Mücadele tarihinden öğrenmek – Resul Kocatürk / Mustafa Kocatürk | Komün 9. Sayı

III. Bölüm

1971 devrimci atılımının iktisadi, sosyal ve siyasal arka planı

TC devletinin kurulmasıyla sonuçlanan İstiklal Harbi’nin esası iç savaştır. Dolayısıyla anti-emperyalist bir karakter taşıdığından söz edilemez. Çalışmamızın ilk bölümlerinde konuyu detaylı olarak ele aldığımızdan dolayı tekrara girmeden, Osmanlı’dan TC’ye süregelen iktisadi bağımlılık ilişkisine kısaca değinmekle yetineceğiz. Osmanlı imparatorluk devletinin emperyalistlere tanıdığı iktisadi ayrıcalıklar ve en başta da borçların emperyalistlerin istediği şekilde ödenmesini içeren Duyun-u Umumiye olmak üzere bütün iktisadi anlaşmalar, 23 Temmuz 1923’te yapılan Lausanne Konferansı (Lozan Antlaşması) sürecinde olduğu gibi kabul edildi. İzmir İktisat Kongresi’yle birlikte ise, bağımlılık ilişkilerinin iktisadi yol haritası belirlendi. Böylece TC devleti, Osmanlı devletiyle başlayan emperyalist-kapitalist devletlere iktisadi bağımlılık koşulları korundu ve zamana yayılarak ‘yeni devlet’ sisteminin üstyapısı, iktisadi bağımlılık ilişkileriyle uyumlu hale getirildi. Bu şekilde, Osmanlı imparatorluk devletinin I. Meşrutiyet ile birlikte somut olarak başlatmış olduğu sancılı “değişim” sürecinin devamcısı olduklarını da ilan etmiş oldular. TC devletinin 1920-40 dönemine ilişkin siyasal bağımsızlık söylemi, Kemalist rejimin niteliğinden öteye I. Dünya Savaşı’ndan çıkmış olan emperyalist güçlerin dağınıklığı ve II. Dünya Savaşı’nın şartlarını hazırlayan kaos ortamından kaynaklıydı. Nitekim kaos ortamı, II. Dünya Savaşı ile ortadan kaldırıldı! TC devleti ise, savaşa doğrudan dahil olmak yerine sömürge ilişkileri yaşadığı Hitler Almanya’sıyla ilişkilerini sürdürürken İngiltere ve Fransa ile de bağlantılar kurarak ‘denge politikası’ yürütmeye yöneldi. Savaş sonrasında sürecin netleşmesiyle birlikte, kazanan emperyalist ülkelerin sömürgesi olma yolunu seçti. Dolayısıyla, 1946’da fiilen son bulan tek parti Kemalist rejim dönemi, söylenegeldiği gibi ne anti-emperyalist ne de bağımsızlıkçı bir niteliğe sahipti. Çokça yazılıp çizildiği üzere TC devletinin emperyalizme bağımlılığının II. Dünya Savaşı sonrası dünyanın yeni emperyalist efendisi haline gelen ABD ile kurduğu ilişkiler nedeniyle başladığı yaklaşımının doğru olmadığının tespiti için yapmış olduğumuz kısa girişten sonra; yeni sömürge ilişkilerinin siyasal ve iktisadi olarak altyapısının oluşturulması süreci, yani çok partili sisteme geçişin miladı olan 1946 yılı ve sonrasını ele alabiliriz. Çünkü bu süreç aynı zamanda sosyal, toplumsal ve iktisadi olarak 71 devrimci atılımına uzanan gelişmelerin de geri planıdır.

Çok partili sisteme geçiş süreci emperyalizmin sermaye ihracı ilişkisi üzerinden örgütlendiği yeni sömürge dönemini de koşullayan bir boyuta sahipti. Yeni sömürge ilişkilerinin altyapısını da hazırlayan ‘Milli Şef’ İsmet İnönü olmuştu. ABD emperyalizminin yıkıcı bir savaştan çıkmış olan Avrupa emperyalistleri ile Türkiye gibi ülkeler üzerinde egemenliğinin güçlendirilmesinde çok önemli yeri olan Truman Doktrini ve Marshall Planı çerçevesinde TC devletinin aldığı dış yardımlar, ABD emperyalizmine biatın da ilanı oldu. Hemen ardından 1947’de IMF (Uluslararası Para Fonu), Dünya Bankası, Avrupa İktisadi İşbirliği Örgütü’ne üye oldu. Türkiye böylece emperyalist-kapitalist dünyanın lideri konumundaki ABD’nin egemenliği altındaki dünya sisteminin serbest ticaret ve açık ekonomi işleyişi sürecine girdi. Çeyrek asırdan fazla hüküm süren tek parti rejimi, artık burjuvazinin çıkarlarını karşılayıp koruyacak nitelikten uzaklaşmıştı. Bunun aşılmasının yolu da çok partili rejime geçişle mümkün görünüyordu ve tarihsel koşullar buna oldukça müsaitti. İktisadi olarak emperyalist sisteme eklemlenmek, siyasal olarak yeni bir iklimin oluşmasını da beraberinde getirdi. Kısa sürede yeni partiler kuruldu, başta sendikal hareketler olmak üzere hak mücadeleleri görünür olmaya başladı. İlk kurulan parti Cumhuriyet Halk Partisi’nden (CHP) ayrılan, Adnan Menderes liderliğindeki Demokrat Parti (DP) oldu.

Yıllardır baskı altında olan sol-sosyalist çevreler de yolun açıldığına kanaat getirerek legal partiler kurmaya yöneldiler. İlk yasal parti, illegal TKP’den ayrılan ve TKP’liler tarafından ‘Burjuva Sosyalistleri’ olarak nitelendirilerek “Türkiye’de Marksizm’in Leninist halkasının kopartılması” anlayışına sahip olmakla suçlanan Esat Adil Müstecaplıoğlu liderliğindeki Türkiye Sosyalist Partisi (TSP) oldu. Kurulan yeni partinin hızlı bir şekilde ilgi odağı haline gelmeye başlaması üzerine desantralizasyon (örgütsel tasfiye) anlaşması temelinde Türkiye’ye dönen Şefik Hüsnü, Türkiye Emekçi Köylü Sosyalist Partisi’ni (TEKSP) kurdu. Partinin yakın amacı ‘ileri demokrasi’, uzak amacı ise ‘sosyalizm’ olarak belirlendi. Partilerin kurulması süreciyle birlikte sendikal hareketler de ivme kazandı. Kısa süre içinde İstanbul’dan Adana’ya, İzmir’den Kocaeli’ye, Ankara’dan Bursa, Kayseri, Samsun’a kadar işçi sınıfının yoğunlaştığı yerlerde sendikalar ve sendika birlikleri kuruldu. Sendikalar, hükümetten grev ve toplu sözleşme hakkı tanıyan, ücretlerin yükseltilmesini sağlayan iş kanunu istiyorlardı. Kuruluşundan itibaren amansız bir anti-komünist ve emek düşmanı olan TC devletinin başında bulunan Milli Şef İsmet İnönü’nün reformist sosyalist girişimlere ve işçi sınıfının sendikal faaliyetlerine cevabı, kısa süre içinde partileri ve sınıf temeli üzerinde kurulan sendikaları kapatmak, kurucularını tutuklayarak çeşitli hapis cezalarına çarptırmak oldu. Özetle, Türkiye’nin çok partili dönemi, işçi sınıfı ve sol-sosyalist çevreleri rejimin dışına atarak kuruldu.

1950’li yıllar, Türkiye Cumhuriyeti devletinin üstyapı sisteminin çehresinin değiştiği yıllardı. Toprak reformu kanunu temelinde yaşanan sorunlar üzerine CHP’den ayrılan ve DP’yi kuran Adnan Menderes; “Yeter Söz Milletin!” sloganıyla katıldığı 1950 seçimlerini kazandı. Tek parti rejiminin baskıcı yönetiminden ve özellikle de modernleşme, Batılılaşma adı altında tepeden inmeci uygulamalarından illallah eden emekçi yoksul haklar, gelenek göreneklerine, inançlarına yönelik “özgürlük” vaat eden popülist söylemlerle ortaya çıkan Menderes’i, Kemalist diktatörlükten kurtuluşun adresi olarak gördü ve büyük destek vererek seçimi kazanmasını sağladı. Çok partili sürecin ‘özgürlükler’ vaadi ile iktidara gelen hükümeti, hiç zaman kaybetmeden ‘Milli Şef’in başlatmış olduğu yeni sömürge ilişkilerini geliştirip derinleştirmeye yöneldi. İlk iş olarak petrol ve dış sermaye kanunları çıkardı. Böylece emperyalist tekellerle yaptıkları lisans ve patent anlaşmalarıyla ülke içinde sermaye yatırımları yapmalarının önünü açtı ve liberal iktisat programını fiilen uygulamaya koydu. IMF ile ilk anlaşmalar imzalandı ve dış borçlanmalar hızlı bir artış gösterdi. Emperyalist tekellerin uygun gördüğü şekilde TC devleti tarımsal alanda uzmanlaşmaya yönlendirildi, verilen krediler ve borçların kullanımı tarım koşuluna bağlandı.

ABD emperyalizminin anti-komünist politikaları temelinde, ardı ardına devrimler gerçekleştiren Asya ülkelerine yönelik işgal harekatları ekseninde, ABD komutası altında Kore’ye asker göndererek fiilen anti-komünist savaşa katıldı ve bunun mükafatı olarak 1952’de NATO’ya üye yapıldı. NATO üyeliğinin hemen sonrasında ordu yapısı, polis teşkilatı ve istihbarat örgütü, NATO’nun denetimi altında yeniden yapılandırıldı. Sovyet Rusya’ya yönelik olarak NATO üyesi ülkeler içinde anti-komünist hedefler için örgütlenen Gladyo, TC devleti nezdinde Özel Harp Dairesi (ÖHD) şemsiyesi altında kontrgerilla olarak örgütlendi.

