“Bir siyasal partinin kendi hatalarına karşı tutumu, partinin ne denli içten olduğunu, sınıfına ve emekçi halkına karşı yükümlülüklerini pratikte ne denli yerine getirdiğini değerlendirmesinin en güvenilir yollarından birisidir. Bir hatayı açık yüreklilikle kabul etmek, nedenlerini saptamak, ona yol açan koşulları çözümlemek ve onu düzeltme araçlarını belirlemek; bu ciddi bir partinin denek taşıdır.” (V. I. Lenin)
I. Bölüm
Giriş
Bir asırlık zaman dilimine yayılmış olan örgütlü mücadele tarihimize baktığımızda karşımıza çıkan genel tablonun esası, oldukça kapsamlı bir yenilgi tarihidir. Aynı zamanda yer yer güçlü etkiler yaratan direnişlerin yaşanması, kahramanlıkların ortaya çıkması ve büyük bedeller ödenmiş olması bu gerçekliğimizi değiştirmez.
Meselenin esası yenilgiler değildir. Mücadelenin doğası gereği yenilgiler de olacaktır. Söz konusu olan neden ve nasıl yenildiğimizdir! S. Beckett’in “Yenil, bir daha yenil! Ama her defasında daha büyük dövüşerek yenil!” dediği boyutta bir önceki yenilgimizden, yaşadığımız dönem ve tecrübelerden, dünya deneyimlerinden ve hatta sınıf düşmanlarımızdan öğrenip sonuçlar çıkararak kazanacağımız muhtemel zaferlerin alt yapılarını oluşturacak şekilde yaşanan yenilgiler midir, yoksa temelde benzer nedenlerden dolayı birbirini takip eden ve kısır döngüler yaratarak onun içine hapsolan tekrarlar mıdır?
Çokça bilinen mitolojik bir hikayedir! Antik Yunan’ın yüce tanrıları otoritelerine karşı çıkarak isyan eden Sisyphos’a “tekrar” cezası verirler. Cezası koca bir kayayı iterek dağın zirvesine çıkarmaktır. Ne var ki tam zirveye ulaşacağı anda kaya yuvarlanır ve aşağıya düşer. Sisyphos tekrar kayayı yukarı iter, kaya tekrar aşağı düşer. Tanrılar, bunun gelmiş geçmiş en büyük ceza olduğuna karar vererek sonsuza dek sürecek şekilde düzenlerler. Esasta ise, yüce tanrılar, Sisyphos şahsında en büyük cezayı insana verirler: “Kendini tekrar!”
Çağlar boyunca üretim araçlarına el koyan egemen “yüce tanrılar” da toplumların yaşamını bir “tekrar cenderesi” içerisine hapsedebildikleri oranda egemenliklerini sürdürebilmişlerdir. Günümüz koşullarında insanların yaşamı da genel olarak ev-iş-ev tekrarına mahkum edilmiştir! Egemen olan için tekrar döngüsünün sağlanması esastır. Bunu sağlayabildiği oranda devamlılığı garanti altındadır!
Tekrar cenderesi; içine hapsedilen insanlar arasından otoriteye isyan ederek döngünün parçalanması gerektiği bilincine ulaşan devrimciler ve devrimciler örgütünün önderliğiyle kırılması mümkün olabilecektir. O halde devrimciler için yengi de yenilgi de çürüten daraltan bir kendini tekrarın reddiyesi üzerinden gelişmek zorundadır. Tekrara düşmenin yol ve yöntemleri bellidir! Bunun özü yaşamın ve dolayısıyla mücadelenin diyalektik bütünlüğünü kavrayıp ona göre davranabilmektir. Olumlu ya da olumsuz olsun yaşanılan her deneyimin tecrübenin yeni yol ve yöntemlerin ebesi olduğu bilincine sahip olmaktır.
Gerek birey olarak gerekse de örgütlü devrimci-komünist güçler olarak kendimizi tekrar cenderesinden kurtarabilmeyi başarmamız gerekir. İstikrarla öğrenmeyi önüne koyamayanlar, yaşanmış deney ve tecrübelere önem vermeyenler, strateji ve taktiklere diyalektik materyalist bilimsellikle yaklaşmayan ve bunları yeni gelişmelerin ışığında yorumlayarak somut koşulların nesnel tahlili üzerinden yeni yol yöntem ve araçlarla beslemeyen statükocu dogmatik anlayışlar kendini tekrardan kurtulamazlar. Dolayısıyla birçok defa sınanmış ve başarısızlıkla sonuçlanmış olan yol yöntem ve araçlarla yola çıkıp tekrar sınanmak, tahribatı çok daha derin olan yenilgileri kaçınılmaz hale getirir.
Ülkemizde somut olarak devrimci komünist hareket çok kapsamlı yenilgilere maruz kalmış olmasına rağmen, tükenmemiş ve varlığını koruyabilmiştir. Kapitalizmin egemenliğine teslim olarak reformistleşenler, karşı devrim saflarına ricat edenler ve yılgınlaşanlar olsa da devrimci Marksist damar her daim varlığını sürdürmeyi becerebilmiştir. Çünkü tükeniş yenilmek değil, teslim olmaktır! Hiçbir koşulda teslim olmayan devrimci damar, ne var ki, kendini tekrar eden yenilgiler nedeniyle her defasında biraz daha daralıp büzüşmekten kurtulamamıştır. Einstein’in işaret ettiği; “Aynı nedenleri, hataları tekrar edip farklı sonuçlar beklemek aptalcadır!” tespiti, genel anlamda devrimci komünist hareketin yenilgiler tarihini özetleyen niteliktedir.
Bir asrı geride bıraktığımız mücadele tarihimizin bugününe geldiğimizde elimizde avucumuzda ne olup olmadığının muhasebesi bizi gerçekliğimizle yüzleştirecek en somut göstergedir. Tarihsel süreç bir yana, 15-20 yıl öncesine göre hem örgütsel bakımdan hem de toplumsal karşılık bakımından daha nitelikli durumda olan devrimci-komünist bir örgütlenmeden söz edebilir miyiz? 2000’li yıllara gelirken belli oranlarda da olsa stratejik, taktik ve politik konumlanmalarına göre kırlarda ya da kentlerde varlıklarını hissettiren, cılız da olsa toplumsal sorunlara duyarlılık gösterebilen örgüt-partilerin günümüz koşullarındaki genel görünümleri var olmakla yok olmanın ince çizgisi düzlemindedir! Kendini tekrar sarmalının ortaya çıkardığı somut tablo budur. Bu sarmaldan çıkılmadığı durumda mevcut olumsuz gidişi tersine çevirebilmek olası değildir.
Bugünden yarına, dünden beslenerek yol alınabilir
Devrimci Komünist Hareket’in (DKH) yenilgiler tarihi 10 Eylül 1920’de Bakü’de kurulan Türkiye Komünist Parti’nin (TKP) genel sekreteri Mustafa Suphi, merkez komitenin (MK) çoğunluğu ve önde gelen kadrolarının önemli bir kısmının 28-29 Ocak 1921’de katledilmesiyle birlikte derin izler bırakarak başladı. Ciddi sonuçları olan yenilgi süreci, 40 yılı bulan bir etkiye sahip oldu ve ancak 1960’lı yıllara gelindiğinde yenilginin etkilerinin tersine çevrilebileceği yeni bir devrimci atmosfer oluşabildi.
1971 devrimci çıkışı olarak simgesini bulan süreç ideolojik ve pratik bir kopuşla birlikte yeniden devrimci kuruluşu ifade etmektedir. Ne var ki içinde bulunulan tarihsel koşulların özgün yanlarının etkisi olsa da genel olarak TKP’nin yenilgi kodlarına benzeyen özellikler taşıyan ve on yılı aşkın bir zamana yayılan süreç ardından 12 Eylül faşizmi karşısında büyük tahribatlara uğrayarak derin ve kapsamlı bir yenilgiden kurtulamadı.
12 Eylül yenilgi sürecinden çıkış arayışları belirgin olarak 1980’li yılların sonlarından itibaren görünür olmaya başladı. Bu arayış içinde olan devrimci çevrelerden biri de, 12 Eylül’le birlikte somut ifadesini bulan yenilgiyle hesaplaşmak ekseninde yeni bir ideolojik-politik ve stratejik yönelimle 1992 sonbaharında kuruluşunu gerçekleştiren geleneğimiz oldu. Ne var ki çok anlamlı ve de kıymetli olan bu devrimci çıkış benzer nedenselliklerin yer yer daha da derinleşmesini beraberinde getiren yenilgiyle sonuçlandı. Hiç kuşkusuz bütün dönemler açısından devrimci çıkış arayışı içinde olan örgüt partiler oldu; fakat ciddi bir varlık gösteremeden yenilgiyle karşı karşıya gelmekten kurtulamadılar.
Çalışmamızın ilerleyen boyutunda parti geleneğimizin özellikle 1992 sonrasında geliştirdiği teorik ve pratik yönelim, yer yer daha somuta inilerek ele alınacak ve “neden” yenildik, nasıl bir yenilgiyle karşı karşıya kaldık? Yenilginin kapsamı hangi boyutlardadır? Temel nedenler ideolojik-politik midir yoksa taktik yanlışlar hatalı çıkışlar ya da yetersizlikler midir? Bu ve benzeri sorulara cevaplar aramak, dolayısıyla çözüm yollarına yoğunlaşmak temelinde olacaktır.
TKP kuruluş süreci ve tarihsel koşullar
Dünya devrimi hedefini önüne koyan 1917 Ekim Devrimi önderliği iç savaş tahribatları, emperyalist kuşatmalar ve en önemlisi de beklenen Batı Avrupa devrimlerinin gerçekleşmemiş olması sonucunda iç ve dış politikada yeni arayışlar içine girmeye başladı. Sovyetler Birliği bu koşullarda dünya devrimi hedefini dondurarak, Rusya’da sosyalizmi yaşatmak ve inşa etmek perspektifini gündemleştirdi. Bunun yolu da içeride Yeni Ekonomi Politikası’nın (NEP) hayata geçirilmesi, dışarıda ise İngiliz emperyalizmi başta olmak üzere kimi çevre ülkelerle anlaşmalar yapmaktan geçiyordu. Ne var ki bu yönelim, Doğu halklarının siyasal ve toplumsal geleceğini belirleyecek niteliklerdi.
İngiltere görüşmeleri iktisadi boyutlu olarak başlamış olsa da ana teması politikti. Sovyet Rusya, Doğu halklarının İngiliz emperyalizmine karşı örgütlenip savaşmasına destek oluyordu. Görüşmelerin temel eksenini de bu oluşturuyordu. Anlaşma halinde Sovyet Rusya sömürge ülkelerde savaşan ulusal devrimci güçlere verdiği her türlü desteği sona erdirecek, buna karşılık olarak İngiliz emperyalizmi de Sovyet Rusya’ya yönelik yıkıcı faaliyetlerini durduracaktı!
Görüşmelerin başlamasıyla birlikte Sovyet Rusya enerjisini bütünüyle “Tek ülkede Sosyalizm” hedefine harcamaya başladı ve enternasyonalizm politikası yerini “parçaların bütüne feda edilmesi” perspektifine bıraktı.
Eylül 1920 başlarında Doğu Halkları Kurultayı (DHK) toplandı ve hemen ardından da 10 Eylül 1920‘de TKP’nin kuruluşu gerçekleşti. Ne var ki, takip eden aylar içinde Sovyet Rusya-İngiliz emperyalizmi görüşmeleri devam ederken, anlaşmanın yolu temizlenmeye başlandı ve önceki kurultayda alınan kararlar anlamsızlaştırılırken, aynı süreçte İran Komünistleri başta olmak üzere kurultay özneleri tasfiye saldırılarına maruz bırakıldılar. Kurultayın önemli ve nitelikli öznelerinden birisi olan TKP de tasfiyeden kurtulamadı.
TKP önder kadrolarının tasfiye edilmesiyle ortaya çıkan tablo yalnızca bir sonuçtur. Yenilgiye giden süreç daha önceden başlamıştı ve yapısal boyutlar taşıyordu. Yenilginin nedenlerini, boyutunu ve devrimci mücadelenin geleceğine etkisini derinlemesine kavrayabilmek için M. Suphi şahsında TKP kuruluş sürecini, Sovyet Rusya-İngiltere anlaşması öncesi ve sonrası olarak irdelemek isabetli verilere ulaşmak açısından önemlidir.
1883 yılında Giresun’da dünyaya gelen M. Suphi, İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra Paris Sosyoloji Bilimleri Fakültesi’nde eğitimini sürdürdü. Sosyalizm fikriyle ilk tanışması bu dönem içerisinde oldu. Paris’e gitmeden önce İttihat Terakki Partisi saflarında yer alan Batıcı düşüncelere sahip olan bir Osmanlı aydınıydı. Paris’ten döndükten sonra İttihat Terakkinin Pan-İslamist, Pan-Türkist politikalarını ve baskıcı otoriter anlayışını eleştirerek uzaklaştı. Bu dönemde daha çok Osmanlı’nın modernleşmesini savunan bir çizgiye yöneldi ve aynı süreçte Türkçü görüşleri oluşmaya başladı. Edindiği yeni fikirler doğrultusunda Milli Meşrutiyet Partisi (MMP) kurma çalışmalarına başladı ve İttihat Terakkiye karşı hem ideolojik hem de fiili mücadele süreci içine girdi.
1913 yılı içinde gerçekleştirilen Memduh Şevket Paşa suikastından sorumlu tutulan M. Suphi bir grup arkadaşı ile birlikte tutuklandı ve Sinop zindanına kapatıldı. Aynı yıl içinde arkadaşlarıyla birlikte firar etmeyi becerdiler. Firarilerin geneli Batı ülkelerine yönelirken, M. Suphi yönünü Doğu’ya döndü ve Kırım’a geçti. Amacı Türkçülük idealleri doğrultusunda Orta Asya ve Kafkasya Türk-Müslüman toplumları içinde çalışmalar yapmaktı. Kısa süre içinde Türk-Müslüman toplumların ileri gelen aydınlarıyla ilişkiler kurdu.
1.Dünya Savaşı patladığında Bakü’de bulunuyordu. Savaş karşıtı yazıları Rus Çarlığının dikkatini çekmesi üzerine savaş esiri olarak Ural bölgesine sürgüne gönderildi. Sürgün yılları M. Suphi’nin fikirlerinin değişip gelişmesinde dönüm noktası oldu. Bolşevik devrimcilerle ilişki kurarak esir Türk askerleri içinde siyasal faaliyetler yürütmeye başladı. Esaret süreci Ekim devrimine kadar devam etti ve devrimden kısa süre sonra Moskova’ya giderek orada Türk, Tatar, Başkurt devrimcileriyle birlikte “Yeni Dünya” gazetesini çıkarmaya başladı. 1918 yılı ortalarında Türk Sosyalistleri Konferansı’nın ve Müslüman Komünistler Kongresi’nin toplanmasına öncülük yaptı. Başarılı çalışmaları Ekim Devrimi önderleri tarafından tanınmasını ve Türkiye komünistlerinin önderliğini yapacak düzeyde bir devrimci komünist olarak kabul görmesini sağladı. Bu da Mart 1919’da toplanan 3. Enternasyonal’in (Komintern) kuruluş kongresine kurucu üye olarak katılmasının önünü açtı ve 2. Kongre’de Türkiye Komünistleri delegasyonunun başkanı sıfatıyla yer aldı.
M. Suphi’nin ideolojik-politik formasyonunun oluşması ve gelişip derinleşmesinde iki temel etken vardır. Bunların birisi Ekim Devrimi’dir. Diğeri ise çeşitli milliyetlerden Doğu halklarının emperyalizme karşı topyekun direnişi ve savaşımıyla kurtuluşun mümkün olacağını öngören ve bu eksende “Sömürgeler Enternasyonalizmi” kurulmasını hedefleyen Tatar komünist Mir Sultan Galiyev’dir.
Mustafa Suphi’nin Marksizm formasyonu klasik Batı merkezci aydınlanmacı eksenin dışındadır. Marksizmin evrensel ilkelerinin ancak toplumların kültürel, sosyal ve tarihsel temelde kendi somut gerçeklikleriyle buluşturulabilindiğinde anlam ifade edeceğini esas alan ve bu bilinç ekseninde devrim mücadelesine yönelen komünist bir önderlik vasfına sahiptir.
