Devrim cephesine ve yeni halk sınıflarının durumuna baktığımızda gördüğümüz nedir?
İşçilere ve emekçilere bakış
Öncelikle işçi sınıfı tanımından başlayalım. Üretim araçlarının özel mülkiyetinden yoksun olan ve işgücünü satarak yaşayan bütün emekçileri işçi sınıfı içinde değerlendirdiğimizi belirtelim. Mavi veya beyaz yakalı, özel sektörde işçi veya devlette memur statüsünde, sanayide, madenlerde, hizmet sektöründe ya da tarımda, kol veya kafa emekçisi, öğretmen, tabip, mühendis ve benzeri hiç fark etmez, üretim aracı mülkiyetinden yoksun olduğu için devlete ya da bir patrona iş gücünü satarak yaşamak zorunda kalan tüm çalışanlar işçi sınıfının birer ferdidir. Elbette bunlar arasında şirket yönetim kurulu üyeleri veya başka yönetici kademelerde çalışan yüksek maaşlı sermayedar uzantılarını işçi sınıfına dahil edemeyiz. Onlar hem üretimdeki yerleri (zaten üretim dışındadırlar) hem de bağlandıkları sınıf itibariyle kapitalist sınıfın parçasıdırlar. Bu özel durumda olanlar haricinde aldığı ücrete bakılmaksızın yaşaması sadece kendi emeğine bağlı olan herkes proletaryanın bir parçasıdır.
Kırda ya da kentte öylesine çalışan kesimler veya küçük üreticiler vardır ki; gelir düzeyi düşük olabilir ama sahip oldukları üretim aracıyla aile işletmecisi, bir çiftlik, atölye, tezgah, dükkan veya bir nakliye aracıyla geçinip giderler. Emeklerini işe koşmakla birlikte kendi işlerinde çalışan bu kesimleri kır veya kent küçük burjuvazisi olarak değerlendiriyor ve proletaryaya dahil etmiyoruz.
Kapitalizmin toplumu burjuvazi ve proletarya olarak iki temel sınıfa ayrıştıran ve giderek ara tabakaları yok eden karakterinin, Türkiye’de son yirmi yılda bütün hızıyla işlediğini kimse görmezden gelemez. Tarımda ve imalat sektöründe küçük üreticiler hızla yok oluyor. Küçük çiftçi, esnaf, zanaatkar, bakkal vb. KOBİ kategorisine girebilecek olan daha iri kıyım işletmeler bile ya iflas ediyor ya da kimi tekellerin “vasalı” haline gelmeyi başaranlar, onların tedarikçiliğini yaparak ve ancak onlar tarafından yaşatıldıkları müddetçe ayakta kalabiliyorlar.
Böylesine ikiye bölünmüş bir toplumda TÜİK’in (Türkiye İstatistik Kurumu) 2019 yılı verilerine göre, kayıtlı çalışan işçi-kamu emekçisi sayısı yirmi beş buçuk milyondur. İş bulup çalışan bu kitle dışında birde dört milyon iş arayan ve iki milyon da uzun süredir iş bulamadığı için iş aramaktan vazgeçmiş işsizler vardır. Aktif çalışan veya işsiz, Türkiye’nin işçi toplamı için 31-32 milyonluk bir sayıdan bahsediyoruz. Ailelerini de o sınıfın bir parçası sayabiliriz. Bunca işçinin bir kısmının evli ve çocuk sahibi olduğunu hesaba katarsak eşleri ve çocuklarıyla birlikte ortalama 50-60 milyonluk büyük bir zinde güçten söz ediyoruz. On küsur milyonluk emeklileri de eklediğimizde genç, yaşlı, çocuk, kadın, erkek, çalışan, işsiz veya emekli muazzam büyüklükte bir kitle ortaya çıkıyor. İşte Türkiye proletaryasının sosyal varlığı böylesine azametlidir. Nüfusun geriye kalan küçük azınlığı ise kentte, kırda patron veya rantiye mülk sahibi ya da kendi işinde kendi hesabına çalışan küçük üreticiler ve onların aileleridir.
Proleteryanın bu nesnel büyüklüğüne karşılık memleketin gidişatındaki rolü ve etkisi akıl almayacak düzeyde küçüktür, çünkü örgütsüzdür. İşçi sınıfı kendi sınıf çıkarları için örgütlüyken “her şeydir” ancak örgütsüzken bir “hiç”tir. Hatta köle sınıftır. Kölesi olduğu egemen sınıfa hizmet ettiği için varlığıyla ona güç verir.
1960-80 döneminde Türkiye işçi sınıfı siyasal örgütlülük bakımından zayıf da olsa sendikal bakımdan bugüne kıyasla hayli örgütlü ve mücadeleci olduğu için ekonomik mücadelesi doğal olarak kapitalizm çerçevesinde kalsa bile siyasal bakımdan ülkede güçlü bir reformist etki yaratırdı. Bu etki kentlerde yürütülen anti-faşist mücadeleye büyük bir güç katardı. İşçi sınıfı içerisinde devrimci komünist siyasal örgütlülüklerimiz zayıf olduğu oranda bu anti-faşizm daha ziyade CHP (Cumhuriyet Halk Partisi) ye yaradı. Bu yüzden İstanbul, Kocaeli, Bursa, Ankara ve Adana gibi sanayi kentlerinin belediyeleri hep CHP’deydi.
12 Eylül’den sonra devrimci harekete yönelik imha saldırıları ve aynı zamanda sendikaların kapatılması işçi sınıfı hareketinin aldığı ilk darbe oldu. Yıllar sonra 12 Eylül’ün getirdiği yeni sendikal mevzuatla sendikalar tekrar açıldığında artık eski güçlerinden çok şey kaybetmişlerdi. Öncü devrimci işçilerin kimisi cezaevinden çıkmıştı ama hepsi işlerinden atılmışlardı. Büyük çoğunluğu tekrar üretime dönemediler. Türkiye işçi sınıfı, Cumhuriyet tarihi boyunca yetiştirdiği en ileri kuşağını böylece bünyesinden kaybetti. Bir dönem sonra da neo liberalizm ve özelleştirme politikaları devreye sokuldu. Siyasal olarak en önemli yıkım ise 1989-91’de Reel Sosyalizm’in çöküşüyle birlikte yaşandı. O zamana kadar bilinçli-bilinçsiz, “sosyalizm”in aynı zamanda “işçi sınıfı” nın iktidarı olduğunu bilirdi bu topraklar… Bu tarihten sonra sosyalizmin dünya genelindeki itibar kaybı işçi sınıfı içinde de itibar kaybını getirdi. Ardından “İşçi”, “proleter”, “emek” kelimeleri toplumda hızla gözden düşürülmeye başlandı. Artık “İşçi” sözcüğünün yaptığı o etkili çağrışım değişti ve giderek önemsizleşti.
2001 krizi ve peşi sıra neo liberalizmin dizginsiz saldırısı anlamına gelen Kemal Derviş ile başlayıp 20 yıllık Erdoğan iktidarı ile devam eden dönem ise işçi hareketini olabilecek en geri noktaya itti. Ne yazık ki bugün artık bir sınıf hareketinden bile söz edemiyoruz. Objektif olarak işçiler yine var ama birlikte bir sınıf tarzı gösteren bir kitle değiller artık. Ekonomik mücadele planında bile bir ortak davranış ortaya konulamıyor ya da çok zayıf olabiliyor.
Elbette en örgütsüz haliyle bile işçiler tekil işyerlerinde ekonomik hakları için direnişe geçmiyor değiller. Ne var ki bunların çoğu işten atılan işçilerin işe geri dönmek için işyeri önünde yaptıkları direnişleridir. Geride kalanlar ise üretime devam etmektedirler. Grev artık bu topraklarda nadir görülen bir eylem biçimidir. İşçilerin çoğunun sendikal anlamda örgütsüzlüğünün (istatistiklere göre işçilerin %90’ı sendikasızdır) bir sonucu olarak işten atılma ve açlık korkusu, onlar açısından grevi kolay başvurulmayan bir mücadele biçimi haline getirdi.