Hükümetin ilk yıllarında tarımda makineleşmeye bağlı olarak olağanüstü gelişmeler yaşandı. Tarım alanının milli hasıladaki payı katlanarak büyürken, sanayi sektörünün payı düşmeye başladı. Traktör kullanımının yaygınlaşmasıyla birlikte ekilen toprak oranı büyüdü ve üretim, yüksek bir düzeye ulaştı. Bu da tarım ürünlerinin iç ve dış satımını elinde tutan ticaret burjuvazisinin palazlanmasını beraberinde getirirken, özellikle Anadolu kentlerinde tefeci tüccar kesiminin zenginleşip büyümesini, esnafın da önemli oranda kazanç elde etmesini sağladı. Küçük ve orta ölçekli toprak sahibi çiftçiler, büyük toprak sahipleriyle rekabet edebilecek makinelere ulaşabilme şansları olmadığından büyük oranda tasfiye oldular. Bunda iktidarın tarım politikasının etkisi büyüktü.

Tarım alanında gelişen makineleşme; mülksüzleşmeyi yarattı ve tasfiye olan çiftçilerin bir kısmı büyük çiftliklerde çalışmaya mecbur kalarak ücretli emekçilere dönüşürken, bir kısmı kentlere göç etmeye başladı. Kentlere göçü başlatan asıl iki gelişme; iktidarın tarıma yönelik makineleşmeyi geliştirip hızlandırması ve büyük bölümünü ithalatla karşıladığı tüketim mallarının tedarikinde ciddi sorunlar baş göstermesiyle birlikte tarım alanından uzaklaşılarak üretimi ağırlıklı olarak sanayi ve altyapı yatırımlarına yönlendirmesidir. İktidar, önemli bölümü devlet yatırımlarıyla gerçekleşen ithal ikameci bir politikayla montaj sanayine yöneldi. Bu nedenle, bir süre sonra tarımsal büyüme ciddi oranda daralırken sanayi alanındaki büyüme hızlandı. Tarımdaki daralma, mülksüzleşen yığınları temel yaşam malzemelerine dahi ulaşamayacak denli yoksullaştırmaya başlayınca sanayide artan işçi ihtiyacının da etkisiyle köylerden kentlere göç dalgaları başladı ve sosyal hareketlilik daha öncesinde görülmemiş düzeyde arttı.

CHP nezdinde somutlaşan tek parti rejiminin ceberut bürokrasisi ile baskıcı, üstenci ve ‘laik’ yönetimi yıllar boyunca geniş halk yığınlarında yoğunlaşan bir hoşnutsuzluk yaratmıştı. Bunun başka bir nedeni de, II. Dünya Savaşı’ndan kaynaklanan büyük ekonomik çöküntünün sonuçlarının yarattığı olumsuzlukların bedelinin büyük kısmını emekçi ve yoksul halkın sırtına yüklemesiydi. Toplumdaki büyüyen tepkileri tahlil ederek, ‘demokrasi’, ‘ekonomik kalkınma’, ‘din özgürlüğü’ gibi popülist vaatlerle halkı seferber ederek iktidara gelen DP’nin temsilcisi olduğu sınıf, büyük toprak sahipleri ve ticaret burjuvazisiydi. Kendisi de toprak ağası olan Adnan Menderes, partinin iktisat politikasını; temsil ettiği sınıfların çıkarlarını esas alarak oluşturmuştu. İktisat politikası, tarım ve ticaret sermayesini temel alan planlama ile sanayileşme ve sermaye birikimi modelini içeriyordu.

Bu model kısa sürede terk edilerek borçlanma ve enflasyonla şişirilen ekonomik büyümeye yönelmesiyle, 1950’lerin ikinci yarısını takiben iktisadi durum kaçınılmaz olarak bozulma eğilimine girdi. Bu tarihten itibaren siyasi ve iktisadi olarak şişirilmiş olan balon sönmeye başladı! Artık sistem içi en küçük muhalif sesi dahi bastırma yoluna gitmeye başladı. Çıkardıkları basın yasasıyla bir anda onlarca gazeteci tutuklandı. Bir türlü hizaya sokamadıkları bürokrasiye yönelerek Yargıtay, Danıştay, Sayıştay üyelerini emekliliğe sevk ederken, öğretim üyelerini bakanlık emrine alarak etkisizleştirme yoluna gidildi. Tahkikat Komisyonu ile yargı denetim altına alındı, memurların işlerine rahatlıkla son verebilecekleri düzenlemeler yapıldı ve çalışma güvencesi ortadan kaldırıldı. CHP üzerinde yoğun baskılar kurmaya yöneldiler ve tüm bu gelişmeler üzerine ‘Milli Şef’ İsmet İnönü, Menderes’e hitaben, “Seni ben bile kurtaramam!” diyerek devletin derinliklerinde neler olup bittiğine dair işareti yalın bir ifadeyle vermiş oldu.

DP iktidarı, tek parti rejiminden devraldığı anti-komünist, şoven ve ırkçı politikaları kesintisiz olarak uygulamaya özen gösteriyordu. Henüz iktidarlarının ilk yılında başta TKP’liler olmak üzere devrimci-demokrat ve muhalif aydınları tutuklayıp işkencelerden geçirerek tabutluklara kapattı. Yeni dönem kontrgerillasını harekete geçirerek ekonomik bunalımın iyice hissedildiği 1955 yılının 6-7 Eylül’ünde İstanbul merkezli olarak Rumlara yönelik saldırılar yapıldı ve mal varlıkları, evleri yağmalandı, on binlerce insan sürgün edildi. Kırkdokuzlar olarak tarihe geçen Kürt aydınları ve devrimciler tutuklandı. Tüm baskılara, yasaklamalara rağmen işçi sınıfının grevli, toplu sözleşmeli sendika talepleri devam ediyordu. Keza DP’de seçim sürecinde grev hakkını tanıyacağını vaat ederek işçi sınıfının önemli bir kesiminin desteğini almıştı. Ne var ki, iktidara geldikten sonra işin rengi değişti! Grev hakkı tekrar gündeme geldiğinde, Menderes; “Türkiye’de grev mi olurmuş?! Önce biraz kalkınalım sonra bu konuyu düşünürüz!” diyecekti. Taleplerin yükselmeye başlaması üzerine, tamamen denetim altına alabilecekleri sendika örgütlenmesinin koşulları oluşturularak Amerikan emperyalizminin sarı sendikacılığını örnek alan, grev hakkı olmayan ve iktidarla uyum içinde olacak temelde 1952 yılında TÜRK-İŞ (Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu) kuruldu.

DP’nin iktidara gelmesiyle önemli bir rolü olan ‘demokrasi’ kavramı; yönetim biçiminde sınırlı şekilde dahi olsa ‘özgürlükler’ içeren bir nitelik taşımıyordu. İktidarını sağlamlaştırarak sürekli kılmanın aracı olarak iktidarlarını tehdit eden asker-sivil bürokratik yapıyı ve siyasal muhalefeti etkisiz kılmayı meşrulaştırmanın bir söylemi olarak kullanılıyordu. İktisadi liberalleşmeye paralel olarak özellikle de dernekler kanunu ile siyasal alanda da kimi liberal açılımlar yapmış ancak bir yandan memurlara mesleki alanda örgütlenme, işçilere sendika kurma hakkı tanınırken, memurlara ve derneklere siyaset, sendikalara ise grev yasakları getirilmişti. Tek parti dönemi baz alındığında iktidar, sınıflandırılmış da olsa mevcut örgütlenmeleri, istediğinde her an tasfiye edebilecek şekilde yasaları düzenlemişti. Bu da, yasaların uygulanmasında açık bir keyfiyet anlamına geliyordu ve yönetilenler yasal haklarını iktidarın keyfine göre kullanabiliyordu.

Parlamenter sistem ve demokrasi görüntüsü altındaki DP iktidarı, tek parti rejiminin despotik, faşist devlet geleneğini aratacak uygulamalara yönelmişti. Gelişen baskı ortamı, iktidar dışı asker-sivil bürokraside ve toplumsal zeminde tepkileri biriktirirken, iktidardan kurtulma arayışlarını da hızlandırmıştı. Kısıtlı imkanlarla da olsa üniversite gençliği kulüp vb. tarzında örgütleniyordu. Yine Harbiye öğrencilerinin ve özellikle genç subayların cunta örgütlenmeleri temellerinin aynı süreçte atıldığı ortaya çıkmıştı. 1950’lerin sonuna doğru üniversite gençliği fiili direnişlere yöneldi ve 1960 yılı ilkbaharında, Latin Amerika devrimci hareketlerinin güçlenmesi, Küba Devrimi’nin gerçekleşmesi ve Çin Devrimi’nin de yarattığı olumlu etkilerle hızla kitleselleşerek devrimci bir nitelik kazanmaya başladı.

Dış yardımların ve kredilerin kesilmesiyle iktisadi olarak dibe vuran iktidarın ABD’ye sözde alternatifsiz olmadığının mesajını vermek gibi kurmaca bir taktikle emperyalist-kapitalist devletlerin baş düşmanı Sovyetler Birliği ile yakınlaşmaya başlaması 27 Mayıs (1960) Darbesi’nin iç ve dış koşullarını oluşturan son hamlelerden birisi oldu.

