SUNU: Torkil Lauesen, uzun yıllardır antiemperyalist mücadele yürüten Danimarkalı bir devrimci. 1968’de ideolojik olarak MLM’yi savunan KAK (Komünist Çalışma Grubu) isimli bir örgütle mücadele hayatına atıldı. Onu bu örgüte çeken şey, emperyalist ülkeleri ve oradaki sınıf ilişkilerini çözümleyen asalak devlet teorisini savunmasıydı. Bugün de siyasi mücadelesini belirleyen bu teoriye dair şunları söyler: “KAK’ın teorik temeli olan “asalak devlet teorisi” benim günlük deneyimlerimle örtüşüyordu. Dünyanın bizim bölgemizdeki zenginlik ile başka yerlerdeki yoksulluk arasında doğrudan bir bağlantı olduğunu açıklıyordu. Bu bağlantı emperyalizmdi. Asalak devlet teorisi aynı zamanda dünyanın bizim bölgemizdeki işçi sınıflarının neden devrimle değil de sadece emperyalist yağmadan daha fazla pay almalarını sağlayacak egemen sistem değişiklikleriyle ilgilendiklerini de açıklıyordu.”
1978’de Lauesen’in de içinde olduğu bir grup KAK’tan ayrılarak Manifest-Kommunistisk Arbejdsgruppe (M-KA) adında bir örgüt kurdu. Bu örgüt, ağırlıklı olarak KAK’ın yasadışı faaliyetlerini örgütleyen Blekingegade Grubu içindeki kişilerden oluşuyordu. M-KA asalak devlet teorisini, eşitsiz mübadele ile temellendirdiği “Unequal Exchange and the Prospects of Socialism” isimli kitapla programatik görüşlerini netleştirdi. Kitap, emperyalist batıda antiemperyalist mücadele pratiği için stratejik bir hat oluşturmayı hedeflemektedir. Lauesen, Avrupa’da bir devrimci örgütün veya bireyin varoluşunu anlamlandıracağı zemini bugün de aynı yerde aramaktadır. Çevirisini yaptığımız yazısı da (Gazze Savaşının yaşandığı) bugünün dünyasında, emperyalist ülkelerde antiemperyalist mücadelenin referans noktalarını tartışıyor, bir mücadele stratejisi öneriyor.
Lauesen’in içinde olduğu örgüt(ler), Ortadoğu ve Afrika’daki ulusal kurtuluş mücadelelerini kamulaştırma eylemleri ile finansal olarak destekledi. O da bu eylemleri yapan Blekingegade Grubu (Eylemciler, basında 1989’da polis tarafından basılan hücre evlerinin olduğu caddenin adıyla anıldılar) içinde yer aldı. Grup, 15 yıl boyunca hiçbir iz bırakmaksızın kamulaştırma eylemleri yaptı, elde ettiği mühimmat (1982’de İsveç ordusuna ait bir silah deposunu kamulaştırıp silah ve bombaları küçük paketler halinde FHKC’ye gönderdi) ve parayı başta FHKC olmak üzere “Üçüncü Dünya” ülkelerindeki devrimci örgütlere aktardı. En son 1988 yılında yaptıkları eylemde büyük bir şanssızlık sonucu işleri ters gitti ve polisle çatışmaya girdiler, geride iz bıraktılar. 1989’da, bu kamulaştırma eylemini yapan, aralarında Torkil Lauesen’in de olduğu 5 kişi polis tarafından yakalanır. 6 yıla yakın bir zaman tutsak kaldı. Hapishaneden çıktıktan sonra da antiemperyalist mücadeleye devam etti. Halen antiemperyalist bir örgüt olan International Forum’un üyesidir.
İngilizceye de çevrilmiş The Principal Contradiction ve The Global Perspective: Reflections on Imperialism and Resistance isimli kitapların yazarıdır. Ayrıca birçok mecrada yazıları yayınlanmaktadır.
Çevirisini paylaştığımız “The struggle continues: Anti-imperialism in the Global North” başlıklı bu yazısı, Gazze savaşı sonrası emperyalist merkezlerde (“canavarın göbeğinde”) gelişen antiemperyalist eylemleri, mücadele dinamiklerini; Vietnam direnişi sürecinde gelişen antiemperyalist dalga ile karşılaştırmalı olarak tartışıyor. Bugünün dünyasında, bulunduğu coğrafyada antiemperyalist mücadele için perspektif sunuyor.
Bu çeviriyi, emperyalizm ve antiemperyalist mücadele tartışmalarına katkı sunacağı düşüncesiyle paylaşıyoruz.