Bu şartlarda doğal olarak yeni mücadele biçimi ve araçları geliştirmek gerekliliğiyle karşı karşıyayız. Devrimci işçiler mevcut sendikaları hiçbir şekilde ihmal etmeden işyerlerinde taban örgütlenmesini esas almak zorunda. Elbette bu işçi sınıfı açısından yeni bir fikir değil. İster yasal sendikal mücadeleyi sağlam ve kalıcı temele oturtmak için olsun, isterse sendikasız iş yerlerinde işçi mücadelesinin kesintisiz devamını sağlamak için olsun, taban örgütlülüğü esastır. İşyeri özelinde “işçi komiteleri”, o işçi havzasında komiteleşmiş işyerlerinin üzerinde veya aynı iş kolundaki işyerlerinin üzerinde “bölge işçi komiteleri” olabilir. +Adının ne olduğu önemli değil, dayanışmadan başlayıp ortak mücadele geliştirmeye kadar, işçiler kendi ihtiyaçlarını kendileri karşılamak ve bunun için gerekli ortak davranış şekillerini yaratmak zorundadır. Öncü işçilerin görevi bu yöndeki çalışmaları teşvik etmek ve başını çekmektir.
Dünyanın her yerinde, en demokratik burjuva ülkelerinde bile sendikal mücadelenin başarısı için işyeri örgütlülüğü vazgeçilmezdir. Zaten yüzyıllar öncesine dayalı mücadeleler sonucu elde edilen kazanımlarla bu ülkelerde yasal biçimde yürütülen çalışmalardır bunlar. Faşizm koşullarında ise sendikalar ortadan kaldırıldığı veya işlevsiz kılındığı için işçi mücadelesi bütünüyle bu işyeri örgütlülükleri zemininde yürümek zorundadır. Bulgaristan’da on yıllar süren faşizm koşullarında işyeri komitelerinin yürüttüğü mücadele unutulmazdır. Bizde sendikaların kapandığı 12 Eylül faşist darbe döneminde durdurulan onbinlerce tekstil ve metal işçisinin grevini yürüten işçilerin seçmiş olduğu “grev komiteleri”, “işyeri komiteleri”ne dönüştürüldü. Sendikalar kapatıldı, yöneticiler ve binlerce işçi gözaltına alındı, tutuklandı. Yıllarca süren davaların ardından devrimci işçilerin örgütlendiği sendikalar ancak 90’ların başında yeniden açılabildi. Böylece o dönem yasal olmayan varlıklarını yıllarca kahvehanelerde ve işçi evlerinde toplanarak sorunlarını tartışıp karara bağlayarak sürdürmek zorunda kaldılar. İspanya’da kırk yıllık Franco faşizmi boyunca işçiler işyerlerinde (CC.00) “İşçi komisyonları” denilen yasadışı yapılarla haklarını savundular. Kırk yıl sonra faşizm yıkıldığında o yasadışı kitle örgütlenmeleri yasal sendikaya dönüştü ve bugün İspanya’nın en büyük sendikal konfederasyonu işte bir zamanlar o yasadışı faaliyet yürüten “İşçi Komisyonları Hareketi”dir. (CC.00)
Türkiye’de işçi sınıfı mücadelesinin ürünü olan DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu), KESK (Kamu Emekçileri Konfederasyonu) ve keza TÜRK-İŞ’teki (Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu) emeğimizi sahipsiz bırakacak değiliz. Ama hem bu yasal sendikal mücadele hem de sendikasız iş yerlerindeki mücadele tabanın iradesini ve birliğini temsil eden işyerindeki yapılarla oturtulmalıdır. Sadece sanayide, inşaatta, madende değil; banka, büro, plaza gibi yerlerde ticaret ve hizmet sektöründe çalışanların işyerleri temelinde taban örgütlenmesi esastır. İşçi sınıfı içinde devrimci çalışmanın işyeri çalışması kadar hatta daha önemli bir boyutu da mahalle çalışmasıdır. Mahalle işçiye dar üretim yaşamının ve ekonomik hak bilincinin dışında, toplumun başka sınıflarını, bunlar arasındaki ilişkilerin boyutlarını, Kürtleri, Alevileri, devletin yapısını kısacası, politik yaşamı sunar. Bu bakımdan mahalleler insanların politikleşmesine zemin hazırlayan en uygun ortamlardır. Üstelik kısa mola sürelerinde patron gözetimi altında işyerinde kolay kurulup sürdürülemeyecek ilişkiler için mahalle çok daha özgür bir ortam sunar. Bu nedenle mahalle çalışmasında ısrar ve bu şekilde kuracağımız ilişkiler bizi giremediğimiz pek çok işyerine sokacaktır.
Emperyalist merkezlerdeki teknolojik dönüşümün benzerini Türkiye kapitalizmi de belli farklılıklarla da olsa yaşıyor. Mikro elektronik bilgisayar ve otomasyon üretim dünyasına girişle birlikte sanayide kol işçisi sayısı Türkiye’de de azaldı. Eski mesleklere dayalı vasıflı kol işçilerinin oranı düştü. Kaldı ki on yıllardır izlenen finansallaşma ve sanayisizleşme politikası, Türkiye’deki sanayi işçilerinin genel işçi sınıfı içindeki oranını azalttı. Vasıfsız kol işçileri artık daha çok inşaat ve maden gibi sektörlerde yoğunlaşıyor. Hizmet sektöründe çalışanların çok büyük bir oranı asgari ücret alıyor. Finans, ticaret ve plazalarda sayısı giderek artan beyaz yakalı bir çalışan kitlesi de var -ki bunların arasında düşük ücretle çalışanlar olmakla birlikte- genelde yeni teknolojilerle daha çok haşır neşir, iş eğitimini bu temelde almış, nispeten biraz daha yüksek ücretli bir işçi kitlesidir. Kimileri kendini işçi sınıfı içinde görmeye gönül indiremese de emek güçlerinin sömürülmesi bakımından sınıfın diğer kesimlerinden farksızdırlar. Buna karşılık düzenin tüketim kültürünün, yeni modalarının, davranış kalıplarının da en çok hitap ettiği ve bunların taşıyıcısı olan kesimlerdir. Benzetecek olursak proletarya içinde yeni bir küçük burjuva sınıfı gibidirler. Ama patronların işyerlerindeki adamı konumunda olan ustabaşı, postabaşı gibi yüksek ücretli işçiler de değildir bunlar. Aksine daha eğitimli, dünyaya daha açık, muhalif, hatta “solcu” ama muhalifliği liberal karakterde ve kollektif davranmaya yatkın olmayan bir yapıdadırlar. İşçi sınıfının bu yeni sektörü Gezi’de kendisini gayet net biçimde gösterdi. Geleneksel işçi kesimlerinde AKP-MHP (Adalet ve Kalkınma Partisi-Milliyetçi Hareket Partisi) bu kesime kıyasla daha fazla taraftar bulabilmekteyken bu yeni sektörde durum tersinedir.
Bu yüzden bütün ısrarımız işçi sınıfının içindeki bu farklılaşmaları bilerek bütün işçi kesimlerini tek bir sınıf olma bilincinde ve davranışında birleştirmek olmalıdır. Hayatı ev-işyeri-kahvehane kısır döngüsünde geçen muhafazakar işçilerle daha eğitimli, yabancı dil bilen, yeni teknolojileri kullanan ve fikri yeniliklere daha açık işçileri tek bir devrimci sınıf tavrında birleştirmek zorunluluktur. Bundan vazgeçmek sistemin her zaman uyguladığı emekçileri bölme politikasına teslim olmaktır.
İşçi sınıfının dışında bir kesim yanında işçi çalıştırsa da işe kendi emeğini katarak çalışan yeni emekçi karakterde ama aynı zamanda kendi toprağına ve iş araçlarına sahip olduğu için küçük burjuvazi kategorisine dahil ettiğimiz bu grubun nüfusun geneli içindeki oranı giderek küçülmektedir.