27 Mayıs Darbesi ve darbenin ‘sol’dan meşrulaştırılması!

1950’de yapılan ilk seçimleri kazanarak Kemalist iktidara son veren Adnan Menderes hükümetinin, II. Dünya Savaşı sonrasında ABD emperyalizminin Marshall Planı adı altında yapmış olduğu yardımlar ekseninde başlattığı modernleşme politikası ve ihracata dayalı tarım merkezli kalkınma stratejisinin öne çıkardığı sonuçlardan birisi, kırsal alanda ciddi boyutta nüfus fazlasının ortaya çıkması oldu. Bu süreç, tarım emekçileri açısından mülksüzleşme ve ücretli emekçilere dönüşme dönemiydi. Mülksüzleşmeyi yaratan etken, tarım alanında makineleşme, yaygın traktör kullanımı nedeniyle başta toprak ağası-ortakçı ilişkisi üzerinden işleyen sistemin hızla çözülmeye başlamasıydı. Bu gelişmeyle birlikte, tarımda toplumsal ve ekonomik ilişkiler önemli oranda dönüşüme uğradı. Büyük toprak sahipleriyle rekabete giremeyen küçük toprak sahiplerinin bir kısmı büyük çiftliklerde ücretli emekçiler haline gelirken, büyük çoğunluğu kentlere göç etti. Öyle ki, çeyrek asırlık Kemalist iktidar sürecinde kır ve kent nüfusunda ciddi hiçbir hareketlilik olmamışken, on yıllık Menderes İktidarı döneminde kır yoksullarının önemli bir kısmı kentlere göç etmek zorunda kaldı. Kırdan kente yaşanan hızlı göç dalgaları, kentin sosyal ve siyasal yapısında belirgin farklılaşmaları beraberinde getirdi. Bu sonuca DP politikaları yol açmıştı ve doğal olarak büyük kentlerin çevrelerinde kurdukları derme-çatma kondularda yaşam mücadelesi veren yeni yoksul kent emekçileri, DP’ye tepki duymaya başlamışlardı fakat tepkiler örgütlü olmayan bireysel öfkelerden öteye de gidemiyordu.

1950 seçimleriyle iktidarı kaybeden ve süreç içinde ülke düzeyinde gerileyen Kemalistler (CHP), durumun farkına vararak sol bir söyleme yönelmeye başladı. Aynı zamanda, asker ve Kemalist sivil bürokratlar eliyle eş güdümlü olarak darbe hazırlık sürecinde örgütleniyordu. Öte yandan DP’nin baskıcı yönetimine karşı 1950’lerin ortalarından itibaren örgütlenmeye başlayan üniversite gençliği, 1960 yılı başlarından itibaren hızlı şekilde kitleselleşmeye başlayan eylemlerle görünür olmaya başlamışlardı. Öğrenci gençliğin örgütlenmesi ve eyleme geçmesindeki iç etken, DP’nin politikaları ve baskıcı yönetimiydi. Gelişen gençlik hareketi, devrimci önderlikten yoksundu ve kendiliğinden bir nitelik taşıyordu. İdeolojik olarak netleşen bir perspektife sahip olmasa da, dünyada ve coğrafyada yaşanan devrimci gelişmelerin moral değerlerinden güçlü şekilde etkileniyordu ve en önemlisi de 71 devrimci atılımını da derinden etkileyecek olan sürecin öncüsü konumunu üstlenmişlerdi.

II. Dünya Savaşı’ndan zaferle çıkan Sovyet Rusya, faşizme karşı savaşan halklara esin ve moral kaynağı olmuş, yine dünya ezilen halklarına yepyeni bir gelecek ve umut olarak, Mao Zedung önderliğindeki Çin Komünist Partisi, devrimin zaferini ilan etmişti. Doğu Avrupa ülkelerinin ardı ardına gerçekleştirdiği devrimlerle sosyalizm bloğu hızla büyüyerek dünya sistemi günümüze ulaşmıştı. Küba Devrimi’nin zaferiyle ve önce Fransız emperyalizmini püskürttükten sonra ABD emperyalizmini bozguna uğratan Vietnam direnişinin moral değerleri, öğrenci hareketine giderek güçlenen devrimci nitelik katıyordu. Ne var ki dönem itibarıyla kendiliğinden gelişen ve kitleselleşen gençlik hareketine önderlik yapacak ya da iktidar amaçlı bir örgütlenmeye kanalize edecek kurumsal nitelik taşıyan devrimci oluşumlar söz konusu değildi. Belli bir Marksist devrimci niteliğe sahip ve yasal alanda az çok görünürlüğü olan Hikmet Kıvılcımlı çevresi bulunuyordu.

Yaygın olmasa da Marksist Leninist eserlerin çevirileri 1920’lerin başlarından itibaren yapılıyordu. Yani söz konusu yıllarda Marksizm-Leninizm adına, meydan tamamen boş değildi! “27 Mayıs öncesinde gençlik Marksizm’i ve Leninizm’i hiç bilmiyordu, 27 Mayıs’ın yarattığı ‘özgürlük’ ortamıyla birlikte Marksist-Leninist eserler Türkiye’ye girdi.” gibi yaklaşımlar doğru değildir. Değildir çünkü her şeyden önce Mustafa Suphilerden itibaren süregelen mücadele vardı ve özellikle de bütün yaşamını Türkiye devrimine adamış olan Hikmet Kıvılcımlı, kendi çevirileri yanında, 1930’lardan itibaren kaleme aldığı yayınsal üretimlerinin hemen hepsinde Marks-Engels’in eserlerinden, Lenin’in Devlet ve Devrim, İki Taktik gibi kitaplarının Türkçe basımlarına atıfta bulunuyordu. 27 Mayıs sonrasında ise oluşan sosyal-siyasal atmosfer içinde çevrilen Marksist-Leninist eserler sayısal olarak artmış ve daha da yaygınlaşmıştır. Dolayısıyla bu gelişmeler hiçbir şekilde Marksist-Leninist eserlerin 27 Mayıs Darbesi’nin yarattığı olumlu atmosfer sonrası Türkiye’ye girdiği anlamına gelmez. Aksi durumda Türkiye Devrimi mücadelesi tarihini, 27 Mayıs sonrasıyla başlatma anlayışları bilinçli bir yok sayma ve ‘gönüllü’ köksüzleştirmeden başka bir şey olmaz!

Az çok görünürlüğü olan diğer bir çevre ise darbeden sonraki aylar içerisinde yayınlanmaya başlayan Yön Dergisi çevresiydi. 1950-52 sürecini takip eden yoğun saldırılar ve tutuklamalarla önemli oranda tasfiye olan TKP ise, varlığı ile yokluğu belli olmayan durumdaydı. Her iki çevrede farklı kulvarlardan 27 Mayıs Darbesi’ni olumlayan tutum içine girmişler ve bütün enerjilerini, Milli Birlik Komiteleri’ni (MBK) ‘sol’dan etkilemeye yöneltmişlerdi.

Hikmet Kıvılcımlı, MBK’ye ‘İkinci Kuvayi Milliyeciliğimiz’ ismi altında yayınlanan iki açık mektup yazarak neler yapılması gerektiğini söylüyordu! Darbeyi, Osmanlı’da devlet sınıflarının devlete sahip çıkma geleneğinin olumlu bir hareketi olarak değerlendiriyordu ve mektubunda “Halk için bir şeyler yapmak, ancak işçi sınıfına dayanarak olabilir.” diyor ve bunun içinde Vatan Partisi’nin programının uygulanması gerektiğini öneriyordu. Yön çevresi ise, Şefik Hüsnü TKP’sinden koparak Kadro Dergisi’ni çıkaran çevrenin Kemalizmin kadro ideolojisini güncelleyerek devletçi bir doktrin etrafında, devletin ekonomi yönetimi gibi kritik alanlarına aydın kadrolar istihdam edilmesini salık veriyorlardı. İlerleyen yıllarda Devrim Dergi’si olarak varlığını sürdüren bu çevre, sivil-asker-aydın zümreyi esas alan bir devrim anlayışını savunuyordu.

Menderes hükümetinin baskıcı rejimine yönelik, 1950’lerin sonlarına doğru militan bir karaktere bürünmeye başlayan gençlik hareketi, halkçı bir nitelik taşıyordu ve güçlü bir gelişim eğilimi içindeydi. İktidarın yoğunlaşan baskısı ve şiddeti, eylemler karşısında başarılı olamıyor, tam tersine gittikçe militanlaşan bir nitelik kazanıyordu. 1960 ilkbahar aylarıyla birlikte sokaklara taşarak devrimci bir görünürlük kazanmaya başlayan eylemler karşısında çaresiz kalan Menderes iktidarı, şiddetini derinleştirmeye başladı ve polisi üniversitelere soktu. Baskı ve şiddet, gençlik hareketi üzerinde olumsuz bir etki kuramadı. Tersine eylemleri daha da büyüttü. Polisin üniversite kampüslerinde gerçekleştirdiği provokasyonlara ve tutuklamalara karşı 28 Nisan 1960’ta Beyazıt’ta gerçekleştirilen protesto mitingine saldıran polis, Turan Emeksiz’i katletti, onlarca öğrenci yaralandı ve tutuklandı.

Söz konusu katliamın üzerinden bir ay geçmeden 27 Mayıs Darbesi gerçekleşti ve asker-sivil bürokrasi, 1950’de seçimle kaybettiği iktidarını darbeyle geri almış oldu. Böylece sanayi burjuvazisinin çıkarına uygun olacak şekilde, yeni iktisadi politikalar ve hukuk sistemi formüle edecek idari yapı kurulmuş oldu. Darbe görünürde Menderes hükümetinin iktidarına son verdi fakat öte yandan gelişmekte olan ve gittikçe devrimci bir nitelik kazanan gençlik hareketinin de gelişim dinamiği büyük oranda kesilmiş oldu. Yaygın kanıya göre, “baş düşman” olan Menderes iktidarını ortadan kaldırarak zulme son veren ordu, ‘devrimci’ bir rol oynamıştı! Yani, ortalık toz duman olmuş, göz gözü görmüyordu ve bu ortamda, devrimin yatağına akacak olan dereler MBK yatağına akıtılmalıydı!

Kuşkusuz, 27 Mayıs’ın getirdiği bu ortamda, sınıf savaşı da farklı bir düzlemde yeni bir sürece girecekti. Orta yerde iki temel gerçeklik vardı: Buna göre, iktidar hedefli devrim perspektifini temel alacak yeni devrimci arayışlara yönelerek oldukça dinamik olan devrimci gençlik, sınıf mücadelesine mi kanalize edilecek, yoksa 27 Mayısçılar meşrulaştırılıp umut haline mi getirilecekti?! Ne yazık ki ikinci seçenek esas alındı. Hikmet Kıvılcımlı ve Yön Hareketi gibi çevrelerin marifetleriyle gençliğin devrimci dinamiği, 27 Mayıs Darbesi’nin yarattığı ‘Kemalist’ atmosfere kanalize etme gayretleri içine girildi. Böylece Kemalist devlet aygıtını yeniden egemen kılarak ihya ettiği iddiasında olan darbeciler, “umut” haline getirildi. Bu yanıyla 71 devrimciliğini de etkileyecek olan, sınıf mücadelesinin taşıyıcı unsuru olma yolundaki devrimci gençliğin Kemalizmle olan göbek bağı güçlendirildi.