Antiemperyalizmin iki dalgası
1960’ların sonunda, Vietnam halkının ABD emperyalizmine karşı verdiği mücadeleyle dayanışma hareketi, beni siyasi olarak harekete geçirdi. Üyesi olduğum örgüt, 1970’lere kadar Üçüncü Dünya’daki diğer kurtuluş hareketlerini destekleyerek antiemperyalist mücadeleyi sürdürmek ve genişletmek istiyordu. Che Guevara’nın önerdiği gibi iki, üç Vietnam yaratmak…
Bu mücadelelerden biri de Filistinlilerin mücadelesiydi. Biz FHKC’yi destekledik. Bu rastgele bir seçim değildi. FHKC komünistti, kitlesel bir tabanı vardı, silahlı mücadele yürütüyordu ve enternasyonalistti. Ama en önemlisi, bir Filistin devletinin kurulması, “karadaki bir savaş gemisi” olan İsrail yerleşimci devletine karşı bir savaştı ve geniş petrol rezervleri ve stratejik jeopolitik konumu ile Ortadoğu’yu kontrol eden, Kızıldeniz, Arap Körfezi, Süveyş Kanalı ve Asya-Afrika-Avrupa ticaret koridorları üçgenini koruyan ABD’nin yakın bir müttefiğiydi. FHKC’yi desteklemek küresel antiemperyalist mücadeleyi desteklemek anlamına geliyordu.
Antiemperyalizm 1980’lerin sonlarından itibaren neoliberal karşı saldırının dünyayı kasıp kavurmasıyla geriledi. Ancak 40 yılı aşkın bir sürenin ardından yeni bir antiemperyalizm dalgası güç kazandı.
Gazze’deki savaş, Küresel Kuzey’de 1960’ların sonu ve 1970’lerin başında Vietnam mücadelesiyle dayanışma hareketinden bu yana görülmemiş yeni bir antiemperyalist katman yarattı. O dönemde dayanışma çalışmaları daha geniş bir emperyalizm analizine ve antiemperyalistler ve sosyalizm mücadelesi için uzun vadeli bir stratejiye dayanıyordu. Bu tür bir analize ve stratejik düşünceye şu anki yeni antiemperyalizm dalgasında da ihtiyaç var. Filistin ile dayanışma, daha geniş bir antiemperyalist mücadele perspektifine yerleştirilmelidir. Filistin mücadelesiyle dayanışmayı geliştirmek, aynı zamanda bir örgütlenme okuludur; devletin şiddet ve tahakküm araçlarının nasıl işlediği, medyanın rolü ve genel olarak emperyalizm hakkında öğretici olacaktır.
Sosyalizme doğru uzun bir geçiş sürecine inandığım için, antiemperyalizmin sürekli bir mücadele olduğunu ve bu nedenle deneyim ve bilginin bir nesilden diğerine aktarılmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Antiemperyalist bir strateji geliştirmek için emperyalizmin nasıl işlediğine dair sağlam bir analize ve bundan yola çıkarak belirli bir pratiğe ihtiyacımız var. Bu doğrultuda düşünmeliyiz: Analiz – strateji – praksis. Emperyalizmi yenmek için yarın, gelecek ay ve gelecek yıl ne yapacağımızı, bütünlüklü bir kavrayış ve stratejik bakışla belirlemeliyiz.
Vietnam mücadelesi ile Gazze’deki Filistin mücadelesinin yarattığı yeni antiemperyalizm dalgası arasında benzerlikler ve farklılıklar var. Küresel bağlamla başlamama izin verin. Vietnam ulusal kurtuluş mücadelesi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dekolonizasyon sürecinin bir parçasıydı. Çin ve Küba’dan kaynaklanan güçlü bir sosyalist akım ve Sovyetler Birliği’nin ABD karşısında dengeleyici güç olması, ulusal kurtuluş mücadelesinin gerçekleşmesi için siyasi ve askeri bir alan yarattı.