Tarımdaki küçük üreticileri ele aldığımızda durum çok daha nettir. Bir zamanların köylü ülkesi Türkiye yarım yüzyıldan beri artık şehir toplumudur. Köylerdeki nüfus 1980’lerde genel nüfusun yarıdan azı kadarına düşmüştü. 2019’daki verilere göre tarım alanında çalışanlar toplam çalışanların ancak %17’sidir. Bunların ciddi bir kısmının da ücretli tarım proleteri olduğunu kabul edersek köy küçük burjuvazisi yani kendi aile işletmesinde çalışan küçük üretici köylüler artık nüfusun çok küçük bir kısmını oluşturmaktadır. Bunlar çoğunlukla da köyün yaşlılarıdır. Ülkedeki tarıma da hayvancılığa da makineleşmiş büyük kapitalist işletmeler hakimdir. Köylülüğün kente göçünde ve işçileşmesinde 1970’ler ilk büyük dönüşüm yıllarıydı. İkincisi ve ilkinden daha büyük dönüşüm ise 1990’larda ve 2000’lerde yaşandı. Bu, aslında dünya çapında gerçekleşen büyük bir dönüşümdü. Reel Sosyalizm’in çöküşünden sonra “Washington Konsensüsü” çerçevesinde neo liberal kapitalizmi hayatın her alanına hakim kılmaya dönük pek çok uluslararası anlaşma yapıldı. Bunların hemen hepsine Türkiye de imza attı. Bu anlaşmaların tarımla ilgili olanları Türkiye gibi ülkelere kendi tarımını acımasız uluslararası piyasa ilişkilerine açmayı dayatıyordu. Önce tarım ürünlerindeki ithalat yasakları kaldırıldı, tarıma devlet desteği çekilerek köylü yabancı tarım tekellerinin ürünleriyle iç piyasada rekabet yapmak zorunda bırakıldı. Buna göre taban fiyat uygulaması ve toplu alımlar biçiminde yürüyen devlet desteği tamamen çekilerek, üreticiyi nispeten koruyan Pankobirlik, Çukobirlik, Tariş, Fiskobirlik vb. gibi ticari tarım birlikleri kaldırılacak; yerli tohum yerine çoğunu ABD tarım tekellerinin ürettiği verimli genetik yabancı tohum kullanılacaktı. (Ama bu verimli tohumlar genellikle kısır olduğu için üretici her ekim döneminde yeniden ithal yabancı tohum almak zorunda kalacaktı.) Bazı ürünleri ise Türkiye gibi ülkeler hiç üretmemeliydi. Örneğin şeker sahibi olmak için pancar üretmemeli şekeri şeker olarak Monsanto, Cargill gibi emperyalist şeker şirketlerinden satın almalıydı. Keza sigara için hiç tütün üretmemeli, şeker fabrikalarını tasfiye ettiği gibi Tekel fabrikalarını da tasfiye etmeli, sigarayı dışarıdan almalıydı. Tütün, buğday, pancar vb. hepsinde üreticiyi üretimden fiilen uzaklaştırmak için DGD (Doğrudan Gelir Desteği) politikası icat edildi. Köylü ya iç piyasayı işgal etmiş yabancı tarım ürünlerinin düşük fiyatlarıyla rekabet edebilmek uğruna zararına çalışmayı göze alacak ya da hiç üretim yapmaksızın arazisinin büyüklüğüne göre devletten DGD denilen bir miktar parayı alıp kahvehanede oturacaktı. Böylece pancar ve tütün tarlaları yıllarca boş kaldı, yozlaştı, havadan gelen parayla tarımdan eli giderek soğuyan tütüncü, pancarcı ya madenci ya da inşaatta işçi oldu. (Örneğin Soma’da ölen madencilerin hemen hepsi Manisa ve Balıkesir’in eski tütüncü köylüleriydi.) Yerli tarım böylece bitirilmiş oldu. İşlevini tamamlayan DGD de peşi sıra kalktı. Artık şehirli olan dünkü üretici köylüler yeniden toprağa da dönemezdi. Emperyalist tarım tekellerinin gıda ürünleri artık rahatlıkla iç pazarda pahalıya satılabilirdi.
1990’lar ve 2000’lerdeki bu keskin dönüşümle yerli tarım çökertilip kırsal kesim kente göç ettirilirken kente gelenlerin çoğu ne yazık ki işçileşemedi. Yaşlılar kenara çekilip ölümü beklerken gençlerin çoğu yedek işçi ordusunun yani işsizlerin saflarına katıldı. Kentlere akan ve şehrin etrafında kurulmuş yeni gecekondu mahallelerine yığılan bu büyük nüfus 1960-70’lerdeki kente göç gibi şehirlerde sınıf mücadelesini güçlendiren yeni bir dinamizm de yaratamadı ne yazık ki. AKP iktidarının iane politikalarıyla şehir yaşamına henüz yabancı bu kitlenin çaresizliği acımasızca kullanıldı. Köyden gelen ve şehirde bocalayan bu yoksul insanların modern kent yaşamına uyumsuzluğunu kullanan tarikatların onların yalnızlığına, çaresizliğine derman gibi ortaya çıkışı yaşanabilecek bir toplumsal uyanışı da söndürdü.
Şehir küçük burjuvazisinin en geleneksel kesimi olan esnaf zanaatkarlar da kırdaki küçük üreticiler gibi eski sosyal konumlarını büyük oranda kaybetmişlerdi. Eskiden kent yaşamının en aktif günlük politika ve haberleşme merkezi olan küçük dükkancılık artık bitmiştir. Ne mahalle bakkalı ne terzi ne ayakkabı tamircisi ne saatçi kalmıştır ortada. Kendi hesabına çalışan küçük esnaf olarak az sayıda berber-kuaför, kahvehaneci veya kendi arabasında şoförlük yapan taksiciden başka kimse kalmamıştır. KOBİ sınıfına girecek derecede olan metal aksam üreticisi, mobilyacı, plastik sanayici gibilerinin en iri kıyımları, işletmelerini tekellere katıp kendisi onun yanında usta işçi olmuş veya büyük tekellerin tedarikçisi küçük patronlar durumuna gelmişlerdir.
Kendi emeğini üretime katarak çalışan kırdaki veya şehirdeki küçük üreticilere devrimci hareketin önerebileceği en uygun birleşme ve örgütlenme biçimi kooperatiftir. Üretim, ticaret veya salt satış kooperatifleri… Ancak tekelci kapitalizm karşısında emekçi küçük burjuvazinin kendi arasındaki hiçbir dayanışma biçiminin kar etmeyeceğini onlara kavratmalıyız. Eninde sonunda ellerindeki o küçük tezgahı ve atölyeyi de kaybedip proleterleşeceklerdir. Bu nedenle öyle veya böyle bu kesimleri işçi sınıfının devrimci mücadelesi içinde yer almaya yöneltecek çalışmalar içinde olmalıyız.
Gençliğe bakış
Toplumun güncel durumunu analiz ederken gençlik üzerinde ne kadar çok dursak yeridir. Çünkü bugünün koşullarında en çok sıkışan ve nerede nasıl ne zaman kime patlayacağı belli olmayan asıl potansiyel kitle halk sınıflarının genç kuşaklarıdır.
1970’te Dev-Genç Genel Başkanı Ertuğrul Kürkçü TRT TV’nin tartışma programında öğrenci gençliği “toplumsal dinamitin fitili”ne benzetmiş, bu söz düzen cenahında yankılara neden olmuştu. O zamanlar öğrenci gençlik, ailelerinin memleketin geleceğini teslim etmek üzere bin bir fedakarlıkla büyütüp el üstünde tuttuğu toplumun küçük elit bir kesimi durumundaydı. Toplum onların siyasal mesajlarına kulak kabartırdı. Bugün ise bu kitle o kadar büyümüş ve eski elit konumunu o kadar yitirmiştir ki bugün “toplumsal dinamitin fitili” de kendisi de gençlik olmuştur. Halihazırda Türkiye nüfusunun ezici çoğunluğudur gençlik. İşçi, esnaf, memur, çiftçi olan ana babalarının acılarını ve çıkışsızlıklarını ne kadar duyarsız görünürlerse görünsünler, onlardan daha çok hissederler. Ama onların ataletini paylaşmaya da niyetleri yoktur. Ailelerinin istikballerini kurtaramayacaklarının farkındadırlar çünkü okulu bitirdiklerinde iş bulup ailelerinin dertlerine derman olma ihtimalleri yoktur, aileleri için yük olduklarının hem kendileri hem ana babaları farkındadırlar. Artık iyice içi boşaltılmış üniversitelerde aldıkları eğitim yetersizdir. Dolayısıyla eski gençlik gibi mesajlarına kulak kabartılan toplumun “gözbebeği” değil, aileleri için yük, devlet için ise varlığı bile problem olan devasa bir kitledir. Ümitsiz, tepkili ve çıkışsız bir kitle olarak bu haliyle düzen için de bir tehdittir.