Örgütlenme sürecinin önderliği olarak, yoldaşlarıyla birlikte önlerine koydukları ideolojik-politik perspektif ve stratejik hedef: “Doğu halklarının kardeşliği-birliği temelinde Batı emperyalizmine ve yerel işbirlikçilerine karşı anti emperyalist, antikapitalist mücadele ile içinde bulundukları tarihsel koşulların sosyal kültürel ve iktisadi esasları üzerinden, Doğu Halklarının Birleşik Sosyalist Cumhuriyeti’nin (DHBSCA) gerçekleştirilmesidir.
Mustafa Suphi ve Doğu-Batı sentezi
Devrimci-komünist hareketin günümüzde de kimi kafa karışıklıkları yaşadığı Doğu-Batı sorunsalı ekseninde medeniyet, modernizm gibi konularda M. Suphi, bugüne de referans olabilecek düzeyde sentezlere ulaşabilmiştir. Ekim 1918 tarihli “Yeni Dünya” gazetesinin 8. Sayısında “Medeniyet Canavarları” başlıklı makalesinde “Şimdiye kadar medeniyet perdesi ardına gizlenen Fransız, İngiliz ve Amerika emperyalizminin yalnız çıkar yalnız altın için insanın hayatına ve insanlığın umumiyetle bahtına ve mutluluğuna indirdikleri yumruklar işçi ve köylü halka ibret verecek birer olay. Birer örnektir. Bizce medeniyet dünyası ile anlaşılan mana şudur: Ne zaman ki tamamen ezik ve fakir halk burjuvazinin zulmünden kurtulup genel olarak insanlık mutlu ve müreffeh bir hayata kavuşur işte ancak o zaman bu dünyaya medeniyet dünyası demek doğru olabilir. Yoksa zalimler ve vahşiler egemenliklerini sürdürdükçe, işçi ve fakir halk esaret boyunduruğu altında inim inim inledikçe böyle bir dünyaya gerçek anlamı ile medeniyet dünyası demek doğru değildir ve olmayacaktır.” demektedir.
Fransa’da eğitim gören M. Suphi kendisi gibi Batı’da eğitim gören çağdaşları ve ardılları aydınların genel özellikleri olan Fransız Devrimi’nin aydınlanması ve pozitivist algılayışlarından Marksizm kavrayışıyla ayrı bir yerde durmaktadır. Marksizmi Batı merkezci aydınlanmacı temelde yorumlayan aydınlar, Doğu halklarına yabancılaşmışlardır. Dolayısıyla Doğu toplumlarının yaşam biçiminden inanç ve kültürlerine değin bir bütün olarak Batı burjuva yaşam kültürü referansıyla gerici, bağnaz, yobaz gibi sıfatlamalarla aşağılayan oryantalist bir tutum içinde olmuşlardır.
Halkların yaşam biçimine, kültürüne ve inançlarına inkarcı yaklaşılmaması, onlarla dolaysız ilişkiler kurulması bilincine sahip olan ve bu esaslar temelinde hareket eden M. Suphi ise emperyalistlerin egemen Batı yaşam kültürünü sömürü aracı olarak sömürge ülkelere ihracında Marksizmi 2. Enternasyonalin Batı merkezli aydınlanmacı yorumu üzerinden okuyan anlayışların rolünün güçlü olduğu perspektifi üzerinden işçi-emekçi ezilen halkların kurtuluşunun başta sınıf mücadelesi olmak üzere Marksizmin evrensel ilkelerinin yerel damarlarla buluşabilmesi sonucu mümkün olabileceği fikrini pratikleştirmeyi hedeflemiştir.
Yine günümüz koşullarında gerçek manada çözümlenmemiş önemli bir sorun olarak varlığını koruyan “Batıcılık” “Doğuculuk” üzerine bir asır öncesinden doğru ideolojik-politik duruşun nasıl olması gerektiği perspektifini oluşturabilmiştir. Temmuz 1920 tarihli Yeni Dünya gazetesinin 53. Sayısında yer alan makale, bu anlamıyla tarihsel önemdedir. Makalede;
“(…) Bugün, 3. Enternasyonalin önünde duran önemli mesele, Batı proletaryası gibi Doğu’nun derin karanlıklarında mazlum ve fukara halkları da kendi etrafında birleştirmeye ve emperyalizme karşı Asya’da yükselecek büyük bir yumruk hazırlamayı başarmak olmalıdır. Açık ki, Doğu’nun Batı’dan pek farklı ve başka mahiyette olan ekonomik ve farklı özgünlüklerini göz önüne almak gerekir. Şüphesiz ki Doğu’da devrim hareketlerinin nabzından anlayacak gene Doğuludur. Fakat şunu da ilave etmeli ki, teşhis derecesinde tedavinin de önemi inkar edilemez. Ameliyat ve tedaviye dair meselelerde tecrübe, beceri ve teknik Avrupalı devrimci yoldaşlarımızda bir şekle giriyor ve toplanıyor. Doğu devrimcilerinin Batı’dan yardım ve kuvvet olmadıkça iş görmeleri imkansızdır. Onun için Doğunun devrimci komünist örgütleri örgütlenmelerini ilerlettikçe 3. Enternasyonalin de Doğu için faaliyet ve yardımlarını ortaya çıkarması uluslararası sosyal devrim adına kutsal bir görevdir: uluslararası devrim hareketinde Batı proletaryasından bağımsız olarak Doğu’da iş görmek nasıl vahim bir hata olursa, Doğu’yu Batı’dan ayırmak ve birini diğerine feda etmek, tercih etmek de büyük ve tarihi bir hata olur.” demektedir.
Sovyet Rusya-İngiltere görüşmeleri öncesinde ideolojik şekillenme ve mücadele perspektifi
M. Suphi, Sovyet Rusya’nın yeni stratejik yönelimi öncesinde Mustafa Kemal’i baskıcı kızıl sultan Abdülhamit ve İttihat Terakki diktatörlüğü ile eş değer görür. M. Kemal’in aristokrasi düşkünlüğü ile sakatlanmış olduğunu, fakir halka asla faydasının olmayacağını belirtir. Yine Enver Paşa ile de birbirlerinden farklarının olmadığını; “Yalnızca birinin kısmeti iyi olmamıştır, nereye elini uzattı ise kopup elinde kalmıştır. Öbürü ise şimdiye kadar rütbelerin unvanların en büyüğünü bahşedecek kadar sahibine güler yüz göstermiştir.” tespitini yaparak vurgular. Dolayısıyla TKP kuruluş süreci de dahil gerek Türk Müslüman Doğu Halkları nezdinde ve esir askerler içinde, gerekse de Anadolu topraklarına yönelik tüm faaliyetler M. Kemal şahsında yapılan tespitlerin ideolojik-politik şekillenmesinin perspektifleri doğrultusundadır.
Türk Sosyalistleri Konferansı ve Müslüman Komünistler Kongresi’nde aldıkları kararlar ekseninde, Ekim Devrimi’nden sonra özgür kalan fakat devrim sürecinden etkilenerek sosyalizm fikrini benimseyen askerler içerisinde yürütülen faaliyetler sonucunda, hem Ekim Devrimi’ne karşı emperyalistlerin desteklediği karşı devrimci Beyaz Ordu güçleriyle savaşmak hem de Anadolu’da başlatılacak devrim mücadelesinin öncü askeri çekirdekleri olacağı fikri ile Şark Müslüman Kızıl Ordusu’nun örgütlenmesini gerçekleştirmişlerdir. Bu örgütlenmeyi M. Suphi, Komintern kuruluş kongresinde yaptığı konuşmada “Güçlü ve genç Rus Kızıl Ordusu’nun bağrında gelişen Türk askeri örgüt hücreleri kurulmaktadır. Bugün çeşitli Rus cephelerinde Sovyetlerin gücünü korumak amacıyla Kızıl Ordu’nun yanında dövüşen bin kadar Türk için büyük bir yarar belirtilmektedir.” sözüyle ilan etmiştir.
TKP kuruluş sürecinde Anadolu, İstanbul ve Mezopotamya’da başlatılacak olan mücadelenin ön hazırlık süreci için gönderilen kadrolarla birlikte Türk Müslüman Kızıl Ordusu savaşçıları da gönderiliyordu. M. Suphi ve yoldaşları bu dönemde nasıl bir düşman gerçekliğiyle karşı karşıya olduklarının bilinciyle tüm faaliyetlerini illegal zemin üzerinden yürütmeye özen gösteriyorlardı.
Parti katibi ve örgütlenmeden sorumlu olan Ethem Nejat’ın hazırladığı illegal çalışma planı dahilinde Anadolu ve Mezopotamya içlerine faaliyet hazırlık grupları görevlendirilir. Örneğin, Diyarbakır, Van ve Hakkari bölgelerine Vanlı olan Maksut Mustafa isimli komünist kadro sorumluluğu altında beş Müslüman Kızıl Ordu savaşçısı gönderilir. Aynı şekilde Karadeniz sahil kentlerine, Sivas, Kayseri ve Konya kentlerine benzer sayılarda görevlendirmeler yapılır.
M. Suphi ve yoldaşlarının “Mezopotamya” ulusal sorununa dair kapsamlı ve de özgün bir politikaları yoktur. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı (UKKTH) perspektifini esas alırlar. Yaptıkları program ve faaliyet planları Mezopotamya’yı Türkiye gerçekliğinden ayrı ele almadıklarını ve örgütlenme çalışmalarını da bu eksende yaptıklarını göstermektedir. Özetle; ulusal sorun çözümünü “sosyal devrimin zaferinde” görürler.
İstanbul örgütlenmesine özel bir önem verirler. İstanbul delegesi olarak kongreye katılan Ethem Nejat’ın ilişkileri üzerinden, İstanbul örgütlenmesi olarak yarı legal zeminde Türkiye Halk İştirakiyun (Komünist) Fırkası (THİF) kuruluşu gerçekleştirilir. Amaçları, güçlü bir örgüt yaratabilmek için bağımsız devrimci-komünist örgütlenmeleri ve bireyleri parti çatısı altında toplamaktır.
“Peygamberin zamanında var olan umumi samiyeti, teşkilatı İslam’ın sosyal ilkelerine dayanarak yeniden kazandıracaktır.” görüşüne programında yer veren ve liderliğini eski İçişleri Bakanı Dr. Nazım’ın yaptığı TBMM’de azımsanmayacak bir güce sahip olan Yeşil Ordu’nun programını temin eden M. Suphi, programı detaylı olarak inceler ve inceleme sonucunda bu çevre ile doğrudan ilişki kurma kararı verir.
Eskişehir ve Ankara merkezli olarak “illegal” faaliyet yürüten Yeşil Ordu’nun programında yer alan kimi maddeler oldukça dikkat çekicidir.
“Yeşil ordu Türkiye’yi ve Asya’yı Avrupa emperyalizminden kurtaracak. Toprağın ve ülke zenginliklerinin emekçi vatandaşlar tarafından maddi ve manevi yeteneklerine göre kullanmasını sağlayacak. Genellikle sermayenin hakimiyetini yok edecek. Demokratik yönetim ve umum kolektif çalışma biçimini uygulayacak. Teşkilatın en çalışkan ve sağlam öğeleri işçiler, köylüler gerçekten insanlığa hizmet edenler olabilir. Teşkilatın ayırt edici emaresi yeşil bayraktır. Teşkilat Kızıl Orduların müttefikidir.” (TKP Dönüş Belgeleri, TÜSTAV Yayınları)
Türkiye Komünist Hareketi, iktidar hedefi doğrultusunda başlatacağı mücadelenin hazırlık sürecinde dogmatik ve sekter bir duruşa sahip değildir. Kendilerini Batı merkezli aydınlanmacı, pozitivist anlayışların seküler kuşatması içine hapsetmeyecek denli kafa açıklığına sahiptirler. İşçi, köylü, ezilen Müslüman Anadolu halkları gerçekliğini kavrayan bir güzergahtan yol alınmadan devrimin zaferinin olanaklı olmadığının farkındadırlar. Dolayısıyla, M. Kemal’in burjuvazinin çıkarlarından yana inşa etmeye çalıştığı diktasına karşı ezilenlerden yana mili bir duruşu olan ve antiemperyalist karakter taşıyan “Çerkez Ethem’in Kuvay-i Seyyariyesi’yle; tavrını ezilen Müslüman halklardan yana belirleyen, dini referansları temel alan ve “İslam sosyalizmi”ni hedeflediğini iddia eden Yeşil Ordu gibi geniş çevreleri kapsayan ittifaklar kurmayı önemsemektedirler.
Ne var ki önlerine koymuş oldukları örgütlenme faaliyetleri hazırlıkları temelinde Türkiye ve Mezopotamya sahalarına gönderilen kadrolar bölgelerine ulaştıktan kısa süre sonra, süreç farklı bir yöne evrilmeye başlar ve her şey nitelik olarak farklılaşır!
TKP, kelimenin gerçek manasında Sovyet Rusya’nın avuçları içine doğmuştur! TKH’yi örgütlemeye yönelen devrimci komünistlerin hemen hepsi ülkelerinden sürgün edilmiş, kaçmak zorunda kalmış ya da savaşta Rus Çarlık ordusuna esir düşmüş asker, yarı aydın ve aydınlardır. Dolayısıyla, tarihsel süreç dilimi içinde arkalarında bıraktıkları ülke şartları tamamen farklılaşmıştır. Uzun süredir mülteci durumunda olan bu insanların Türkiye’nin yeni şartlarını ne derece isabetli olarak tahlil edebilecekleri ve isabetli politikalar oluşturma yetilerine sahip olup olamayacakları önemli bir konudur!
Gerçekliğin bir yanı böyleyken, diğer yanı ise; düşünce, bilinç, kişilik, ruh hali vb. bütün yönleriyle yaşamakta oldukları Rusya Bolşevik Devrimi içerisinde şekillenmiş olmalarıdır. Bu hem avantajlı hem de dezavantajlı yanları bulunan bir durumdur. Avantajlı yanı büyük bir devrimin içinde ideolojiyi de pratiği de deneyimleyerek öğrenmeleridir. Bu aynı zamanda dezavantajlı yanı da içinde barındıran bir boyuttur. Çünkü böylesi bir şekillenme hem ideolojik politik ekseni hem de plan-programları iradi olarak bilinç edindikleri şartların ölçüsüyle ele almayı beraberinde getirecektir. Dolayısıyla Türkiye şartlarını Rusya’dan Bolşevik Ekim Devrimi’nin yarattığı zafer düzleminden ele alan yaklaşım, başta parti kuruluş kongresi olmak üzere, özellikle de Türkiye’ye taşınma tartışmaları ve kararlarında belirgin olarak açığa çıkmıştır.
Anadolu’da elle tutulur bir örgütlenme ağı oluşturamamışken, ittifak vb. ilişkiler yeterince sağlanmadan birkaç düzmece rapor üzerinden abartılarak ülkede yoğun örgütlenmeler olduğu Türkiye halklarının Bolşevik devriminden çok güçlü şekilde etkilendiği ve dolayısıyla her halükarda devrime hazır olduğu, başlarına geçip öncülük-önderlik yapmanın yeterli olacağı gibi algılayış içine girmiş olmaları böylesi bir şekillenişin sonucudur.
Aradan fazla bir zaman geçmeden büyük acıların ve bedellerin yaşanmasıyla ortaya çıkan gerçekler sonrasında; “Ankara hükümeti ve içimizdeki ajanlar tarafından kandırıldık.” gibi bir yaklaşım ortaya konulmuş olması, ülke gerçekliğinden ne denli kopuk olunduğunun göstergesidir.
TKP MK üyesi Süleyman Nuri’nin her ne kadar suçlama niteliği taşısa da, M. Suphi’ye yönelik olarak: “Rus Kızıl Ordusu’nun süngüsüne dayanarak faaliyetleri Anadolu’ya taşımaktan başka bir şey düşünmüyor.” şeklindeki eleştirisinin gerçeklik payı vardır. Niyetleri ne şekilde olursa olsun fiili olarak Sovyet Rusya Devrimi’ni Anadolu’ya “ithal etmek” gibi bir konumdaydılar. Ülkede örgütlenmiş ve mücadelenin bir aşamasında taktik vb. amaçlı olarak geri çekilmek gibi nedenlerden dolayı ülke dışına çıkmış değillerdi. Bilakis ülke dışında var olmuşlardı ve “dışarıdan bir güç” olarak ülkeye girip mücadele etmek istiyorlardı. Öte yandan “devrimin ithali”, “ülke gerçekliğine yabancılaşma” gibi konularda Komintern etkisi de yok değildir. Dünya devriminin önderliği perspektifiyle kurulan Komintern, program, yöntem ve içerik olarak Rusya Bolşevik Ekim Devrimi’nin zaferi üzerinden Rusya şartlarında oluşmuştur. Tarihsel, sosyal, kültürel ve toplumsal olarak Rusya dinamiklerinden çok farklı olan çeşitli uluslardan halkların kendi özgünlüklerini ve halk gerçekliğini dikkate alan bir oluşum değildir.
