının öyküsüydü. Avrupa, Asya, Amerika ve Afrika’da Marksist önderlikli devriler olmuş dünya kapitalizm ile sosyalizm arasında ikiye bölünmüştü. Başarılı devrimler sürecinde paradigma sorunları var dense kimse dönüp bakmazdı. Avrupa’da Sovyetlerin eleştirileri çokça yapılmış hatta Marksizm’i yenileme çabaları da görülmüştü. Lakin Avrupalı Marksist ya da Marksizan aydınların eleştirileri fazla ciddiye alınmıyordu. Dünya sosyalizme doğru akarken bu durum belli ölçülerde yanlış da sayılmazdı!
Sosyalist ülkelerde ortaya çıkan sorunlar ise genelde devrimci ve karşı devrimci ikilemine hapsedilerek güvenlik ilişkisi çerçevesinde çözülmeye çalışılmıştır. Teori tartışmalarında yasaklar konuşturulmuştur. Partiler içinde farklı fikirlere müsamaha tanınmamıştır. Çok partililik kabul görmemiştir. Pek çok fikir “resmi ideolojiye” karşı görüldüğünden reddedilmişti. Bu yasaklardan, redlerden sonra ortaya çıkan tablo, parti içinde çatışmalar, iktidar kavgaları, ülkeler arası düşmanlaşmalar olmuştur. Troçki-Stalin, Çin-Sovyet, Sovyet-Yugoslav, Arnavutluk-Çin ve Sovyetlerle… yaşanılanlar… vs. Yani tasfiye edilerek fikirlerin çözüm üretici tartışmasına son verilmiştir. Çeşitli cezalandırmalarla da korku salınmış ve fikir dünyası kararmıştır. Bir taraftan Aydınlanmacı-Modernist zihniyetle sosyalizm inşaları gerçekleştiriliyor, diğer yandan da farklı fikirler burjuva, idealist vs. denilerek engelleniyor! Bütün bu tartışmalar modernist paradigma çerçevesinde yapılmıştır. Daha çok güncel politik meseleler üzerinden fırtına koparılmıştır.
20. yüzyılda bizi determine eden şey Aydınlanmacı Modernizm’dir. Bunun yanında iki türlü taraf olma hali de bizi determine etmiştir. Birincisi emperyalizme karşı sosyalist dünya, ikincisi de sosyalist ülkelerden birinin tarafı olma! Bunlardan ikincisi çok da bilinçli bir tercih değildi. O günün koşulları, güç ilişkileri, 3. Enternasyonalizm etkisi hatta bulunduğun coğrafya vb. daha pek çok öznel neden taraf seçmeyi determine etmiştir. 20. yüzyılın devrimci sosyalist zaferleri, tartışmaları belli ölçülerde zaman zaman gölgelemiştir. Devrimci iktidarlaşma süreçleri, faşizme karşı zafer dönemi vb. gelişmeler doğru yolda olduğumuzun kanıtları sayılabilirdi. Zaferler yaşanırken teoride ve politikada başarısızlıklara kim inanırdı? Paradigma düzeyinde çok temel bir krizi yaşadığımızı düşünmek için bir sebep var mıydı? Bu zaferlerin gölgesi ve kendine olan güven bile ancak bir yere kadar sorunların üzerini örtebiliyordu. Lenin, Stalin ve Troçki’nin tartıştığı sorunlar anlı şanlı Ekim Devrimi’nin her sürecinde yaşanmıştır. Frankfurtçuların “dışarıdan” bakan gözleri pek çok sorunu daha iyi görmelerini sağlamıştır. Sosyalist kutuplaşmaların tuzağına düşmeyen Marksistler belki de daha geniş bakabilmişlerdir. Lukacs, Benjamin, Gramsci, Kıvılcımlı, Marcuse, Che vb. sosyalist ülkeler arası kutuplaşma daha çok emperyalizmle ilişkiler üzerindendir ya da kendi fikrini yaydığı alanlarda hakimiyet ilişkisidir. Oysa devrimin gerçekleşmediği yerlerde Marksistler dışarıdan bakmanın getirdiği “avantajla”, reel sosyalizmin zaaflarını daha fazla görmüşlerdir. Yine pek çok önemli konu devrimlerin gerçekleştirilmediği yerlerden gelmiştir. Tarihsel maddeciliğin yeniden inşa edilmesi gibi meselenin özüne dokunuşlar başlamıştır. Üretici güçler ve sınıf savaşı gibi temel kabuller eleştirilmiştir. Devrim stratejileri, sınıfların yapısı, ittifaklar vb. konularda ciddi eleştirel teoriler geliştirilmiştir. Yeni stratejiler için en özgün arayışlar Gramsci, Benjamin, Kıvılcım, Mao, Che ve Marcuse kanalından gelmiştir.
Oysa sosyalist ülkeler arası bir kutuplaşmada taraf olmakla determine olanlar, aslı varken taklitçilikten öteye gidememiş, körü körüne savunular yapmışlardır. Kutuplaşma determinasyonundan devrim ve sosyalizm sorunlarını okuyanlar, büyük tabloyu görecek ufka sahip olamadılar. Her zaferin hemen ertesinde hem de sosyalist dünya genişlerken ve dünya halkları sosyalist kurtuluşa yönelirken çok ciddi sorunlar sosyalist ülkeleri sarıp sarmalamıştır. 20. yüzyılda milyarlarca insan, onlarca ülke ve neredeyse dünya coğrafyasının yarısı sosyalizm cephesindeyken yaşanan başarısızlık nasıl açıklanabilir? Bu bile başlı başına bir paradigma krizine işaret etmez mi? Zaten kutuplaşmalarla ve (sorunları tartışarak, fikir zenginliği içinde çözüm gücü olmak varken) tasfiyelerle boğuşulan bir dönem, reel sosyalizmin çözülüşüyle anlamını yitirmiştir. 20. yüzyıl sosyalist deneylerinin pusulası doğru yolu göstermiyordu. 1990’lı yıllarla birlikte iki kutuplu dünya denklemi emperyalizm lehine değişti. Bu iklim değişimi komünist hareketle büyük bir “boşluk” duygusu yarattı. Henüz kırılıp dökülenin anlaşılmadığı yerde, onun yerine neyin konulacağı da bilince çıkarılamamıştı. Bu kısa bir şok etkisiydi.
Reel sosyalizmin çözülmesiyle kutuplaşmış ya da sosyalist dünyanın varlığının yıkılmazlığını dahi düşünmeyen aklımız, esasa ve bütüne dair sorunların büyük tablosu ile karşı karşıya geldi. Kral çıplaktı. Sıradanlaşmayı yaşıyorduk çünkü biz de bütün dünyanın gördüğünü görüyorduk. Önceden kestiremediğimiz, bilemediğimiz bir durumu herkesle aynı anda görüyorduk. Sosyalizmden şüphe etmiyorduk ama reel sosyalizmin sunduğu tablo da karşımızdaydı. Önce bir savunma refleksi gösterildi. Ardından pek çok siyasi yapı ve her yapıda çöküşün yarattığı moral yıkımı ile birlikte önderler düzeyinde tasfiyecilik boy verdi. Legal alana doğru meyil eden yapılar çoğaldı. Oysa bu, tasfiyeciliğin kabulünden başka bir şey değildi. Sosyalist kutbun yıkılışının yarattığı negatif atmosferin bir süre devam edeceğini bildiğimizden, “bir geçiş süreci”nin yaşanacağını ileri sürdük. Halklar dünyasının sosyalizme bakışında gerilemeler olacağını, kuşkular ve kaygılar getireceğini biliyorduk. Ayrıca biz de tablonun boyutunu görmekle birlikte sorunlara bütünlüklü bakma gücünü gösteremedik. Reel sosyalizmle olmayacağını görmek fazla bir şeyi değiştirmiyordu. Önemli olan onun yerine nasıl bir sosyalizm konulacağıydı. Sorgulamalar paradigma düzeyinde ele alınmadığından aynı labirentin içinde ancak kısmi çareler üretilebilirdi.