Gerçekten de bu kadar büyük bir üniversiteli kitle herhangi bir kapitalist ülke için normal değildir. Bu kadar çok üniversiteli dünyanın hiçbir kapitalist ülkesinde yoktur. Türkiye’de durumun bu hale gelmesi basitçe iktidardaki partilerin “her ile bir üniversite” yapıp oy toplama gayretinden de kaynaklanmadı. Kuşkusuz bu da bir faktördü ama asıl neden Türkiye kapitalizminin gelen yeni kuşakları istihdam edecek bir üretim kapasitesinden yoksun oluşuydu. Ekonominin finansallaştığı son otuz yılda ortada üretim namına büyümeyen aksine küçülen bir sanayi ve biten bir tarım kalmıştı. Büyüyen tek sektör inşaat sektörüydü. Finans dediğin ise kitleselleşen istihdamı yaratacak bir alan değildir zaten. Bu dönemde üretime yönelik olarak kurulmuş olan teknik eleman ve eğitimli usta işçi yetiştiren okullara, teknik liselere ve meslek okullarına yenileri eklenmediği gibi eskileri de tek tek kapatıldılar. Buna karşılık çalışma çağına gelmiş olan orta öğrenim mezunlarını işsizlik rakamlarını büyüten devlet için sorun ve yük olmaktan çıkarıp dört-beş yıl daha ailelerinin sırtına bırakmak üzere, memleketin her yerine sözüm ona üniversiteler açtılar. Böylelikle milyonlarca genç istatistiklerde artık işsiz değil, öğrenci görünüyordu. Herhangi bir sosyal rahatsızlığa sebep olmaları halinde de bunun sorumlusu devlet değil ana-babalarıydı. İsterse başarısız olup okuldan atılsınlar, af çıkarıp onları tekrar öğrenci yapmaktan kaçınmadılar. Böylece normal koşullarda “işgücü piyasasına yeni katılan işsizler” olarak görülmesi gereken milyonlar, ana-baba harçlığıyla sözüm ona laf ebeliği yapan geniş bir kitle olarak görüldüler istatistiklerde.
Devlet böylece çalışma yaşı gelmiş milyonlarca genci, öğrenci statüsüne sokup hem aklınca onları etraflarına karşı mahcubiyetten, iş bulamamalarının ezikliğinden kurtarıyor hem de yaşı başı gelmiş genç kız ve erkeklerin toplumsal yaşamdaki sorumluluklarını hala ailelerinin sırtına bırakarak aynı zamanda bir “asayiş vakası” olmalarını önlüyordu. Bu uğurda üniversitelerde “takı tasarım” bölümleri mi açılmadı, “nalbantlık bölümleri” mi kurulmadı, ”sürü yönetimi bölümleri”(!) mi açılmadı. Sözünü ettiğimiz bu her yere bir üniversite açma girişimi bir devlet politikası olarak uygulandı ve artık tıkandı. Çünkü yıllar içinde çok sayıda genç bu okullardan mezun oldu, gecikmeli olarak gelip dayandıkları yer yine işsizlik kapısı oldu. Bu sayede dünyanın hiçbir yerinde olmayan “atanamayan öğretmenler”, “atanamayan sağlık memurları” kavramları literatüre girdi. Arkeolog, biyolog, zoolog, matematikçi, kimyagerlerle birlikte düşündüğümüzde milyonlarca hayatının baharında eğitimli genç bugün ya işsizdir kahvede oturmaktadır ya pazarcılık veya inşaat işçiliği yapmakta ya da evde yaptığı küçük işleri satarak hala ayrılmadığı aile evinde aile bütçesine katkıda bulunmaktadır. Kısaca her yere üniversite, yüksekokul açılmasının eğitim politikasıyla bir ilgisi yoktu. Bu tamamıyla dinamik genç nüfusu ebeveynlerinin bakmaya devam ettiği tehlikesiz bir kitle olarak tutmaya dönük hiçbir soruna kalıcı çözüm getirmeyen palyatif bir yönetim tekniğiydi.
Cumhuriyet tarihi boyunca böyle bir durumla karşılaşılmadı. İyi kötü bir eğitim almış, sonuçta üniversite yaşamıyla tanışıp ev baskısından uzaklaşıp özgürleşmeye başlamış ancak hayallerine ulaşma umutları suya düşmüş milyonlar… Devletin güvenlik aygıtına asker-polis, gardiyan olarak aldıklarını bir kenarda tutarsak geriye kalan üniversite ve yüksekokul mezunlarını bekleyen şey işsizlik, depresyon, ana babasıyla kavga, mafyalaşma ya da kendisi gibi işsiz veya işten atılmaya aday bir eş bulup evlenme, arkasından geçim kavgalarıyla boşanma, mutsuzluk, umutsuzluktur. İstatistikler 18-28 yaş intiharların hiç olmadığı kadar yükseldiğini gösteriyor. Şu an yüksekokulda okuyan gençlerin hepsi kendilerini böyle bir geleceğin beklediğinin farkında. Basındaki haberlere göre bırakalım üniversitelileri, henüz lisedeki öğrenciler bile, orta öğrenimini bitirip Türkiye’de bir yüksekokula girmeyi başarsalar dahi peşinden işsiz kalacaklarını bildikleri için şimdiden yurtdışında okumanın ve orada yaşamanın hayallerini kurmaktadırlar. “Ya sev ya terket” milliyetçiliğinin liselilere bile söyleyeceği sözü kalmamıştır.
İşte Türkiye’nin geleceğini belirleyecek olan son yirmi yılda gelişen bu genç okumuş işsiz nüfustur. Serseriliğin, mafyacılığın ve modacılığın aralarında cirit attığı gençliğimiz de budur ama aynı zamanda seçimlerde diğer yaş guruplarına kıyasla HDP’ye (Halkların Demokratik Partisi) daha çok, AKP’ye daha az oy veren gençliğimiz de budur. Yani umursamaz bir apolitikliğin yanı sıra gençliğimiz diğer yaş gruplarına kıyasla devrimciliğe ve anti-faşizme daha çok eğilimlidir.
Toplumların tarihinde gençler her zaman bir rol sahibidir ama kimi özel tarihsel şartlarda bu rol olağanüstü büyük olabilir. Rus Çarlığı, II. Aleksandr ve Nikolay zamanında batılı modern bir eğitime büyük önem verdi. Amaç hem ülkede gelişen kapitalizmin gereklerine uygun yetişmiş bir insan gücü yaratmak hem de devlet mekanizmasında memur olarak kullanacağı genç aydınlar yetiştirmekti. Bu önem sonucunda Rusya’da okullaşma oranı çok yükseldi ve üniversitelere giden öğrenci sayısı hızla arttı. Sonuçta az çok dünyayı öğrenmiş bilimle tanışmış hayli büyük bir lise ve üniversite mezunu aydın gençlik kitlesi doğdu. Ne var ki köhne Çarlık rejimi bu eğitimli kitlenin çalışacağı iş olanaklarını yaratamamış ve devlette de hepsini istihdam edememişti. Bu haliyle yaygın ve modern eğitim reformu düzenine karşı tepkili okumuş büyük bir kitle yaratılmış oldu. Böylelikle Çarlık Rusyası kendi kuyusunu kazmış oldu. Nihayetinde 1905 ve 1917 devrimlerinin Bolşevik, Narodnik ve Menşevik liderlerinin hemen hemen hepsi bu eğitim reformu döneminin liselileri ve üniversiteleri idi.
Osmanlı’nın 17. yüzyılında hayli büyümüş ama aslında tam da çöküş sürecinin başına gelmiş imparatorluğun yayıldığı üç kıtadaki büyüyen bürokrasi ihtiyacına karşı yazı yazmasını bilen, Arapça ve Farsçayı sökmüş, temel matematik, din ve dünya bilgisine sahip genç kadrolara ihtiyaç duyulur oldu. Bu amaçla yeni eğitim kurumlarının temelleri atıldı.Toprak kaybetme süreci başlayan imparatorluk ümit beslediği genç kadrolara yeterli alan açamadığı gibi çeşitli başka sorunlar da yaşamaya başladı. İşte böylesi bir atmosferde tarihe “suhte (öğrenci) ayaklanmaları” geçecek isyan yaşandı. Söz konusu bu “suhte ayaklanmaları” aynı dönemin Celali köy ayaklanmalarıyla iç içe geçerek birbirini güçlendirdi. Egemenler, okumuşun işsiz ve aç kalmışından korkmayı o zaman öğrendiler.