Filistin mücadelesi, son ulusal kurtuluş mücadelelerinden biri olarak, ABD’nin İsrail yerleşimci devletine verdiği destek koşullarında gelişmektedir ve ABD hegemonyasının gerilediği, Çin’in yükseldiği ve çok kutuplu bir dünya sisteminin ortaya çıktığı bir dönemde gerçekleşmektedir. Antiemperyalizmin iki dalgası arasında elbette farklılıklar var. Altmışlı yıllardaki mücadele, güçlü bir sosyalist ideolojik ruha sahip olmasına rağmen Üçüncü Dünya’nın ekonomik gücü zayıftı. Şimdiki dalga, ideolojik olarak biraz daha karışık, ancak Çin’in başını çektiği çok daha güçlü bir Küresel Güney ekonomisinin varlığı koşullarında gelişmektedir. 1970’lerde Üçüncü Dünya, yeni bir dünya düzeni talep etti ama bu talep boşa çıktı; bugün ise bu düzeni kendi güçleriyle inşa ediyorlar. Filistin direniş hareketinin 7 Ekim 2023’te sadece hafif silahlar kullanarak gerçekleştirdiği küçük saldırı, bir çığ gibi büyüyen olayları tetikledi. Bu, dünya sisteminin bugün ne kadar farklı ve istikrarsız olduğunun bir işaretidir.
İki mücadele arasındaki yerel bağlam farklılıklarına dönecek olursak: Vietnamlılar, “halk savaşı” stratejisi ve Ho Chi Minh ile Vo Nguyen Giap’ın Çin devriminden uyarladıkları gerilla taktiğiyle önce Fransız sömürgecileri, ardından da ABD emperyalizmini yenilgiye uğrattılar. Filistinliler de aynı stratejiyi denediler, ancak güvenli bir ana üsleri ve bu tür bir savaş için gereken geniş ormanlar ve dağlardan oluşan coğrafyaları olmadığından, önce 1970’te Ürdün’den, ardından 1982’de Lübnan’dan sürüldüler. Sonraki on yıllarda, İsrailli yerleşimciler, giderek daha fazla toprak ele geçirdikçe, az çok kendiliğinden yinelenen “intifadalar” sonuç vermedi. Coğrafi eksiklikleri telafi etmek için Gazze’deki direniş hareketi kapsamlı bir tünel sistemi inşa etti ve İsrail ordusuna karşı bir şehir savaşı stratejisi geliştirdi. Bu uzun vadeli bir askeri strateji değildir. Gazze’de devam eden savaş sona erdiğinde, direnişin bu strateji doğrultusunda saldırıyı tekrarlaması ve bu tür bir savaşı sürdürmesi mümkün olmayacaktır. Ancak Gazze’deki savaşın yerleşimci devleti zayıflatmayı başardığı kesin. İsrail Gazze’deki savaşı siyasi ve ahlaki olarak kaybetmiştir.
Dünya uluslarının ve halklarının büyük çoğunluğu, İsrail devletine küçümseyerek bakıyor. AB ve Kuzey Amerika’daki hükümetler dışında, Yahudi yerleşimci devletine duyulan sempati artık yok. Onların devam eden desteği, insan hakları ve demokrasiden bahseden Batılı güçlerin ikiyüzlülüğünü tüm dünyanın gözleri önüne serdi.
İsrail, ana müttefikleri olan ABD’nin bölgedeki ve genel olarak Küresel Güney’deki itibarını zedeledi. ABD’nin bölgedeki baş düşmanı olan İran’ı, Arap dünyası ile birleştirdi.
İsrail, daha büyük, daha güçlü ve Filistin mücadelesine her zamankinden daha fazla adanmış yeni bir direniş hareketinin tohumlarını ekti.
İsrail gelecekte Gazze ve Batı Şeria’yı nasıl yönetecek? Bu, hem ekonomik hem de siyasi açıdan çok zor olacak. Bir zamanlar sağlam ve sarsılmaz görünen Siyonist yerleşimci devletin kırılgan olduğu, içeriden aşındığı ve dışarıdan artan bir baskı altında olduğu kanıtlandı. Gazze’deki savaşı kazanmış olsa da, Siyonist devlet şimdi gelecekte varlığını korumak için savaşıyor. Bu açıdan bakıldığında, Gazze halkının çektiği muazzam acılara rağmen strateji başarılı olmuştur. İki milyondan fazla insanın evi enkaz haline geldi; hastane yok, okul yok, su, elektrik ya da kanalizasyon sistemi yok. 40,000 ölü. Çok daha fazlası yaralı, fiziksel engelli ve zihinsel olarak mahvolmuş durumda. İki milyondan fazla insan harap olmuş bir ortamda, hayatta kalmanın hiçbir yolu olmadan kapana kısılmış durumda yaşıyor.