Komünist ütopyanın yeniden ete kemiğe bürünmesi için zaman gerekiyordu ve bu zaman içinde ideolojik yeniden yapılanmalar gerekliydi. Cevap olmak adına ortaya konulanlar çoğunlukla 20. yüzyılın diliyle oluşturulmuştur. Oysa gerçek şu ki; Marksist hareket entelektüel damarını kaybetmişti. Bunun nedeni öncü kadroların tasfiye olup yerine gelenlerin birikimsizliği falan değildi. 90’lardan bu yana son 30 yıl boyunca gittikçe kuruyan bir Marksist damar! Tıkanan sadece Marksist damar değildi, aynı zamanda burjuva dünyası da tıkanmıştı. İkisinin ortak noktası Aydınlanmacı-Modernist akıldı ve bu kökler krize girmiş, yanlışlanmış toplumsal yıkımlar, toplumsal çöküşlerle sonuçlanmıştı. Aydınlanmacı-Modernist akıl toplumları kurutmuştu, eski zihniyet yapılarını, ahlaki değerlerini, özcesi kültürlerini tasfiye edip modernizmi dayattıkça toplumların içi boşalmıştı. Sosyalizm kurulunca gürül gürül bir düşünce zenginliği, yaratıcılık, ilerleme, gelişme, özgürleşme olacak diye düşünülüyordu. Modern sosyalizmin aklı kısırlık üretmiştir. Modern akıl araçsallaşmış, yaşam nesneleşmiştir. Akıl tutulması, ruh yitimi yaşanmıştır. Yani bugünü entelektüel damar tıkanıklığı, fikir kısırlığı Aydınlanmacı-Modernist zihniyetin ontolojik krizinden kaynaklanmaktadır.
Bugün hiç kuşkusuz entelektüel damarımızı kaybettiğimizi söyleyebiliriz. Eski tüfeklerin birikimi ya tekerrür derecesinde kalıplaşmış ve hareket yaratmayan bir toplumdan ibarettir ya da “işe yaramaz bilgi” olarak aşılmış tarihsel sürece ait olduğu anlaşılmıştır. 20. yüzyıl reel sosyalist paradigmanın aklı eskidir, yanlışlanmıştır. Sadece bu kadar değil, toplumlar dünyası da değişmiştir. Kuşaklar arasındaki maddi-manevi kopukluk ancak yeni kuşakların mücadeleye kazanılması ve değişen dünyayı değiştirebilme yeteneğini göstermeleriyle giderilebilir. Yeni-genç nesiller olmadan eski paradigmayı aşmak kolay değildir. 90-2000 kuşağı farklı bir dünyaya doğmuştur, yıkılmış modern dünyanın içine! Post-modernizme kaçışları birazda bununla alakalıdır. Çünkü modernist akıl kuşatıcı, ufuk açıcı, ışık saçan bir yaşam umudu gösteremiyor.
20. yüzyılın reel sosyalist kuşağı ne kadar saygıdeğer bir mücadele vermiş olursa olsun, geçmiş değer sistemiyle yeni süreçleri örgütlemekten uzaklaşmıştır. 20. yüzyılın aklıyla hareket edenler, kapanmış bir sektörün işçisini anımsatırcasına “işsiz” kalmışlardır çünkü rafa kalkan, eski “devrimci üretim” şeklidir! Bunun herhangi bir grubun, yapının, kişinin kusuru olarak görmek yanıltıcıdır. Modern çağın ontolojik krizidir. Bu kriz biliminde, felsefesinde, politikasında, teknolojisinde, toplumsal örgütlenmesinde, doğa ile ilişkisinde yaşanmaktadır. Bu krizin soldaki yansıması reel sosyalizmin çöküşüdür. Devrim, demokrasi, özgürlük, strateji ve programlarının yetersizliğidir. Bu durum, Aydınlanmacı-Modernist paradigmadan beslenen değerler sisteminin çöküşüdür, bazı değerler erimiş, bazıları yanlışlanmış, bazıları da liberalize olmuştur. Ortada bütünlüklü bir değerler sistemi kalmamıştır. İlkeler, kurallar, kategoriler sarsılmıştır. Tarih, devrim ve sosyalizm bütünlüğü bozulmuştur ve yerine yenisi konulamamıştır. Nerdeyse her ilişkimizi determine eden kriz Aydınlanmacı-Modernist paradigmadır. Son 30-40 yıldır bu enkazdan kurtulmanın çarelerini arıyoruz. Paradigma düzeyinde ele almayı başaramadık. Bu yüzden “geçiş süreci” bitmediği gibi, çeşitli biçimlerde sosyalist hareketi oraya buraya savurup, gelişi güzel yol almasına neden oluyor ve tasfiyeciliği besliyor. Eğer kendimize reel sosyalizmi örnek almıyorsak doğru yanlış, iyi kötü, güzel çirkin kavramlarını yeniden tanımlamamız gerekir. Hala burjuva modernist paradigmanın içindeyiz. Hem de burjuva dünyasında bile aşılmakla yüz yüze gelmiş bir paradigmanın içinde.
Burjuva dünyasının temsilcileri, modernist modelin çıkmazda olduğunu bilimsel ve felsefi temellerdeki gelişmelerde ve ideolojik politik tükenişlerin eş zamanlı hareketinde fark etmişlerdir. 20. yüzyılın başından beri burjuva sistemin temsilcileri kendini değiştirip dönüştürme arayışındayken, Ekim Devrimi onları panikletti. Sonra emperyalist, faşist dönem, ekonomik kriz ve İkinci Dünya Savaşı derken, kendini yenileme kabiliyetini gösteremedi fakat bu değişimin adımları İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra atılabildi ve hala sürüyor. Sosyalist kutbun genişlemesi emperyalistleri şartlı reflekslere itti. Avrupa ve Amerika’daki halk hareketleri modernizmin pratikte geleceği olmadığını ilan ediyordu. Sosyalizmin yıkılmasıyla emperyalistler yeni stratejiler çizmeye, yeni yol haritaları belirlemeye başladılar. Emperyalist ideologlar, profesörler, fikir kuruluşları, devlet adamları, stratejistler, danışmanlar… yani hegemonyacı akıl oluşturmaya çalışan oligarşik yapı harekete geçti. Daha Berlin Duvarı yıkılmadan F. Fukuyama “Tarihin Sonu” teziyle liberalizmin mutlaklığını ve zaferini ilan etmişti. Kojeve üzerinden Hegel okumasıyla, liberalizmin dünya egemenliğine felsefi dayanak oluşturmak istiyordu. Sosyalizm çökecektir çünkü zaten liberalizm oralarda da görülmeye başlamıştır! İlerlemenin varacağı son yer liberal dünyadır! Sosyalizmin bir geleceği yoktur. Öyleyse özgürlük mücadelesi verenlerin de dönüp dolaşıp geleceği yer yine kapitalist Batı modeliydi. Etnik ulusal mücadeleler, dinsel mezhepsel mücadelelerin de varacağı yer Batı yaşam tarzıydı çünkü onlar varolsalar ve daha uzun bir süre bu mücadele sürse bile, kendilerine örnek aldıkları model İngiliz, Fransız devrimleri değil miydi? Etnik ve dinsel mücadeleler modernizme yetişememiş, eski döneme ait birer kalıntıydı. Gelişmemiş toplumların varacağı yer gelişmiş Batı idi! Öyleyse bu mücadelelerden korkmaya gerek yoktu. Asıl savaşlar “ekonomik savaşlar” şeklinde cereyan edecekti. ‘Batı’ ve ‘Batı dışı’ toplumlar arasında ekonomik egemenlik savaşları yaşanacaktı. Sınıflar savaşı, ideolojik savaşlar dönemi kapanmıştı.
Emperyalist liberalizmin düşmanı, Müslüman ve Konfüçyüsçü kültürel ve politik saha idi. Yani Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Asya’ya yayılan bir savaş alanı! Bir başka emperyalist ideolog dünya siyasetinin yeni bir döneme evrildiğini ve mücadelenin asıl kaynağının ekonomik ve ideolojik olamayacağını, asıl savaşın kültürel olacağını dillendiren Samuel Huntington’dı. Global politika ve savaşların farklı medeniyetler arasında yaşanacağını iddia ediyordu. “Medeniyetler Çatışması” tezinde “Batı ve geri kalanlar” arasında savaş öngörüyor, emperyalizme rota çiziyordu. Düşmansız yapamayan egemenlik aklı hemen yeni düzenin düşmanlarını sayıveriyordu: “Batı ile Konfüçyüs, Japon, İslam, Hint, Slav-Ortodoks, Latin Amerika ve Afrika” medeniyetleri arasında bir savaş! Savaşın ilk raundu Batı ile İslam ve Konfüçyüsçü devletler arasında olacaktı.
Emperyalistler dünya dengelerindeki boşluğu egemenlikleri lehine değiştirmek için sayısız proje ürettiler. Elbette bazı projeleri öne alıp hayata geçireceklerdi ve çok yönlü bir saldırı hazırlığı yapıldı. Esas düşünce şuydu: “20. yüzyıl tarihi, bize koşulları kriz çıkmadan önce şekillendirmenin ve tehditleri de tehlikeye dönüştürmeden karşılamanın önemli olduğunu göstermiş olmalıdır”. İşin başını ABD çekiyordu ve bu planlarını G-8 zirvelerinde, NATO toplantılarında, bölgesel toplantılarda masaya koyuyordu. Devlet başkanları kamuoyuna yaptıkları konuşmalarda hedeflerini açıklıyordu. Avrupalı emperyalist güçler de ABD’siz yapamayacaklarını bildiklerinden temkinli yaklaşsalar bile birlikte hareket eden açıklamalar yapıyorlardı. ABD’nin akıl hocalarından Zbigniew Brzezinski dünya egemenliğinin 3 tayin edici bölgesi olarak Ortadoğu, Orta Asya ve Güney Doğu Asya’yı işaretlemiştir. Z. Brzezinski ve H. Kissinger yeni savaşlar milli devletler eliyle yürütülen savaşlar olacağı konusunda hemfikirdi.