Osmanlı’da da Tanzimat’tan sonra bilhassa Abdülaziz ve Abdülhamit döneminde çok sayıda Batı tipi askeri ve sivil yüksekokul açıldı. Harbiye, Mülkiye, Tıbbiye, Askeri Mühendislik Mektebi ve ortaöğretim düzeyinde çok sayıda idadi bu dönemde açıldı. Bu okulların genç mezun ve öğrencileri de Rusya’dakine benzer bir şekilde II. Meşrutiyetin ve daha sonra Monarşiyi deviren cumhuriyetin kurucuları oldular. Eski toplumun krizler içinde kıvrandığı yeninin doğum sancılarının çekildiği her dönemde gençliğin belirleyici bir rolü olmuştur.
Türkiye, hiç sakinleşip durulmayan bir “geçiş” toplumudur. Geçmişte de Türkiye’de gençliğin siyasal süreçlerde önemli bir rolü oldu. Bugün de toplumun ezici çoğunluğu yarım yamalak da olsa eğitimli genç bir nüfustur. Eğitimli, işsiz ve geleceksiz genç milyonların oluşturduğu büyük nüfus bu koşullarda olağanüstü bir rol sahibi olabilir. Düzen içinde hiçbir istikbali olmadığını gören liseli, üniversiteli ve yeni mezun -işsiz veya çalışan- bu gençlik bizim her şeyimizi üzerine inşa edeceğimiz temeldir. Memlekette her ne olacaksa bu halk gençliği zemininden yeşerecek ve büyüyecektir.
Burada her tarih kesitinde geçerli olan “gençlik gelecektir” genel doğrusunu tekrarlamıyoruz. Daha farklı bir şeyden bahsediyoruz. “Eli” öyle veya böyle “ekmek tutan” bir işte çalışıp aile kurabilmiş halk sınıflarından çok; çoğu talebe, okul mezunu, işsiz veya güvencesiz bir geçici işte hayatını geçindirmeye çalışan gençler Türkiye’yi devrime taşıyacaktır. Açık ki Türkiye devriminin önder kadrosu da kitlesi de bu kuşaklar olacaktır.
Öyleyse varımızı yoğumuzu gençliğe taşımak, gençliği devrimcileştirmek zorundayız. Siyasal kitle faaliyetinde en ön sıralarda gençlik yer almalıdır. Öyle ki enerjimizin, aklımızın, vaktimizin ve kaynaklarımızın çoğunu gençliğe yöneltmeliyiz. İşçi çalışmasının da kent çalışmasının da ana ekseni gençlik olmalıdır.
Öğrenci gençlik, okulda ve okul dışında gençlik çalışmasının yaratıcı yol, yordam ve biçimlerine kafa yormalıdır. Burada fikir vermesi açısından kimi değinilerde bulunacağız. Rejim üniversite gençliğini “terbiye” etmenin yolunu öğrencileri en ufak bir bahane ile okuldan atmakta bulmuş görünüyor. Okuldan atılma korkusuyla gençliği eylemsizleştirmeye çalışıyor, bu konuda etkili de oluyorlar. Bu durumu da ciddiye almamazlık edemeyiz, ancak bu duruma karşı mevcut koşullara uygun büyük-küçük, haklı ve meşru zeminlere dayanan okul eylemleri örgütlenebilir. Hatta küçük eylemlilikler yerine okul yönetimini çaresiz bırakacak daha kitlesel olabilecek geniş katılımlı eylemlilikler daha ön plana alınabilir. Faşist gruplarla okul içinde veya dışında yaşanabilecek çatışmalara karşı hazırlıklı olunmalıdır. Aynı nedenlerle okulda gerçekleştirilebilecek ajitasyon-propaganda biçimleriyle okulda gerçekleştirilemeyecek farklı biçimler de birbirinden ayırt edilmelidir.
Öğrenci kitlesi ile sadece okulda değil okul dışı mekanlarda da bir arada olmanın yolları bulunmalıdır. Öğrenci evleri bunların başta gelenidir. Her ev doğallığında bir komün ve politik tartışma mekanıdır ve her ev bir örgütlenme birimi halime gelebilir. Keza sinema, tiyatro vb. sanat etkinlikleri, kültür merkezleri ve kafeler öğrencilerin kolaylıkla bir araya gelebilecekleri mekanlardır.
Evi başka ilde olan öğrenciler için en temel sorun barınma ve yurt sorunudur. Kredi Yurtlar Kurumu’ndan gerici hemşehri derneklerinin veya tarikatların kurduğu yurtlara kadar mevcut yurtların hepsi faşizmin kurumsal parçası durumundadır. Ne yazık ki bu kadar temel bir konuda devrimci hareketimizin on yıllardır üretebildiği temel bir çözüm yoktur. Esasında bu konu, her davranışı hatta nefes alışı bile kriminalize edilen devrimci hareketi de aşan bir sorundur. Bu mesele emekçi örgütleri üzerinden doğrudan doğruya halkın kendisinin çözebileceği bir meseledir. Devrimci hareketimiz sorunu KESK, DİSK, TMMOB (Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği), TTB (Türk Tabipleri Birliği) ve diğer kitlesel demokratik kitle örgütlerinin gündemine sokmalıdır. Sendikalar kendi üyelerinin aileleri için büyük kentlerde dinlenme ve sosyal tesisler kurabildikleri gibi pekala kendi üyelerinin çocukları için de büyük kentlerde öğrenci yurtları kurabilirler. Bunun için kongre kararı alıp mali kaynak ayırmaları yeter de artar bile.
Devletin ve kurulu düzenin icat ettiği bütün giyim kuşam modaları, davranış modelleri, profesyonel futbol takım taraftarlığı vb. popülist araçlar bu büyük gençlik kitlesini meşgul etmek, sisteme bağlamak, depolitize etmek ve kolay yönetmek içindir. Gençlikte ortak semboller, kendini bir grup içinde tanımlama, akım haline gelen davranışlar, müzik ve giyim-kuşam tarzları kendi doğallığı içinde önemli şeylerdir. Devrimciler pekala oturup kalkmadan giyim-kuşama kadar alternatif karşı modaları yaratabilirler ya da var olan bir şeyi bilinçli olarak genelleştirip onu farklı bir anlama büründürebilirler. Bu durum akıp giden hayatta yapay zorlamalarla olmaz ama biraz kitlenin bu halini ve ortak ilgilerini kavrayan bir devrimci, genelleştirip akım haline getirebileceği şeyleri hayatın içinde hazır olarak bulabilir.
İçişleri Bakanının tepkisini çeken bir dizi ya da film bile pekala gençlikte bir taraftarlık nesnesi kılınabilir. Velhasıl mesele yaratıcılıktır. Genç zihin en yaratıcı esprilerin ve en yaratıcı kolektif sembollerin kaynağıdır. Sporda, giyimde, selamlaşmada ve her şeyde alternatifler yaratabiliriz. Örneğin; hip hop ya da en geleneksel türkü ve deyişler yeni devrimci bir kültürel filizlenmenin zemini olabilir. Yetersiz eğitim ve kültürel birikim eksikliğine rağmen gençlik aynı zamanda en temel önemdeki ve en karmaşık fikir tartışmalarının da zeminidir. Ülkede ve dünyada gençliğine dair her şey gençlerin tartışma ve görüş oluşturma konusudur. “Özgür Üniversite” pratiği benzeri pek çok pratik büyükşehirlerde rahatlıkla yapılabilir. Bunun için yine sendikaların, odaların ve demokratik kitle örgütlerinin yardımları istenebilir.