27 Mayıs Darbesi ve ‘ilerici’ anayasa!

Halbuki TC devletinin askeri darbeler tarihi kapısını ardına kadar açan 27 Mayıs Darbesi, ‘devrimci’ bir rol oynamaktan öte, devrimci gelişim dinamiklerinin önünü kesen bir rol oynamıştır.

1961 Anayasası’nın hazırlanmasında görev alacak olan hukukçulardan oluşan bir grubun darbeden bir gün sonra darbeyi hukuksal temelde meşrulaştırmak amacıyla kaleme aldıkları ancak resmi gazetenin 1 Temmuz 1960 tarihli 10540 numaralı sayısında yayımlanan yazısıyla, darbenin hedefinin gelişen devrimci dinamikler yani sürecin tarihsel koşulları içerisinde DP politikalarının “anarşi” ile özdeşleştirilen devrimci güçlerin gelişmesine yol açtığı ve haliyle darbenin bir nedeninin de bunun önünün alınması olduğunu işaret ediyordu. “Milli Birlik Komitesi hareketini yeni devlet müessese ve kuvvetlerinin idareyi ele almasını bu mecburiyetin yeni devlet nizamını bozan, halkı birbirine düşürerek anarşiye yol açan, sosyal müesseseleri işleyemez bir hale koyan ve bu müesseselerin dayandığı ahlak temellerini yok etmeye çalışan fiili bir durumu önleyerek meşru ve sosyal nizamı tekrar kurmak ihtiyacının bir neticesi sayıyoruz.”diyordu, zamanın saygın hukukçularından oluşan grup!

Darbenin niteliği ise daha ilk saatlerde ortaya çıkmıştı! Pentagon’da kontrgerilla eğitiminden geçirilen ve ilerleyen yıllarda sivil faşist hareketin liderliğini üstlenecek olan Albay Alparslan Türkeş, darbenin sözcüsü olarak 27 Mayıs sabahında radyodan okuduğu bildiride net ifadelerle, ‘NATO’ya dolayısıyla ABD emperyalizmine ve Avrupalı müttefiklerine bağlı kalacaklarını’ ifade ediyordu.

Darbenin ürünü olarak ortaya çıkan 1961 Anayasası, başta Kemalistler olmak üzere, kimi ‘sol’ çevrelerin “özgürlükçü anayasa” değerlendirmeleri, esasta yanılsamalı bir boyut taşımaktadır. TC anayasal düzeni söz konusu olduğunda 61 Anayasası’nın göreceli bir boyutu da yok değildir. Örneğin, 1924 Anayasası’na göre kimi yanlarıyla gericidir. 1971 ve 1982 Anayasalarına göre ise ilerici yanlar taşır. Tüm bunların yanında, 27 Mayıs Darbesi’nin komuta gücü; darbenin meşruiyetini, dahası toplumun bir kesiminde kabul görmesinin gerekçelendirilmesini, Adnan Menderes hükümetinin Kemalizmin kazanımlarını tamamen yok etmesine, gerici olmasına üstelik de ilericilere yönelik zulümler yapmasına dayandırılıyordu. Bu da zorunlu olarak, DP’nin politik uygulamalarından daha ‘ileri’ adımlar atmayı koşulluyordu. Çünkü özellikle sosyal, siyasal ve sendikal haklar temelinde 1940’lardan itibaren inişli çıkışlı bir mücadele vardı ve Menderes hükümeti, söz konusu talepleri seçim vaatleri olarak ortaya atmıştı.

Dolayısıyla 27 Mayıs darbecileri, sosyal ve ekonomik haklar, toplu sözleşme ve grev hakları gibi görece ileri adımları kendiliğinden değil, süregelen toplumsal muhalefetin basıncının da etkisiyle yapmak zorunda kaldı. Son tahlilde görece ileri kazanımlar, bedeller ödenerek verilen mücadelelerin ürünüdür. Yani 27 Mayıs darbecilerinin ‘devrimci-ilerici’ rol oynamalarının ürünü değildir. Kaldı ki daha ilk anlardan itibaren emperyalist-kapitalist sisteme bağlılıklarını ilan etmiş olmaları, aynı zamanda onların yeni sömürge boyutuyla ülkede kapitalizmin inşası görevini de üstlenmiş olmanın sorumluluğu olarak efendileri ile sosyal, siyasal ve iktisadi temelde belirli bir uyum sağlaması anlamına da geliyordu. Yani modern siyasal iktidara, emperyalist-kapitalist Batı normlarına uygun olarak biçim verme anlayışını yansıtıyordu.

Bütün bunların yanında 27 Mayıs Darbesi ürünü olan anayasa ve yasaların ruhu; anti-komünisttir, ırkçı faşisttir. Askeri faşist darbenin hükmünü kalıcı olarak sivil hükümetler üzerinde de sürekli olarak hissettirmek olan Milli Güvenlik Kurulu’nu (MGK) kurumsallaştıran, 141-142 gibi anti-komünist, faşist yasaları koruyup daha da işlevselleştiren 27 Mayıs Darbesi’dir. Yine başta Kürtler olmak üzere farklı ulusların inkarı yöneliminin yasal bir boyuta kavuşturulmuş olduğu 1924 Anayasası’nın 88. Madde’sine göre: “Türkiye’de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bağı bakımından herkese Türk denir.” diyerek yapılan, en azından din ve ırk farklılıkları olduğu kabul edilirken 1961 Anayasası 54. Madde ile yapılan düzenlemede, “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” denilerek inkara daha derin bir anlam kazandırılmıştır. Kürtçe konuşanlara para cezaları kesmekten tutuklamalara varan ırkçı uygulamalar, bu süreçle birlikte yoğunlaşmaya başlamış ve Kürt kavramını telaffuz etmek bile bedelleri göze almayı gerektiren bir düzeye varmıştı.

Süregelen mücadelelerin basıncıyla Anayasada yer verilmek zorunda kalınan sosyal-siyasal haklar, kısmen de olsa düşünce ve örgütlenme özgürlüğü yönünde alanlar açmıştı. Darbe öncesinde gençlik ve sendikal işçi hareketi, darbe sonrasında da hız kesmemişti. Gençlik eylemleri, grevler ve sosyalist yayınların hızla artış göstermeye başladığı süreçte Türkiye Devrimci Hareketi’nin (TDH) yeniden mayalanmasının çekim merkezi olacak olan Türkiye İşçi Partisi (TİP) kuruldu.

Devrimci hareketin yeniden mayalanmasın sürecinde TİP’in rolü!

Amerikan emperyalizminin sarı sendikacılığı perspektifiyle kurulan ve iktidarla uyum içerisinde sınıf mücadelesinin önünü kesmenin aracı olan Türk-İş’te örgütlü olan ve aralarında Rıza Kuas, Kemal Türkler, Kemal Nebioğlu gibi isimlerin de olduğu tamamı sendikacı on iki kişi tarafından Şubat 1961’de TİP kuruldu. 1962’de parti başkanlığına getirilen M. Ali Aybar, ilerleyen yıllarda TİP’in kuruluş amacını, “Bazı Batı ülkelerindeki gibi bir demokrasi istiyorduk. Bize göre bir demokrasi değil. İngiltere’de, Fransa’da, İtalya’daki gibi her tür düşüncenin serbestçe açıklanmasını ve serbestçe örgütlenmesini istiyorduk. Anayasanın gerçekten uygulanmasını istiyorduk. İnsan hak ve özgürlüklerinin egemen çevrelerin çıkarlarına göre sınırlandırılmasına karşı çıkıyorduk. Batı demokrasisi sağ ve sol arasında, yani sermaye ve emek arasında bir denge rejimidir, bu denge tarihin ileriye akışı içinde boşuna gelişen bir dengedir diyorduk. Bunu 27 Mayıs hareketinin lideri Cemal Gürsel Paşa’ya yeni anayasanın hazırlıkları sırasında yazdığım mektupta da belirtmiştim.” diye açıklıyordu. (TİP Tarihi – 2 BDS Yayınları)

Aybar, amaçlarının Batı tipi sosyal demokrat bir parti kurmak ve bu eksende parlamenter alanda mücadele vermek olduğunu ifade etse de, Mustafa Suphilerin katliamından sonra yeni bir devrimci mayalanmanın gerçekleşeceği tarihsel önemde bir adım atmış olduklarının farkında bile değildir!

Kuruluşunun ilk dönemlerinde sendikal alanda dar bir işçi çevresiyle sınırlı kalan ve ciddi bir varlık gösteremeyen TİP, aydınlarla gençliğin partiye yönelmeye başlaması ve işçi sınıfının zorlu mücadeleleri ardından 1963’te grev ve toplu sözleşme hakkını kazanması süreçlerinde görünür olmaya başladı. Bu görünürlükle birlikte ülkede var olan devrimci potansiyelin neredeyse tamamı TİP çatısı altında toplanmaya başladı. Söz konusu yıllar, 71 devrimci kopuşunun ciddi şekilde mayalanmaya başladığı yıllardı. Devrim ve sosyalizm fikrinin tüm boyutlarıyla ilk defa işçi, emekçi, gençlik ve aydınların aynı çatı altında buluşarak kapsamlı tartışma koşulları oluştu. Yaşanmakta olan hareketlilik, belli oranda toplumsal tabana sirayet etti ve bunun karşılığı olarak 1965 seçimlerine katılan TİP, on beş milletvekiliyle parlamentoya girmeyi başardı. Devrimci mücadele tarihinde parlamenterist bir perspektifle de olsa sosyalizmin bir seçenek olduğu fikrinin geniş kitlelerle taşınması bakımından ilkti ve çok anlamlıydı. Buna rağmen, partiye aydınların katılımı sonrası işçi ve gençlik hareketinin ivme kazanmasıyla birlikte sosyalizm söylemi öne çıkmaya başlasa da TİP, M. Ali Aybar’ın işaret ettiği kuruluş felsefesini aşan bir nitelik kazanmaktan uzaktı. Buna karşın parti içindeki gelişmeler, sınırlarını çoktan aşan devrim ve sosyalizm tartışmalarının yoğunluk kazandığı, yer yer saflaşmaların olduğu bir boyut kazandı.