Filistin direnişi, şimdi gelecekteki mücadelesi için kapsamlı bir strateji geliştirmelidir. Sadece Gazze’yi değil, Batı Şeria’yı, İsrail ve diasporadaki Filistinlileri de kapsayan eş güdümlü bir strateji. Emperyalistler yakında İsrail yerleşimci devletini kurtarmak ve bir Filistin komprador devleti kurmak için bir “iki devletli barış süreci” başlatacaklar. Buna, farklı etnik-kültürel grupların aynı topraklarda yan yana yaşayabileceği seküler bir devlet hedefi doğrultusunda, Filistin’in sömürgesizleştirilmesi mücadelesiyle karşı çıkılmalıdır. ABD ve G7’nin geri kalanı tarafından desteklenen, siyasi olarak zayıflamış ama hala ağır silahlara sahip yerleşimci devlete karşı böyle bir direniş stratejisi, bölgedeki antiemperyalist mücadeleye ve ABD önderliğindeki emperyalizm ile Küresel Güney devletlerinin çoğunluğu arasındaki küresel çatışmaya dahil edilmelidir. Bu çatışmaya daha geniş bir perspektiften bakalım.
Neoliberal küreselleşmeden jeopolitik çatışmaya
2007’den bu yana küresel neoliberalizmin yaşadığı krizler, ABD hegemonyasının gerilemesi, Çin’in yükselişi ve çok kutuplu bir dünya sistemine doğru gidişle birlikte dünya, son yüz yılda görülmemiş derin bir değişimden geçiyor. Merkez, artık yüksek teknolojili endüstriyel üretim tekeli avantajına sahip değil ve küresel finans üzerindeki hakimiyetini de kaybediyor. ABD, hegemonyasını sürdürmek için, elli yıldır kendisine çok iyi hizmet eden ve Küresel Kuzey’deki tüketicilere büyük karlar ve ucuz mallar sağlayan neoliberal dünya pazarını bölüyor ve altını oyuyor. Bunu ticaret savaşları, yaptırımlar ve ablukalar yoluyla yapıyor. ABD, jeopolitik bir hakimiyet mücadelesinde siyasi baskı ve askeri araçlara yönelmiştir. Bu strateji gücün değil, zayıflığın bir ifadesidir.
Neoliberal küreselleşmenin yarattığı iş bölümü, Asya’nın “dünyanın fabrikası”, Batı’nın ise tüketici toplumlar olması, ticaret yollarını kontrol etmenin jeopolitik öneminin çok büyük olduğu anlamına geliyordu. Kuzeyde Asya’ya açılan kapının -Ukrayna- ve güneyde Filistin, Süveyş, Basra Körfezi ve Kızıldeniz’in önemi buradan gelmektedir. Jeopolitik bir mücadele içinde ABD liderliğindeki NATO, Avrupa-Asya koridorunun hakimiyetini sağlamaya ve Rusya ve Çin’de Batı yanlısı Yeltsin tipi hükümetlerin gelmesi ve rejim değişikliği için çalışmaktadır.
ABD, Ukrayna topraklarında Rusya ve NATO arasındaki vekalet savaşı aracılığıyla Avrupa’yı yeniden ABD komutası altında disipline etti. ABD, Avrupa’yı Rusya, Çin, İran, Küba, Venezüella ve genel olarak Küresel Güney ile çatışmaya sürüklüyor. NATO üyeliği alakartbir yemek değildir; Avrupa, ABD’nin Orta ve Uzak Doğu politikaları da dahil olmak üzere tüm Amerikan menüsünü yutmak zorundadır.
Son oyunun çelişkisi
“1968 kuşağı”ndan birçoğumuz, kapitalizmin sonunu defalarca öngördük ve dünya devrimine dair umutlarımız boşa çıktı. Bu durum, kapitalizmin tüm eleştirileri absorbe edebileceği ve tüm sorunların üstesinden gelebileceği gibi yanlış bir inanca yol açtı. Kapitalizm 200 yıldır varlığını başarılı bir şekilde yeniden üretmiştir, ancak bu yeniden üretimin sınırları vardır. Denge halinde bir sistem değildir. Emperyalist değer aktarımının yarattığı merkez ve çevre arasındaki kutuplaşma, onun kendini yeniden üretmesine izin vermiştir. Ancak Çin’in yükselişi bu dinamiğe meydan okumaktadır. ABD hegemonyasının gerilemesi kapitalizmin sonunun habercisidir.
Küresel Kuzey’den ABD, hegemonyasını sürdürmek için verdiği umutsuz mücadelede, küreselleşmiş üretim ve ticaretin emperyalist boru hattı sistemini bozmaktadır. Güney kanadından Çin, Batılı şirketlerin ve finans kurumlarının teknolojik tekelini kırarken eşitsiz mübadelenin emperyal rantını azaltmayı başarmış ve Küresel Güney’in ekonomik kalkınması için bir alternatif sunmuştur.