Lise gençliği belki de en kendine özgü olan yaş kuşağıdır. İnsanın, çocukluktan ergenliğe geçtiği dünyaya gözünü açtığı dönem. Aynı zamanda bireyin kişiliğinin oluştuğu, dış etkilere en açık, en zayıf ve en kırılgan olduğu dönem. Gencin en anlamlı kişilik katılımları ile en boş deli dolu çılgınlıkları bir arada yaptığı kişiliğin en bunalımlı oluşum ve aynı zamanda yavaş yavaş olgunlaşma dönemi. Hem duyarlılığın hem yaratıcılığın hem de duygulara dayalı tepkiselliğin zirvesi; bir uçtan bir uca savrulma dönemi. Bu yaşların kişiliğin oluşumunda ve oturmasında ne kadar önemli ve hassas bir dönem olduğunu hatırdan çıkarmadan götürebileceğimiz ne kadar olumlu değer ve bilgi varsa bu kuşağa aktarmalıyız. Bireycilik değil, toplumcu bir ahlak ve bireyi özgürleştiren kolektivizm ruhu.
Bir grubun mensubu olma eğilimi bu yıllarda doğallığında güçlüdür. Keza sosyalleşirken aynı zamanda bireyleşme, farklı ve özgün bir birey olarak kendini kabul ettirme eğilimi de görülür. Siyasal çalışmamızda bunların tümünü dikkate almalıyız. Bu ülkede yaşayan halklara duyacağı sevgi, emekçi sınıflara bağlılık, bilime güven, taassuptan uzak özgür düşünce, aykırı her fikri anlama ve tartışma çabası, sözüne sadakat, dayanışma, çıkarsız arkadaşlıklar kurabilmek vb. bizden alabileceği kadar bunları alabilmelidir. Liseli yoldaşlarımız bunları “öğreten insan” edasıyla empoze etme çabasında olmamalı ortaöğretim gencinin öz saygısını ve özgüvenini her zaman başa almalı, bütün yaklaşımlarımız bunları zayıflatan değil güçlendiren yönde olmalıdır.
Öğrenci veya herhangi bir işte çalışan genç ilişkilerimizin enerjilerini bireysel olarak da kendilerini geliştirebilecekleri toplumsal çabalara yönlendirmeliyiz. Spor, konser, tiyatro, sinema, kültür-sanat etkinlikleri, halk oyunları, edebiyat atölyeleri gibi birçok toplumsal faaliyet birlikte örgütlenebilir.
Liselilerin okudukları okullarda alt sınıfları ihmal etmeden sürdürdükleri çalışmalarla bu faaliyetlerin kalıcılığı da kolayca sağlanabilir. Kökleşen devrimcilik liseden mezun olduktan sonra öğrencilerin üniversite için gidecekleri yerlerde de yeni çalışmaların nüvelerini oluşturur. Liseli arkadaşlarımızı belirli bir olgunluktan sonra kendilerine özgü hem gençlik sorunlarını hem de toplumsal sorunları tartışabilecekleri fanzin ya da daha profesyonel bir dergi çalışması çıkarmaya teşvik etmeliyiz.
Kadın mücadelesine bakış
Gençler gibi kadınlar da şu an dünyada ve ülkemizde büyük potansiyeller barındıran bir kitle haline gelmişlerdir. Otuz-kırk yıl önce kadınların toplumsal mücadele içindeki konumları böylesine güçlü değildi, ancak bugün yepyeni bir politik gerçeklikle karşı karşıyayız. Bunda kuşkusuz kadınların yıllardır ağır bedeller ödeyerek verdiği özgürlük mücadelesinin büyük bir etkisi var.
Bırakalım bizim gibi toplumun altını üstüne getirmek isteyen devrimcileri; egemen sınıfların siyasi temsilcileri, partileri ve politikacılar bile bu yeni gerçekliğe gözünü kapatamaz duruma gelmişlerdir. Onların bile artık adım başı kadın sorunlarından söz ediyor oluşu boşuna değildir. Çünkü kadınlar taleplerini her yerde cesurca dillendirmekte, erkek egemen sisteme karşı itirazlarını ve direnişlerini her şekilde göstermektedirler. Artık bu durum görmezden gelinerek devrimcilik yapılamaz. Kadınların yükselen mücadelesine gözünü açmış ve bu gerçeğin barındırdığı devrimci imkanları gören bir devrimcilik olmazsa olmazdır.
Bütün kapitalist dünyada kadın dayanışmasının erkekler dünyası üzerindeki sarsıcı etkisini günbegün görüyoruz. Bu uyanış henüz tam olarak kapitalist ve özel mülkiyetçi ideolojik hegemonyayı kıracak nitelikte değildir. Ancak genel antikapitalist hareketlerden insan hakları mücadelesine ve devrimci silahlı mücadeleye kadar egemenlerle cepheden savaşan bütün mücadele kollarında kadınlar gitgide daha etkin biçimde yer almaktadır.
Türkiye’de kadınların kendi itirazlarıyla giderek daha çok görünür olmalarında Kürt Özgürlük Hareketi’nin olumlu anlamdaki etkisi inkar edilemez. Her şey bir yana yalnızca HDP’li kadın vekillerin Meclis’te erkek vekillerle çatır çatır tartıştığını gören Türkiyeli kadınlar sırf bu basit örneklerden bile derinden etkileniyor ve cesaret kazanıyor.
O halde gençliğin yanı sıra parti çalışmasında başa alacağımız alanlardan diğeri de kadın alanıdır. Kadın çalışmasının kapsamına işçi, memur, çalışan kadınlar doğallığında girer ama kadınların ana gövdesi ücretli bir işte çalışmayan kadınlardır. “Yani ücretsiz ev işçileri”..! Ekonomik yaşamda yeri olmayan, toplumsal yaşamda esamesi bile okunmayan milyonlar… Kadın çalışmamız, esas olarak barut fıçısı haline gelmiş bu milyonları hedeflemelidir.
Mümkün olan her kanalı kullanarak ev kadınlarına ulaşmalıyız. Bu kitlenin büyük ezilmişliğine ve isyankarlığına rağmen aynı zamanda hayli apolitik bir durumda olduğunu, alabildiğine köreldiğini ve günlük ev işleriyle dünyasının daraldığını biliyoruz. Bu noktada tek doğru yaklaşım onlarla hayatı paylaşan yüz yüze ilişkilerdir. Onların yaşamına dokunmayan üst perdeden nutukların ya da feminist-aydın ajitasyonlarının onların nezdinde bir hükmü yoktur. Çocuk, çamaşır, bulaşık, temizlik, kocasının bıraktığı az buçuk parayla pazar ihtiyacını görüp ev halkının karnını doyurma, arada fırsat kalırsa ekrana bakmaktan ibaret bu saçma sapan yaşamda onların can yakıcı sorunlarını bilip anlamak, ilgi duydukları konulara ortak olmak ve giderek körelmiş politik ilgilerini canlandırmak, “tarihin ilk sömürülen sınıfı”, ezilen cins olma bilincine ve davranışına ulaşmalarına yardımcı olmak hiç kolay değildir. Ama bir kere semeresini vermeye başlarsa bire bin veren en verimli topraktır burası.
Onlara ilk ulaşabilecek olan devrimci evlatlarıdır ya da kardeşleri, akrabalarıdır. En yakınımızdaki kadınlardan başlayarak çevremizdeki ev kadınları başta olmak üzere tüm kadınlarla ilişkiler geliştirerek örgütlülükler oluşturmalıyız. Ev işlerinin insanı körelttiğini unutmadan, küçümsemeden ve hor görmeden gerekirse en geri noktadan başlayarak onlarla zamanı ve hayatı paylaşmalıyız. Üniversite okumuş bir genç kadın arkadaşımız, köyüyle mahallesinden başka dünyayı tanımayan bir kadınla ilişkide zorlanabilir ama bunu aşmalı ve yaptığının zaman kaybı olmadığını bilmelidir. Yüz yüze ilişkide samimiyet ve içtenlik her şeydir. Birisinin sizinle gönülsüzce, samimiyetsiz biçimde ilişki kurduğunu fark ederseniz ona asla güvenemezsiniz. Öyleyse yaptığınız şeylere önce siz kendiniz inanmalısınız.
Kadınların evde çalışarak üç beş kuruş kazanabilecekleri işler bulmak, bu tür basit el işlerini mahallece bir araya gelip evlerde yapmak, kazanılan parayı bölüşmek anlamlı olacaktır. Başlarda yeterli para kazandırmasa da geleceğe dönük bu tür çok çeşitli işler bulunabilir. Bunun dışında ev kadınlarının, ortaklaştığı günlerdeki sohbetlerini dayanışma günlerine çevirmek, buralarda onlarla birlikte vakit geçirip sorunlarını tartışabilmek, çözüm arayışları içinde olmak önemlidir. Şüphesiz ki onca yoksulluğun yaşandığı mahallelerde zor durumda olanların ihtiyacını topluca gidermeye çalışmak her türlü -dayanışma-paylaşım ve birlikte mücadele anlayışını örgütlemek önemlidir.