TİP, 1961 Anayasası’nı referans alarak mevcut düzen içinde seçimler yoluyla parlamentoda çoğunluk sağlayarak II. Kurtuluş Savaşı olarak tanımladıkları bir anti-emperyalist, daha doğrusu anti-ABD’ci bir eksen üzerinden, öncelikle tam bağımsızlığı sağlayacaklarını, akabinde ulusal ya da ‘güler yüzlü’ olarak adlandırdıkları sosyalizmi koşullayan bir anayasa yapmayı önlerine koymuşlardı. Özetle, sistemin resmi sınırları içinde barışçıl mücadele yöntemleriyle parlamenter yollardan öngördükleri sosyalizme geçişin gerçekleşebileceğini savunuyorlardı.

1968’e gelindiğinde Dev-Genç’e (Devrimci Gençlik Federasyonu) dönüşecek olan FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu) içinde örgütlenen gençliğin, siyasi önder bir örgütlenme olarak gördükleri TİP’e yönelik eleştirileri yoğunlaşmaya başladı. Gençlik bu dönemde öğrenci hareketi sınırlarını aşmış ve güçlü bir şekilde devrim perspektifini kuşanmaya başlamıştı. İşçi grevlerinden, toprak işgallerine kadar hemen her alandaki toplumsal gelişmelerde boy gösteriyor; ideolojik, politik ve örgütsel zemini her adımda biraz daha nitelik kazanıyordu. Aynı dönemde, 1950’lerden itibaren süregelen ve 1960’lı yıllarla birlikte dünyanın dört bir yanında gelişen ulusal ve siyasal kurtuluş mücadeleleri, gençlik hareketinin devrimci niteliğinin gelişmesinde önemli bir etkendi.

TİP’e yönelik eleştiriler bir noktadan sonra olağan parti içi eleştiriler olmaktan öteye geçti. Eleştirilerin esası ideolojik olmaktan ziyade pratikti, yani TİP’in yönetim tarzıydı. Yöneticilerin pasif oldukları ve parlamenter sınırları zorlamadıkları eleştirileri öne çıkıyordu. Muhalefetin başını çeken ve eski TKP kadrolarından olan Mihri Belli’nin Yön Dergisi’nde yayınlanan “Milli Demokratik Devrim (MDD)” başlıklı yazısıyla TİP’in programına ve tüzüğüne son tahlilde sahip çıkılıyordu. Bu yazı ayrıca muhalefetin fiilen ilanı olmuştu.

TİP’in aşılması ve MDD muhalefeti

Çalışmamızın ilk bölümlerinin konusu olan 1920-25 TKP geleneğinin elli yıllık mücadele tarihi, pratik politika yönünden işçi sınıfın ve gençlik içerisinde örgütlenmeye dayalı olarak devrimci zoru temel almayan yayın faaliyeti ve birkaç kişiden oluşan illegal propaganda- ajitasyon gruplarından oluşuyordu. Öncesinde Şefik Hüsnü ve Hikmet Kıvılcımlı çevreleri başta olmak üzere, sosyalist bir program ve tüzüğe sahip yasal parti denemeleri yapılmış olsa da, devletin baskıları ve kapatmalar sonucunda elle tutulur bir birikime sahip olamadan tasfiye olmuşlardı. Dolayısıyla, toplumda belli bir karşılığı olacak şekilde örgütlenebilen ilk legal oluşum TİP oldu.

TİP, öngördükleri sosyalizme ulaşmakta parlamentoyu araç olmaktan öteye amaç olarak ele aldıkları için mücadele perspektifleri de seçime yönelikti ve sınırları da parçası oldukları egemen sistemin tolerans gösterdiği kadardı. Bu sınırların aşılmaya çalışılması rejimden önce TİP için de ‘kırmızı çizgi’ydi. Dolayısıyla işçi sınıfının ve gençliğin radikalleşerek kitleselleşmeye başlayan mücadelesi, TİP sınırlarını aşan boyuta geldiğinde ciddi sorunlar baş göstermeye başladı. Devrimci gelişim dinamikleri baskılanmaya çalışılan gençlik, TİP yönetimine cepheden tavır alarak MDD programı ile ortaya çıkan ve muhalefet odağı olarak örgütlenen anlayıştan yana taraf oldular.

Gençliğin MDD saflarında yer alması, TİP’in farklı olarak sistem dışı bir arayışa yönelmesi ya da devrimci zoru esas alan bir strateji geliştirmesinden kaynaklı değildi. MDD, esasta ideolojik-politik olarak ne TİP’ten ne de süregelen TKP ve Hikmet Kıvılcımlı gibi çevrelerden çok farklı bir anlayışa sahip değildi. Söz konusu bütün çevre ve gruplar II. Kurtuluş Savaşı ve ulusalcılık temelinde mevcut rejime karşı Kemalizmi ve 61 Anayasası’nın kapsamını temel alıyorlardı. MDD de 1961 Anayasası’nın özünün ve perspektifinin kendi tezleriyle benzer olduğunu savunuyordu.

MDD, sosyalizm stratejisini, parlamentodan yararlanmayı ilkesel olarak reddetmese de, parlamenter sistem içinde herhangi bir sosyal, ekonomik vb. ilerlemenin sağlanamayacağı anlayışı üzerinden kuruyordu. Bu stratejiyi, iktidar hedefli bir devrim perspektifi olarak önüne koymuyordu. TİP, ‘Sosyalist Devrim’ derken MDD, ‘Milli Demokratik Devrim’ diyordu. TİP, Kemalistlerin kendi burjuva devrimini gerçekleştirdiği ve feodal üretim ilişkilerini tasfiye ettiği, dolayısıyla artık işçi sınıfının önünde sosyalizmi kurmak için bir engel kalmadığını savunuyordu. Milli burjuvaziyi emperyalizmin işbirlikçisi olarak değerlendirerek, bu perspektif doğrultusunda milli burjuvazi ile ittifakı reddediyordu. TİP’in önderliğinde anti-kapitalist mücadeleyi öngören cephe öneriyordu. Açık olarak dillendirmese de, SBKP (Sovyetler Birliği Komünist Partisi) 20. Kongresiyle birlikte enternasyonalizmin politikasının yeni boyutu olarak gündemleştirdiği, “Kapitalist olmayan yoldan sosyalizme geçiş” teziyle uyumluydu. Yani parlamenter ve barışçıl yollarla iktidarı ele geçiren “ilerici” güçlere, gelişmiş sosyalist devletlerin yani Sovyet Rusya’nın yardımları sonucu kapitalist aşamayı yaşama zorunluluğu olmadan doğrudan sosyalizme geçilecekti. TİP, ‘sosyalist devrim’ derken özetle bunu savunuyordu.

Çevresinde ağırlıklı olarak gençliğin ve emekçi sınıfların toplandığı MDD ise, ülkeyi yarı sömürge yarı feodal olarak analiz ediyordu. Dolayısıyla, stratejik konumlanmasını da emperyalizme (ABD emperyalizmi) ve onun yerli işbirlikçilerine karşı ‘milli’ sınıf ve güçleri (milli burjuvaziden ordu içindeki zinde güçlere kadar) herhangi bir sınıfın önderliği olmaksızın kapitalizmi içermeyen anti-emperyalist bir mücadeleyle tam bağımsızlığı hedefleyen geniş tabanlı bir ‘milli cephe’ oluşturmak olarak belirliyordu. Bu temelde emperyalizme karşı tam bağımsızlığını kazanan ve demokratik devrimi gerçekleştirecek olan ülke, iktisadi olarak kalkınıp gelişecek, aydınlanacak ve bu süreç içerisinde güçlenen işçi sınıfı ülkeyi sosyalizme taşıyacak!

MDD, işçi sınıfının devrime fiili öncülük yapabilecek niteliğe ulaşmadığı tespiti üzerinden, ona ideolojik öncülük misyonu biçiyordu. ‘Devrimin ideolojik-politik fiili öncüsü işçi sınıfı değilse kim ya da kimlerdir?’ sorusunun cevabı, öngördükleri ‘milli cephe’ unsurlarıydı. MDD hareketi, Kemalist rejimin asli kurucu unsuru olan CHP’yi de kapsayacak şekilde öngördüğü geniş ‘milli cephe’ oluşumundan, iktisadi ulusal kalkınmacılığa ve özellikle de ordu içindeki Kemalist askerlerin başını çektiği ‘zinde kuvvet’lere atfettiği önemi içeren çizgisi, güçlü şekilde etkisi altında olduğu Yön çevresinin görüşlerinden nitelik olarak farklı değildi. İşçi-emekçi kitlelerin eseri olacak bir devrimi olanak dahilinde görmüyordu. Bu eksende, MDD’nin öngördüğü devrimin asli unsuru-öncüsü, kitleler değil ‘zinde kuvvetler’dir!

Son tahlilde iktidar hedefinden yoksun olan TİP ve MDD, sisteme muhalif bir hareket olma niteliğinden öteye bir ufka sahip değildi. Her iki çevrede de devleti doğrudan karşılarına almaktan özenle sakınan, ‘Bağımsızlık ve Demokrasi’ hedefli mücadele veren örgütler olmaktan öteye geçemediler.
Genel tablo bu şekilde olmasına rağmen, hızla gelişen ve pratik mücadelede sistem sınırlarını ciddi olarak zorlayan devrimci gençliğin tavrı, neden MDD’den yana oldu?!