“Oyunun sonunda” küresel kapitalizm, üretimi genişletme ihtiyacı ile buna karşılık gelen tüketim gücünün eksikliği arasındaki içsel çelişkinin yarattığı ekonomik krizlerle boğuşacaktır. Kârlar düşecek ve birikim durma noktasına gelecektir.
Mevcut temel çelişki
Bu geçişteki itici güç nedir? Bu soruyu yanıtlamanın ilk adımı temel çelişkiyi tanımlamaktır. ABD, AB, Japonya, Yeni Zelanda ve Avustralya, ABD hegemonyasını sürdürmek için birleşmişlerdir. Bunlar, mevcut temel çelişkinin bir yönünü oluşturmaktadır. Diğer yönü ise Çin’in başını çektiği, farklı nedenlerle ABD hegemonyasının devamına karşı çıkan ve çok kutuplu bir dünya sistemi isteyen devletler topluluğudur. Son iki yüzyıldır dünya sistemine hakim olan Kuzey-Güney yapısını değiştirme ve Güney-Güney ilişkilerini genişletme arzusunda birleşmişlerdir.
Kapitalizmin son oyunu, ekonomik, siyasi ve ekolojik yapısal krizi çerçevesinde gerçekleşmektedir. Yapısal kriz, sistemin dengesinin bozulması ve konjonktürün düzenli dalgalar halinde değil, kontrol edilemeyen ani salınımlar halinde gerçekleşmesi anlamına gelmektedir.
İklim değişikliği bir gerçek; belirsiz olan yıkımın hızıdır. Bir sonraki felaket nereye vuracak ve ne kadar büyük olacak? Artan ekolojik ve iklimsel sorunlar ile dünyanın doğal kaynakları için verilen mücadele devrimci durumları tetikleyebilir, yaşam koşullarını değiştirebilir, doğal felaketlere ve mülteci hareketlerine neden olabilir. Ayrıca gerileyen hegemonun neden olduğu jeopolitik mücadelenin yoğunlaştığı bir dünya sisteminde, nükleer savaş tehlikesi de bulunuyor. Dünyanın önde gelen güçleri arasındaki bir savaş, nükleer silahların kullanımına kadar tırmanırsa dünyanın temel çelişkisi haline gelebilir. Kapitalizmin sonu kaos ya da sosyalizme geçiş olabilir; bu bizim mücadelemizin sonucuna bağlıdır.
Bugün antiemperyalizm
Antiemperyalizm bugün “uzun 1960’larda” olduğu gibi olamaz. Tarih tekerrür etmez; ileriye doğru hareket eder. Yüksek devrimci ruh ve 1940’ların sonundan 1970’lerin ortalarına kadar sömürgecilik karşıtı mücadelenin başarısı, dünya sistemindeki çelişkilerin bir bileşimidir. Sosyalist Blok ile ABD arasındaki çelişki ve bir tarafta gelişmekte olan Üçüncü Dünya ile diğer tarafta ABD’nin yeni sömürgeciliği arasındaki çelişki. Birbiriyle bağlantılı bu küresel çelişkiler dizisi Asya, Afrika ve Latin Amerika’da sosyalist bir perspektifle antiemperyalist bir kurtuluş mücadelesi dalgasının önünü açtı.
Tüm bunlar 1970’lerin ortalarından itibaren neoliberal küreselleşmenin karşı saldırısıyla değişti. Ulusal kurtuluşu sosyalist bir dönüşüme doğru devam ettirmek zorlaştı. Ancak neoliberalizm “tarihin sonu” değildi. Bir yandan sanayi üretiminin dışarıya taşınması, değerin Güney’den Kuzey’e aktarılmasıyla sonuçlandı. Diğer yandan Öte yandan, Küresel Güney’deki üretici güçlerin gelişimi, zengin Kuzey ile yoksul Güney arasındaki yüzyıllık kutuplaşmayı kırmaya başladı. ‘70’lerde Üçüncü Dünya “yeni bir dünya düzeni” çağrısında bulundu, ancak bundan bir sonuç çıkmadı. Bugün Küresel Güney yeni bir dünya düzeni yaratıyor.