Aydınlara bakış
Burada “aydınlar” başlığı altında sözünü ettiğimiz kesim genel olarak okumuş tahsilli herkes değil, bilim insanı, sanatçı, yazar-çizer, fikir insanı, yayıncı vs. özetle entelektüel faaliyet gösterenlerdir. Üretimleriyle toplumu şu veya bu şekilde etkileyen hayli önemli bir kesimdir aydınlar. 12 Eylül faşizmi karşısında aydınların az çok entelektüel bir direnişi vardır. Kürdistan’da yaşanan savaşın boyutlanmasıyla bu direniş şoven rüzgara karşı koyamamış ve onun altında kalmıştır. En azından o dönemin aydınlarının çoğu Kürt halkına karşı ulusalcı-şoven bir çizgiye savrulmuşlardır. Kürt meselesinde, Kürt halkının haklarını tanıyan onurlu bir barış yönünde tavır alanların çoğunun ise eski solcu-yeni serbest piyasacı liberaller olduklarını hesaba katarsak devrimci sosyalist çizgiyi tutturmayı göze alan aydınların sayısının oldukça az olduğunu söyleyebiliriz. Cezaevlerine girip çıkmalarından, akademi dünyasından atılıp işsiz-aç bırakılmalarından onları tanıyoruz zaten. Sınıfının ve halkının aydını olmayı başaranlar, isimlerini sayabileceğimiz kadar azdır.
Ne Batı’nın “demokrasi ve insan hakları fonları”yla finanse edilen liberallerin ne de devlet yanlısı sözüm ona solcu “nasyonal sosyalist” aydınların halklarımıza vereceği bir şey yoktur. Bu olumsuz şartlara rağmen çok az sayıdaki aydına yeni bir genç aydın kuşağı da katılmayı başarmıştır. Onları bilimsel çalışmalarıyla ve yarattıkları ürünlerle tanıyoruz. Onların düşünsel ya da sanatsal ürünlerini, pratik mücadelede somut bir savaş gücüne dönüştürmeli, en azından bunun çabası içerisinde olmalıyız. Ama tabi sırt sıvazlama da bizim tavrımız olamaz. Faşizm her gence her işçiye neyi dayatıyorsa aydınlara da aynısını dayatıyor. Devrimci mücadelede yürütülecek onurlu kavganın içinde yer almak veya dışında kalmak.
Bu doğrultuda aydınların halkın mücadelesine yararlı olabilmelerinin kanallarını açmak büyük ölçüde devrimci harekete ve halk örgütlerine düşer. İşsiz kalmış bir devrimci akademisyen birikimlerini devrimci yayınevlerinin basacağı kitaplarda veya sendikaların, demokratik kitle örgütlerinin organize edeceği toplu eğitimlerde eğitmen olarak görev olarak sunabilirler. Keza bilgi ve tecrübeleriyle devrimci medya kanallarını sürükleyebilecek en önemli unsurlar olabilirler. Böylelikle hem kendi yeteneklerini ve üretkenliklerini değerlendirebilmiş hem de olanakları ölçüsünde mücadelenin içinde yer almış olurlar.
Günümüz Türkiyesi’nde hegemonya mücadelesi
Bu ülke topraklarında kapitalizmin kültürü daha önceleri de hakimdi ama mevcut iktidar döneminde sosyal ilişkilere ve toplumsal kültüre yeni unsurlar eklendi. Son dönemlerde çıkarcılığın ve bireyciliğin iyice derinleştiğine tanık olduk; dayanışmacılık neredeyse bitti. Bu iktidar kendi oy tabanındakilere kendisi dışındaki herkesi önce dışlamayı, giderek hain, düşman, kafir olarak kabul ettirmeyi başardı.
Kendisini de Batıcı “kafirlerin” Osmanlı’yı zayıflatıp ülke yönetimine geçtikleri günden beri yaşanan mağduriyetlerin tarihi intikam alıcısı olarak sundu. Böylece yüz elli yıldır emperyalist kapitalizmden çeken; ezilen ve sömürülen kitlelerin sınıfsal tepkilerini onların bilincinde ideolojik olarak İslamla özdeşleştirmelerini sağlamayı başardı. Böylelikle de kendi yozlaşmış İslamcılığını ezilen sınıfların ideolojik temsiliyetine dönüştürdü. Bu büyük yalan üzerine birçok şey söyleyebiliriz, ancak sonuç değişmez. Erdoğan’ın büyük siyasi başarısı işte budur; tabanındaki garibanların gözünde kutsallık mertebesine çıktı ve onları peygambercesine kendine bağladı. Halk üzerinde eskisinden beter bir kapitalist soygun azgınca sürdürülürken; özellikle kent yoksullarına hem “tarikat dayanışması” hem de devletin sosyal yardımları yöneltildi. Kentlerin az çok örgütlü eski işçi-memur nüfusu giderek yoksullaşıp siyasi iktidara muhalefetini büyütürken; iktidarın el uzattığı, yoksul şehir nüfusu adım adım Tayyipçi kesildi.
İktidar, bir yandan geleneksel tekelci sermayedarların bir kesimini düşman ilan ederken diğerlerini -çoğu İslamcı orta boy kapitalisti- de yine devlet desteğine boğdu. Hatta zamanla onları ülkenin yeni oligarşisi haline getirdi. Sonuçta; “O, olmasa halimiz nice olur!” diye düşünen yeni bir sosyete ile kentli gariban bir nüfus adanmışçasına kendi varlıklarını Erdoğan’a borçlu saydılar. Böylece iktidar sınıfsal bakımdan katmanlaşmış bir toplumu dikine ikiye böldü. Her iki “toplumu” da kendi içindeki sınıf ayrımlarını unutup diğerine karşı birleşmeye sevk eden bu yönetim tekniği din-kültür-yaşam tarzı meseleleriyle sınıfsal ayrımların üstünü örtecek, kapitalist sömürünün devamlılığını böylece garantiye alacaktı. Örneğin; Cengiz Holding, Limak, Çalık Holding vs. ile bunlara oy veren garibanlar bir tarafta; Koç, Sabancı ile Gezi halkı bir tarafta olacaktı. Oysa devletten nemalanma konusunda bu iki patron zümresi birbirinin rakibi olsalar da sonuçta hepsi yan yana kendi ceplerini dolduruyor ve aynı sermaye düzenini sürdürüyorlardı. Bu yönetim tekniği bir dönem boyunca tuttu çünkü dindar ve yaşam tarzı bakımından “muhafazakar” seçmen “modern” seçmenden sayıca daha çoktu.
Öte yandan; sahte bir dindarlıkla aynı süreçte aynı toplumsal zeminde yükselişe geçen kültürel dejenerasyon zaman içinde toplumu tanınmaz hale getirdi. Bunların “hakara makara” müslümanlığıyla her hafta cuma namazına giden bir kişi rahatlıkla aynı zamanda hem bir uyuşturucu mafyasının mensubu hem bir kadın satıcısı hem de HDP binasına saldıran kişi olabilmektedir.
Eskisine göre çok daha çatışmacı, uyumsuz ve giderek çözülen bir toplum çıktı ortaya. En yakın aile fertlerinin bile birbirine güvenmediği, bireysel menfaat uğruna her değerin hiçe sayılabildiği, yoksulluk yüzünden fakir dostların bile birbirini kazıklamasının normalleştiği bir toplum. Gelinen noktada “Açlık insanlara ahlakını yedirir” oldu. Yaşamın her alanı mafyalaştı. Gücü yetenin ötekinin ensesine çöktüğü bir hiyerarşi; altta simitçilik, işportacılık, pazarcılık mafyasından başlayıp büyük ticarete; emlak, turizm dünyasından eğlence ve uyuşturucu mafyasına; devlet ihalelerinden yargıda iş halletmeye kadar önce ayak takımı mafyalarda sonra da bizzat Erdoğan’ın şahsında merkezileşti. Saraya sırtını dayamak kaydıyla şiddetin her düzeyde meşrulaşması, beraberinde devlet yanlısı geniş bir faşizan kitlenin oluşmasını getirdi. Lümpen sokak serserisi tipler, polisin sokak üzerindeki kontrolünün yardımcı kuvveti oldular.