TİP’ten farkı olarak MDD muhalefeti; Çin, Küba devrimlerinden genel olarak Güney Amerika devrimci hareketlerinin gelişim dinamiklerinden ve özellikle ABD emperyalizmine diz çöktüren Vietnam Kurtuluş Mücadelesi düzleminde uluslararası devrimci gelişmelerin etkisine oldukça açıktı. Bunun yanında her ne kadar iktidar hedefli bir stratejiyle devleti doğrudan karşısına almasa da, mevcut iktidarı ve yönetim biçimini ‘Filipin tipi demokrasi’ kavramıyla ABD emperyalizminin kuklası olarak değerlendiriyordu. II. Dünya Savaşı sonrasında ABD emperyalizmi, işbirlikçi-gerici Adnan Menderes hükümeti eliyle ülkeyi sömürgeleştirmiş ve aynı zamanda Kemalist devrimin kazanımlarını ortadan kaldırmıştı! Dolayısıyla milli cephede bir araya gelecek güçler, ABD emperyalizmi ile birlikte mevcut koşullarda AP (Adalet Partisi) olarak ülkenin üzerine çöreklenmiş olan işbirlikçi-gerici iktidarı söküp atarak ‘Tam Bağımsız Türkiye’ kurulmalıdır diyordu ve bu tavır pratik mücadeleyi yükselten gençlikte karşılık buluyordu.

Bir başka neden ise, devrimci gençlik hareketinin ivme kazanmasına paralel olarak devletin resmi kolluk güçlerinin saldırıları yanında, doğrudan devlet tarafından örgütlenerek yönlendirilen sivil faşist kontra güçlerin yoğunlaşan saldırıları ve bu saldırılara yönelik olarak devrimci gençliğin karşı saldırılar örgütleme yönelimleri düzen sınırlarını aşan arayışların derinleşmesini sağlıyordu. Öyle ki TİP ile devrimci gençlik hareketi arasında, özellikle gençliğin eylem çizgisi üzerine çelişkilerin artmasıyla birlikte, TİP ileri gelenleri devrimci gençlik eylemlerini “anarşist faaliyetler” olarak nitelendirmeye ve bunun faşist saldırılara ortam hazırladığı yönlü suçlamalarla eylemlere karşı tavır almaya başlaması da önemli bir dönüm noktasıydı. Bu gelişmeler devrimci gençliğin MDD saflarında tavır almasını beraberinde getiren önemli etmenlerdendi.

MDD ayrışması, Hikmet Kıvılcımlı ve sınıf siyaseti

TİP ve MDD düzleminde ülkenin sosyo-ekonomik yapısı ile hakim üretim biçiminin ne olduğu üzerinden yapılan ve sonraki yıllarda sol-sosyalist harekete yön verecek olan tartışmalar; sınıf siyasetini işçi sınıfı içinde çalışmaya indirgeyen, bu temelde sendikalizm ve ekonomizm anlayışıyla reformizmi temel alan soyut bir kapitalizm karşıtlığı ile her ne kadar sınıf siyasetini ve işçi sınıfının rolünü teorik boyutta reddetmese de, “II. Kurtuluş Savaşı” perspektifi ekseninde TC devletinin nesnelliğini görmeyen, onu karşısına almayan soyut bir anti-emperyalizm tanımıyla esasta kastedilen ABD emperyalizmine karşı ‘II. Kurtuluş Savaşı’yla’, ‘Tam Bağımsızlık’ mücadelesini öngören iki farklı çizgi şekillendi. Son tahlilde birinin ‘Sosyalist Devrim’, diğerinin ‘Milli Demokratik Devrim’ demesi nitelik olarak fazla bir şey değiştirmiyordu. Bu doğrultuda devrimci gençlik hareketinin MDD tezleri çizgisinde TİP’ten kopması demek aynı zamanda işçi sınıfının örgütlü gücünden ya da sınıftan kopması anlamına geliyordu. İşçi sınıfı TİP tabanında ve Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nda (DİSK) örgütlenmişti. DİSK, çoğunluğu TİP’li sendikacılar tarafından kurulmuştu (1967 Şubat) ve kuruluş perspektifi olarak TİP eksenli bir sosyalizm öngörüyordu. Dolayısıyla işçi sınıfı örgütlü güç olarak MDD hareketi anlayışıyla değil, TİP ile hareket ediyordu. Bu minvalde işçi sınıfı içerisinde örgütlenip gelişen gençlik, işçi sınıfından kopuyordu.

MDD tezleri esasında 1925 TKP’sinin Kemalizme endeksli ideolojik, politik duruşunun 1960’lı yıllar konjonktüründe Marksizme yedirilerek yeniden üretilmesiydi. Bu eksenli ‘Marksist’ pratikler Güney Amerika’da, Asya ve Ortadoğu’da yaşanıyordu. Kaynağını da Sovyet Rusya’nın yeni stratejik yönelimi temelinde Komitern’in II. Kongresinde alınan ve anti-emperyalist politikaları önceleyen kararları oluşturuyordu. Bu kararların özeti işçi sınıfının yeterince gelişmemiş olduğu ülkelerde sınıf mücadelesi yerine anti-emperyalist mücadelenin ikame edilmesiydi. MDD tezleri de bununla uyumluydu ve bir şekilde işçi sınıfının yerine gençlik ve dolayısıyla küçük burjuva sınıfların belirleyici olduğu Milli Cephe ikame ediliyordu. Bu da mücadeleye sınıfsal zeminden değil ulusal zeminden bakıldığı anlamına geliyordu. Özetle, TİP’in parlamenterist uzlaşmacı stratejisine karşı devrimci bir yönelim arayışı olarak ileri bir adım atılırken, sınıf damarının zayıflaması ise zaaflı yan olarak ortaya çıkıyordu.

MDD’nin yöneliminde, sistem dışı bir arayış yoktu. TİP eleştirileri üzerinden yapılan parti içi ‘iktidar’ mücadelesinde sonuç alınamamış olması nedeniyle yeni bir legal parti kurulması öngörülüyordu. Özellikle de gençlik eylemlerinin gelişmesi ve düzen sınırlarını ciddi olarak zorlaması, MDD ileri gelenlerinde rahatsızlıklar oluşturmaya başladı. Çünkü aynı süreçte gençlik, mücadelenin merkezinde devrimci zorun esas olmasını tartışmaya başlamıştı. Gençliğin TİP reformizmine karşı devrimci bir duruş sergilemesi ve devrimci zor yönelimi, MDD ileri gelenleri tarafından TİP’e benzer bir şekilde maceracılıkla, kitlelerden kopmakla vs. suçlanıyordu.

Bu aşamada büyük bir adanmışlıkla devrim-komünizm mücadelesine yaşamını koyan ve bu topraklarda Marksizmin teorik düzlemde özgürleşmesinde ortaya koyduğu eserlerle önemli bir yere sahip olan ve TDH’nin tartışmasız en yetkin Marksist teorisyeni Hikmet Kıvılcımlı’nın gençliğin devrimci yönelimine karşı tavrının incelenmesi de önemlidir.

Çalışmamızın konusu bir bütün olarak Hikmet Kıvılcımlı üzerine yoğunlaşmak olmadığından yalnızca 1930’lardan 70’lere uzanan Kıvılcımlı gerçekliğinin bir boyutuna değinmeye çalışacağız.

TDH’de Marksist bir damar olan Kıvılcımlı, 1930’larda tüm boyutlarıyla Türkiye devlet sisteminden ideolojik olarak koparak ezilenlerin iktidarını hedefleyen devrimci-komünist bir hareketin mihenk taşları olan ulusal sorun ve Kemalizm gibi temel meseleleri tahlil ederek Marksizm’in evrensel ilkelerini yerel dinamiklerle buluşturmaya yönelmiş. Batı merkezci Ortodoks Marksizm propagandasından kurtuluşu işaret etmiş ve ‘Halk Savaşı Planları’nı ortaya koymuştu. Açıktır ki bu yönelimiyle silahlı mücadeleyi ve dolaysıyla devrimci zoru mücadelenin temel argümanı olarak işaret ediyordu.

Ne var ki, 1960-70’li yılların tarihsel koşulları daha da yakıcı bir şekilde 1930’larda yaptığı tahlil ve planlamaları gerekli kılıyor olmasına rağmen Kıvılcımlı, pratik politika sahasında otuz yıl öncesinde ortaya koyduklarından bihaber gibi davranarak, ‘halk savaşının planlarının uygulanmasını’ ya da silahlı mücadeleyi “ehil insanlara” bırakmayı yeğliyordu! Ne kendisini ve çevresini ne de devrimci zoru temel almaya yönelen gençliği, buna ‘ehil’ olarak görmüyordu. Kıvılcımlı’yı böylesi bir yaklaşıma iten nedenler konusunda çok şey söylemek mümkün ancak çalışmamızın konusu olmadığından bu aşamada gençliğin devrimci kopuşunun diyalektik gelişim dinamiğini okuyamamış olduğunu işaret etmekle yetiniyoruz.

Diyalektik devrimci gelişimi okuyamayan Kıvılcımlı, hem teorik hem de pratik olarak 71 devrimci kopuşuna giden sürecin temel aktörü ya da Türkiye devriminin Lenin’i olmaya en yakın devrimci önder olarak sürecin dışına düşmüştür. Daha doğrusu sağlam bir teorik zeminde oluşturduğu Marksizm damarını 71’e uzanan devrimci gençlik hareketiyle buluşturamaması büyük bir kayıp olmuştur. Gençliğin, devrimci zoru temel alan pratik yönelimiyle Kıvılcımlı’nın söz konusu ideolojik kopuş perspektifinin buluşması demek, bütünsel bir devrimci kopuşu beraberinde getirecek Türkiye devriminin özgün gelişiminin kapısını sonuna kadar aralayacak ve devrimin yolunu açan bir nitelik kazanması ihtimalinin ortaya çıkması içten bile olmayacaktır!

Ne var ki devrimci gençliğin genel olarak geleneksel mücadele yöntemlerini ve daha özelde ise TİP-MDD anlayışının hem teorik hem de pratik olarak aşılmasının nesnel bir boyut aldığı aşamada Kıvılcımlı’nın tavrı diğerlerinden farklı olmamıştır.