Örneğin BRICS+ dünya nüfusunun %46’sını ve dünya ekonomisinin %36’sını temsil ederken, dünya nüfusunun sadece %10’una ve dünya ekonomisinin %30’una sahip G7’yi (ABD, Kanada, İngiltere, Fransa, İtalya, Almanya ve Japonya) dengelemektedir. BRICS+, antikapitalist bir örgütlenme değildir. Ancak doğru yönde atılmış bir adımdır. Ortaya çıkmakta olan çok kutuplu dünya sistemi, hegemonyacılık ve karşı hegemonyacılık, muhafazakar ve ilerici, kapitalist ve sosyalist güçler arasındaki çelişkili akımlar kompleksinden oluşmaktadır. Dünya bu şekilde görünüyor. Marx’ın şu sözlerini aklımızda tutmalıyız: hiçbir toplumsal düzen, kendisine yer bulan tüm üretici güçler gelişmeden ortadan kalkmaz. Biz bu noktaya ulaşıyoruz. Ardından -Marx’ın devam ettiği gibi- toplumsal devrim dönemi geliyor.[1] Zor olan, bu birbirine bağlı çelişkiler denizinde yolumuzu bulmaktır.
İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde ve “uzun altmışlı yıllara” kadar antiemperyalist mücadele, Sovyetler Birliği, Çin ve Küba gibi geçiş dönemi devletlerinin desteğiyle, ulusal kurtuluş için savaşan halk hareketleri tarafından yürütüldü.
Sömürgecilikten kurtulma süreci sayesinde sömürülen ve ezilen halklar, ulusal kurtuluşlarını elde edebilecek hareketler örgütlemeyi başardılar. Ancak bu yeni doğan devletler, hala egemen emperyalist merkezin sömürü ve baskısının kurbanlarıydı.
ABD’nin dünya sisteminin tek hâkimi olduğu 20. yüzyılın zorlu son çeyreğinde, bazıları emperyalist işbirlikçiliğe geri döndüler.
Ancak neoliberalizmin gerilemesi ve Çin’in yükselişiyle birlikte, dünya sistemini merkez-çevre şeklinde kutuplaştıran iki asırlık eğilim kırılmış, Küresel Güney devletleri nefes alma alanı ve dolayısıyla antiemperyalist bir duruş benimseme fırsatı kazanmıştır. Mevcut antiemperyalizm dalgasında, geçiş dönemi devletleri dünya sisteminde daha güçlü bir ekonomik ve siyasi aktör haline gelerek diğer devletlerin emperyalist hakimiyetten uzaklaşmaları ve sosyalizme doğru hareket etmeleri için alan sağlamıştır.
Altmışlı yıllarda olduğu gibi, hegemonyasını sürdürmeye çalışan Kuzey ile Küresel Güney arasındaki çelişki, sosyalizme doğru ilerlemek için mücadele eden hareketler ve uluslar için alan yaratabilir. Küresel Güney’deki üretici güçlerin gelişimi, onları bu hedefe ulaşmak için altmışlı yıllara kıyasla çok daha iyi bir konuma getirmiştir. ABD hala temel çelişkinin baskın yönüdür, ancak Güney saldırıya geçerek merkezi kuşatmaktadır. Altmışlı yıllarda Üçüncü Dünya’nın dönüştürücü gücü “devrimci ruha” -ekonomik kalkınma üzerinde ideolojik hakimiyet kurma girişimine- dayanırken, Küresel Güney’in mevcut dönüştürücü gücü ekonomik gücüne dayanmaktadır.
Olaylar beklediğimizden daha hızlı gelişebilir. Önümüzdeki on yıllar dramatik ve tehlikeli olacaktır. Geçiş süreci bir çay partisi olmayacak. Siyasi ittifaklarda ani değişimler göreceğiz ve bu senaryoda rotadan sapmamamız ve net bir sosyalist perspektife sadık kalmamız gerekiyor. Aynı zamanda iklim değişikliği nedeniyle zaman baskısı altında çalışıyoruz.
Burada, Küresel Kuzey’de bizim için soru şudur: Bu mücadeleye nasıl katkıda bulunabiliriz? Benim deneyimim esas olarak, ABD ile birlikte Irak, Afganistan, Libya, Suriye ve şu anda Kızıldeniz’de yer alan en NATO yanlısı ülkelerden biri olan Danimarka’ya dayanıyor. Küresel Kuzey’deki ülkeler arasında sosyal ve ekonomik koşullar açısından farklılıklar olduğunun farkındayım, ancak düşüncelerimi anlamlı kılan benzerlikler de olduğunu düşünüyorum.