Özellikle Sovyet Rusya çevre ülkeleri başta olmak üzere Dünya Komünist Hareketleri, devrimin ortaya çıkardığı mücadele deneyimleri yanında muazzam bir geri cephe imkanlarına sahip olmalarına rağmen, Komintern üyesi Komünist Parti ve örgütlenmelerin kendi ülkelerinde devrim gerçekleştirememiş olması ve özgün devrimlerin Komintern anlayışı dışında kalan Çin, Yugoslavya ve Küba gibi ülkelerde gerçekleşmiş olması düşündürücüdür! Öte yandan “devrimin ithal edilmesi” politikası çeşitli gerekçelendirmeler adı altında reel sosyalizm tarihi boyunca Polonya, Çekoslovakya ve Afganistan’a yönelik fiili Kızıl Ordu müdahalelerinde olduğu üzere, çeşitli örneklerde mevcuttur!
Sonuç olarak Sovyet Rusya’nın “Tek ülkede sosyalizmi yaşatma ve inşa” stratejisine yönelmesiyle birlikte TKP önderliğinin zaaflı ve zayıf yanları belirgin olarak ortaya çıkmış, yenilgiye giden süreci hızlandırmıştır.
Yenilgiye giden yolun açılması
Sovyet Rusya, yeni stratejik yönelimi temelinde hem sosyalizmin inşasında hem de emperyalist-kapitalist kuşatmaya karşı yeni politikalar ve ittifaklar arayışına girdi. İngiliz emperyalizmi ile görüşme başlatmanın yanında fiili ve siyasi kuşatmayı aşmanın yolu olarak yönünü Doğu halklarına döndü. Bu perspektif temelinde Radek’in önerisi ve Lenin’in talimatları doğrultusunda Sultan Galiyev gibi devrimci komünist önderlerin girişimleriyle hazırlıklarına başlanan 1. Doğu Halkları Kurultayı’nın (DHK) toplanması hassas bir tarihsel sürece denk geldi ve ağırlıklı olarak Sovyet Rusya’nın yeni stratejik amaçlarına hizmet eden bir platforma dönüştü. Doğu halklarının kurtuluşuna ilişkin çok önemli kararlar da alındı fakat bu kararlar çoğunlukla uygulamaya sokulmadı ve kadük kaldı. Doğu Halklarının Kurtuluş Partisi zemini olarak örgütlenen kurultayın her yıl toplanması karar altına alınmasına ve bu yönlü geniş bir yürütme oluşturulmasına rağmen, bir daha toplanmamış olmasının geri planı yeni stratejik yönelim üzerinden okunmalıdır!
Yeni sürecin görüşmelerini başlatan Sovyet Rusya devleti, görüşmeler sürecinde yakın komşuları başta olmak üzere devletlerle olan ilişkilerini Komintern üyesi ilgili ülke Komünist Partileri aracılığıyla kurmaya özen gösterirdi. Bu yaklaşımı, komünist örgütlenmelere emperyalistler ve işbirlikçileri nezdinde meşruiyet ve iktidar kazandıran bir uygulamaydı. Ne var ki yeni yönelimle birlikte Komintern’in bu yönlü kararının ardından devletlerle doğrudan ilişkilenme arayışları hızlandı ve böylece başta İran ve Türkiye devrimleri olmak üzere Doğu ülkeleri devrimlerinin kaderini belirleyecek yolun taşları döşenmeye başlandı!
Sovyet Rusya devleti, Ankara hükümetinin ekonomik olarak içine düştüğü çaresizliği ve emperyalistlerin saldırıları karşısında ciddi olarak zorlandıklarının farkındaydı. Aynı zamanda yakın bir gelecekte Türkiye’de sosyalist bir devrim gerçekleşmesi olanağının bulunmadığı tespitini yapmışlardı ve bu aşamada komünist partinin devre dışı bırakılmasında bir sakınca görmeyerek mevcut durumdan yararlanmanın yollarını aramaya başlamışlardı. Amaçları Ankara hükümetine maddi ve askeri destekte bulunarak emperyalistlerin denetimine girmelerini önlemek ve içinden geçtikleri zorlu dönemde sosyalist devrimin bekası için stratejik öneme sahip güney komşularının en azından tarafsız kalmasını sağlayabilmekti.
Öte yandan; “Komünizme hayır, Sovyet Rusya’ya Evet!” yaklaşımı içinde olan Ankara hükümeti de Moskova ile iletişim arzusuna girmişti. Onlar da kuzey komşularının karşı karşıya oldukları zorlukların kendilerinden çok da farklı olmadığını tespit etmişlerdi. Tespitleri doğrultusunda Sovyet Rusya’nın varlık yokluk ikilemi içerisinde kendileriyle doğrudan ilişkilenmek ve yardımda bulunmak zorunda oldukları sonucunu çıkarıyorlardı.
M. Suphi Komintern kurucu üyesi ve dolayısıyla öncü kadrolardan birisiydi. Sovyet Rusya devletinin Ankara hükümetiyle doğrudan ilişki kurarak kendilerinin saf dışı bırakılmaları durumunda artık Türkiye Komünistlerine doğrudan destek vermekten de geri duracakları anlamına geliyordu yani Komintern korumasından da dışlanacakları zamanlar uzak değildi!
M. Suphi ve yoldaşlarının ideolojik-politik ve ekonomik olarak Komintern’den bağımsız hareket edebilme koşulları bulunmuyordu. Buna en başta Komintern örgütlenmesinin demokratik merkeziyetçi yapısı izin vermiyordu. Dolayısıyla Komintern kararlarına ya da Sovyet Rusya merkezli olarak geliştirilen politikalara karşı bağımsız politika geliştirmek gibi bir konumda değillerdi. Bu bağlamda TKH önderliği Sovyet Rusya’nın Ankara hükümeti ile doğrudan ilişki kurmasına ve alınacak muhtemel politik kararlara son tahlilde uymak zorundaydı!
Tarihsel koşullar içerisinde Komintern üyesi ve disiplini içinde yer alan diğer dünya komünist hareketlerinin durumu da farklı değildi. Çünkü Komintern anlayışı ve örgütlenmesi bunu zorunlu kılıyordu. Ekim devrimi önderi Lenin’in görüş ve önerileri doğrultusunda toplanan Komintern kuruluş amacı olarak, hiç kuşkusuz dünya devrimine önderlik edecek olan “Dünya Komünist Partisi” (DKP) temelinde örgütlenmişti. Ne var ki, Sovyet Rusya’nın stratejik hedeflerinin değişmesiyle birlikte doğal olarak yeni stratejik hedeflerin örgütüne dönüştü.
TKH örgütlenmesinin bağımsız hareket edemeyecek olmasının özgün yanları da bulunuyordu. Bunların başlıcaları; hareketin ana gövdesinin ülke dışında örgütlenmiş olması ve ülke içindeki örgütlenmesinin yok denecek düzeyde olmasıydı. Ayrıca ekonomik gereksinmelerinin neredeyse tamamı Komintern tarafından karşılanıyordu. Öz dinamikleri zayıftı ve isteseler de istemeseler de Komintern’in belirlediği politik hedefler doğrultusunda stratejik ve politik hedefleri onunla uyumlu hele getirmek, pratik faaliyetlerini de o doğrultuda düzenleyip örgütlemek gibi zor bir durumla karşı karşıya bulunuyorlardı.
Moskova-İngiltere anlaşması görüşmelerinin başladığını ilk duyduklarında M. Suphi’nin “Bolşevikler İngilizlerle anlaşırlarsa hem kişi olarak bizim varlığımız (kellemiz) tehlikeye girer hem de coğrafyamızın kurtuluşu tehlikeye girer.” (Aktaran Hasan Basri Gürses, Bilinç ve Eylem, Sayı:4) açıklamasını yapması kehanet değil devrimci bir öngörü ile yapılmış tespittir. Böylesi bir öngörüye rağmen yapabilecekleri fazla bir şey yoktu ve öngörüleri aylar içerisinde gerçek ifadesini bulmaya başladı!
Komintern 2. Kongresi ve TKP’nin kaderine terk edilmesine paralel olarak M. Kemal’in Ankara daveti
1920 yılı yaz ayları Sovyet Rusya devletinin yeni stratejik yönelimi ekseninde örgütlenme faaliyetlerinin yoğunlaştığı süreçti. Bir taraftan İngiliz emperyalizmi ile görüşmeler devam ederken, diğer yandan Ankara ve Tahran gibi çevrelerle ilişkilenmenin ideolojik-politik alt yapısını oluşturmaya özen gösteriyordu. Bu doğrultuda Temmuz-Ağustos ayları içinde toplanan Komintern 2. Kongresi antiemperyalist politikaları önceleyen kararlar aldı. “Emperyalizme karşı milli hareketlerin desteklenmesi ve güçlendirilmesi” kararı bunların en önemlilerinden biriydi. Bu vb. kararlar aynı zamanda Sovyet Rusya’nın yeni stratejisiyle de uyumluydu ve sınıf mücadelesi yerine antiemperyalist mücadeleyi ikame eden politikanın önünün açılması demekti.
Ankara Hükümeti’yle doğrudan temel süreci görüşmeleri de kongrenin kararlarıyla eş zamanlı olarak başladı. Lenin; kongre kararlarının 2. maddesinde yer olan “Bütün ulusal ve sömürge kurtuluş hareketlerinin Sovyet Rusya ile en sıkı ittifakını gerçekleştirecek bir politika izlemesidir.” kararı doğrultusunda, Anadolu’da yaşanmakta olan savaşa “Ulusal Kurtuluş Savaşı” nitelemesi yaparak önderliğine de devrimci bir misyon yüklemiş oldu. Bizzat Mustafa Kemal içinde bulundukları durumu “istiklal harbi, yani bağımsızlık Savaşı” olarak nitelendirmesine rağmen, Lenin’in yapmış olduğu tespit yeni stratejik yönelim sürecinin pragmatist politikasının ürünüydü ve bu politika TKH önderliğinin kaderini belirleyecek nitelik taşıyordu.
Komintern ve Sovyet Rusya’nın, Ankara’nın “Ulusal Kurtuluş Savaşı” içinde olduğunu öne sürmesi TKP önderliğinin bütün bir stratejisini, dolayısıyla program ve planlamalarını etkileyecek boyuttaydı. Her şeyden önce, “Ulusal Kurtuluş Savaşı” içinde olan Ankara Hükümeti’ne karşı iktidar savaşı vermenin zemini nesnel olarak ortadan kalkmış oluyordu! Komintern kurucu üyesi olan TKH’nin perspektif olarak önüne iktidar hedefi koyması demek, Komintern’e rağmen Ankara Hükümeti’ne karşı savaş açmak anlamına gelecekti ve bu durumda karşı devrimci olarak ilan edilmeyi de göze almış olmaları gerekirdi!
Lenin’in bilgisi dahilinde Ankara Hükümeti elçileriyle görüşmelerin başlamasıyla birlikte Komintern çeşitli gerekçeler öne sürerek M. Suphi’lerle görüşmeleri sınırlamaya, maddi destekleri azaltmaya başladı. Sorunların ciddi boyutlar almaya başlaması üzerine Mustafa Suphi, Komintern yürütmesine rahatsızlıklarını ilettiği mektubunda; “Anadolu’nun emekçi halkı Bolşevizmi kendisi için kurtarıcı güç olarak görüyor, ona inandığından Bolşevizmi Anadolu’ya getirenler onun için değerli olacaktır. Bu sebepten dolayı Türkiye’ye Paşa, silah, askeri teçhizat olarak ve başka şekillerde yapılan maddi yardım, TKP’nin elinden geçmeli ya da öyle görülmelidir. Bu husus partimizin halk arasında milliyetçi Kemalist ve diğer güçler arasındaki durumunu güçlendirebilir. Türkiye’ye maddi yardım davasında aracı olarak partimiz, silahların er ya da geç komünistlerin çetin mücadele etmek zorunda kalacağı gerici güçlerin eline geçmesini engelleyecek, silahların ikinci derece teşkilatların eline geçmesine son verecek ve emekçi halkın maddi ve manevi gücünü artıracaktır.”(TKP Dönüş Belgeleri) diye belirliyordu. Beklendiği üzere değişen bir şey olmadı!
Karşı karşıya bulundukları sıkıntılı günlerde M. Suphi beklenmedik bir mektup aldı. Mektubun sahibi Büyük Millet Meclisi (BMM) Başkanı Mustafa Kemal’di. Mektubun içeriğine ilişkin olarak M. Suphi, Türkiye Komünist Teşkilatı olarak bizi BMM’de birlikte iş görmek ve görüşümüzü açıkça ifade edebilmek üzere davet eden M. Kemal Paşa’nın; “Çoğunluğu rençber ve köylüden oluşan milletimiz Batı’nın emperyalizm ve kapitalizm mahkumiyetinden kendini kurtarabilmek için bunlara karşı birleşik olarak mücadele ve savaş kararı vermiştir. Türkiye Komünist Teşkilatı’nın da aynı kanaat ve amaç ile çalışmakta olmasından büyük bir memnuniyet duyduk” dediğini aktarıyordu.
M. Suphi için mektup şaşırtıcı ve aynı zamanda memnuniyet verici bir gelişmeydi. M. Kemal’e iletilmek üzere güven mektubu kaleme aldı ve başkanlığını Süleyman Sami’nin yaptığı üç kişilik bir heyeti Ankara’ya gönderdi.
Heyet, M. Suphi ve dolayısıyla TKH adına M. Kemal’le görüşmek, bağımsız sosyalist örgütlenmelerle ilişki kurmak ve Karadeniz’den Anadolu içlerine kadar uğradıkları yerleşim yerlerinde teşkilatlar kurmakla görevlendirildi.
Süleyman Sami önüne konulan tüm görevleri “eksiksiz” hatta fazlasıyla yerine getirmişti ve M. Kemal’e güven mektubunu verip düşüncelerini almış olarak geri dönmüştü! M. Kemal’le yaptıkları görüşmenin çok olumlu olduğunu söyleyip, sorduğu soruları ve verdiği cevapları aktardıktan sonra sonuç olarak “Milletin birlik ve beraberliğini bozmayınız. Her ne yapmak isterseniz meclisi milli marifetiyle yapınız. Bize maddi ve manevi yardım ediniz” (TKP Dönüş Belgeleri) dediği bilgisini vermişti.
Süleyman Sami’nin aktarımları M. Suphi’de olumlu izlenimler yaratmıştı ve böylesi bir atmosfer altında Parti kuruluş kongresi toplandı.
TKP kuruluş kongresi ve davete icabetin sonuçları
Yeni gelişmeler üzerine kuruluş kongresinin politik ekseni ve mücadele perspektifi, Sovyet Rusya’nın stratejik yönelimiyle uyumlu hale getirilmeye özen gösterildi.
M. Suphi’nin, daha birkaç ay öncesinde Abdülhamit ve İttihat Terakki diktatörlüğü ile eş değer tuttuğu M. Kemal ve hareketine yönelik düşünceleri değişmiş, hatta onların komünizme yatkın oldukları değerlendirmesi yapacak duruma gelmişti! Kongrede yaptığı Anadolu faaliyet raporu değerlendirmesi, yeni strateji ve politik yönelimin ruhunu belirgin olarak yansıtıyordu;
“Proletarya hareketinin geri kaldığı ülkelerde, milli demokratik harekete katılmak ve yardım etmek 3. Enternasyonal’in kararıdır. Türkiye işçi ve köylüsünün bu mücadelesini yerinde buluyoruz ve istilacı devletlere karşı Kuvay-ı Milliye hareketin bütün kuvvetimizle yardım edeceğiz. Kuvay-ı Milliye’nin başında bulunan en önemli kişiler komünizme oldukça müsaittirler. Yaptığımız görüşmeler, gelen mektuplar bizi doğruluyor.” (Yeni Dünya Gazetesi, Sayı 5)
Artık her şeyi yeni duruma göre planlamak gerekiyordu; öyle de yapıldı. Kısa süre önce kurulan partinin topyekun bir şekilde Ankara’ya taşınması kararlaştırıldı. Kuruluş Kongresinde somutlaşan karar, Merkez Komitenin 17 Eylül 1920 tarihli ilk toplantısında resmi karar haline getirildi.
Bu gelişmelerle birlikte bütün faaliyetlerin Ankara’ya taşınma ekseninde yapılanlar legal boyut aldı ve Ankara hükümetine karşı “körü körüne” bir güven duygusu başladı! Önceden yapılan plan ve programlar, Anadolu’daki illegal örgütlenme hazırlık faaliyetleri ve hatta iktidar hedefli mücadele anlayışı büyük oranda terk edildi.