Alman Hans M. Enzesberger ise yeni dünyada savaşların minyatürleşeceğini, bir tür küçük çaplı, örgütsüz, kendiliğinden oluşan gruplar tarafından iç savaşlar şeklinde olacağının teorisini yaptı fakat bu savaşların geleceği olmayacaktı, bunlar “nihilist mikro çatışmalar”dır. Benzer bir görüşü ABD’li R. Kaplan “Kaos Teorisi” ile savundu. Geleceğin savaşları aşiret ve kabine düzeyine inecekti. Dünya (kutupsal savaşlar dönemi bitmiş) sonu olmayan yerel, küçük kabile ve dinsel-mezhepsel çatışmalara sahne olacaktır. Kaos ve karmaşa hüküm sürecektir.
Almanya, ABD’nin çizdiği ‘Batı’ ve ‘Batı dışı’ dünya savaşını doğru bulduğunu açıklamıştır. İngiltere ve Fransa’da aynı değerlendirmede bulunmuşlardır. Pek çok fikir arasında seçilen esas plan Kuzey Afrika’dan Asya uçlarına kadar bir alanın emperyalist Batı’nın düşmanı olduğu ve Batılılaşması gerektiğidir! “Büyük Ortadoğu Projesi” (BOP) denilen saldırı stratejisi de bu fikirlerin bir parçası olarak ortaya atılmıştır. Emperyalizm hem tartışıyor hem de silahlarını konuşturuyordu. Büyük bir açgözlülükle dünyanın hakimiyetine oynuyorlardı. Ortaya sürülen her tez yeni paylaşım savaşına dair bir strateji olarak biçimleniyordu. Hiçbiri masum bir analiz diye okunamazdı. Düşünceler iki yönlü karaktere sahipti. Bir yandan sosyalizm düşmanlığını güçlendirmek, halkların umutlarını iyice yok etmek, diğer yandan da işgallere, katliamlara, silah ticaretine, savaş kışkırtıcılığına, sömürgeciliğin derinleştirilmesine yol haritası çizmek, yön vermekti.
Fransız A. Minc ise “post komünist dünya”nın, içine yuvarlandığı durumu “Yeni Ortaçağ” olarak kavramsallaştırmıştı. Bu da bir kaos teorisiydi. Dünyada belirsizlik, bulanıklık ve rastlantı öngörülüyordu. Dünyada her tür merkezileşmenin kaybolduğu, onun yerini mafyalaşma, düzensizlik ve yolsuzlukların alacağı bir “orman kanunu” yaşanacaktır. İlkel inançlar, milliyetçilik, kabilecilik geri dönecek. Otorite dışı “gri alanlar” oluşacak ve anarşi hakim hale gelecektir… Buna uygun yeni ideolojik eğilimlerin şekillenmesi de doğal sonuç görülür. Akla duyulan güvensizlik her türlü akıl dışılığa kapı aralayacak, aşırılıklara kaçışlar görülecektir… Yani bir “geçiş çağı”dır bunlar. Ama soru şudur; “yeni Ortaçağla birlikte acaba uzun bir dönemin mi, yoksa şiddetli ama kısa sürecek bir parantezin mi öncesinde bulunuyoruz?”. Bu kavramı bir tarafa bırakırsak, “geçiş süreci”ni biz de öngörmüştük! Belirsizlikler, çeşitli etnik ve mezhepler çatışması bir gerçek. Boşluklar, “gri alanlar” yine öyle…
Kendine yeni düşman belirleyenden tutalım da yeni dönemin belirsizlikleri karşısında boşluğa düşmüş nice akıl hocası türedi. Bunların hepsi sosyalizme nefretlerini kustu, ‘Batı’ ve ‘Batı dışı’ ayrımı yaptı, kendi dışındaki dünyanın hepsini öncelikler sırasına göre düşman ilan ettiler.
Emperyalistler son 30 yıldır ideolojik, politik, askeri, ekonomik, kültürel bütün ilişki tarzlarıyla saldırı düğmesine basmışlardır. Plansız projesiz hareket etmiyorlar. Egemenlik altına alacakları alanları ekonomik, politik, kültürel analizlere tabi tutuyor, en ince ayrıntısına dek çözüyorlar. Tek plan değil A-B-C planları var. Düşman bellediklerini hem içeriden hem dışarıdan vuruyorlar. Bir kabile bir aşiret, bir mezhep, bir ülke “dost” seçilip diğerinin karşısına çıkarılabiliyor. 30 yıldır “gri bölgeler” de ajan faaliyetlerini çoğaltmış, at oynatıyorlar. Yani emperyalistler bu sürece erken hazırlandılar, zaman kaybetmediler. Planları tuttu ya da tutmadı, bu önemli değil. Tek kutup değil de çok kutuplu oldular, o da önemli değil. Önemli olan emperyalist egemenlik kendine yol haritaları çizerken bizim bu denli hızlı hareket edememiş olmamızdır. Evet sorun paradigma düzeyindedir. Ama paradigma tek yanlı değil ki, o paradigma aynı zamanda emperyalist sistemin de paradigmasıdır. Burjuva dünyası bu paradigmadan kopamayabilir ama belli ölçülerde kopmuştur. Krizler onları politik zeminde eski paradigmada tutmaya devam etse de bilimsel, teknolojik ve kültürel düzeyde yeniledikleri açıktır.
Emperyalistler Ortadoğu’daki petrol, gaz ve su kaynaklarını ele geçirmek, Müslüman dünyanın taşıdığı antiemperyalist direnç noktalarını kırmak, neo-liberalizmin önündeki pürüzleri ortadan kaldırmak için bir proje geliştirdiler. Nice ideoloğun sunumundan sonra bir yol haritasında karar kılınmıştı. İlk olarak Bush’un 2002’de yaptığı bir konuşmada “Ortadoğu ile bir ortaklık girişimi başlatma” niyeti belirtilmiştir. Bu “girişim” büyük bir planın parçasıydı ve zamanla adı BOP olarak popülarite kazandı. Ortadoğu ve Asya’ya yayılmış bir güç, dünyanın hakimi olurdu. Bu bölgeyi emperyalist pazarın mutlak hakimiyetine açmak gerekiyordu.
BOP, Kuzey Afrika’yı da içine alan bir genişleme ile Müslüman dünyanın çökertilmesinin planıdır. İçi boşaltılmış, direnç noktaları kırılmış, batılı değerlerin egemen olduğu, ılımlı-laik-modernist bir İslam alemi yaratmak isteniyordu. Bölgeye dair pek çok araştırma ve inceleme yapmışlardı. Büyük bir nüfus artışının yaşanacağı, işsizliğin artacağı, Batı’ya göç dalgalarının yaşanabileceği, genç nesillerin “terörize” olabileceği gibi tespitler yaparak büyük halk hareketleri olasılığını öngörmüşlerdi. Yani “Arap Baharı”nı önceden biliyorlardı. Öyleyse Ortadoğu halkları ehlileştirilmeliydi. Müslümanlığı düşman ilan eden stratejistlerin neredeyse hepsi ağız birliği etmiş ve Türkiye’yi özenle farklı bir yere koymuşlardı. Türkiye laik modern bir cumhuriyet olarak, ılımlı İslam yaratma projesinin rol modeli diye sunuluyordu. Bu nedenlerden ötürü Türkiye’ye İslam dünyası içinde biçilen rol Truva Atı rolüdür. BOP’un bölgesel önderi Türkiye olmalı diyorlardı. Refah partisi bile tehlikeli görülüyordu. Bu nedenle Erbakan tasfiye edilerek AKP’ye yol verildi. Erbakan AKP projesi için “bunlar CIA’nın çocuklarıdır” diyordu. Nihayetinde BOP’un eşbaşkanı R. T. Erdoğan oldu. F. Gülen ekibi de AKP koalisyonunda belirleyici bir ortak olarak göreve getirildi. Türk Ordusu içindeki ‘pürüzlerin tasfiyesi’ de aynı projenin uygulamalarındandı. Orduda ki “Ergenekoncular” Erdoğan-Gülen ekibi eliyle tasfiyeye tabi tutuldu.