Canavarın göbeğinde antiemperyalizm
1960’larda olduğu gibi, merkezdeki antiemperyalist hareketler, Üçüncü Dünya’daki -o zaman Vietnamlılar, bugün Filistinliler- mücadeleler tarafından yaratılmaktadır. Antiemperyalist mücadelenin arkasındaki itici güç biz değiliz. Küresel Güney’deki sömürülenler ve ezilenlerdir.
Kuzey’deki antiemperyalistler, azınlık ama önemli bir azınlık olacaktır. Mülteciler ve göçmen işçiler, Küresel Kuzey içinde antiemperyalist bir “Truva Atı” olabilirler. Üretim ve hizmetlerdeki konumları nedeniyle güçsüz değildirler ve ailelerine olan bağlılıkları ve Küresel Güney’deki anavatanlarının ekonomik kalkınmasına yönelik umutları, kalmalarına zar zor tahammül eden bir devlete olan bağlılıklarından daha güçlü olabilir.
Bizim rolümüz Güney’deki mücadeleyi siyasi ve maddi olarak desteklemek ve merkezin emperyalizm için güvenli bir ana üs olmamasını sağlamaktır. Bu, bizi devlet düşmanı yapacaktır. Devlet, propagandadan kriminalize etmeye kadar her türlü yöntemle bizi susturmaya çalışacaktır. Ulusal hain olarak damgalanacağız ama bu sınıf haini olmaktan daha iyidir.
Mücadelemizde geniş halk desteği alamayacağız. “Sudaki balık” gibi olmayacağız. Küresel Kuzey’deki nüfusun çoğunluğu, özgürlüklerini ve yaşam biçimlerini savunduğuna inandıkları NATO’yu destekliyor. Nüfusun büyük bir bölümü sağa dönüyor, göçe karşı çıkıyor. Bununla birlikte, onları antiemperyalist olmanın uzun vadeli çıkarlarına uygun olduğuna ve NATO’nun yanında yer almanın tehlikeli olduğuna ikna etmeye çalışmalıyız. Bu zor bir görev olacaktır. Ancak, merkezde devam eden siyasi ve ekonomik kriz, uzun vadede tutum değişikliği için uygun bir zemin hazırlayacaktır. Böyle bir kriz emperyalist merkezin düşüşünü hızlandıracağı için memnuniyetle karşılanmalıdır. Batı’nın 500 yıllık sömürgecilik ve emperyalizmden sonra gerilemesinin kucaklamamız gereken bir şey olduğunu ve Küresel Güney’in yükselişinin ve çok kutuplu bir dünya sisteminin daha eşit ve sürdürülebilir bir dünya sistemine yol açabileceğini anlatmalıyız. Bulunduğumuz coğrafyada devrimci bir durum, Küresel Güney’in emperyalizme karşı zaferi ve dolayısıyla merkezde (Kuzey’de) ekonomik ve siyasi bir kriz olmadan mümkün değildir.
Bulunduğumuz coğrafyada antiemperyalist olmak, olmayı seçtiğiniz bir şeydir. Sosyo-ekonomik koşullara bağlı değildir. Bu bir zorunluluk değildir. Filistin’de olduğu gibi, var olmak için direnmek zorunda değiliz.
Son elli yılda antiemperyalist örgütlerin bir üyesi olarak, yoldaşların gelip gittiğini gördüm. Bazıları mücadeledeki gerileme dönemlerinde projeye olan güvenlerini ya da ilgilerini kaybettiler ve koptular. Diğerleri, antiemperyalizm artık çalışma planlarına, kişisel yaşamlarına veya profesyonel kariyerlerine uymadığında; yaşlandıklarını, daha olgun, daha bilge, daha az naif olduklarını savunarak bıraktılar ve bu böyle devam etti. Bazıları önemli işlere giriyor ya da iktidar koridorlarında yer alıyor, eski görüşlerinden ve kişisel ilişkilerinden utanıyorlar. Bu kişisel bir eleştiri değildir. Bu, canavarın göbeğinde antiemperyalizm için seferber olmanın şartlarıdır. Küresel Kuzey’deki antiemperyalist örgütlenme istikrarsız ve kırılgandır. Örgütler inşa ederken ve stratejiler geliştirirken bunu göz önünde bulundurmalıyız. Dünyada adanmışlık, disiplin ve uzun soluklu mücadeleye hazır yoldaşlar aramalıyız.