Mevcut gidişatı onaylamayan MK üyesi ve Harp Şubesi Başkanı Süleyman Nuri’nin rapor haline getirerek MK’ye sunduğu eleştiri ve uyarıları, tabloyu büyük oranda gözler önüne sermektedir.
“Hangi ülkenin devrimcisi olursa olsun, gücünü nakledeceği yeni bir alana devrimcilere mahsus bir tedbirle yoklamak zorundadır. Bugün Türkiye Komünist Partisi’ni Türkiye’ye davet etmiyorlar. Etseler bile bu gibi davetleri gerçek devrimciler ihtiyatlı bir şekilde ele almaları gerekir.
Çünkü; muhtelif zamanlarda görevlerle gönderilen yoldaşların geri döndüklerinde MK’ye verdikleri raporlar ortadadır! Birçok yoldaş daha Trabzon’a iner inmez tutuklanmış ya da sınır dışı edilmişken, partinin bunları dikkate almayarak yine toplu şekilde Anadolu’ya gitmesi doğru olabilir mi? Şerif Manatof’un raporundan anlaşılacağı gibi M. Kemal Paşa’nın Ankara’da en son BMM’deki konuşmasında, Türk komünistlerinin Anadolu’da kesinlikle takip edildiklerini, edileceğini ve hiçbir zaman hiçbir gücün Anadolu’ya Bolşevikliği sokamayacağını söylediği halde böyle gösterişli bir şekilde merkezi heyetin henüz Anadolu’da kalabileceği güçlü bir teşkilat ve güç mevcut olmadığı halde topluca ve açık bir şekilde merkezi heyetin Anadolu’ya taşınması partinin amacına hiçbir fayda getirmeyeceği gibi ülkedeki faaliyetlerimize de zarar vereceği şüphesizdir.
Bundan dolayı kanaatimce Anadolu’ya gidecek yoldaşları belli noktalara görevli olarak gizli çalışmak üzere buradan gönderilmeleri lazım geldiğini önceden beri ileri sürdüğüm halde dikkate alınmayarak bu şekilde toplu bir halde gidilmesine tamamıyla karşıyım. Bunun için meselenin tekrar ele alınarak Anadolu’da yapılacak sosyal durum harekatına şimdiden doğru bir taktik ile başlanmasını da bütün dünyada ileri götürmek için çalıştığımız devrim adına talep ediyorum.” (TKP Dönüş Belgeleri)
Süleyman Nuri’nin eleştiri, uyarı ve taleplerinin dikkate alınmamış olması bir yana, parti içinde hizip faaliyeti yürüttüğü suçlamalarıyla karşı karşıya bırakılmıştır!
Sovyet Rusya-İngiltere görüşmeleri ile başlayan ve stratejik bir boyut kazanması üzerine TKH’yi olumsuz bir düzleme taşıyan gelişmelere rağmen ne Sovyet Rusya yöneticileri ne de Komintern M. Suphi’lerin Türkiye’ye taşınmasına yönelik herhangi bir zorlanmaları olmamıştır. Hatta yeni stratejik yönelim sonrasında Türkiye’ye gitmemeleri yönünde güçlü işaretler veriliyordu. Çok belirgin olarak hem siyasal hem de ekonomik desteklere sınırlamalar getiriliyordu. Öyle ki, Rusya Komünist Partisi-Bolşevik (RKP-B) Türkiye’de geliştirilecek mücadelede kullanılmak üzere kendilerine daha önceden hediye olarak verdiği para ve mücevherler, Türkiye’ye taşınma kararından hemen sonra Şark Şurası tarafından geri istenir. Bu gelişme üzerine M. Suphi Doğu halklarının mücadelesinin organize edilmesi ve güçlendirilmesi için kurulan Şark Şurasına itirazda bulunur fakat şuradan gelen cevap “Konuyu kapsamlı olarak değerlendirdikleri ve dolayısıyla paranın çok fazla olduğu, akıbetlerinin İran devrimi gibi olması tehlikesinin bulunduğu, sonuç olarak Türkiye’ye gidişin geçici olarak durdurulması” önerisi temelinde olur.
Sovyet Rusya-İngiliz emperyalizmi görüşmeleri İran devrimi için sonun başlangıcı olmuştu! Ekim devriminin yarattığı atmosfer içinde örgütlenen İran komünistleri Gilan bölgesinde Sovyet Cumhuriyeti ilan etmişlerdi ve Sovyet Rusya Kızıl Ordusu tarafından destekleniyorlardı. Ne var ki, Moskova-Londra görüşmeleriyle paralel olarak İran devletiyle de ilişkiler geliştirilmeye başlanmıştı ve kısa süre sonra da Kızıl Ordu desteği sona ermişti. Bundan yararlanan İran devleti, Gilan Sovyeti’ni ezerek tasfiye etti. Böylece yeni stratejik yönelimin ilk “kurbanları” olarak İran devrimci-komünistleri tarihe geçmiş oldu!
Şark Şurası açık olarak “İran komünistlerinin yaşadığı akıbeti sizde yaşayacaksınız!” diyordu. Bu, ciddi bir uyarıydı fakat TKP önderliği, “İran’da yaşanan olumsuzluklardan alınan tecrübenin, Türkiye harekatı için iyi olacağına inanıyoruz. Benzer tarzda faaliyet programı takip edildiği halde İran komünistleri ile Rusya’dan İran’a gönderilen yoldaşlarımızın yaptıkları hatalar bizim tarafımızdan tekrar edilmeyecektir” (TKP Dönüş Belgeleri) cevabı verilmişti.
Yaşanan sorunlar M. Suphi tarafından Milliyetler Halk Komiseri Stalin’e de iletilmişti. Bunun üzerine bir araya gelindi. Stalin para konusundan ziyade Türkiye faaliyetlerine yönelik olarak öneri ve uyarılar yapmayı uygun bulmuştu!
Acele etmemeleri, iyi bir hazırlık yapmaları ve bunun yanı sıra işçi ve yoksul halkla ciddi ilişkiler kurulması gerektiğini kendi deneyimleri üzerinden dile getiren Stalin, “1905 yenilgisi sonrası Rus komünistleri 20-25 kişi kalmışlardı ancak yine de partinin bir buçuk milyon üyesi vardı. Ayrıca Halk Sosyalistleri, Kadetler gibi örgütlenmeler vardı. O zamanki Rusya’nın durumu bugünkü Türkiye’den çok daha iyiydi. TKP de mevcut haliyle yirmi kişi kadar. Öncelikle bu kadronun korunması gerekir. Anadolu hükümeti hiçbir zaman bize güven vermiyor. M. Kemal’le hareket eden işçi yoktur. Bizce tek bir komünist yirmi Kemal’e bedeldir. Enver, esir Türklerin başındadır ve dolandırıcının biridir. Bunları tehlike kabul etmiyor, yardım ediyoruz. Bunun sebebi vardır. Parti yeni kurulmuştur. Ruhunu halktan almalıdır. Mevcut olan arkadaşlar yetiştirilmelidir.” diyordu.
İktidar hedefi, bölgesel durum ve geri cephe perspektifinde eksen kayması
Gerek Şark Şurası’nın gerekse de Stalin’in yaklaşımının arka planı birkaç ay öncesine göre koşulların farklılaştığı ve TKP’nin de bu koşulları göz önünde bulundurarak hareket etmesi gerektiği biçimindedir. TKP önderliği nezdinde ise, bir defa “büyü bozulmuş” hem ideolojik hem de pratik politika ekseni kaymış, tüm saptamalar ve faaliyetler bu anlayışla yapılır hale gelmiştir.
Bunlardan en belirleyici olanı Anadolu’da yürütülecek faaliyet temelinde yeniden oluşturulan “asgari program”da yer verilen hedeflerdir. Programa göre; “Anadolu’yu emperyalist işgale karşı savunan isyan hareketini güçlendirmek. Bu hareketi yürüten hükümeti desteklemek, Anadolu içi ve köylü emekçi yığınlarının çıkarlarını savunan bağımsız bir parti olarak varlığını sürdürmek, mecliste ise sol kanadı oluşturmak, partinin yasal bir şekilde çalışmasına ve örgütlenmesine olanak sağlamak, her ne şekilde olursa olsun mevcut var olan teşkilatlara ve gazetelere yardım etmek, güçlendirmek, kendi düşüncelerini-fikirlerini sürdüren Yeni Dünya gazetesini çıkarmak, siyasi okul, amele, rençper ve işçi çocukları için okul-gece dersleri açmak, işçi dernek ve birliklerini düzenleyerek uluslararası Moskova Kongresine delegeler göndermek, gençlik teşkilatı açmak, bazı şehirlerde kooperatifler kurmak gibi parti işleriyle meşgul olmak.” olarak özetleyebileceğimiz program göstermektedir ki parti, stratejik olarak iktidar hedefinden uzaklaşmış, hatta demokratik devrim eksenli bir iktidar hedeflemekten de uzak olan parlamentonun sol kanadını oluşturmak düzleminde kendisini ifade eden reformist bir niteliğe bürünmüştür.
Partinin büründüğü yeni nitelik, geri cephe örgütlenmesi ve bölgesel devrim anlayışında da eksen kaymasını beraberinde getirdi. Tarihsel koşullar bakımıyla hem bölgesel devrim perspektifi mücadele alanı hem de muazzam bir cephe gerisi konumundaki Rusya, Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan gibi büyük bir coğrafyayı kapsayan alanlar partinin kuruluş süreci örgütlenmelerinde bu anlayış esaslarına göre ele alınırken, yeni süreçle birlikte söz konusu perspektifler kaybedildi. Dolayısıyla, Kırım’dan Azerbaycan’a Türkmenistan’a değin geniş bir coğrafya da yaşayan Müslüman Türk toplumlar içinde yapılan faaliyetlerden uzaklaşıldı ve genel olarak Doğu Halklarının Sosyalist Birliği eksenli bölgesel devrim hedefi netliği kayboldu. Türk Müslüman Kızıl Ordusu düzensiz birlikler temelinde Türkiye’ye geçmeleri kararıyla lağvedildi. TKP’nin yurtdışı faaliyet kapsamı diplomatik ilişkileri yürütmek düzeyine indirgendi ve Bakü merkezli olarak Yurtdışı Büro (YB) oluşturuldu.
Dönemin objektif koşulları içerisinde TKP önderliğinin emperyalist devletlerin işgali altındaki Anadolu’da gelişen bağımsızlık savaşına katılmaları tarihsel sorumluluklarıydı. Türkiye devrimi gibi bir dert edinmişlerse nesnel olarak bu savaşta yer almak durumundaydılar. Öyle ki direnişe öncülük yapan Ankara hükümetinin komplo düzleminde de olsa “devlet” vb. gibi girişimleri olmasaydı ve hatta açıktan düşmanlık yapsalardı dahi devrim iddiası olan komünistler olarak kendi yol ve yöntemleriyle savaşta yerlerini almaları gerekiyordu.
Ne var ki avuçları içine doğdukları Sovyet Rusya’nın yeni bir stratejiyle oluşturduğu politik atmosferin etkisi altında ülkeye taşınma kararı almışlardı. Bu düzlemde alınan karar her şeyden önce Kemalizmin sınıfsal karakterinin isabetli tahlilinin yapılamaması sonucunu doğurdu ve henüz filizlenen komünist hareketin fiziksel tasfiyesi yanında ideolojik olarak sakatlanmasını ve gelecek açısından devrimci mayanın bozulmasını beraberinde getirdi.
Kemalist komplo ile katledilerek tasfiye edilenler yalnızca M. Suphi ve On beşler olmadı. Komplo planı çok kapsamlıydı. Katliam öncesi ve sonrasındaki bir aylık sürede TKP ile ilişkilendirilen tüm örgüt, birey ve çevreler tutuklanarak ya da katledilerek tasfiye edildi. Yasal olarak kurulan parti THİF kapatıldı, yönetici ve üyeleri tutuklandı, Halk Şuraları lağvedildi, Yeşil Ordu güç kullanılarak ve lider kadrosu idam edilerek tasfiye edildi. Çerkez Ethem itibarsızlaştırılarak “vatan hainliği” ile damgalandı, Kuvay-ı Seyyare birlikleri ortadan kaldırıldı.
Tasfiyenin son rötuşları Komintern eliyle yapıldı!
Katliamdan iki buçuk ay sonra 11-12 Nisan 1921 tarihinde partinin hayatta kalan iki MK üyesinden birisi olan Yurtdışı Büro yönetiminden sorumlu İsmail Hakkı ile partinin kalabalık bir heyetle legal olarak Türkiye’ye taşınmasına ısrarla muhalefet eden, Türkiye faaliyetlerinin esasının illegal olması gerektiğini savunan Süleyman Nuri, RKP-B temsilcisi Karasin’le katliam sürecini ele aldıkları toplantı tutanaklarında sürecin nasıl adım adım örgütlendiği, TKP önderliğinin açmazları ve en önemlisi de RKP-B’nin ibret verici tavrı, TKH’nin kaderinin nasıl çizildiğini gözler önüne seriyor!
Toplantıda ilk sözü alan İ. Hakkı: “Kongreden önce Suphi’nin söylediğine göre (Türkiye’de) 19 hücremiz vardı. Daha sonra Salih Zeki, Süleyman Sami vs. Türkiye’ye Nahcivan’a gönderildi. Onlar daha sonra geri dönüp her biri rapor verdi. Şunu bilmeli ki, kongreden önce Anadolu’da kamuoyunun kabul etme durumu vardı, çünkü Antant devletleri yenilmişti ve kurtuluşun Bolşeviklerde olduğu kabul ediliyordu. Bu temelde de ittifak işliyordu. Askerler, ‘Yaşasın Bolşevikler, Yaşasın Sultan’ diyorlardı. Albayrak, Yeni Dünya, Emek, Yeni Gün vs. gazetelerin komünist yayınlara başladığını öğrenmiştik. Halk ise hazırlanıyordu. Kongreden sonra ise iş değişti. Buraya gelenler, delegeler, abartmalar, kışkırtmalar yaptılar.
Bizi aldatan Mustafa Kemal’in mektubu, Süleyman Sami’nin raporu oldu. M. Kemal yazıyor ki ‘Şefinizi gönderiniz, askerler arasında kışkırtma yapmayınız.’ S. Sami ‘Falan falan yerlerde teşkilat yaptım, kamuoyu komünizme hazırdır’ gibi izahatlar veriyordu” diyor.
Süleyman Nuri ise yedi kişilik MK üyesinden biri olan ve Türk Müslüman Kızıl Ordusu komutanlığına atanan Mehmet Emin ile MK tarafından Enformasyon Şube Başkanlığı’na dışarıdan atanan özel görevlerle Türkiye’ye gönderilen ve Türkiye’ye hareket eden TKP heyetinin komutanı olarak arkadaşlarının ölüm yolculuğuna öncülük yapan Süleyman Sami’nin akıbeti hakkında yaptığı bilgilendirmede; “Erzurum’da Mehmet Emin ve Süleyman Sami kalmak istedi. Suphi onlara dedi ki; siz gelmezseniz ben de gitmem. M. Emin bunun üzerine karısını bırakarak yola devam etmek zorunda kaldı. Yalnız Trabzon’a yakın bir yerde durdular. Oraya bir asker gelip, M. Emin’e; “Karınız çok hasta, geri dönmelisiniz!” dedi. Bunun üzerine S. Sami ile birlikte geri döndüler. Fakat diyorlar ki, hemen ertesi gün onlar da Trabzon’a gittiler ve şimdi Trabzon’da gayet güzel yaşıyorlar. Müdafaa-ı Hukuk ve Müdafaa-i Milliye Cemiyetlerinin en sadık üyeleri derecesindedirler” bilgisini veriyorlar.
TKH’nin merkezi düzeyde karşı karşıya kaldığı ve hareketi tasfiyeye götüren süreçte etkili roller üstlenen ilk hainler olarak karşımıza çıkan bu unsurlar, 15 Nisan 1921 tarihinde Ankara hükümetinin ajanı oldukları resmen kamuoyuna ilan edildi.
Yapılan toplantı sonrasında, RKP-B komitesi Karasin; “Suphi vs. olaylarını araştırmak lazım. Ancak bir engel var. Resmen Kemal’e bir şey yapamayız. Diplomatik ilişkilere zararı olabilir, ittifaka falan…” demektedir. Karasin’in yapmış olduğu değerlendirmenin içeriği, M. Suphi’lerin nasıl bir akıbete doğru yol aldıklarının göstergesi gibidir!