Aynı süreçte başka kültürel değişimler de yeni iletişim teknolojilerinin sonucu olarak gelişti. Cep telefonu ve internet envai türlü uygulamalarla başta çocukları ve gençleri kedisine esir etti. Gerçek yaşamda olabildiğine bireycileşen hiçbir şeyi paylaşmayan insanlar internette her şeyini paylaşır oldu. Toplumda var olmayan bir teşhircilik kültürü türedi. İnsanlar nerede ne yapıyorlarsa görüntülerini anlık “paylaşarak” kendilerini göstermeye başladılar. Bilgiyle bilmekle hiçbir ilgisi olmayan “bilişim” teknolojilerinin bu tarz kullanımı insanları bilgiye ulaştırmaktan ziyade, aksine onları gerçekliğin bilgisinden uzak tutup yalan yanlış “enforme” etmeye yani kafasını şekillendirip yönlendirmeye hizmet etti. İnsanın kendini gerçekleştirmesinin yolu yaratıcı emek olmaktan çıktı. Tüketmek ve kendini sadece göstermek, sergilemek varoluşun temel biçimi oldu. Enformasyon teknolojileri illa böyle kullanılmak zorunda değildi elbette ama bu teknolojiyi kitlelerin kullanımına açarken emperyalistlerin beklentisi buydu. Sonuçta insanları sanal dünyaya hapseden bu teknoloji kitlelerin yeni uyuşturucusu haline geldi. Bir tarafta gerçek yaşamda azgın bir sömürü ve sokakta gerçek faşizm; diğer tarafta ise odalarına çekilip kendini sanal dünyalara hapsetmiş bir gençlik.
Türkiye’nin 1960 ve 1980 arasındaki dönem gibi toplumda solun ideolojik hegemonyasının hakim olduğu bir döneme yeniden girmesi imkansız değildir. Özal döneminden başlayarak “serbest piyasa ekonomisi” adıyla vatandaşa yutturulan kapitalizm insanların gözünde o yıllardaki pırıltısını çoktan kaybetti ve iflasa doğru gidiyor.
Gerçekte Türkiye kapitalizminin barındırdığı bütün ideolojik alternatifler çıkışsızdır. Son yüzyıla damga vuran hakim ideoloji aslında Yusuf Akçura’nın yüzyıl önce Osmanlı’yı çöküşten kurtarmak için birbirine alternatif olarak ileri sürdüğü “üç tarz-ı siyaset”in her üçünün harmanlanmış halidir: Batıcılık,Türkçülük ve İslamcılık. Döneme göre devletin resmi ideolojisinde İslam bileşeninin en seyreltilmiş hali olan Kemalizm de bile ulus, din temelinde tanımlanmış “bu devletin sınırları içinde yaşayan bütün Müslümanlar” Türk olarak tanımlanmıştır. Resmi ideolojide Türkçülük ağırlığını her zaman korurken son yirmi yılda İslamcılığın dozajının arttığını söyleyebiliriz. Türkiye’de sosyalizm hegemonyasının son vermesi gereken hakim ideolojik harman budur. Egemenler solun toplumdaki sözüm ona “köksüzlüğünü” dillerine dolamayı pek severler. Oysa hakim ideolojik harmanı oluşturan üç akımın her biridir asıl köksüz olan. Evet, burası yüzyıllardır Müslümanların çoğunlukta olduğu bir yerdir ama Abdülhamit dönemine gelinceye kadar İslamcılık diye güçlü bir siyasi çizgi yoktur. Türkçülük de aynı derecede köksüzdür. Türkçülük, Anadolu Türkmenliğiyle hiçbir ilgisi olmayan çoğunluğu Türk olmayan İttihat Terrakici aydınların ürünüdür. Söz konusu akım da Cumhuriyet döneminde devlet zoruyla, okulla, askerlikle vs. topluma zoraki mal edilmeye çalışılmıştır. Geldiğimiz noktada Türkçü partilerin oy tabanı %15’i geçmez. Siyasal İslam ise Kemalizm’in 12 Eylül sonrasındaki genel çöküşünün akabinde RP ve esas olarak AKP ile ön plana çıkmış ve 15-20 yılın sonunda o da çöküş sürecine girmiştir. Ancak çöken sadece Türkiye’deki siyasal İslam değildir. İran devrimiyle başlayan İslamcı akım ortaya çıktığı İran’da da Suudi Arabistan’da da Sudan’da da ve hatta Afganistan’da da örnekleriyle iflas etmiştir.
Türkiye’de modern sosyalizm ise “Üç Tarz-ı Siyaset” ile yaşıttır. Türkiye Komünist Hareketi aynı tarihlerde ortaya çıkar, ancak ülke topraklarındaki kökleri uyduruk İslamcılık, Türkçülük ve Batıcılıktan çok daha derindir. Şeyh Bedreddinlerden Babailere, Dadaloğlularından Pir Sultanlara kadar giden Anadolu Türkmenlerinin geçmişiyle buluşur. Bugün yüz sene sonra Cumhuriyeti var eden zayıf ideolojik temelin bu üçayağı da çökmüştür. Türkiye toplumu esaslı ideolojik arayış içindedir. Reel Sosyalizm’in çöküş yıllarındaki gibi serbest piyasaya Allah’ın emriymişçesine duyulan mutlak güven kalmamıştır. Emekten ve soldan bahsetmenin ayıplandığı dönemler de geride kaldı. Artık düzenin her ciddi tökezleyişinde -Kürt savaşında, depremde, koronavirüs salgınında- sosyalizm daha güçlü bir seçenek olmaktadır. Eşiğin aşılmasını sağlayacak olan biziz. Sosyalizmin insanlık ve ülke sorunlarına getirdiği çözümleri tam bir özgüvenle anlatmalıyız. 20. yüzyıl sosyalizmi yıkıldıysa emekçi demokrasisinin işletilmemesinden dolayı yıkıldığını da açık bir dille anlatmalıyız.
Her vesileyle kesintisiz ideolojik mücadele vermeliyiz. Şu var ki; kapitalizmin ideolojik akımlarına, milliyetçiliğe, faşizme ve dinciliğe karşı ideolojik mücadelemiz, eğer her yerde temsil ettiğimiz ideolojinin yeni insan ilişkilerini yaratan bir pratikle tamamlanmıyorsa ayakları havada kalır. İnsanlar komün toplumunun insanlarını ve insan ilişkilerini, eşit, özgür, sonsuz, yaratıcı ve cesur insanlardan oluşan toplumsal yaşam örneklerini gözleriyle görmelidir. Biz yeni bir toplum istiyoruz. Yıllardır topluma empoze edilen bireyci düşünce ve anlayışların yerine ortaklaşmacı kolektif anlayışı oluşturmalıyız. Çöken toplumun bağrında yeni toplumun filizlenmesini gözleriyle görmelidir insanlar. Elbette düzen bu insan ilişkilerinin olduğu her yerde faşistlerle, kolluk gücüyle, mafyasıyla, zorbalıkla, tehdit ve şantaj yoluyla saldıracaktır. Bütün bunlara karşı insanlarımızın kendi öz savunmasının dinamiklerini oluşturması çok temel bir meseledir.
Sonuç yerine
Devrime giden yolda yeniden toplumda solun ideolojik ve ahlaki hegemonyasını kurmasının bütün gereklerini yerine getirmeliyiz. Ciddi bir eksikliğimiz ajitasyon, propaganda ve medya olanaklarından yoksun oluşumuzdur. Ancak bütün bu eksikliklerimize rağmen sorunlara karşı alternatif çözüm yollarını yaratmalıyız. Sosyal medyayı, yazılı basın araçlarını, radyo kanallarını vb. tüm medya olanaklarını nasıl yaratıcı ses getirecek şekilde kullanabileceğimiz üzerine düşünmeliyiz. Mevcut düzen medyasına alternatif oluşturacak güçlü bir medya oluşturmak yine örgütlü halk güçlerinin ve demokratik kitle örgütlerinin sorumluluğundadır.