Önümüzdeki on yıllarda, kapitalizm oyunun sonuna doğru ilerledikçe mücadele daha da yoğunlaşacaktır. Bu “parkta bir yürüyüş” olmayacak. Buna örgütsel ve kişisel düzeyde hazırlanmalıyız. Bu da önümüzdeki yıllarda, dünya sisteminin nasıl gelişeceğine dair sağlam bir analize sahip olmak anlamına geliyor. Buradan yola çıkarak somut bir pratiğe dökülebilecek bir strateji geliştirebiliriz. Tüm bunlar, soyut ve genel terimlerle değil, mümkün olduğunca spesifik ve somut terimlerle yapılmalıdır. Hangi hareketler, örgütler ve uluslar en önemli antiemperyalist güçlerdir? Onları siyasi ve maddi olarak nasıl destekleyebiliriz? Mücadelenin şu anki aşamasında bunu yapmak için hangi becerilere ve örgütlenme biçimlerine ihtiyaç var? Düşman tarafının da analizine ihtiyacımız var. En önemli emperyalist örgütler ve uluslar hangileridir? Onlara karşı nasıl mücadele edebiliriz? Direnişimize karşı tepkileri ne olacak? Bu karşılaşmaya en iyi nasıl hazırlanabiliriz?
Kendimizi kişisel düzeyde de hazırlamalıyız. Hem devletin hem de çevremizdekilerin toplumsal baskısı altında olacağız. Ana akım medya ve kültürden üniversitelere ve aileye kadar. Tükenmemek için nasıl mücadele edeceğinizi seçin. Ho Chi Minh bize bazı tavsiyelerde bulundu. Kulağa sıradan gelebilir ama üzerinde biraz düşünün:
“Konuşmadan önce düşünün.
Harekete geçerken kararlı olun.
Yazarken temkinli olun.
Karar anında sakin ve soğukkanlı olun.
Öfkelendiğinizde kendinizi kontrol edin.
Melankolinizi unutun.
Kişisel üzüntülerinizi daha büyük bir amaç için bırakın.”
Özetlemek gerekirse:
1. Emperyalizm, küresel bir sistemdir ve sistem karşıtı küresel bir yanıt gerektirir. Emperyalizmle yalnızca ulus-devlet sınırları içinde, diğer mücadelelerden soyutlanarak mücadele edilemez.
2. Sistem karşıtı hareket, küresel olarak koordine edilmeli ve öncelikleri, yerel çıkarlar temelinde kısa vadeli hedefler olarak değil, buna göre belirlenmelidir.
3. Antiemperyalist mücadelenin merkezi, sömürü ve baskının en ağır olduğu ve çevresel yıkımın en büyük olduğu Küresel Güney’dir. Küresel Güney’deki halk mücadelelerini sadece sözle değil, eylemle ve maddi araçlarla da desteklemeliyiz.
4. Küresel Kuzey’deki bizler, Küresel Güney’deki proletaryanın bulunduğumuz coğrafyada devrimci bir durum yaratmasını bekleyen pasif seyirciler olmamalıyız. Kuzey’in emperyalizm için güvenli bir “hinterland” olmamasını sağlamalıyız; bu da sağcı milliyetçiliğe, ırkçılığa ve hepsinden önemlisi Küresel Güney’deki emperyalist siyasi ve askeri müdahaleye karşı mücadele etmek anlamına gelmektedir.
5. Mücadelemiz sözden öteye geçerse, sonuçları olacaktır. Hem kişisel hem de örgütsel olarak bunu planlamalı ve buna hazırlıklı olmalıyız. Önümüzdeki on yıl içinde küresel mücadele nasıl gelişecek? Ben ve örgütüm, değişimin nesnel ve öznel güçlerinin analizine nasıl dahil olabiliriz? Ne tür bir destek sunabiliriz? Mücadelede kullanılacak spesifik yollar ve araçlar; örgütün türüne ve belirli siyasi durum ve yere bağlı olacaktır.
6. Antiemperyalizmin kriminalize edilmesi artacaktır. Kişisel düzeyde, sadece devletle değil, aynı zamanda ana akım toplumla da karşıtlık içinde olmak kolay değildir. Bizi sisteme entegre etmeyi amaçlayan kuvvetli güçler var. Sisteme karşı açık ve net bir muhalefet yürütmek ve ekonomik ve siyasi krizlerin kapitalizmin “son oyununun” bir parçası olduğunu kabul etmek zor olacak ve bunu memnuniyetle karşılamalıyız.
Ezilenler ve sömürülenler zafer kazanacak!
[1]Marx, Karl (1859). Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı. Birinci Bölüm Önsöz. İçinde: Toplu Eserler. Cilt 29. Moskova: Progress Publishers, 1977.