Sovyet Rusya ile Komintern’in kurucu üyelerinin M. Suphi’nin katledilmesine dair kınama içerikli herhangi bir yazısına rastlanmaması ve hatta 16 Mart 1921 tarihinde İngiliz emperyalizmi ile yapılan anlaşmanın resmileşme sürecine kadar katliamın gizli tutulması (18 Mart tarihinde Ankara-Moskova anlaşmasının imzalanmış olması da dikkat çekicidir!) ve sonrasında “faili meçhul” bir şekilde öldürülmüş olduklarının açıklanması, resmin tamamını gözler önüne seriyor.
TKH’ye, doğum tarihi olarak kayıtlara geçen 10 Eylül 1920’den kısa süre sonra, henüz kurumlaşan bir niteliğe ulaşabilme fırsatı bulamadan 28-29 Ocak 1921’de önder kadroları katledilerek son darbe indirildi ve tarihi bir yenilgiyle karşı karşıya kaldı. M. Suphi’ler TKP’si olarak tarihe geçen partinin 18 Mart 1921’de Ankara-Moskova dostluk anlaşmasının 8. Maddesi uyarınca Sovyet Rusya’daki resmi varlığına son verilmesi süreci başlatıldı. Bu temelde, yurtiçi ve yurtdışı tüm faaliyetlerine son verilerek Komintern tarafından yetkilendirilen Kafkas Bürosu ile Doğu Sovyeti, 15 Nisan 1921 tarihinde; Süleyman Nuri, İsmail Hakkı ve Abid Alimov’dan oluşan TKP-ÖB (Örgüt Büro) oluşturuldu, ancak ömrü uzun olmadı!
Komintern’in 13 Temmuz 1921’de toplanan 3. Kongresinde, M. Suphi ve yoldaşlarının öldürülmüş olmalarının kendi hatalarına dayandığı ve yeni oluşturulan TKP-ÖB’nin Komintern’de temsil edilme yeterliliği ve niteliği taşımadığı değerlendirmesi yapılarak, Komintern Yürütme Komitesi’nden azledilmesi kararı verildi. Verilen kararla, komplo sonucu fiziki olarak katledilen TKP, siyasal olarak da tasfiye edilerek bir dönem kapatıldı. Böylece, Türkiye Devrimci Hareketi’nin birbirini tekrar eden yenilgiler kapısı ardına kadar açılmış oldu…
II. Bölüm
Şefik Hüsnü, 2. TKP ve hareketin niteliği
1925 Şefik Hüsnü TKP’si olarak tarihe geçen hareketin kökleri 1. Dünya Savaşı’ndan sonra eğitim, strateji, işçilik gibi çeşitli nedenlerle Avrupa’ya gönderilen Türkiyeli gençlerin bir araya gelmesine dayanır.
Almanya burjuva devrimi sürecinde Spartakist hareketten etkilenerek sosyalizm fikrine sempati duyan gençlik çevresi, Osmanlı Devleti’nin yaşamakta olduğu açmazdan çıkabilmesinin sol-sosyalist fikirlerden geçtiği anlayışıyla Berlin’de Türkiye İşçi ve Çiftçi Partisi’ni (TİÇP) kurdular ve Kurtuluş adı altında bir dergi çıkarmaya başladılar. “Berlin Kurtuluşu” olarak bilinen dergi, önsözünde; Marksist kavramlarla vatanseverlik duyguları işlerken, partinin amacı olarak, Türk toplumunun yabancı ve yerli burjuva sömürüsünden kurtuluşunun hedeflendiği düşüncelerine yer veriliyordu. Kuruluşundan hemen sonra koşulların oluşması üzerine Türkiye’ye dönme kararı alan grup Almanya faaliyetine son verdi. Söz konusu karar, derginin 27 sayfasında, muhterem okuyucularımıza başlığı altında; “İstanbul yolu açıldı. Kurtuluş’u ancak bir nüsha çıkarabildik ve hatta yazıların bir kısmını dizgicilerimizin yolculuğu yüzünden terke mecbur kaldık.” notu ile duyuruldu.
Alman Sosyal Demokrat Partisi’nden (SDP) ideolojik kopuş gerçekleştiren ve daha sonra Alman Komünist Partisi (KPD) adını alacak olan Spartakist hareketin önderleri K. Liebknecht ve Rosa Luxemburg’un SPD iktidarı sürecinde katledilmelerinden birkaç ay sonra Ethem Nejat, İsmail Hakkı, Vedat Nedim Tör gibi isimler tarafından kurulan TİÇP’nin kimi kaynaklara göre SPD’den etkilendikleri görüşü doğru değildir. Spartakistler saflarında yer alarak, onun etkisiyle oluşan grubun önemli isimlerinden birisi olan İsmail Hakkı’nın 10 Eylül 1920 TKP kuruluş kongresinde yaptığı konuşma bunu tespit eder niteliktedir.
“Tahsil için Avrupa’nın muhtelif memleketlerine ve muhtelif fabrikalarına gönderilen genç Türk ameleleri, Avrupa’nın önde hareketlerinde ümit verici roller oynamışlardır. 1918-1919 inkılabına iştirak eden hakiki Spartakistlerle beraber büyük cihadda can veren komünistlerimiz vardır. Büyük ideale bağlı, saf ve civanmert genç inkılapçılarımız, Liebknecht ve Rosa Luxemburg etrafında Spartakist harekatına bilfiil iştirak ettiler. Bu genç yoldaşların cihan inkılabına doğru attıkları bu kat’i ve kahraman adım, bize beynelmilel teşkilatların kuvvetlendirilmesi lüzumunu hissettirmiştir. Spartakist vukuatı esnasında birkaç genç ihtilalci arkadaşımızın son ve ideal meydanında can verdiklerini gördük ve onların mezarları önünde onların gittikleri yoldan dönmeyeceğimize ahd-ü misak (yemin) ettik.”
Berlin’den İstanbul’a dönen grup aldıkları karar doğrultusunda, Almanya’da kurdukları Parti’nin ismine “sosyalist” eki getirerek, Eylül 1919’da legal Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Partisi’ni (TİÇSP) kurdular. Bir süre sonra Dr. Şefik Hüsnü ve Sadrettin Celal gibi isimler grupla ilişkiye geçerek partiye katıldılar. Dolayısıyla, kimi kaynaklarda sözü edildiği gibi TİÇSP’nin ilk kuruluşunu Şefik Hüsnü değil, “Türk Spartakistler gerçekleştirdi. Ancak Ş. Hüsnü’nün katılımı sonrasında parti daha farklı bir nitelik kazanmaya başladı ve Ş. Hüsnü, 2. sayıdan itibaren “İstanbul Kurtuluşu” olarak bilinen derginin başyazarı oldu.
“Türk Spartakistlerinin hazırladığı parti tüzüğünün 1. Maddesinde, kuruluş amacı; “ilmi sosyalizm esaslarına göre Türkiye işçi ve çiftçilerinin siyasi iktisadi hukuk ve menfaatlerini siyanet (korumak) ve müdafaa etmek” olarak ifade ediyordu.
1910 Eylül’ünden 1920 Şubat ayına kadar toplam beş sayısı çıkan Kurtuluş dergisinde Ş. Hüsnü yazıları belirgin olarak öne çıkar. Ağırlıklı olarak partinin sosyalizme yönelmesi ve Avrupa ülkelerinin gelişmelerinin dikkatle izlenmesi işaret edilerek, bu eksende, “Türkiye için sosyalizm Batılılaşmanın bir gereğidir.” fikri öne sürülüyordu. Aynı yıllarda Bolşeviklik yani Leninizm dünya genelinde kendisinden söz ettiren siyasal bir devrimci-komünist akım olmasına rağmen Ş. Hüsnü ideolojik perspektifinin etkisi altındaki Kurtuluş dergisinin ilgi alanından uzaktı ve dergi içeriği 2. Enternasyonalci Ortodoks Marksizme daha yakın içerik taşıyordu.
16 Mart 1920’de İngiliz emperyalizminin öncülüğündeki itilaf devletlerinin İstanbul işgali süreci parti içindeki görüş farklılıklarını derinleştirdi ve üç temel eğilim ortaya çıktı. Ş. Hüsnü grubu, somut koşulların yakıcılığına inat fiilen işgal altındaki İstanbul söz konusuyken yasal parti faaliyetinin devamında ısrar ederek “sosyalistler işçi sınıfının yanında olmalı” anlayışı temelinde İstanbul’da kalmayı; “Berlin Kurtuluşu” grubunun ileri gelenlerinden Ethem Nejat ve İsmail Hakkı, Mustafa Suphi önderliğinde, Doğu Halkları Merkezli olarak Sovyet Rusya sahasında örgütlenme faaliyeti yürüten Türkiye Komünist Hareketi (TKH) ile ilişkilenmeyi, bir diğer Berlin grubu ise Anadolu’ya geçerek Kuvay-i Milliye saflarına katılmayı savunuyordu. Tartışmalardan uzlaşmaya yönelik bir sonuç çıkmadı ve parti dağılarak tasfiye oldu.
İşçi sınıfı içinde kalmayı savunan Ş. Hüsnü, yönünü Avrupa’ya döndü ve Fransa’ya yerleşti. Bu dönemde Fransa Sosyalist Partisi’nin 18. kongresine katıldı. Ethem Nejat ve İsmail Hakkı, Mustafa Suphi’lerin ideolojik perspektifleri doğrultusunda örgütlenen İstanbul Komünist Grubu–Yeni Dünya (İKG-YD) ile ilişkilendiler. Bir süre sonra da Komintern’in daveti üzerine 2. Dünya Kongresine delege olarak katılmakla görevlendirildiler. Yol sürecinde bir dizi sorunla karşılaşmaları üzerine kongreye yetişemediler ve Ağustos ayı içerisinde toplanması planlanan Doğu Halkları Kurultayı’na (DHK) katılmak için Bakü’ye geçtiler. Üçüncü grup ise, Kuvay-i Milliye Hareketini “soldan etkilemek” ve sol fikirlerin Anadolu’da kök salmasını sağlamak düşüncesiyle Anadolu’ya geçtiler.
Yaşanan gelişmeler üzerine, “Türk Spartakistler” büyük oranda farklı kanallara yöneldiler. Ş.Hüsnü ile hareket eden yegane isim, ilerleyen yıllarda Kemalistlerin etkili ideologlarından birisi olarak ün salacak olan Kadrocu ekibin önde gelen isimlerinden Vedat Nedim Tör oldu.
Aynı tarihsel süreçte, Bolşevik Ekim Devrimi pratiği içerisinde şekillenen ve Ş. Hüsnü gibi Paris’te eğitim gören, ancak çağdaşları aydınların genel özellikleri olan Fransız devriminin Batı merkezci aydınlanması algılayışlarından Marksizmi kavrayışıyla farklı bir yerde duran M. Suphi ve arkadaşları, ülke ve bölge devrimi için stratejik bir örgütlenme arayışı içindeydiler. Komintern’in kuruluş hedefi olarak önüne koyduğu dünya devrimi perspektifi ekseninde Anadolu’dan Mezopotamya’ya, İran’dan Hindistan’a kadar uzanan geniş halklar coğrafyasını kapsayan Doğu Halklarının Kardeşliği/Özgür Birliği hedefiyle emperyalizme ve yerel işbirlikçilerine karşı savaşı büyüterek tarihsel koşulların sosyal, kültürel ve iktisadi esasları üzerinden Doğu Halklarının Birleşik Sosyalist Cumhuriyeti’nin (DHBSC) zaferini hedefliyorlardı.
Ne var ki Sovyet Rusya, 1920 yılının başlarından itibaren iç savaşın yarattığı büyük tahribatları derinleştiren emperyalistlerin fiili ve iktisadi kuşatmaları yanında, devrime katkı sunup ileriye taşıyacak olan Batı Avrupa devrimlerinin kritik bir eşikte yenilgiye uğramaları tüm dengeleri ve planlamaları alt üst etti. Ya tarihin ilk büyük bilimsel sosyalizm devrimi bir yolu bulunarak yaşatılacak ya da geriye dönüş kaçınılmaz olacaktı! Bu doğrultuda her ne pahasına olursa olsun Sovyet Rusya’yı yaşatmak, sosyalizmi Rusya’da inşa etmek perspektifiyle yeni bir strateji belirlendi.
Çalışmamızın birinci bölümünde geniş olarak incelediğimiz yeni stratejik yönelimin yarattığı olağanüstü atmosfer içinde 10 Eylül 1920’de Bakü’de toplanan kongre ile kurulan TKP’nin Ankara’ya taşınması kararı alması hem ideolojik yönelim bakımından hem de fiili bakımdan topyekun tasfiyeye giden sonun başlaması oldu! Dolayısıyla komplo sonucu Karadeniz’de katledilen parti önder kadrolarıyla birlikte Ekim Devrimi zaferinin pratik süreci içinde Doğu halklarının özgünlükleri ile şekillenen Marksizmin evrenselliği ile yerel renkleri buluşturma yolunda atılan önemli adım, Ankara-Moskova dostluk anlaşmasının 8. Maddesi uyarınca TKP’nin Sovyet Rusya’daki resmi varlığına son verilmesi ve ardından 3. Dünya Kongresi’nde Komintern üyeliğinden düşürülmesiyle birlikte ideolojik çizgi olarak da olumsuzlanarak tasfiye edildi.
Parti’nin tasfiye edildiği süreçte Ş. Hüsnü liderliğinde Aydınlık dergisi etrafında yeniden örgütlenme girişimi başlatan çevre, tasfiyeyle ortaya çıkan boşluğu doldurmak amacıyla tam da Sovyet Rusya’nın yeni stratejik yönelimi doğrultusunda faaliyet yürütecek uygun bir politik aktör olarak ortaya çıktı! Ş. Hüsnü liderliğinde TİÇSP tekrar kuruldu ve paralel olarak Komintern’le resmi ilişkilenme süreci başlatıldı. Komintern 4. Dünya Kongresi öncesinde grubun önüne görevler koydu ve üyeliğe kabulünü resmi olarak onayladı. Böylece Ortodoks Marksist bir siyasal damardan gelen Ş. Hüsnü liderliğindeki İstanbul Komünist Grubu Aydınlık (İKG-Aydınlık) çevresi M. Suphiler TKP’sini yenilgiye götüren kodları da politik hedef olarak belirledi ve Sovyet Rusya’nın “Tek ülkede sosyalizmi kurmak” stratejisine birebir uyumlu 1925 TKP’si örgütlenme süreci startı verildi.
Şefik Hüsnü TKP’si 1920 TKP’si değildir!
1920 TKP’si Ekim Devrimi ve Doğu toplumlarının içinde bölge halklarının tarihsel, sosyal ve kültürel renkleri ile şekillenmiş, yerel dinamikleri güçlü olan bir hareket olarak örgütlenmeyi esas alırken, 1925 TKP’si Anadolu-Mezopotamya ve bölge düzleminde çeşitli milliyetlerden halklar dinamiğine yabancı, Avrupa merkezci bir politik perspektifle ve İstanbul faaliyetiyle sınırlı olan çevre tarafından kuruldu. Dolayısıyla 1920 TKP’sinin ideolojik yöneliminden çok farklı ülke ve bölge halklar dinamiğinden kopuk, halkların tarihsel kültürel sosyal dokusuna yabancı Avrupa merkezci, aydınlanmacı pozitivist bir gelenek olarak tarihteki yerini aldı.
2. TKP’nin genel eğilimini yansıtan bu temel ideolojik eksen, hareketin programatik, stratejik ve felsefi boyutunda politika yapma tarzında ve enternasyonalizm anlayışında oldukça belirleyici yere sahiptir. Ayrıca Türkiye özgülünde Avrupa merkezli burjuva aydınlanmacı pozitivist anlayışın özgün biçimi olan Kemalizm, hareketin ideolojik yöneliminde sorunda ve genel olarak işçi-emekçi ezilen Müslüman halklara yaklaşımında söz konusu etkiler önemli yere sahiptir.
Bu noktada “Kemalizm” kavramına açıklık getirmekte fayda görüyoruz; çünkü Kemalizm kavramını kendi ayırt edici tarihsel kökleri, felsefi arka planı, iktisadi, sosyal ve siyasal özgünlükler boyutu ile oluşmuş bir ideolojik kavram olarak kullanmıyoruz. Kullanma maksadımızın esası, yazı düzleminde işimizi kolaylaştırmasıdır. Kemalizm olarak özgün nitelik yüklenilmeye çalışılan kavramın esasta neye tekabül ettiğini zamanın “güzide” isimlerinden olan Adalet Bakanı M. Esat Bozkurt, ‘Atatürk İhtilali’ isimli kitabının 137. sayfasında tartışmaya yer bırakmayacak açıklıkla ifade etmektedir: “Zamanımızın bir Alman tarihçisi, gerek nasyonal sosyalizmin ve gerekse faşizmin Mustafa Kemal rejiminin az çok değiştirilmiş birer şekilden başka bir şey olmadığını söylüyor. Çok doğrudur çok doğru bir görüştür.”