Türkiye’nin askeri ve bürokratik oligarşisi de kendi planını kurmuştu. Durum az çok Birinci Dünya Savaşı’ndaki İttihatçı tavrına benziyordu. Almanlar, Kafkasya’ya egemen olmak için İttihatçıları kullanmak istiyordu fakat ittihatçılar da bu plan içinde kendi çıkarlarını hedefliyor ve Orta Asya’ya egemen olabileceklerini düşünüyorlardı. BOP projesinde de benzer bir yaklaşım gelişiyordu. Emperyalizmin, Türk Devleti’ne biçtiği rol kabul edilecek ama Türkiye de kendi planını devreye sokacaktı. Herkes birbirini kullanarak bölgede etkin olacaktı. Dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, ABD’nin bölgeyi dizayn etmesine karşın devletin tezini açıklamıştı. Eğer orduyu güçlü tutar, devletin varlığını muhafaza edersek ABD’yi Türkiye ile uzlaşmaya zorlayabiliriz diye düşünülüyordu. Davutoğlu’nun projesi de bu minvaldeydi. BOP ilişkisini de kullanarak bölgesel büyük güç olunabilir tezi savunulmuştur. ABD bunu fark ettiğinde ise Gülen eliyle Erdoğan’ı tasfiye etmeyi denedi. Darbe başarısız olsa da bugün bu süreç devam ediyor.
Bugün yürüyen süreç H. Özkök’ün dediklerine uygun bir konumlanışı gösteriyor. Devleti güçlü tutarak ABD’yi uzlaşmaya zorlama, böylece BOP’a göre dizayn edilecek bir devlet yerine, kendini dayatarak inisiyatifli bir devlet olarak kalmak. Bugün devlete yeniden hakim olan güç esas olarak Ergenekoncu güçlerdir. Gülenciler tasfiye edilince Erdoğan, Ergenekoncu ekibin eline düşmüştür. Ergenekoncu koalisyon Erdoğan’ı istediği gibi kullanmaktadır. AKP’nin dayanakları çökmüş ve itirazları görünüşten ibarettir. İpler Ergenekon’un elindedir. Bugün “sahada ve masada olmak” şeklindeki strateji Ergenekoncu güçlerin stratejisidir. Ortadoğu emperyalist ve kapitalist güçlerin savaş ve hakimiyet sahasına dönüşmüştür. Büyük bölgesel güç olmak isteyen Türkiye ve onu kullanan ABD ile Rusya’yı görüyoruz. Bölgesel savaş koşulları, “Bölgesel Devrim” düşüncesini de düşündürmüştür.
Dünya, bölge ve ülke realitelerinin son 30 yıllık gerçekliğine bakıldığında sosyalistler adına güçlü teori, strateji ve konumlanışlar göremiyoruz. Sadece Kürt Sosyalist Hareketi bu boşluğu doldurmaya çalışıyor. “Geçiş Süreci” dediğimiz 90’lardan bu yana geçen zaman içinde biz kendimizi yeniden inşa edemedik. 20. yüzyılın kalıplarıyla düşünmeye devam ediyoruz.
Teorik düzeyde Marksist hareketler nice tartışmalar yapmıştır fakat dünya solu genel olarak bu süreçten güçlenerek çıkamadı. Bu zaman zarfında belirsizlik, görecelik ve kaotik durumlar hakim oldu. Yeni sosyal hareketler, forumlar, sivil toplumculuk, post-modern savunular, özerklik mücadeleleri, kendiliğindenci hareketler ve bireycilik gelişti. Solda bir teorik yetersizlik, entelektüel damar tıkanıklığı, kendini tekerrür, stratejilerin erimesi, netlik yokluğu, ilkeler ve değerlerin çözülmesi sürdü gitti. Aydınlanmacı-modernist aklın uzatılmış yenilgisini yaşamaktan kendimizi kurtaramadık.
20. yüzyıl sosyalizmin yeniden değerlendirilmesinden pek de verimli sonuçlar çıkarılamamıştır. Tersine bir geri sıçrama yaşanmıştır. Yenilginin nedeni olarak üretici güçlerin değişik yorumları öne çıkarılmış, bir tür evrimciliğe meyledilmiştir. Bu konuda ‘Demokratistler’ ve ‘Ekonomistler’ diyebileceğimiz iki çeşit evrimcilik boy vermiştir.
Demokratizm, sosyalizmde yaşanan tıkanmanın nedenini ön hazırlık eksikliğine bağlamıştır. Politik demokrasi yaşanmadığına, uzun bir demokrasi dönemi geçirilmediği için sosyalizme olgunlaşmamış koşullarda geçildi! Dolayısıyla uzun sürece yayılmış politik özgürlükler yaşandıktan sonra sosyalizme geçilmelidir. Bunun anlamı uzunca bir süre Demokratik Devrim aşamasının yaşamasıdır. Ancak olgun koşullar oluşunca sosyalizme geçilecektir. Tabi bu arada “ekonomik” uygulamalar da devlet kapitalizmi ve küçük-orta sınıfın varlığıyla belirlenmiş bir süreç olarak yaşanacaktır. 20. yüzyılın aklına göre bunun adı ‘burjuva demokrasisi’ydi, sola bükülünce adı ‘halk demokrasisi’ dense de(!) “olgunlaşma” aklı, Aydınlanmacı-Modernist paradigmanın temel ilkesi olan ‘ilerlemecilik’ ile doğrudan bağlantılıdır. Üretici güçler de bunun doğrudan teorisidir.
Ekonomizm, sosyalizmin sorununu yetersiz ekonomik gelişme olarak gören anlayış ise ekonomik olgunlaşmayı görev bilmiştir. Sanayileşme, küçük ve orta üretim ve mülkiyet ilişkilerinin uzun bir geçiş evresinden sonra kolektifleştirilmesi vs…
Yine aynı akla gelip dayanıyoruz; ilerlemeci çizgi! Ekonomik altyapı olmayınca sosyalizme geçiş uygun bulunmuyor. Demokratik devrim sürecinde ekonomik kolektifleştirmeye temel rol biçen bu yaklaşım da üretici güçlerden teknolojik ilerlemecilikle damgalıdır.
Hem ‘Demokratizm’ hem de ‘Ekonomizm’ yorumları 20. yüzyıl paradigmasından kopmak değil, tam olarak onun içine gömülmek anlamına gelir. İlerlemeciliğin en evrimci şeklini oluşturur. Biri “alt yapı”da biri de “üst yapı”da ki ilerlemeciliği ve aşamacılığı savunur. Her iki düşüncenin bize söylediği şey çok eski bir teorinin yeniden dile getirilmesinden ibarettir. Sosyalizme en uygun ülkeler en gelişmiş kapitalist ekonomi ve burjuva demokrasisi ülkeleridir! Sorunu köklü kavramaktan uzak çözüm önerileri çokça yapıldı. Yer yer pragmatist savruluşlar boy gösterdi. Anarşizm, feminizm ve ekolojistlerle etkileşime girilince Marksizm’e aşılar yapılmaya başlandı. Sentez yoktu, eklektizm “hakim hale geldi”. Meselenin bilimsel ve felsefi dayanakları ile uğraşmak yerine, sağdan soldan teori kapma kurnazlıklarına girişildi. Her fikirden etkilenen ama ideolojik düşünceyi yitiren, teorik bütünlüğünü kaybeden nice yapı vardır. Kafa karışıklığı sürmektedir. Bunun nedeni 30 yıllık uyku halidir. Soruna boylu boyunca el atmamaktır. Yazıp çizenleri okuduk, okuyoruz. Çoğu ikna edicilikten uzak ve yüzeyseldir. Zaten derli toplu bir iki çalışma bile bulmak zordur. Devrime ve sosyalizme dair bir teorik yetersizlik, eskiyi tekrar ve hatta bir “cahilleşme” süreci geçiriyoruz.
Dönemin öne çıkan belirgin tartışmalarından biri de iktidar analizleri ve yeni stratejik hareketin iktidarsız yolculuğudur. Özellikle Zapatistalar’ın deneyimi bu tartışmaya bol malzeme sundu. Sosyalist iktidarların analizinden de bu sonuca varanlar çoktur. 20. yüzyıl “bilim ve iktidar” krizi olarak temellendiren bilimciler var. Devletin özgürlüğe engel olduğu ve sosyalizmde devlet olmaz vurgusunu “iktidar” tartışmasını alevlendirmiştir. İktidarın-devletin ve ütopyanın reddi gündem yapıldı ve böylece “iktidar olmadan dünyayı değiştirmek” hedeflendi. Devrim’in ne olduğu bile net değildir. İktidar olmayınca, devrim “kurtarılmış bölgeler” de devrimci iradenin varlığına dönüşüyor. Komünler, konfederasyonlar, meclisler (vb.) tartışmanın merkezine doğru yol alıyor. Ama aynı zamanda pozitivizm de yeniden biçimleniyor! İzafiyet, kuantum ve kaos teorileriyle yeniden pozitivizmin sahasına giriliyor. Sosyalizmin ne olduğuna dair her kafadan bir ses çıkıyor. Büyük bir yıkımın ve işlevsizleşmiş düşüncelerden sonra bu durum kısmen anlaşılırdır.