Devrimci zoru öncelemeye başlayan ve pratik olarak mevcut ‘sol’ anlayışları aşmaya yönelen gençlik eylemlerini anarşi olarak değerlendiren Kıvılcımlı “Anarşi Yok Büyük Derleniş!” sloganı altında gençliğin silahlı mücadeleye yönelimini olumsuzlayarak tarihsel koşulları içinde çoktan aşılan ve miadını dolduran reformist-parlamenterist TİP çatısı altında derleniş çağrısı yapıyordu. Kıvılcımlı, bu çağrıyla esasta gençliğin sınıftan kopuşunun önüne geçmek ya da gençlik hareketinin işçi hareketleriyle bağ kurmasını amaçlıyordu demek yanlış olmaz. Çünkü devrimci sendikacılık faaliyeti olarak YİS (Yapı İşçileri Sendikası) pratiği gibi somut çalışmalarla bunu gösterme çabasındaydı fakat taktik yönelimi doğru değildi. Doğru tutum, gençliğin yönelimini olumsuzlamak yerine işçi sınıfı çalışmalarını devrimci zoru temel mücadele biçimi olarak önlerine koyan gençlikle buluşturmak olmalıydı. Ne var ki ‘kitaba uygun davranma’yı yeğledi ve her ülke devriminin kendi yatağını bulası özgünlüğünü ortaya çıkarma sürecinden geçen Türkiye gerçeğini görmekte yetersiz kaldı.

Yaşamının yirmi yılı aşkın bir dönemini hapislik koşullarında geçiren, Marksist araştırmacı-teorisyen ve militan bir devrimci komünist olarak sayısız teorik çalışmalar yanında Marksizm’e katkı boyutunda ‘Tarih Tezi’ gibi özgün eserler ortaya çıkaran Hikmet Kıvılcımlı, pratik politika söz konusu olduğunda ülke özgünlüğünün devrimci gelişim dinamiğinin gerisinde kaldı.

Yatağını arayan devrimci gençlik hareketi

Kısa sürede gelişen ve yaygınlaşarak tepe noktasına ulaşan MDD; Devrimci Gençlik federasyonu (Dev-Genç) çatısı altında örgütlenen ve eylemsel niteliği her geçen gün güçlenen hareketin ihtiyaçlarına cevap veremez hale gelmişti. Dahası bir noktadan sonra TİP reformizmine muhalif olarak devrimci tavır takınabilen ve gençlik hareketi dinamiğinin gelişmesine ortam hazırlayan MDD, artık aşılması gereken bir ‘engel’ haline gelmişti. Gelişim dinamiği içerisinde devrimci zorun temel argüman olduğu yeni mücadele şartları gerek ülke gerekse dünya koşullarında zirve noktasındaydı ve gençlik hareketini derinden etkileyen özellikler taşıyordu.

Ülke koşullarında ivme kazanan devrimci gelişim dinamiği gençlik hareketiyle sınırlı değildi. İşçi sınıfı tarihinin en hareketli dönemine girmiş, DİSK çatısı altında örgütlenmesi engellenen işçilerin grevler ve fabrika işgalleri, işçi sınıfının mücadelesine yeni bir dinamizm kazandırıyordu. Trakya ve Kürt illeri başta olmak üzere ülkenin birçok yerinde tapu-kadastro rejimine karşı toprak işgalleri; Ege, Akdeniz ve Karadeniz’de üretici mitingleri, eylemler sürecine yeni alanlar açıyordu. ABD 6. Filo’suna karşı protesto eylemlerinin yoğunlaşması, anti-emperyalist mücadeleyi soyut bir söylem olmaktan çıkartıp ona somut bir nitelik kazandırırken; gençlik eylemlerine amansızca saldıran polisin yanında, sivil faşist kontra güçlerin saldırıları da yoğunluk kazanarak katliam boyutuna ulaşmaya başladı. 6. Filo protestoları sürecinde Vedat Demircioğlu, ardından 1969 Şubat’ında tarihe Kanlı Pazar olarak geçen katliamlar ilerleyen süreçlerde yoğunlaşacak olan sivil faşist kontra saldırılarının işaret fişekleriydi. Devrimci zoru koşullayan dinamik gelişmelere MDD’nin cevap olabilme kapasitesi ve niteliği yoktu.

İç koşullarda yaşanan gelişmeler ve devrimci gençliğin yönelimini nitelik olarak geliştiren önemli etkenlerin diğer bir boyutu da dünya genelinde yaşanan mücadelelerin yansımalarıydı.

Güney Amerika’dan Asya’ya, Orta Doğu’dan Afrika’ya neredeyse bütün dünyada ulusal ve sınıfsal boyutlarda gerilla ve halk savaşları yaşanıyordu. Bunların mahiyetinin sınıfsal veya ulusal olması, güçlü ya da zayıf olması fark etmiyordu. Öyle ki tek başına ABD emperyalizmine karşı Vietnam’da Ho Chi Minh önderliğinde verilen büyük savaş, bütün dünyadaki devrimci hareketleri olduğu gibi Türkiye devrimcilerini de derinden etkiliyordu. Dünyanın dört bir yanında gerilla savaşları gelişiyordu. Sovyet Rusya’ya yönelik sert eleştiriler ve bu eleştiriler üzerinden yapılan polemikler de sertleşiyordu. Ayrıca tüm dünyada yıldızı parlayan bir ideoloji olarak Çin Halk Cumhuriyeti de önemli bir faktördü. Kültür devrimi ve genel olarak Çin Komünist Partisi (ÇKP) ideolojisinin devrimci gençlik üzerinde yaratmış olduğu atmosfer; Avrupa’yı kasıp kavuran 1968 gençlik hareketinin farklı düzlemde moral etkileri yanında özellikle de Filistin halkının direnişi ve daha öncesinde de Che Guevara’nın enternasyonalist gerilla mücadelesine yönelmesi, devrimci gençlik için gerilla savaşı çağrısı olarak okunuyor ve tüm gelişmeler Türkiye şartlarında da benzer örgütlenmelerle mücadele anlayışını güçlendiriyordu. Artık öylesine bir ortam oluşmuştu ki devrimci zoru esas almayan devrimci – demokrat kişi ve çevreler oportünist olarak suçlanıyordu. 1960’ların ikinci yarısından itibaren hızla gelişmeye başlayan işçi sınıfı hareketi de en yoğun eylemlilik dönemine girmişti. Böylesi bir ortamda MDD, 1970 Ocak ayı içerisinde Al ve Ak Aydınlık olarak ikiye bölündü. Birkaç ay sonra da burjuvaziyi ürkütmeye başlayan DİSK’in bertaraf edilmesine yönelik olarak dönemin Adalet Partisi (AP) hükümeti tarafından hazırlanan Sendikalar Kanunu Tasarısı gündeme getirildi. Burjuvazinin saldırısına karşı harekete geçen işçi sınıfı, 15-16 Haziran 1970’te polis ve asker barikatlarını aşarak iki gün boyunca Kocaeli-Gebze, İstanbul istikameti boyunca işçi havzalarından alanlara aktı ve büyük bir direnişle cevap verdi.

Devrimci kopuşu koşullayan sürecin temel unsuru ve gençliğin birleşik örgütü olan Dev-Genç, hiç kuşkusuz güçlü bir şekilde 15-16 Haziran direnişine dahil oldu; ancak direnişi örgütleyen ve direnişe öncülük yapan bir nitelik taşımıyordu. Her ne kadar sonradan dahil olsa da direniş devrimci gençlik açısından öğretici bir okul görevi gördü. Devletin asker ve polis gücü ile işçi sınıfının direnişine katliamla cevap vermesi, devrimci zorun ve illegal örgütlenmenin nesnel bir zorunluluk olduğu gerçeğini ayan beyan ortaya çıkardı.

15-16 Haziran Direnişi; ardından yoğunlaşan saldırılar, İstanbul merkezli sıkıyönetim sürecini ve beraberinde sivil faşist saldırıların yoğunlaşmasını getirdi. Akabinde işçi, emekçi ve gençlik eylemleri hızlı bir şekilde inişe geçti. TİP’ten MDD’ye kadar bir döneme öncülük yapan “eski kuşak sosyalistler” sessizliğe gömüldü ve devrimci gençlik kendisi ile baş başa kaldı. Bu süreç Dev-Genç içinde farklı görüşlere sahip olan devrimci grupların netleşme – ayrışma süreçlerini hızlandırdı Ve yeni oluşumlar için koşulların olgunlaştığı kararına ulaşmalarını beraberinde getirdi. Böylece Dev-Genç içinden, 1970 yılın son aylarında Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu 1972 Nisan’ında da Türkiye Komünist Partisi + Marksist-Leninist olmak üzere üç ayrı devrimci örgüt – parti ortaya çıktı.

71 devrimciliği ve kopuşun niteliği

Mahir Çayan, Deniz Gezmiş ve İbrahim Kaypakkaya önderliğindeki üç ayrı çizgiyi temsil eden ve devrimci zoru temel alma noktasında benzer duruş sergileyen yapılar, 50 yıllık TKP geleneği ve ardıllarından kuşkuya yer vermeyecek şekilde pratik kopuş gerçekleştirdiler. Her üç yapı için ortak özellik olarak ele alacağımız kopuşun temel niteliği ise devrimci zoru mücadelenin esas biçimi olarak önlerine koymaları ve bu temelde geleneksel solun iktidar hedefinden yoksun dar propaganda grupları anlayışına saplanıp kalan kadro devrimciliğini pratik olarak aşmış olmalarıydı. Ne var ki bu aşma eylemi, aynı zamanda Türkiye Devrimci Hareketi nezdinde bitmek tükenmek bilmeyen niteliksiz bölünmelerin kapısının ardına kadar açılmasını da beraberinde getirdi.