Dolayısıyla felsefi geri planı, sosyal, siyasal ve iktisadi hedefleri ile kapitalist Batı uygarlığına biat etmiş, onların ayak izlerini takip eden ve bu temelde iktidarını güçlendirmek için Makyevelist bir anlayışla diktatörlük olarak kurumsallaşmayı esas alan yönetim biçimini, ‘Kemalizm’ olarak ifadelendirmek, onun gerçek niteliğini kamufle etmekten başka bir anlam ifade etmez.
2. TKP’nin söz konusu ideolojik ekseninin stratejik bir boyuta ulaşmasında hiç kuşkusuz Sovyet Rusya liderliğindeki Komintern tarafından 2. Enternasyonal’in evrimci-ilerlemeci sosyalizm ideolojisinin tarihsel koşullar içinde yeniden üretilmesi sonucu bağımlı sömürge ülkelerin resmi komünist partilerine yaptığı politik “tavsiyeler” belirleyici önemdedir.
Bolşevik Ekim Devrimi, 2. Enternasyonalin Batı merkezli Ortodoks Marksizminin “Sosyalist devrim ancak kapitalizmin geliştiği ülkelerde gerçekleşecektir” şeklindeki, ilerlemeci anlayışını aşarak Rusya’nın somut koşullarının nesnel tahlilini yaparak zafere ulaşmayı başardı ve Komintern, Ekim Devrimi zaferi üzerinden kuruldu. Ne var ki 2. Enternasyonal’in Ortodoks Marksizm anlayışına karşı devrimini gerçekleştiren Rusya, Batı Avrupa devrimlerinin yenilmesi, iç savaş tahribatları ve emperyalist kuşatmanın baskısı altında içe kapanarak “tek ülkede sosyalizmi yaşatmak” taktiğiyle birlikte, ağırlıklı olarak Avrupa dışındaki halklar karşısında Batı merkezciliği yeniden üretti. Ekim devrimi öncesinde dünya komünistleri için Marksizmin Kabe’si Almanya, Fransa gibi Batı Avrupa ülkeleri iken söz konusu süreçten sonra Kabe, Sovyet Rusya oldu!
Sovyet Rusya, Komintern üzerinden, emperyalizme bağımlı ve sömürge ülkelerdeki mücadelelere karşı Avrupa merkezci anlayışların “Batı Avrupa dışındaki toplumlar iktisadi ve kültürel olarak geri, bu nedenle tarihsel olarak devrim yapma zamanları gelmedi vb.” değerlendirmelerine benzer bir şekilde, kendisinden “geri” olduğunu değerlendirdiği halkların mücadelelerini iktidar hedefli olmaktan uzaklaştırdı. İktidar hedefli mücadele yerine “ilerici burjuvazi ile ittifak yapmak, onu milli burjuva demokratik devrim yönünde ilerlemesi için cesaretlendirmek vb.” politikalar önlerine koydu. Asya, Ortadoğu ve Latin Amerika’nın birçok rejim komünist partileriyle birlikte 2. TKP de Komintern’in “tavsiyede” bulunduğu partiler içindeydi. Aynı zamanda Komintern söz konusu ülkelerin “ilerici” burjuva iktidarlarının kapitalizmi geliştirmek ve iktidarlarını koruyup güçlendirmek temelinde işçi, emekçi, ezilen halklara yönelik sömürü ve tepeden zor yoluyla çağdaşlaşmasını sağlamak, modern Batı standartlarına ulaşmak gibi politikalarına karşı bir duruş içinde olmamaları, reformist sol muhalif parti olarak konumlanmaları tavsiyelerinde bulundu! Kemalistler emekçi halklara yönelik baskı politikalarında dünya ölçeğinde örnek bir yere sahipken, Komintern’in tavsiyelerini hayata geçirme yönünde Ş. Hüsnü TKP’si de kendi alanında örnek olmayı hak ediyordu!
Ş. Hüsnü çevresinin ilk çıkışından itibaren “Türkiye için sosyalizm, Batılılaşmanın bir gereğidir!” görüşünü savunacak denli Avrupa merkezci, aydınlanmacı ve ilerlemeci ideolojiye yatkın olması, Komintern “tavsiyelerini” politik bir çizgi olarak hayata geçirmesinde zorlanmayacağı bir ortam yaratıyordu. Henüz Komintern’le ilişkilenmeden önce 1920 başlarında Kemalizmi burjuvazinin ilerici kesimlerinin milliyetçi ve ulusal kurtuluş mücadelesi içinde bağımsızlıkçı bir hareket olarak değerlendiriyordu ve onlarla uyumlu bir duruşa sahipti. Komintern 3. Dünya Kongresi sürecinde, M. Suphi TKP’si ideolojisinin olumsuzlanması sonrasında üyeliğe kabul edilen 2. TKP, Kemalizme karşı “Yetmez ama Evet”çi sol muhalif hareket olarak var oldu.
İlericilik adına Kemalizme yedeklenen bir siyaset olarak 2. TKP
Komintern düzleminde formüle edilen ve ilk olarak M. Suphi’lerde karşılığını bulan “Ulusal Kurtuluşçu Ankara Hükümeti” tahlili, Ş. Hüsnü TKP’si şahsında derinleştirilerek Sovyet Rusya’nın yeni stratejik yönelimine uygun bir politika temelinde Kemalizmi çağdaş, ilerici ve tarihsel ilerlemenin düşmanı irticanın ve özellikle Kürdistan’da feodal kalıntıların temizlenmesini sağlayarak, işçi sınıfı iktidarına giden yolu açan ittifak gücü olarak nitelendiriliyordu.
M. Suphi’ler TKP’sinin yenilgi kodlarının başında gelen bu yönelim, Ş. Hüsnü TKP’siyle birlikte yenilgiyi daha da derinleştiren ve politik yozlaşmaya evrilen boyut kazandı. Kemalizmin doğru tahlil edilememesi öncelikli olarak iktidar perspektifinden tamamen uzaklaşan ve tarihi boyunca Türkiye devrimci komünist hareketin kitlelerden kopukluğunu, devrimci bir önderlik kurumsallaşması yaratılamamasını beraberinde getirdi.
Öte yandan Kemalist parti CHP’nin tepeden inmeci politik uygulamalarını soldan destekleyerek kitlelerden kopuk Anadolu halk gerçekliğine tamamen yabancılaşan bir karaktere dönüştü. Dolayısıyla, M. Suphi’lerde ifadesini bulan Batı merkezci aydınlanmacı, pozitivist eksenin reddiyesi üzerinden Marksizmin evrensel ilkeleri ile halkların kültürel, sosyal, tarihsel süreci ve inançları ekseninde kendi somut gerçeklikleriyle buluşturmaya yönelik ideolojik perspektifi tamamen yok sayıldı. Dr. Şefik Hüsnü, söz konusu politikayı 1923’de yeniden kurdukları TİÇSP’nin başkanı sıfatıyla “milli devrimcilerle işbirliği yapmak ve onların programlarını mümkün olduğu kadar ileri götürmek” (Şefik Hüsnü Yaşamı Yazıları Yoldaşları. Sosyalist Yayınlar) olarak açıklıyordu.
2. Enternasyonalci ilerlemecilik anlayışıyla sakatlanmış olan ve ilericilik adına “milli devrimciler”le işbirliği yapmak, Batıcı Kemalist modernleşmeciliğin tepeden inmeci yöntemle Anadolu-Mezopotamya halklarının yüzlerce yıllık yaşamlarına dayatılması ve zor kullanarak müdahale edilmesinin desteklenmesi anlamına geliyordu.
Kemalistlerin modernleşme adı altında halkın kılık kıyafetinden dinleyeceği müziğe kadar müdahalesi toplumda içten içe gelişen büyük tepkiler yaratıyordu ve fiili karşı koyuşlar ise idamlara varan bedelleri doğuruyordu. Zor yolu ile hayata geçirilen uygulamalar toplumun özellikle geniş emekçi yoksul Sünni kesimi ile Kemalistler arasındaki uçurumu tarihi boyunca bir daha kapanmayacak boyuta ulaştırdı.
Kemalistlerin; Batıcılık, muhasır medeniyet ve laiklik adına zorbalıkla gerçekleştirdiği reformlar toplumlar nezdinde sol bir algılayışla karşılanıyordu ve bu baskıcı dikta rejimin uygulamalarına destek olan ya da sessiz kalanları kendisine yabancı düşman güçler olarak görüyordu. Şefik Hüsnü Aydınlık dergisinin 21. sayısında Kemalistlerin toplumun yüzlerce yıllık yaşamına müdahalesini sevinçle karşılıyordu:
“Ülkemizde derebeylik kalıntısı olan geleneklere, eğilimlere ve kurumlara hala yer yer çok yaygın olarak rastlanmaktadır. Bu alanda yolumuzun düzeltilmesi işçi sınıfı için hayati bir önem taşır. Geçmişin tutsağı olmaktan bizi kurtarmak ve çağdaş ihtiyaçlarla uyuşmayan yönetim kurumları silip süpürme işini Cumhuriyet Halk Partisi yerine getirmiş bulunuyor. Cumhuriyet hükümetini ileri atılmaya teşvik etmek ve zorlamak bulunduğumuz dönemde işçi sınıfının ihmal edilmeyecek bir görevidir. Örneğin son zamanlarda Millet Meclisi hilafeti kaldırdı. Osmanlı hanedanını ülkeden kovdu ve dini devlet işlerinden ayırdı. Bunlar devrim açısından güzelliği takdir edilecek denli olumlu ve önemli tedbirlerdir. Cumhuriyet yönetiminin değerini takdir etmekle birlikte çalışanlar sınıfı bu siyasete karşı haklarını savunma çarelerini aramak ve bulmakla yükümlüdür.” diyordu. Şefik Hüsnü aynı zamanda iktidar perspektifinden ne denli uzak olunduğu gerçekliğini de belirgin biçimde gözler önüne serer yazısında!
2. TKP’nin Batı merkezci modernleşmeci, laik ideolojik duruşunun Kemalizmle aynılaşan bir boyut kazanmasının toplumda oluşan karşılığı doğal olarak Kemalizm’den farklı değildi. Yani ezilen emekçi Sünni Müslüman halklar, Kemalistlerle komünistleri aynı Batıcı laik ve modernleşmeci saflarda değerlendiriyordu.
Bir asrı aşkın süredir olduğu gibi günümüz şartlarında da, başta emekçi yoksul Sünni halklar olmak üzere, Türkiye toplumunun ezici bir çoğunluğunun sol-sosyalist, komünist ideolojiyi Kemalist parti CHP ile özdeşleştirmesinin tarihsel köklerinde yatan gerçeklik, tam da Ş. Hüsnü TKP’si sürecinde belirgin hale gelen batı merkezci ilerlemeci pozitivist ideolojik şekillenmenin perspektifi doğrultusunda Kemalizm’e yedeklenen, onun sol muhalif bir unsuruna dönüşen politikalarına dayanmaktadır. Dolayısıyla Türkiye işçi, emekçi, yoksul halklarının devrimci komünist ideolojiyi Kemalist parti CHP ile özdeşleştiriyor olmasının sebebi çok açıktır ki tarihsel kökenini işaret ettiğimiz boyutuyla devrimci komünistlerin Türkiye halkları gerçekliğine yabancılaşmasının bir sonucudur. M. Suphi’ler TKP’sinin yenilgisi sonrasında makasın daha açıldığı bu durum günümüz koşullarında da varlığını yakıcı şekilde sürdürmektedir.
“Ulusal Kurtuluş” Değil “Milli Mücadele” ya da “İstiklal Harbi!”
Sovyet Rusya devletinin Ankara Hükümeti ile ittifak ilişkileri geliştirmesi sürecinde gündemleştirilen ve Ş. Hüsnü TKP’si sürecinde ideolojik-politik boyut kazanan “ulusal kurtuluş savaşı” tahlili Aydınlık dergisi 23. Sayısında; “Ulusal mücadelemiz ve siyasal devrimimize her ne denli kurtarıcı niteliği veriyorsak da Türkiye’nin çalışkan kitlelerini gerçek kurtuluşa ulaştırmak için yapılan şeylerin, yapılması gereken şeylerin ancak küçük bir parçasını teşkil ettiğini de unutmuyoruz.” olarak ifade ediliyordu.
Tarihi boyunca TDH’nin geniş kesimi tarafından bilerek ya da bilmeyerek kullanılan ve üzerine politika inşa edilerek iktidar hedefli mücadelenin sakatlanmasından ulusal soruna ve kitlelerle ilişkilenmeye değin birçok alanda belirleyici olan duruma açıklık getirmek önemlidir. Bu bağlamda Osmanlı imparatorluk devletinin devamcısı olan ve cumhuriyet olarak kendisini ifade eden “yeni devlet”in içinden geçtiği tarihsel sürecin niteliğinin doğru tespit edilmesi gerekmektedir.
Osmanlı imparatorluk devleti, tarihsel süreç içerisinde çeşitli nedenler sonucunda çöküş dönemine girdi. Paralel olarak Avrupa’da sanayi devriminin gerçekleşmesi, sömürge ulusların bağımsızlıklarını elde etmeleri ve ulus-devlet olarak var olma süreçlerini tetikledi.
Altı asır boyunca çeşitli milliyetlerden halkları egemenliği altında tutan Osmanlı imparatorluk devleti, sömürge halkların birbiri ardına ulusal bağımsızlıklarını elde etmeleriyle birlikte hükmettiği toprakların büyük bölümünü terk etmek zorunda kaldı. 1. Dünya Paylaşım Savaşı sonunda ise siyasal bağımsızlığını da kaybetti ve imparatorluk olarak varlığını koruyup sürdürmesi olanağı kalmadı. Anadolu ve Kürt ulusunun yurdu Mezopotamya topraklarına sıkışması üzerine, elinde kalan son toprakları mümkün olduğunca tutabilmenin çabası içine girdi. 1. Dünya Paylaşım Savaşı ve devamında yaşanan iç savaş sürecinin esası budur! Örneğin günümüz şartlarında Amerikan emperyalizmi ve ittifak güçleri ile Rus emperyalizmi ittifak güçlerinin savaşmaları durumunda kaybedecek muhtemel gücün “can havliyle” direnmelerine ya da elinde olanı korumaya çalışmalarına “ulusal kurtuluş savaşı” veriyorlar demek mümkün olabilir mi? Durum bu denli açıktır! Kaldı ki, tarihsel koşulları içinde, imparatorluk devleti Osmanlı’nın durumu ile Almanya ve Avusturya-Macaristan imparatorluk devletlerinin durumu arasında hiçbir nitelik farkı yoktur. Sömürge nüfuz alanlarını korumak ve büyütmek savaşına girmişler ancak yenilmişlerdir. Herhangi bir yargıya varmadan, yenilen Alman ve Avusturya-Macaristan imparatorluk devletlerinin savaşına ne kadar “ulusal kurtuluş savaşı” diyebilirsek Osmanlı imparatorluk devletinin ve her ne kadar “yeni devlet” olarak Osmanlı’nın bütün izlerini ortadan kaldırma çabalarına rağmen “eski devlet”in devamcısından başka bir şey olmayan Kuvay-ı Milliyecilerin savaşı sürecine de o kadar “ulusal kurtuluş savaşı” diyebiliriz!
Bu bağlamda; ne Osmanlı’nın son dönemine damgasını vuran İttihat Terakki ileri gelenlerinin ne de başta Mustafa Kemal olmak üzere Kuvay-ı Milliyecilerin “ulusal kurtuluş savaşı” kavramıyla uzaktan yakından münasebetleri olmamıştır. İçinde bulundukları koşulları net olarak “milli mücadele” ya da “istiklal harbi” nitelemeleriyle ifade etmişlerdir. Gerek İttihat Terakkiciler gerekse de Kuvay-ı Milliyeciler tarafından, genel olarak kullanılan “milli mücadele” nitelemesiyle kastedilen “milli” kavramına 1924 Anayasasıyla resmi boyut kazandırılarak laik ve tek milletçi, ulusal içerik yüklenmiştir. Öncesinde “milli” kavramına yüklenen içerik “Türk” demek değildir.