Avrupalı Marksistler arasında başlayan Aydınlanma eleştirileri, ilerlemecilik, teknoloji, mekan vb. konularda bazı olumlu teoriler gelişmesine vesile oldu. Stratejik akıl olarak Gramsci, Mao, Che, Marcuse (vb.) kalıpları kırmaya çabaladılar. Latin Amerika’da sol “bilanço çıkarmak”tan helak oldu. Yenilgi sonrası bir gelenek haline gelen legalite ve reformcu yapılara dönüşümler gelişti. Legal alanda hükümet olan Latin Amerika solu, kendini seçimlere sıkıştırdıkça umutsuzluk yaymaktan kurtulamayacaktır. Zapatistalar’ın yayılmayan devrimi ise uzun vade de çürütülmeye karşı karşıya gelecektir. Venezuela (vb.) sonuna dek gitmeyi göze almazsa, tasfiye edilecektir.
‘Anadolu Sosyalist Hareketi’ olarak 30 yıllık zaman dilimini verimli kullanamadık. Meseleleri köklü ele alamadık. Kendimizi tekrar etmekten vazgeçemedik, kalıplarımızı kıramadık. Sorunlar köklüydü ve teorik düzeyde analiz ve sentezlere varmayı gerektiriyordu. Ama 30 yıllık zaman da az bir süre değildir. Teorik çalışmalar yok denecek kadar az ve verimsizdir. Pratiğin önünü de açmaması bu yüzdendir. Devrim ve sosyalizm diyalektiği muğlaklaşmıştır. Yol haritalarımızı oluşturma gücünü gösteremeyince toplumdan soyutlanmakla yüz yüze geldik. Günü kurtarma gayretleri politik yüzeyselliğin sonucudur. Ortada bir strateji krizi var ve strateji arayışları ancak paradigma düzeyinde cevaplar verilirse karşılığını bulacaktır. Bir “vasatlık” varsa 20. yüzyıl aklının sürdürülmesindendir. Onun yerine yeni bir şey koyamamaktandır. Oysa halk hareketi süreklilik kazanmıştır. Ortada öncü bulamayınca kendiliğindencilik yolundan yürümüştür. Aydınlanmacı-modernist teori, strateji ve programlarla hesaplaşarak kendi manifestosunu yazmak Komünarlar’ın görevidir. Vasatlık ancak böyle aşılır. Hiçbir alanı örgütleyememiş, toplumda mayalanamamış, yeni nesilleri öncü güç haline getirememiş olanların başkasına söyleyecek sözü olamaz.
“Birleşme”yi tek seçenek haline getirmek doğru değildir. Kendi yolunu inatla, inanç ve sabırla açan bir güç yaratmak zorunluluktur. Birlikler olur ya da olmaz, kendimizi böyle beklentilerle sınırlayamayız! Bu durumlar oluşmazsa boşa zaman kaybı olur. Feryad figana gerek yok. Alelacele kurulmuş birliklerin geleceği belirsizdir. Sol, bütün olarak benzer ve vasat ise onların birkaçını yan yana getirmek niceliksel artıştır, niteliksel sıçrama değil. Düşüncede bir değişim var mı? Strateji ve programda farklılık var mı? Aksi halde iki vasattan bir nitelikli güç çıkmaz. 30-40 yıldır gerekli hazırlıkları yapmamış, sorumluluklarımızı sırtlayamamış, görevlerimizi sahiplenmemiş olmanın sonuçlarını yaşıyoruz.
Örneğin “Bölge Devrimi” coğrafi ve demografik genişlik dışında hangi ufuk genişliğini yaratıyor. Teorik düzlemde hangi sorunumuzu çözüyor. Ekim Devrimi, bizim bugün “Bölge Devrimi” dediğimiz alan kadardı. Çin Devrimi birkaç bölge devrimi sayılır. Yani ortada yenilenmiş bir paradigma, netleşmiş bir ideoloji, strateji ve program yokken isterseniz kıta ya da dünya devrimi deyin. Tek yol ne bölge devrimidir ne de birleşmek. Bölge devrimi olasılıklardan birisidir. Birleşmek ise ideolojik düzlemde karşılığı yoksa eklektik ve tavizlerle dolu bir yolculuktur. Eğer çağrıya cevap da verilmezse tasfiyeciliği besleyen, sorumluluklarını öteleyen bir duruma dönüşür. Ortada daha yeni yaşanmış ve olumsuz sonuçlanmış bir birlik deneyimi duruyor. Birliği koruma asına verilen tavizler de cabası ki o tavizler, Komün’ün teori, strateji ve programına dek yayılmış ve amorf bir yapı oluşturulmuştur. Konuyu salt pratiğe, görünürlüğe bükmek ideolojik biçimsizliğe yol açacaksa hangi “ideolojik sağlamlık”tan “sağlam durmaktan” bahsedebiliriz.
Birlik çağrıları yaparken, diğer yönden kıra döke yürüyorsak, Anadolu’nun sessizliğine kızma hakkını kendimizde buluyor, yoldaşlarımızı paylamayı normalleştiriyorsak dönüp kendimizi gözden geçirmeye bakmalıyız. Sol aynı sol, halk da aynı halk, bize söz verdiler de yerine mi getirmediler? Yoksa biz yanlış çizilmiş güzergahlarda yürüdüğümüzden midir? Attığımız adımlara, yürüdüğümüz yolun eğriliğine, doğruluğuna bakmalıyız. Politikamızı değiştirecek kadroları örgütleyememiş olan biziz. Hazırlığı olmayan biziz. Kendi sorumluluğumuzu (birlikleri olmazsa olmaz sayarak) sahiplenmekten vazgeçmeyiz.
Teorisini, stratejisini, programını ortaya koymuş, buna inanmış, sabırlı, inançlı ve inatçı devrimcilerle zafer(ler) gelir. Az ya da çok olmakla değil. Çok ve görünür olmak niceliğe dahildir. Yarın yanlış taktiklerle, bazı yenilgiler vs. yaşandığında da görünürlük zayıflayıp belli bir süreci örgütlemekten yoksun kalınabilir. Bunun pek çok örneğini defalarca yaşamış bir sosyalist harekete sahibiz. Komünarlar olarak yapmamız gereken nitelik arttırıcı yöntemler bulmaktır. Aksi halde ordular bile kurulsa fayda etmez. “Kervan yolda dizilir” deyimi sosyalist hareketin yüzyılı geçkin tarihinde pek de yerini bulamamıştır. Ciddi hazırlık evreleri oluşturmadan girişilen pratikler hızlı bir şekilde başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bazı teorik sorunlar yolda da tartışılıp uzun bir zaman dilimine yayılabilir. Üç günde paradigma düzeyinde hemen yeniden yapılanmalar sadece geçmişin teorik-politik külliyatlarının yetersizlikleri vurgulanıyor. “Nasıl olur” sorusunun cevabı ise teorik düzeyde boşlukta duruyor. Teoriye ve topluma gitmemiz gerekir. İkisinden kopuk devrimcilik, kendi kendine konuşmaya ve devrimciler arası çağrılara dönüşen dar pratikçiliği aşamaz. Teorik meselelerin bir sonuca bağlanması uzun zaman alabilir fakat yine de temel kriterleri belirlemek, stratejik hattımızı somutlaştırmak, programımızı ilkesel bazda ortaya koymak ve bu yolu yürümek için taktiklerimizi “dövüştürmemiz” gerekir. Bunların muğlak olduğu, ikilemler içerdiği yerde güven ilişkisi zayıflar, inanç düzeyinde de muğlaklıklar baş gösterir.
Anadolu Sosyalist Hareketi, Paramazlar’dan Suphilere, Kıvılcımlı’dan Mahir, Deniz ve İbrahimlere dek hazırlıksız başlangıçların neticesini yaşamıştır. 12 Eylül Darbesi’nin devamında da benzer süreçler tekerrür etmiştir. Ciddi bir hazırlık süreci zorunluluk halini almıştır. Derlenip toparlanma, kadrolarını yaratma ve toplumda mayalanma süreci denebilir bu hazırlık aşamasına. Birlik çağrıları yanlış değildir fakat bu bir olasılıktır. Ortak akıl etrafında olur ama henüz bir ortak akıl oluşmamıştır. Yeniden yapılanma gücü ve iradesi ortaya koyan da yoktur. Birlik çağrıları karşılık bul(a)madığında ise tasfiye olmakla yüz yüze gelinebilir. Kendi sorumluluğumuzu; birlikler yok o yüzden mücadeleyi yükseltemiyoruz bahanelerinin ardına gizleyerek öteleyemeyiz. Birlik çağrıları yerine devrimci hazırlıkları örgütleseydik, toplumla bağlarımızı güçlendirseydik, genç kuşakları önderleştirebilseydik bugün farklı şeyler konuşuyor olurduk. Meydan boştur, kim öne çıkarsa halkın gözü onu görecektir.