Şöyle ki, Osmanlı imparatorluk devleti tebaasını “millet sistemi” içerisinde dört ayrı milletle ifade ediyordu. Bunlar; Müslüman milleti, Ermeni Ortodoks milleti, Rum Ortodoks milleti ve Yahudi milletidir. Bu bağlamda “millet” kavramı dinsel içerikli bir anlam taşıyordu. Tarihsel koşulları içinde “milli mücadele” nitelemesi esas olarak Osmanlı Müslüman tebaasının mücadelelerini anlatıyordu. Dolayısıyla yaşananlar hem Batılı emperyalistlere (Haçlılar da denebilir!) hem de Osmanlı tebaası içindeki Ortodoks Hıristiyan Ermeni ve Rumlara karşı din esaslı bir savaştı. Kaldı ki; İttihat ve Terakkicilerin de Kuvay-ı Milliyecilerin de temel hedefleri halifeyi ve halifeliği kurtarmaktı.
İttihat ve Terakki iktidarı süreciyle birlikte 1918’lere kadar Osmanlı tebaasını oluşturan milletlerden olan Ermeniler çeşitli yollarla soykırımdan geçirildiler. Fakat savaş devam ediyordu ve tasfiye olan İttihat ve Terakkicilerin yerini, kendilerini Çanakkale Savaşı ile tanımlayan TC devleti kurucu unsurları olan Kuvay-ı Milliyeciler aldılar. “İstiklal harbi” yani “siyasal bağımsızlık savaşı” olarak kavramlaştırılan süreç, resmi tarihin vaaz ettiği gibi işgalci güçlere karşı değildir. Dış güçlere karşı yer yer Yunan ordusu ile savaşılmış olmasına rağmen esas itibarıyla Anadolu Rumlarıyla yani Ege ve Karadeniz’deki Ortodoks Rumlarla yaşanan yoğun iç savaştır.
Resmi tarih anlayışını esas alan ve bu temelde egemen ulus şovenizmi etkisiyle, savaşın doğrudan doğruya müttefikler adına hareket eden yabancı bir devlete karşı verildiğini ve hiçbir şekilde iç savaş niteliği taşımadığını belirten Şefik Hüsnü, Komünist Enternasyonal Dergisinin 25 sayısında; “Milli azınlıklar, kurtuluş savaşında çok büyük bir karşı-devrimci rol oynadılar. Özellikle Ermeniler ve Rumlar kendi burjuvazilerinin etkisi altında kalarak, Fransız ve Yunan komutanlıkları tarafından silahlandırılan milli kurtuluş örgütlerine ve silahlı güçlerine karşı emperyalist orduların safında savaştılar.” demektedir ve böylece esas olarak 1908 sonrasında İttihat ve Terakki iktidarının stratejik plan dahilinde Şefik Hüsnü’nün “karşı-devrimci” azınlıklar olarak işaret ettiği Osmanlı tebaasını oluşturan Ermeni ve Rum Ortodoks milletlerinin adım adım tasfiye edilmelerini “ihanetçi” olmalarına bağlayarak, yalnızca Kemalistlerin değil İttihat ve Terakkicilerin soykırım faaliyetlerini destekleyen nasyonal sosyalist görüşe imza atmaktan geri kalmıyor!
Ş. Hüsnü şahsında somutlaşan ideolojik tutum günümüz koşullarında özellikle de ulusal sorun konusunda TDH’nin önemli bir kesiminin ideolojik-politik çizgisine yansıyan ve yabancılaşmayı derinleştiren sosyal şoven politikaların tarihsel arka planıdır.
Öte yandan 1. Dünya Paylaşım Savaşı’nda alınan yenilgi sonrasında kademeli olarak milli mücadelenin önderliğini ele geçiren Kuvay-ı Milliyeci ekipten Osmanlı subayları M. Kemal ve arkadaşları Batı’da Müslüman olmayan bütün ulusların, Güney’de Müslüman Arapların bağımsızlıklarını elde ederek ayrılmaları üzerine, Musul-Kerkük hattına kadar uzanan Kürdistan topraklarını ellerinde tutmaya yöneldiler. Emperyalist işgal güçlerine karşı Antep, Urfa, Maraş gibi bölgelerde daha önceden Fransız emperyalizminin desteğiyle Suriye çöllerine sürülen Ermeni halkının mülklerine el koyan ve geri gelecekleri endişesi taşıyan yöre eşrafının öncülüğünde silahlı direniş grupları örgütlendi. Kendiliğinden örgütlenen direniş gruplarıyla ilişkilenen Kuvay-ı Milliyeciler, süreci kendi lehlerine çevirmeyi başardılar.
Her ne kadar resmi Türk tarihi kahramanlık edebiyatıyla farklı bir tablo çiziyor olsa da işgale yönelen İngiliz emperyalist güçleriyle hiçbir koşulda karşı karşıya gelinmemiş, Fransızlarla ciddi düzeyde çatışmalara varan savaş yaşanmamış, yalnızca sürecin sonlarına doğru Yunanistan ordusuyla savaşın yaşandığı bütün bir 1918-1922 dönemi, soykırımdan geriye kalan az sayıdaki Ermenilere ve esas olarak Anadolu Rumlarına karşı yoğunlaştırılmış etnik tasfiye savaşıdır. Resmi tarihte “milli mücadele kahramanları” olarak sembolleştirilen isimler, esasta iç savaşı yürüten sivillerdir. Bunlar; Ege’de çeşitli Efe’ler, Karadeniz’de Topal Osman, Antep-Urfa yöresinde Karayılanlar, Kemal Beyler, Maraş’ta Sütçü İmam vs.’dir.
Sömürgelerini kaybeden Osmanlı imparatorluk devleti, Mondros Mütarekesi’yle birlikte istiklalini de kaybetti. Bu tarihten itibaren Osmanlı subayları, bir taraftan sömürge Kürdistan topraklarını elde tutmanın, öte taraftan da bağımsızlığın yeniden kazanılması savaşına giriştiler. M. Kemal ve arkadaşları 1918 itibarıyla başlayıp 1919’un Mayısında Samsun’dan startını verdikleri hareketin niteliğini kuşkuya yer vermeyecek netlikte ifade ettiler: “İstiklal Harbi!”
Sonuç olarak; Millet=Anasır-ı İslam tanımlamasının, Millet=Türkler olarak değiştirilmesi tamamen tepeden inme bir karar sonucu Lozan Antlaşması sonrasında gerçekleşti.
Osmanlı imparatorluk devletinde başlayan Batılılaşmanın devamcısı olarak Cumhuriyet ilan eden “yeni devlet” bütün Müslüman halkları “Türk” olarak tanımlamaya başladı. “Yeni devlet”in kurucu lideri M. Kemal, bu süreçten sonra bilinçli bir faaliyet olarak her fırsatta “Türk milleti” kavramıyla hitap etmeye başladı. Sonradan Sovyet Rusya’nın da katkısıyla “milli mücadele” ya da “istiklal harbi” kavramı yerine “ulusal kurtuluş savaşı” kavramı ikame edildi. Uydurulan bu kavramla bir ulusun inkar ve imha ile karşı karşıya kalan “kaderi” de çizilmiş oldu! Müslüman milleti içinde yer alan Kürt ulusu resmen Türk ulusunun bir parçası sayıldı.
Din’e yaklaşımda Kemalizmle örtüşmek!
Türkiye devrimci komünist hareketin genel olarak Müslüman halkların inancına, kültürüne ve bu yönlü gelenek-göreneklerine yabancılaşmasının temelinde, halkların inanç ve “kültür” değerlerine yönelik özgün ideolojik-politik perspektiften yoksun olan ve Kemalist resmi ideolojinin Aydınlanmacı pozitivist yaklaşımını temel alarak uygulamalarını destekleyen Şefik Hüsnü TKP’si süreci vardır.
Ş. Hüsnü TKP’si; M. Suphi önderliğinde kurulan TKP’nin Müslüman halkların inanç, kültür ve yaşam değerlerine kaba-inkarcı tutum takınmayan; halklarla dolaysız ilişkilenme kültürüne sahip olan, Müslüman halklar için İslam inancını yalnızca soyut bir din olgusu olarak algılamayan; onun yaşam biçimini, kültürünü de oluşturan etkenler taşıdığı bilincine sahip; imece kültürünün dayanışma, yardımlaşma, paylaşım anlayışlarından eşitlik, hak, adalet gibi insanlık tarihinin köklü değerlerinin ezilen emekçi Müslüman halklar dünyasında İslam dininin emrettiği gereklilikler ekseninde “Allah için yapılan” edimler olduğu gerçekliği üzerinden inşa edilmeye çalışılan ideolojik-politik perspektifin reddi mirasıyla Kemalizme yedeklenen politikanın sahibi olmuştur.
M. Suphilerin bildirilerinde sıkça yer alan “Müslüman Halklarımıza!” hitabının Ş. Hüsnüler TKP’sinde istisna kabilinde de olsa yer almaması önemli göstergelerden yalnızca birisidir!
Kemalistlerin din ile olan temel sorunları, denetimlerinde olmayan yani iktidar hedefleri önünde engel gördükleri boyutuyladır. Dolayısıyla, Batıcılık ekseninde modern çağdaş bir kapitalist sistem inşası temelinde resmi (kravatlı) İslam dini yaratmaya yöneldiler. Bu temelde yüzyıllardır Müslüman halkların eğitim, kültür ve sosyal mekanları olan medreseler başta olmak üzere dergahları, zaviyeleri kapatıp toplumun yaşam damarlarını kestiler! Sonradan Diyanet İşleri Başkanlığı adını alacak olan Umür-ı Şeriye Vekaleti adı altında, İslam’ı TC devletinin dini haline getirdiler ve buna uydurulan laiklik tanımıyla ilkesel olarak anayasal boyuta taşıdılar. Böylece Müslüman halkları kendi çizdikleri resmi din sınırları içinde yaşamaya zorladılar.
Söz konusu gerçeklik karşısında Ş. Hüsnü TKP’si Kemalistlere karşı emekçi yoksul Müslüman halkların yanında yer alacağına, Kemalistlerle paralel bir düşünce ve davranış içine girdiler.
Ş. Hüsnü, Komünist Enternasyonal Dergi 25. Sayıda yer alan yazısında “Halk Partisi’nin baskı tedbirlerini ilk zamanlar her şeyden önce gericiliğe ve dinciliğe karşı uygulamasını göz önünde tutan TKP, Halk Partisi’nin milliyetçi diktatörlüğünün faşist bir diktatörlük olarak nitelendirilemeyeceğine ve böyle suçlanamayacağına inanıyordu.” diyerek partinin görüşlerini net olarak işaret etmektedir.
Ş. Hüsnü’nün “ilk zamanlar”dan kastı, 1923 Nisan’ında kurdukları TİÇSP’nin kendi söylemiyle Şubat 1925’te gizli TKP’ye dönüşmüş olmasından sonra Takrir-i Sükun Kanunu ile birlikte Kemalistlerin ciddi temelde ilk defa kendilerine yönelmesinden önceki süreçtir. Adı geçen enternasyonal derginin 6. sayısında M. Suphiler ve ilişkilendikleri çevrelerin katliamdan geçirilmesini görmezden gelerek, tarihi kendileriyle başlatmış olduğu yazısında içinde bulundukları ideolojik-politik çizgiyi ve pratik yönelmelerini ortaya koyuyor;
“Komünist Partisi Türkiye’de ortaya çıktığından beri çalışma alanını devamlı olarak genişletmiştir. Yasal bir varlığı olmadığı halde, resmi makamların geniş hoşgörüsüyle karşılaştı. Komünist hareket, 1925 Martına kadar yükselerek gelişti. Aynı yılın 5 Mart’ında Kemalist burjuvaziden korkunç bir darbe yediği zaman, komünist hareket, bu çok verimli çalışmanın en iyi dönemindeydi. Komünist savaşçıların çalışmaları öteden beri sıkı bir polis denetimi altındaydı. Fakat bütün komünist yayınların çıkmasını bir anda yasaklayan Bakanlık genelgesi gene de beklenmiyordu. Çünkü o sırada bu aşırı sert tedbire gerekçe olacak hiçbir şey olmamıştı. Güvenlik sağlamak için getirilen ve bütün anayasal güvenceleri ortadan kaldıran yeni kanun (Takrir-i Sükun) kamuoyuna sadece padişah yanlısı gericileri, dincileri can evinden vurabilmek için getirilen bir silah olarak sunulmuş fakat bu kanun komünistlerden kurtulmak için kullanılmıştır.”
Aslında tam bu sıralarda komünistlerin yayın organlarının son sayılarında Kürt isyanının amansızca bastırılmasından yana olmaları ve feodalizmin tasfiye edilmesinde etkili olan Halk Partisini bütün güçleriyle destekleyeceklerini açıklamaları ilginçtir. Ş. Hüsnü, haklı olarak bir hayli şaşkındır ve olup bitene anlam verememektedir! Çünkü, dincileri can evinden vuracağı için Takrir-i Sükun Kanunu’nu destekliyorlardı. Üstelik de daha birkaç sene öncesine kadar Kürt ulusunun yaşadığı bölgelerde özerklik hakkı tanınacağı sözleri verilmişken, tam tersine “Türk milletinin bir parçası” addedilerek topyekun inkarı ve imhasını esas almaları üzerine varlıklarını-kimliklerini korumak için ayaklanan Kürtlerin ırkçı saiklerle kırımdan geçirilmelerine; Kemalistlerin “dinci, yobaz, gerici, İngiliz işbirlikçisi” gibi katliam gerekçesi olarak sundukları propaganda yalanlarına itibar ederek, Ş. Hüsnü’nün işaret ettiği Orak Çekiç dergisinde; “İngilizlerin oynattığı irtica kuklası”, “Yobazların sarıkları yobaz zümresine kefen olmalı!”, “Türk devleti siyasi istiklalini kazandıktan sonra içtimai inkılap yoluna girmiştir ve iki seneden beri bu istikamette büyük adımlarla ilerlemekteyiz. Ancak ayaklanmanın gerisinde bulunan Kürdistan derebeyleri içtimai inkılabın (sosyal devrimin) önünü kesmeye çalışıyor. Cumhuriyet hükümeti derebeyleri tasfiye edecektir. Öyleyse: Arkadaş kara kuvvet bizim de burjuvazinin de düşmanıdır. Biz her şeyden evvel bu düşmanı yenmeliyiz, burjuvazi ile de ayrıca kozumu paylaşırız.” (İstanbul Komünist Grubu’ndan TKP’ye-2. Cilt) yaklaşımı içinde kraldan kralcı tutum takınarak, katliamları hararetle desteklemelerine rağmen, “büyük biraderleri” Kemalistlerin kendilerine yönelmelerini şaşkınlıkla karşılamaları anlaşılmaz değildir!
Ş. Hüsnü TKP’si Kemalistlerin baskı ve zora dayalı belli başlı politikalarıyla, 1925’lere kadar doğrudan karşı karşıya gelmedi. Bertaraf edilenleri ya dinci-gerici yobaz oldukları ve dolayısıyla iktisadi ilerlemenin önünü kestikleri düşüncesiyle eleştirdiler ya da oportünist tutum takınarak baskı ve zora maruz kalanları kendi hatalarının kurbanı olmakla suçladılar!
Örneğin devrimci Yeşil Ordu örgütünün yenilgiye maruz kalarak dağılmasını, “Bolşevizm dünyayı zapt edecektir. Bunu gerekli şekilde kabul edip karşılayacak olursak, millet her halde bahtiyar olacaktır. Bolşeviklik, istikbalimiz için çok verimli ve yararlı olacaktır. Buna emin olunuz. Bolşevizm şimdi yurdumuzu kurtarmakta, gelecekte de insanların hayat ve mutluluğunu koruyacaktır” (Çerkes Ethem’in Hatıraları) diyen Çerkes Ethem’in “ihanet”ine, Türkiye Halk İştirakiyun (Komünist) Partisi’nin kapatılması ve yöneticilerinin hapsedilmesini, “Kendi güçlerini abartarak Kemalistleri hedef alan bildiri yayınladılar ve yasak olmasına rağmen kongre toplayarak büyük bir hata yaptılar” (Şefik Hüsnü-Yaşamı, Yazıları, Yoldaşları) diyerek, Kemalist diktatörlüğe karşı boyun eğmeyip mücadele edenleri Kemalizm ile işbirliği yapmadıkları ya da onların politikalarını desteklemedikleri için Kemalizmin hışmına maruz kaldıkları görüşünü savunur.