Bugünün olmazsa olmazı ‘devrimci hazırlık süreci’dir. Hazırlık pratikten kopuk, durarak yapılan bir faaliyet değildir. Ardına dizilecek yapılar aramak vasatlıktır. Halkın öncü gücünü ortaya çıkarmak ve zafer yürüyüşünü başlatmakla yükümlüyüz.
Sosyalist hareketin sorunu ne misak-ı millicilik ne bölge devrimi ne de birlik meselesi değildir. Sorun ideolojik bütünlüğün kaybı, stratejik erime, programdan yoksunluk ve değer sisteminin çözülüşüdür. Bu yapısal kriz, dağınıklığa sebebiyet vermektedir. Kadro ve sempatizanların dünyasına doğru inildiğinde kafaları sulanmış, eğriyi doğruyu ayırt edemeyen, ilişkilerde ahlaki değerleri oturtamayan, günlük yaşamın etkilerine açık ve eklektik insan halleri görürüz. İdeolojik sağlamlık ve stratejik yol göstericilik olmayınca, bu yaşam tarzından dolayı kimseyi suçlamak da doğru olmayacaktır.
Post-modern parçalılık, liberal uzlaşmacılık, anarşist bireycilik, düzen içi feminist eğilimler solu etkilemekte ve biçimsizleştirmektedir. Bu erime ve yozlaşmaya, değer yitimine müdahale etmek yerine, onunla uzlaşmaya başlamış bir sol şekilleniyor. Yeniden yapılanmayı ve ‘devrimci hazırlık süreci’ni bütünsel bir kültürel yeniden diriliş kapsayacak tarzda ele almalıyız. Klasik, “kadro sorunlarımız, devrimci kişilik” vb. yazılar yerine, bütün ilişki sistemini kapsayan bir devrimci kültür anlayışıyla cevaplar üretmeliyiz. Özellikle 2000’li yılların gençliği toplumsal ve geleneksel değerlerin aşırı dejenere edildiği bir Türkiye’de buldular kendilerini. Dejenerasyonun birinci dereceden nüfuz alanı bu genç nesiller oldu. Tam bir kültürel yıkımın yaşandığı çağın gençliğini devrimci kültürle donatıp sistematize etmek oldukça güçtür. Biz onu değiştirmediğimizde, o gelip devrimci yapıyı kendine benzetmektedir. İşte değerler sisteminin kaybolduğu aşama burasıdır. Dünün geleneklerine bağlı Anadolu gençliği değil, “Küçük Amerika”lılaştırılmış Türkiye gençliği ile karşı karşıyayız. Üstelik onun aklını çelecek, oyalanacak nice eğlence ve oyun sektörü mevcuttur. Günlük geçici yaşamı alışkanlık haline getiren, bireyciliğin tavan yaptığı, sorumluluklar üstlenmekten kaçınan, uzun vadeli, sabır gerektiren düşünce ve davranışlara gelemeyen bir genç nesil!
Başka çare yok. Eğer yeni çıkışlar gerçekleştirilecekse ben bu neslin kazanılması gerekir. Kazanmak için zahmetli bir süreç yaşayacağımız da açıktır fakat bu kuşağı devrimci kültürle buluşturursak devrimi kazanılmış sayabiliriz. Çünkü bu kuşak toplumsal ilişkilerin içinden geliyor, kendi kuşağını ve toplumu iyi biliyor. Müdahale ve dönüştürme şeklini en iyi onlar görecek ve bize gösterecektir. Gençliğin en aktif, en yetenekli, en cesur kesimleriyle hızla buluşmanın yollarını bulmalıyız. Devrim bu genç kuşakların eseri olacaktır. Dünya ve Türkiye değişti diyorsak, o değişimi biz iyi anlayamazsak da şunu iyi biliyoruz ki bu genç nesil işte o değişen dünya ve Türkiye’nin ta kendisidir. Öyleyse değişen dünyayı yakalamalıyız. Genç kuşakların önüne geçmiş deneyimlerin anılarını anlatanlar olarak değil, paradigma düzeyinde değişimlere öncülük ede, ufuk açan, stratejik yol göstericiler olarak çıkmalıyız. Bizim anılarımız dünün dünyasına aittir ve dünya hızla değişiyor. Aynı şeyler tekrar yaşanmayacak, aynı yollardan yürünmeyecektir. Strateji arayışları zaten bunu kanıtlamaktadır. Değişen dünyayı okuyamayanlar eski stratejilerle devam ettikleri sürece kaybetmeye yazgılıdırlar. Yeni kuşaklarla birlikte yeniden yapılanmayı başarabilmeliyiz. Zaferin yolu buradan geçiyor.
Stratejinin bazı temel konularına dair notlar:
- Bölge devrimi: Marx dünya devrimi diyordu. Avrupa’da başlayan bir devrimin dünya devrimine dönüşmesi olasılığını düşünüyordu. Rusya’da bir devrim olasılığı gündeme geldiğinde de düşüncesi aynıydı. Lenin’de Ekim Devrimi’ni dünya devriminin başlangıcı kabul etmişti. Alman Devrimi de gelişirse Avrupa’ya yayılan bir gelişmeler zinciri öngörülüyordu. Sovyetlerin bütün çabasına rağmen devrim Avrupa’ya yayılmadı. Çarlık coğrafyası içindeki uluslarla sınırlı kaldı. Aslında Ekim Devrimi birçok ulustan oluşan ve geniş coğrafyası, demografik yapısıyla bir bölge devrimiydi. İkinci Dünya Savaşı sırasında ise devrim Avrupa ve Asya’ya yayılan, çok çeşitli stratejilerin eşzamanlı uygulandığı zaferlerin ürünüydü. Çin Devrimi tek başına bile “bölge devrimi” denilenlerden daha büyüktü vs. Bölge devrimi koşullarla ilgilidir. Bir ülkede başlayıp diğerlerine yayılma özelliği gösterebileceği gibi, eşzamanlı ayaklanmalar ve mücadelelerle de gelişebilir. Bazen bir emperyalist saldırıya karşı ayaklanmalar, bazen ekonomik krizlerin ateşlemesi, bazen yılları bulan bir mücadelenin sonucunda ortak duygu ve düşünce atmosferi halkı yakalar ve devrim(ler) olabilir. Mesela Troçki ile Stalin arasındaki tartışma koşullarla doğrudan bağlantılıydı. Troçki dünya devriminde ısrar ederken aslında o koşullar artık elden kaçırılmıştı. Tek ülkede sosyalizm o vakit zorunluluk olarak kendini dayatmıştı.
Günümüz Ortadoğu’sunda bölge devriminin olasılıkları var mıdır? Bölge devrimi salt koşulları olduğu için mi yoksa tek ülkede sosyalizm kurulamayacağı için mi savunuluyor? Batı Emperyalizminin bölgeyi savaş sahası haline getirmesi devrimci çıkışları da zorlamakta mıdır?… vs.
Bölgenin sınırları nerede başlar nerede biter desek, kimse buna bir sınır koyamaz. Bölge devriminin karakteri nedir desek; büyük olasılıkla “az gelişmişliği” gösterilecek, etnik ulusal ve inanç, din ve mezhep sorunları, politik özgürlükler konusuz öne sürülerek demokratik devrimde karar kılınacaktır. Bunun pek tartışması bile yapılmamıştır. Bölgenin maddi manevi ilişki ve çelişkilerinin analizi de yapılmamıştır. Devrimin karakterine dair de ciddi hazırlanmış fikir altyapısı yoktur. Bölge bir yanıyla Kuzey Afrika’ya, bir yanıyla Balkanlara, Kafkaslara doğru seyreden ilişki boyutuna sahiptir. Balkan ve Kafkas hattının yeniden sosyalist devrimler dünyasına sıcak baktıklarına dair işaretler ortada yoktur. Mağrip ve Ortadoğu’da ise sol-sosyalist hareket yok denecek kadar cılızdır. Kürt Sosyalist Hareketi ise sömürge ulusun taleplerinden yola çıktığı için ezen ulus halklarıyla bir duygudaşlık oluşturamıyor. Bölgenin petrol, gaz ve su kaynakları olası ekonomik krizlerde bölgeyi kasıp kavurma potansiyeline sahiptir. Ama bir küreselleşme krizi değildir bu. Bölgeyi birbirine bağlayan ilişki ağı emperyalist küreselleşmenin üretimi ile alakalı değildir. Ortadoğu’nun birbirini tetikleyecek bağlantıları tarihçilerdir. Bölge esas olarak kadim Aryan ve Semitik halkların yaşam dünyasıdır. Buna sonradan eklenen Türk gerçekliği vardır. Arap yoğunluklu, Türk, Kürt, Fars vd. halkların mozaiği bir bölge. Yeni sömürgecilik ve klasik sömürgeciliğin iç içe yaşandığı bir alan. İşgaller, savaşlar bölgesi. Nice etnik ve din, inanç-mezhep alanı. “Arap Baharı” bir kıvılcım çakıldığında nasıl bölgenin alev aldığına dair önemli bir veriydi. Tabi sol-sosyalist damarın yok denecek kertede zayıf olması nedeniyle bu baharın nasıl sonuçsuz kaldığı da bir veridir.