Öte yandan Ankara hükümeti tarafından başta M. Suphi TKP’si olmak üzere, onun ideolojik-politik perspektifi doğrultusunda yasal parti olarak örgütlenen ve BMM’de önemli bir güç haline gelen THİF ve Yeşil Ordu güçlerinden, bünyesinde Bolşevik Taburu da bulunan Çerkez Ethem birliklerine değin iktidarları için yakın tehdit unsurları olarak değerlendirdikleri çevrelere karşı 1920 sonbaharında tasfiye stratejisi oluşturuldu. Söz konusu stratejiye göre, tehdidin önemli bir boyutu da Anadolu’da İslamcı ve Bolşevik Komünist hareketler arasındaki yakınlaşmaların ittifaklara ve güçlü işbirliklerine dönüşmesi ihtimalidir.
Kısa süre içinde, tehditleri bertaraf etmek için hazırlanan eylem planı yürürlüğe konuldu ve ilk olarak, denetimleri dışında Komünist Parti ve çevrelere yaşam hakkı tanımayacaklarının kararlılık göstergesi olarak, M. Kemal’in talimatıyla 18 Ekim 1920 tarihinde resmi TKP kurularak sürecin startı verildi.
Hemen sonrasında M. Suphi ve yoldaşları katledilerek saf dışı bırakıldı. THİF kapatılarak yönetici ve üyeleri tutuklandı. Yeşil Ordu güçleri İstiklal Mahkemesi’ne havale edildi ve 2 Şubat 1921 tarihinde Çerkez Ethem’in Yunan ordusuna sığınması ile sonuçlanan itibarsızlaştırma süreciyle Kuvay-ı Seyyare Birlikleri bertaraf edildi. Böylece 1921 Şubat’ına dek İslamcılarla yakınlaşmanın komünist ayağı tasfiye edilmiş oldu. Sıra özelliklede THİF içinde ve çevresinde yer alan İslamcılara geldi. Bu temelde tamamen denetim altına almak ya da sindirmek için din eksenli karşı propaganda süreci devreye konuldu. İslam dinini Türkiye devletinin resmi dini haline getirerek denetimleri altına amanın amacı olarak kurdukları Umür-ı Şer’iye Vekaleti’ne fetva yayınlatarak; “Kur’an ile bağdaşmayan, din karşıtı, tehlikeli ve sahte cereyan olan Halk İştirakuyun Fırkası’ndan çekilmeleri” istendi. (Bolşevik İhtilali ve Osmanlılar, Uygur Kocabeyoğlu)
Gözleri önünde gelişen baskı ve tutuklamaların da etkisiyle fetva oldukça etkili oldu ve bu süreçten sonra uzun süre komünistlerle İslamcıların yakınlaşmasına dair yazınsal ya da pratik hiçbir ize rastlanamadı. Daha sonra komünistler adına ortaya çıkan Ş. Hüsnü TKP’si Batı merkezli aydınlanmacı ve laik ideolojik-politik perspektifle İslam dinine ve İslamcı inisiyatiflere yaklaşım konusunda Kemalistlerle paralel olarak niteliklerine bakmaksızın dini tandanslı bütün bireyleri, grupları son tahlilde ezilen emekçi Müslüman Anadolu halklarını karşısına aldı. Söz konusu süreçle birlikte sistem karşıtı olup sosyalist nitelikler taşısa da İslamcılarla Komünistlerin bu topraklarda bir daha yan yana gelmelerinin söz konusu olmadığı bir tablo ortaya çıktı ve aynı zamanda Kemalizm ile komünizm Müslüman halklar dünyasında aynılaşan boyut aldı. Sonuçta, TDH’nin genel anlamda İslam dinine yaklaşımı konusunda ideolojik olarak beslendi 2. TKP pratiği ile derinleşen yabancılaşma, devrimci komünist hareketin ezilen emekçi Müslüman halklarla arasındaki süregiden kopukluğun temel nedenlerinden birisi oldu.
Bir asrı bulan mücadele tarihimiz boyunca yabancılaşmanın aşılmasını sağlamak ideolojik-politik bir yönelim gerçekleştirilemediğinden, büyük mücadelelere, kahramanlıklara ve bedellere rağmen işçi, emekçi, ezilen kitlelere sağlıklı bir ilişkilenme sağlanamadı ve yenilgiler kaçınılmaz hale geldi.
2. TKP yenilgiden çıkışın örgütü değildi ve hiçbir zaman da olamadı
M. Suphiler TKP’sinin tasfiyesinden sonra, Komintern’in Türkiye bölümünde merkezi bir Komünist Parti örgütlenmesi boşluğu doğdu. 1922 yılı ile birlikte Komintern Türkiye’deki İtilaf devletleri karşıtı ve Sovyet Rusya ile ittifak içinde olan ya da ittifaka yönelen parti ve grupları destekleme kararı aldı. Karara göre yeniden örgütlenme temelinde ayrı ayrı grupların TKP bayrağı altında toplanıp birleştirilmesi akabinde kurulacak partinin hangi temelde, nasıl bir perspektifle mücadele yürütmesi gerektiği konularında Ocak 1922 tarihli olarak “Komintern Yönetiminin Türkiye’de Çalışma Tezleri” başlığı altında başta Ankara hükümetinin desteklenmesi olmak üzere bir dizi taktik ve görevler belirledi. Buna göre;
- Ankara hareketini desteklemek, Suriye, Irak ve başka ülkelerdeki devrimci kitleleri çekip harekete katmak; İtilaf devletlerine karşı genel mücadele adına, devrimci kitleleri emperyalizme karşı savaşa etkin olarak çekecek ve teşkilatlanmaya gerçekten elverişli olan her sloganı, halifeliğin yeniden ihyası sloganını, Ankara’ya yardım sloganını ve benzerlerini kullanmak.
- Köylülere, zanaatçı ve esnaflara, aydınlara Türkiye ile İngiltere’nin çıkarlarının uzlaşmazlığını açıklayıp vurgulamak. Böylece Kemal hükümetini İtilaf devletleriyle kararlı savaşa etkin olarak yöneltmek.
- Komünist platformda olmayanlardan, içinde ardıcıl olarak Sovyet yönelimli olan partileri ve siyasal grupları her yoldan desteklemek;
- Emekçilere ve yönetici aydınlara Türk hükümetinin kendisinden kat be kat güçlü düşman karşısında yalpalamasının teslimiyete ve milli kurtuluş amacından vazgeçmesine dönüşmemesi gerektiğini iyice anlatmak; öyle ki, böylesi bir teslimiyetin ilk adımı, Türk hükümetini Sovyet Rusya ile ilişkilerini kesmeye götürecek her hangi bir yükümlülük altına soktuğunu, gösterdiğini alabildiğince açıklamak.
- Nihayet Ankara hareketinin kendi kurtuluş amaçlarına ihaneti halinde, ülkenin Sovyet yönelimli elemanlarını yeni hükümetin yönetimi altında birleştirmek için bütün gücünü kullanarak, Türk halkının Londra ve Paris’ten bağımsızlığını sonuna dek korumaya yetenekli olduğunu göstermek;
- Temel proleter teşkilatlarının zayıflığı ya da yokluğu göz önünde bulundurularak TKP proletaryanın iktisadi ve mesleki teşkilatlarını oluşturmak zorundadır. TKP, ayrıca proletarya arasındaki dini, milli ve ırkçı eğilimlere karşı savaş vermek mecburiyetindedir.
Komintern’in belirlemiş olduğu ilke ve görevler Sovyet Rusya’nın “Tek ülkede sosyalizmi yaşatmak, inşa etmek!” eksenli yeni stratejik yönelimi ile uyumlu TKP örgütlenmesi gerçekleştirmek amacıyla çizilen yol haritasıdır. Aynı zamanda böylesi bir göreve talip olacak komünist grup ve çevrelere çağrı metnidir.
Çağrıya olumlu cevap veren Aydınlık Çevresi (İKG), THİF bünyesinde Rum işçilerin ağırlıklı olduğu Uluslararası İşçiler Derneği ve Ermenistan Sosyal Demokrat Partisi kuruluşu için Ş. Hüsnü sekretaryası altında Şubat 1923’te Komintern temsilcisinin de içinde yer aldığı Komünist Muvakkat (geçici) Merkez Teşkilat Bürosu oluşturuldu.
Her ne kadar dört ayrı grubun birleşmesi hedeflenmiş olsa da, Uluslararası İşçiler Derneği ve Hınçak sol kanatın temsilci ve üyelerinin, Kemalistlerin İstanbul’u denetim altına almaya başlamalarından hemen sonra dağılıp ortadan kaybolmaları üzerine Teşkilat Bürosu ile ilişkileri koptu. Bu gelişme, Aydınlık grubunu hem nicel hem de nitel olarak parti kuruluşunun asli unsuru haline getirdi. THİF bileşeninin kayda değer bir etkisi olmadı ve esasta TİÇSP örgütlenmesi 1925 Akaretler Kongresi ile 2. TKP’ye dönüştü.
Komintern’in çizdiği yol haritasıyla uyumlu bir örgütlenmeye yönelen parti; iktidar hedefinden tamamen yoksun, Kemalizme “sol”dan muhalif ve yayın organı Aydınlık dergisinde, “Yaşasın Genç Asri ve Avrupai Halk Cumhuriyeti!” sloganına yer verecek denli Batı merkezli aydınlanmacı, ideolojik perspektifiyle paralel olarak İslam dinine yaklaşım, Kürt ulusunun inkar ve imhası gibi Kemalistlerin temel politikalarının destekçisi bir Komünist Parti olarak tarihteki yerini aldı.
2. TKP’yi oluşturan Aydınlık çevresi, İstanbul merkezli olarak 1923 yılı öncesi ve sonrasında faaliyetlerini legal ya da yarı legal olarak sürdüren, egemen olanla doğrudan karşı karşıya gelmeyen bir duruşa sahipti. Kemalist iktidar tarafından; M. Suphilerin katledilmesi yanında THİF’den Yeşil Ordu’ya ve Çerkes Ethem güçlerine kadar iktidarları için tehdit gördüğü parti-gruplara karşı terör estirmesinden hiçbir sonuç çıkarmayan ve dolayısıyla illegal örgüt perspektifinden tamamen uzak, genelde tek taraflı olarak Kemalizmle uyumlu olmaya özen gösteren oportünist bir çevreydi.
Kemalistlerin iktidarlarına yönelik potansiyel tehdit unsurlarından tamamen kurtulmaya yönelerek Takrir-i Sükun Kanunu ile saldırıya geçmesi üzerine, ciddi olarak ilk defa Ş. Hüsnü ideolojik çizgisine yöneldi ve parti yöneticileri ile üyelerinin büyük bölümünü tutuklayarak tasfiye etti.
Ş. Hüsnü, bu süreci yıllar sonra Komintern yürütme komitesi 13. Genel Toplantısı’nda yaptığı konuşmasında:
“Bilindiği gibi Kemalistler, aynı İtalyan faşistleri gibi başlangıçta karşıt siyasi partilere katlandılar ve ancak iki yıl sonra açık diktatörlüklerini kurdular. TKP, 1923’ten 1925’e kadar varlığını legal ve yarı-legal olarak sürdürme olanağına sahipti. Ne var ki ağır bir hata işledi. Hiç şüphesiz zamanında illegal bir organ bulunsaydı parti, ilişkilerin kopmasından doğan zararların büyük kısmından kurtulabilirdi.” diyecekti.
Kemalistler hakkında yaptığı bu gecikmiş tespitin gereği olarak, yalnızca zorunlu kaldıklarından dolayı illegal faaliyete yöneldiler. Fakat ideolojik-politik çizgilerinde değişen bir şey olmadı. İlk ciddi yönelimden sonra parti büyük darbe aldı ve Şefik Hüsnü yurtdışına çıktı. 1926 Viyana Konferansını topladı, fakat yurtiçi örgütünün önemli bir kesimi, Kemalistlere “sol”dan muhalif bir hareket olmaktan ziyade, Kemalist devrimi doğrudan desteklemesi ve hatta yönetici kadrolar içinde yer alarak sola yöneltilmesini savunan Vedat Nedim Tör grubuyla davranması ve sorunun ciddi bir boyut alması üzerine, illegal yollardan İstanbul’a dönerek yeni bir parti icra komitesi atadı. Yaşanan gelişme üzerine, parti kaynaklarına göre polisle işbirliğine giden Vedat Nedim Tör’ün ihbarı sonucu yapılan büyük bir operasyon sonucu tutuklandı. Bir yıl süren hapislik sonrası 1928’de tekrar yurtdışına çıktı.
On yılı aşkın bir süre yurtdışında Komintern’de faaliyet yürüten Ş. Hüsnü, 2. Dünya Paylaşım Savaşından kısa süre önce partiyi tasfiye ederek (desantralizasyon) “batıcı, modernist ve ilerlemeci yegane parti” olarak değerlendirdiği CHP’nin desteklenmesi temelinde İsmet İnönü ile anlaşma yaptı ve 1939’da Türkiye’ye döndü. Döner dönmez Türk Ordusu saflarına katıldı ve yüzbaşı rütbesiyle Sivas’ta iki yıl görev yaptı. Sağlık sorunlarından kaynaklı olarak 1941’de ordudan terhis edildi.
1946’da TC devletinin çok partili sisteme geçmesiyle birlikte Ş. Hüsnü, “yakın amacı ileri demokrasi, uzak amacı ise sosyalizm” olarak ilan ettiği Türkiye Emekçi Köylü Sosyalist Partisi’ni (TEKSP) kurdu ve “anlaşmayı bozan taraf olarak Kemalizmin şimşeklerini üzerine çekti! Parti, dört ay sonra kapatıldı ve Ş. Hüsnü tutuklandı. 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti’nin (DP) af yasası ile serbest kaldı fakat kısa süre sonra 2. TKP nin tasfiyesiyle sonuçlanan 1951 tevkifatı ile yeniden tutuklandı.
2. TKP’nin kuruluş sürecinden itibaren Komintern’in perspektifleri doğrultusunda partinin ideolojik çizgisini ve politik hattını belirleyen Ş. Hüsnü, 7 Nisan 1959’da sürgünde bulunduğu Manisa’da yaşamını kaybetti.
Farklı ideolojik-politik damarlardan beslenen oluşumlar olsalar da birleştikleri temel nokta, Ş. Hüsnü TKP’sinin, M. Suphi TKP’sinin yenilgi nedenlerini kendisine “miras” almış olmasıdır! Başta Komintern’in Sovyet Rusya çıkarlarını esas alan politikalarına “mecbur olmak” üzere, Kemalizmi doğru tahlil edememek ve dolayısıyla desteklemek, iktidar hedefli mücadeleden yoksunluk, illegal örgüt perspektifine sahip olmamak gibi ortak belirleyenlerin üzerine, Ş. Hüsnü TKP’si, Anadolu halk gerçeğine yabancılaşmayı güdümleyen Batı merkezli, aydınlanmacı ve ilerlemeci ideolojik-politik çizgisinin pratik politikaya dönüşen boyutlarıyla M. Suphi TKP’si yenilgisinden çıkışın değil, yenilginin daha fazla derinleştirildiği ve tahribatın yoğunlaştığı bir örgütlenme olarak köklü bir devrimci gelenek bırakmamıştır.
Parti kolektifi temelinde devrimci bir gelenek bırakamayan TKP oluşumu içinde Marksist komünist bir damar olarak kendisini var eden Dr. Hikmet Kıvılcımlı, özgün üretimleri ve duruşuyla ayırt edici bir yerdedir.
H. Kıvılcımlı, TDH tarihinde tek başına güçlü bir Marksist damarın adıdır. Büyük bir adanmışlıkla komünizm mücadelesine yönelerek günümüz şartlarında da henüz yeterince anlaşılamamış ve dolayısıyla aşılamamış boyutta, Anadolu topraklarının özgünlüklerini Marksist ilkeler ekseninde derinlemesine tahlil etmenin adıdır!
Batı merkezli, aydınlanmacı ve Komintern saflarında yeniden üretilen 2. Enternasyonal’in Ortodoks Marksizminin ilerlemeci ideolojisine sahip olan Ş. Hüsnü TKP’si içinde yer alan H. Kıvılcımlı başta Marksist-Leninist teoriyi tamamlanmış bir dogma olarak değil, olayları, olguları ve süreçleri açıklayabilen bir metod olduğu gerçeğini temel alarak mücadelesini verdiği Türkiye gerçeğini açıklamaya ve oradan Doğu toplumlarının özgünlüklerini incelemeye yöneldi.
Başta işçi, emekçi, ezilen Müslüman halkların inancına, kültürel değerlerine devrimci yaklaşım ve ulusal sorun çözümlemeleriyle, M. Suphi TKP’si yenilgisinden çıkışın panzehiriydi H. Kıvılcımlı. Ne var ki Ş. Hüsnü TKP’sinin kastlaşmış ideolojik-politik şablonu içinde karşılık bulması olanağı da olasılığı da yoktu ve bulamadı.