Bölgede bir “ülke”de olan devrim mutlaka çevresini etkiler. Din, dil ve kültür akrabalığı güçlüdür ve saflaşmalar, kutuplaşmalar çok hızlı gelişir fakat bu bağların sosyalizme yönelmesi için bir devrimci deneyim kültürü yoktur. Dinsel karakterli hareketler ise genelde bölgenin oligarşik monarşilerine hizmet etmekten, emperyalizmin bölgeyi kızıştırma oyununa alet olmaktan başka bir yönelim açığa çıkamıyor.
Bir bölge devrimini ateşleyecek devrim ‘Mezopotamya Devrimi’dir. Kürt meselesi zaten fiili olarak tek ülkeyi değil, bölgesel sömürge güçleriyle mücadele ederek çözüme kavuşabiliyor. Yani bölgesel bir sorundur, uluslararası bir “tehlikedir” fakat bu devrimin bölge halklarından ciddi bir destek aldığı, ortak bir duygu yarattığı görülmüyor. Devrim kendi ulusal sınırlarını aşarak bölge devrimine yönelmek istediğinde ise ezen ulus halklarıyla ortaklık sağlanamıyor. Günümüzün bölge devrimi perspektifinin somut temeli Kürtlerdir. Bölge devriminden bahsedenler esas olarak bu dinamiğin üzerinden hesaplar yapmaktadırlar. Arap, Fars vd. halklarla herhangi bir bağları yoktur. Anadolu’dan filizlenmiş sosyalist hareket bu coğrafyanın huyu ve suyu ile bile bütünleşememişken, kültürel ilişkiler yakalayamamışken bölgenin diğer halklarıyla bütünleşmesinin dayanakları nelerdir? Kaldı ki ‘bölge devrimi’ kolay telaffuz edilen fakat teori, strateji ve programatik tartışmalara gelindiğinde Anadolu bakışlı yorumlar merkeze oturmaktadır. Anadolu’nun gözlükleriyle devrim okumaları yapılmaktadır. Örneğin “biz demokratik devrim diyoruz” ya da “sosyalist devrimi savunuyoruz” dendiğinde bu “biz” kimdir, hangi ülke realitesine göre “devrim karakteri” belirleniyor. Örneğin “antikapitalist devrim” bölge devrimine göre söylenmiş bir formül müdür? Hayaller ‘bölge devrimi’ diyor kafalardaki paradigma gerçeği Türkiye sınırlarını aşmıyor. Hatta bu tek devrim modeli Anadolu ve Mezopotamya’ya bile “Batı” merkezli düşüncenin penceresine mahkum ediyor. Bölge devrimi isteyenler bölge gerçekliğine göre strateji bile üretmekten uzaktırlar. Strateji tartışmaları da Türkiye merkezlidir. Mücadelenin biçimi nasıl olacaktır? Hemen tek cümlede özetlenecek bir hat önerilir. Bu halk savaşı mı, toplu ayaklanma mı, foko mu, partizan savaşı mı? Bölgede bunlardan hangisini nereye uygulayacaksınız? İşte bunların hepsi boşluktadır, havada asılı duruyor! Bu konuda hazırlık yoktur. ‘Bölge devrimi’ işte bu sebepler nedeniyle bir ufuk genişlemesi, bir teorik derinlik yaratmıyor!
‘Bölge devrimi’nden bahsediyor ve çağrıyı Anadolu solunun birleşmesine yapıyorsak burada bir sorun vardır. Örneğin bölge soluyla ilgili iki cümlemiz var mı? (Burada Mezopotamya sosyalizmini ayrı tutalım.) ‘Bölge devrimi’ni gözetmekten vazgeçmeyelim ama ondan daha güçlü olan gerçekliği esas alalım. Bizim devrimci gerçekliğimiz iç içe geçmiş Mezopotamya ve Anadolu halklarının devrimci ortak stratejisini yaratmaktır. Bölge devrimine ancak bu ortak devrim perspektifinden bakabiliriz.
Ama şu notu düşünelim; ister tek ülke, ister birleşik devrim, ister bölge, kıta isterse dünya devrimi densin. Bu tabirlerle bir strateji ancak demografik ve coğrafik bir genişlemedir, stratejik derinleşme değil. Niceldir, nitel değil. Bugün stratejilerdeki niteliksel sıçramalar ve derinleşmeler ancak yeni devrimci yolların bulunması, devrimin anlamını ve sosyalizmin yeniden kuruluşunu güçlendiren kavrayışların üretilmesi olarak düşünülmelidir. Yani devrim ve sosyalizm teori-pratiğinde derinleşen stratejilerdir niteliksel sıçramalar.
- Birleşik devrimi: Anadolu devrimci hareketi olarak birinci hedefimiz 2Anadolu devrimi’dir. ‘Birleşik devrim’ de, bölgesel devrim’ de bu gerçeklikten yola çıkılarak ete kemiğe bürünebilir. Stratejinin en gerçekçi, en olasılığı yüksek somutlaşması Anadolu ve Mezopotamya halklarının ‘birleşik devrimidir’. Anadolu ve Mezopotamya ilişkileri halkaların iç içe geçmiş olmasıyla, sorunların dolaysız olarak birbirleriyle bağlantılı olması halklar diyalektiğini belirlemektedir. Ortada tek bir iktidar vardır, her mücadele bu burjuva iktidarına yöneltmekte ve birbirinin yolunu açmaktadır. Ekonomik, politik, ideolojik krizler her iki coğrafyanın halklarını doğrudan bağlayıcı sonuçlar doğuruyor.
Ortak (tek) bir devrimin Batı’dan başlayacağı öngörüleri 80’li yıllardan sonra Kürt Özgürlük Hareketi’nin mücadelesiyle güneşin doğudan doğacağını ortaya koydu. Devrimin “tek devrim”, öncüsünün de kendileri olacağını hesaplayan Türkiyeli sosyalist kesimler bu konuda zorlamaya başlamışlardı. Sosyal şoven tavır ve tutumlar deşifre olmuştu. Stratejiler genelde Batı’dan Doğu’ya doğru bir hat şeklinde çizilmişti. Stratejik yetersizlik, ideolojik arka planı da ele veriyordu.
Birleşik Devrim’in iki eşit ortağı olarak stratejilerini yenilemek yerine, Anadolu merkezli bakışı terk edemediler. İki ayrı devrim ya da ‘birleşik devrim’ öngörenler ise pratikte buna yeterli cevaplar üretemediler. Niyetlerde sorun yoktu ama pratik sahada Anadolu devrimciliği zayıftı. Çeşitli ittifaklar zaman zaman kurulsa da iki devrimci hareket arasındaki makas aralığı çok açılmıştı. Birlikler, ittifaklar başarılı olamadı. Kürt Özgürlük Hareketi’nin hızına uygun adımlar atılamadı. Eşitsiz gelişim Kürt Özgürlük Hareketi’nin yalnız kalmasına neden oldu. Mücadele ne kadar yükselirse yükselsin “Doğu” ayağı üzerinde, tek bacakla yürütülüyordu. Devrimci Halklar Partisi’nin de kısa zamanda tasfiye olmasıyla, Anadolu’nun gerçekliğinin farklı olduğu daha bir nitelik kazandı. Kürt Özgürlük Hareketi’ne öykünmek, ona övgüler dizmek de, sövgüler etmek de kimseye bir şey kazandırmıyordu.
‘Mezopotamya Devrimi’ burada tıkanmaya başladı. Reel sosyalizmin yıkılışıyla birlikte yeni arayışlar da devreye girdi ve ateşkesler süreci başladı. Devamında ise ayrı ulus devlet çizgisinden vazgeçildi, paradigma değişikliği vb. gelişmeleri hepimiz biliyoruz, tekrara gerek yok. Bütün mesele gelip Anadolu Devrimi’ne dayanıyordu. Çıkış yolu buradaydı. Anadolu devrimcileri mücadeleyi büyüttüklerinde ortak bir devrim güncelleşecektir. İşte tıkanmış bir devrim sürecinin açılması, ‘birleşik devrime’ ya da ‘bölge devrimi’ne dönüşüp dönüşmemesi bizim açımızdan Anadolu Devrimi’nin somutlaşmasıdır.
Anadolu Sosyalist Hareketi’nin büyük bir bölümü Mezopotamya Sosyalist Hareketi’ne sosyal şoven ve pragmatik yaklaşmaktadır. Bu tavrın meseleye araçsal yaklaşmak olduğu açıktır. Devrimi geciktirmekten ve sorumluluklarını ötelemekten başka bir işe yaramaz. Ortak devrim ve yoldaşlık hedefiyle hareket edenler ise, kendi bağımsız stratejik hatlarını kurmada başarısızdırlar! Mezopotamya’nın her parçasında yükselen devrimci gelişmeleri coşkuyla karşılamak ve desteklemek için özel bir tavra gerek yoktur, devrimcilik zaten bunu gerektirir. Fakat Anadolu Devrimi’ni yükseltmek ve başarıya taşımak en gerçekçi destek olacaktır. Tıkanmış bir devrimin önünü açmaktan daha devrimci ne olabilir?
Mezopotamya Devrimi’nin doğrudan Anadolu’yu etkilediği, günlük ilişkilere kadar belirleyici olduğu inkar edilemez bir realitedir. Kürt Özgürlük Hareketi’nin her stratejik adımı, her taktik hamlesi bizi doğrudan etki sahasına alıyor. Bunu görmezden gelerek strateji ve taktik belirlemek mümkün değildir. Diğer taraftan Mezopotamya devrimciliği ile Anadolu devrimciliğinin gerçeklik sahası aynı değildir. Maddi manevi farklılıkları vardır. Kürt Özgürlük Hareketi’nin ateşkes, çözüm süreci ya da radikal bir hamleye öncelik vermesi, dört parçadan birini öne çıkarıp diğerlerini tali ilan etmesi, esneklikleri ve değişken stratejik taktiksel genişliği bizi olumlu ya da olumsuz olarak belirleyecektir. Böyle bir stratejik ve taktiksel çokluk ortamı Anadolu ile örtüşmeyebilir. Bizim bu hamle bolluğuna ayak uydurmamız mümkün değildir. Birincisi güç ile ilişkiliyse, diğeri de Anadolu’nun toplumsal koşulları ile ilgilidir. Birleşik devrim prensibinden ödün vermeden kendi bağımsız (ve birleşik) stratejik hattımızı örmeliyiz. Ortak devrim ille de aynı yerde, aynı ortak hamleleri, taktikleri yapmak demek değildir. Güç birlikleri, cephe ilişkileri gibi pek çok formül üretebiliriz. Birbiriyle çakışan yürüyüşler oluşturabiliriz. Sonuçta burjuva iktidarı bir tanedir. Mücadele nerde olursa olsun ona yöneliktir. Anadolu gerçekliği göz ardı edilerek birleşik ve bölge devrimciliği yapılamaz. Anadolu’nun devrimci enerjisini açığa çıkarmak ve tıkanmış devrim sürecinin de önünü açmaktır. Taşıma su ile bölge devrimi yapılamaz. İçinden doğduğu toplumu kavrayamayan, orda mayalanamayan, güç haline gelecek stratejik taktik aktiviteyi başaramayanlar, “başka” coğrafyalardaki halkların gerçekliğinde başarılı olmaları nasıl mümkün olabilir?
‘Birleşik devrim’ demek, Mezopotamya sosyalizminin her stratejik hamlesiyle örtüşmek demek değildir. Farklı bir yol haritamız olmalı. “Birleşiklik” zaten farklılıkların birliği anlamındadır.
Anadolu’nun kendi stratejisini güncelleştirmesi gerekir. Anadolu’nun toplumsal çelişkileri sorunları, çözümleri için, Mezopotamya’dan belli ölçülerde “kopuk” bir mücadele hattı yaratmalıyız. Mezopotamya Devrimi’nin propagandasıyla Anadolu Devrimi yapılamaz. Salt devrimciler arasında yapılmış birliklerin bizi bir adım ileri taşımadığına defalarca tanık olduk. Halkların Mücadele Birliği bir slogan olmasının ötesinde stratejinin gerçek sahiplerini işaret eder. Anadolu halkı kendi çıkarları doğrultusunda strateji yolunu yürümeye başladığında halkların birleşik mücadelesi de somutlaşmış olacaktır. Bağımsız ve birleşik bir stratejide ısrarlı olmalıyız. Bunun diyalektiğini kuracak ustalığı göstermek zorundayız.
- Şehir-kır diyalektiği: Anadolu’nun kırları erimiştir. Köylülük büyük oranda kentlere akmıştır. Kapitalizmin girmediği kırsal alan kalmamıştır. 71 devrimciliğinin savunduğu Halk Savaşı stratejisinin zemini olan kitle ve ilişkiler ortamı yoktur. Kırlarda yürütülen mücadele bile şehirlerden giden devrimcilerle yürütülüyorsa, bu bir gerçeğin bağıra çağıra ilanıdır! İbrahim Kaypakkaya’nın diliyle konuşacak olursak durum net olarak şöyledir: Şehirler temel, kırlar talidir! 80’li yıllarla birlikte Anadolu kırları kentlere akmıştır.
Yeni sömürgecilik ilişkisi nedeniyle tarım ve hayvancılık en asgari seviyelere düşmüş, köylülük tasfiye edilmiştir. Tarıma son derece elverişli olan Anadolu nice tarımsal, hayvansal ürünü dışarıdan almak zorunda bırakılıyor. Emperyalizme verilen tavizler nedeniyle, halk topraklarını bırakıp kentlerde işçileşmeye başlıyor. Etrafı denizlerle çevrili olan Anadolu’ya balık bile ithal edilir durumdadır. Tarım ve hayvansal üretimin tasfiyesi ile yeni sömürgecilik ilişkisi güçlenmektedir. Kentlere yığılan halk işsizlik ile karşı karşıyadır…
Şehirlerin nüfusu şişmiştir. Şehir-kır diyalektiğinde, şehirler itiraz götürmeyecek şekilde merkezi bir role sahiptir. Strateji arayışlarında bu gerçeklik kendini konuşturmaktadır. Kürt Özgürlük Hareketi bile stratejisini şehirlere göre yeniden yapılandırmanın yolunu arıyor. Dünyanın başka yerlerinde, dünyanın kırları denilen alanlarda bile kırsal merkezli stratejiler geçerliliğini yitiriyor. Latin Amerika deneyleri başarısızlıkla sonuçlandı. Nepal’de ise Çin ve Sovyet devriminin sentezi tartışılmıştır! Anadolu ve Mezopotamya’da da kırdan şehre stratejisi tartışmaları belirgin olarak şehirleri işaret ediyor.
Şehirleri eksen alan stratejiler de coğrafyamızda başarılı olmamıştır. Sovyetik model ve işçicilikle damgalı bu stratejinin de geleceği yoktur. Radikal mücadeleyi belirsiz bir geleceğe erteleyen yaklaşım tasfiyecilik üretmiştir. Genel grev ve genel direnişler gelmiş geçmiş, nice krizler tarih olmuş ama ‘toplu ayaklanmacı strateji’ sınıfta kalmıştır. ‘Demokratik devrimi’ ya da ‘sosyalist devrimi’ savunan şehirli toplu ayaklanmacılık, devrimci radikal mücadeleyi hep ertelemiştir. Yüzyıllık pratik ortadadır. Sovyetik, Çinci ve Kübacı modeller Anadolu’da karşılık bul(a)mamıştır. 20. yüzyıl stratejileri 21. yüzyıl gerçekliğini karşılamıyor. Kavramsal ve pratik düzeyde yeni stratejilere ihtiyaç var.
Anadolu Devrimi; şehir eksenli ve radikal mücadeleyi merkeze alan, öncü kuvvetlerle yürütülecek ve geniş halk cephesiyle yol alacak bir stratejinin eseri olabilir. Hazır reçete yok. Deneye yanıla bulacağız yolu. Eski reçeteler yetersizdir. Her toplum elbette kendi özgürlük stratejisini yaratacaktır. (Genellemeler indirgemeciliğe yol açar.) Anadolu devrimcileri olarak bize düşen de budur. Eski kalıpları kıran, yeniden yapılanmış “Toplumsal Devrimleri” hazırlamalıyız. Eski Sovyetik, Maocu, Kübacı strateji kalıpları kadar, 20. yüzyıla damga vurmuş ‘demokratik devrim’, ‘sosyalist devrim’ kalıplarını da kırmaya hazır mıyız?