Devrimcilik söz konusu olduğunda birbirini kesen bir duruş sergileyen anlayışların ayrı kanallara yönelmesinin temelinde ülkenin sosyo-ekonomik yapısı, toplumsal ve tarihsel gerçekliği üzerinden yapılan tartışmalar ya da bu zeminde gelişen hesaplaşmalar vardır. Ülkenin özgün nitelikleri pek dikkate alınmayarak dışarıdan alınan hazır devrim stratejilerinin formüle edilip uyarlanması öne çıktı. Başka bir ifade ile sosyalist devletlerin aralarındaki ideolojik-politik ayrışmalara göre seçilen bir karakter taşıyordu. Genel olarak dünyanın dört bir yanında gelişen gerilla savaşları ve özelde de Güney Amerika ile Çin Devrimi etkisi, devrimci kopuş ve şekillenmede etkili oldu. Bu eksende devrimci bir kopuştan söz edebiliriz fakat yerelden beslendiği damar, Hikmet Kıvılcımlı’nın açığa çıkarmaya çalıştığı Türkiye ve Doğu toplumlarının tarihsel kültürel ve sosyal siyasal dinamikleri değildi. Daha çok içinden çıktıkları MDD hareketinin tarihsel koşullar içerisinde yeniden üretilerek devrimci gençlik damarlarına pompalanan ve Marksizmin aşaması olarak algılanması sağlanan Kemalizm ve İttihatçılık oldu. Dolayısıyla 50 yıllık mücadele tarihinde bu yeni devrimci oluşumlar ilk defa doğrudan devleti karşılarına alma cüreti gösterdiler fakat karşılarına aldıkları devlet, kuruluşundan itibaren anti-komünist olan ve burjuva ideolojisini temel alan Kemalist devlet değildi. 1950 seçimleri ile iktidara gelen ve ‘Kemalist Devrim’in kazanımlarını ortadan kaldırmaya yöneldiği için 27 Mayıs Darbesi’yle ‘zinde güçler’ tarafından bertaraf edilen ancak birkaç yıl sonra Adalet Partisi marifetiyle tekrar ele geçirilen gerici, sağcı ve emperyalizmin işbirlikçisi denilen “devlet”ti.

THKO kurucu önderi Deniz Gezmiş’in de içinde yer aldığı “27 Mayıs Milli Devrim Derneği” tarafından örgütlenen 1968 19 Mayıs ‘Samsun’dan Ankara’ya Tam Bağımsızlık için Mustafa Kemal Yürüyüşü’ yapan, ilerleyen yıllarda gerilla eğitimi ve dayanışma amacıyla Filistin’e giden, Nurhaklar üzerinden dağa yönelen aynı Deniz ve yoldaşları tutsak düştüklerinde: “Biz aslında 61 Anayasası’nın hedeflediği düzeni gerçekleştirmek istiyorduk. Bunlar da (iktidar) 61 Anayasası’na karşılar ve biz bunlara savaş açtık!” diyorlardı savunmalarında. Aynı şekilde Mahir Çayan ve yoldaşları da ilk THKP-C davası savunmasında: “Biz 61 Anayasası’nı savunuyoruz. 61 Anayasası, Türkiye’de milli ve demokratik nizamı öngörmektedir. Adalet Partisi ve diğer gericiler bu zamanın gelmesini engellemeye çalışmaktadır. Biz de onun için savaşmaktayız. (…) “Görülüyor ki, tıpkı bugün olduğu gibi, I. Kurtuluş Savaşı sırasında da Milli Kurtuluşçular ile aynı zamanda Milli Kurtuluşçu olan Marksistler arasında zıtlık yoktur, tam tersine, aynı hedef doğrultusunda bir güç birliği vardır. O dönemdeki mücadelenin hedefi ise bugün olduğu gibi ‘tam bağımsızlıktır’. Seçtiğimiz yol, Gazi Mustafa Kemal’in açtığı yoldur onun başlattığı Anadolu ihtilalinin yoludur.” diyorlardı.

12 Mart 1971’de darbe sürecine kadar TİİKP (Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi) içinde yer alan İbrahim Kaypakkaya’nın benzer görüşlere sahip olduğu biliniyor; ancak Mahir ve Deniz’in ideolojik şekillenmeleri “Mustafa Kemal devrimciliği” dedikleri kopuşu tam olarak pratik devrimci temelinde sağlayamadılar çünkü stratejilerinin hedefi II. Kurtuluş Savaşı anlayışıyla “tam bağımsızlığı” esas alıyordu ve bunu da “ Marksizm’in alt aşaması Kemalizm’in” hedeflerine ulaşarak yapmayı temel alıyorlardı. Dolayısıyla ideolojik olarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucu unsuru olan Kemalizm’i doğru tahlil ederek o eksende bir taktik ve strateji oluşturamayan anlayışı ne derece radikal devrimci bir tavır geliştirirse geliştirirsin hem sistemden hem de geleneksel sol-sosyalist anlayışlardan köklü ve sağlıklı bir devrimci kopuş gerçekleştirmiş olduğunu iddia edebilmek, bir hayli zor olacaktır!

Doğrudur! Geleneksel sol-sosyalist anlayışın reformist, statükocu duruşu reddedilmiş ve devrimci bir savaş perspektifi ekseninde pratik yönelime girilmiştir. Fakat bu yönelim, anti-komünist burjuva Kemalist devlete karşı bir savaş değildir. Deniz’in ve Mahir’in açık olarak işaret ettikleri mevcut kurulu iktidara yöneliktir. Yani sistem içi iktidar savaşında Kemalist klik lehine radikal bir muhalif tavır alıştır. Komünistlere, farklı uluslara, azınlık haklarına, Sünni İslam dışındaki inançlara ve işçi sınıfına düşman olan Kemalizme yaklaşım, hem ideolojik hem de pratik şekillenmeyi, stratejik hedefler ekseninde sakatlayan en temel handikaptır.

Her üç örgütsel yapı da, Türkiye’de kapitalizmin egemen olduğu dolayısıyla isçi sınıfının temel ve öncü güç olduğunu savunan reformist sosyalistler (Bu arada işçi sınıfının temel ve fiili öncü güç olduğunu savunanların külliyen reformist olması; dikkat çekici, ilginç bir durumdur!) karşısında demokratik devrim anlayışını ve buna bağlı olarak işçi sınıfının ideolojik öncülüğünü savunuyordu. Yaşanan ayrışmaların belirleyici nedenlerinden olan ancak son tahlilde kategorik olarak birbirinden nitelik farkı bulunmayan tespitleri, ülkenin iktisadi, sosyal-siyasal ve tarihsel gerçekliğine yönelik araştırmalar üzerinden tahlil ederek değil, yine her çevre kendisine yakın hissettiği sosyalist kampların ideolojik formasyonunu ülke şartlarına uyarlayarak geliştirdiler.

Öte yandan Şefik Hüsnü TKP’si ile somutluk kazanan sosyal-şoven Kemalist ideolojinin MDD eliyle üretildiği ideolojik zemin, önemli oranda Mahir ve Deniz çizgisinde varlığını sürdürmeye devam etti. Devrimci duruş ve üretkenlik bakımından dönemin en parlak isimlerinden olan Mahir, Kesintisiz Devrim 2 ve 3’te Marksizm ve Leninizm’i sahiplenirken, anti-komünist ve katıksız bir burjuva ideolojisi olan Kemalizm’e anti-emperyalist devrimci bir misyon biçiyordu.

“Kemalizm, emperyalizmin işgali altındaki bir ülkenin devrimci – milliyetçilerinin bir millî kurtuluş bayrağıdır. Kemalizm’in özü, emperyalizme karşı tavır alıştır. Kemalizm’i bir burjuva ideolojisi veya bütün küçük burjuvazinin ve yahut asker-sivil bütün aydın zümrenin ideolojisi saymak, kesin olarak yanlıştır.(…) Kemalizm, küçük-burjuvazinin en sol, en radikal kesiminin milliyetçilik tabanında anti-emperyalist bir tavır alışıdır. Bu yüzden, Kemalizm soldur; millî kurtuluşçuluktur. Kemalizm, devrimci-milliyetçilerin, emperyalizme karşı aldıkları radikal politik tutumdur.”

Deniz Gezmiş’in manifesto niteliğinde olan “Yaşasın Marksizm’in Leninizm’in yüce ideolojisi. Yaşasın Türk ve Kürt halklarının ortak mücadelesi!” biçimindeki son sözleri, her ne kadar ideolojik işaretlerini veriyor olsa da son tahlilde her iki örgüt de pratik politikada radikal bir devrimci çizgiye yönelmiş olsa da onlar da geleneksel solun taşıyıcısı olduğu egemen burjuva ideolojisinden kopamadılar.

İdeolojik kopuşa yönelimde İbrahim Kaypakkaya’nın ayırt ediciliği

MDD Hareketinin Ak ve Al Aydınlık olarak bölündüğü süreçte İbrahim Kaypakkaya Ak Aydınlık’tan yana tavır aldı. TİİKP olarak örgütlenen çevre; “Bizim partimiz milli kurtuluş cephesidir. Bizim partimizin komutanı Mustafa Kemal’dir. Bizim partimizin üyeleri Amerika sömürgecileri ile ortaklık etmeyen bütün millettir.” (İşçi-Köylü Sayı:7) diyordu. İbrahim Kaypakkaya da benzer düşüncelere sahipti.

12 Mart (1971) Darbesi öncesinde kaleme aldığı yazılarda belirgin olarak Kemalizm’i över Kaypakkaya. Kısa bir zaman dilimi içerisinde üyesi olduğu sosyal-şoven çevreden ve genel olarak da geleneksel sol anlayıştan hem pratik hem de ideolojik kopuşa yöneldi. Öyle ki Mustafa Suphi’lerin katledilmesi sürecinden sonra Türkiye devrimci hareketinin mayasının bozulmasında temel etken olan Kemalizm ve buna bağlı olarak ulusal soruna, Milli Mücadele’ye yönelik ideolojik kopuş boyutunda yaptığı tespitlerle ayrı bir yerde durur.

1930’larda Hikmet Kıvılcımlı tarafından kaleme alınan fakat yazıldığı süreçten itibaren tarihin tozlu raflarında gömülü kalan Kemalizm ve ulusal sorun tahlilleri, 40 yıl aradan sonra tarihsel koşulları içinde net ifadelerle “Kemalizm bir burjuva ideolojisidir.” diyen İbrahim Kaypakkaya tarafından yapılabildi ve egemen ideolojiden kopamayan devrimci hareketin tezlerini altüst ederek hem devrimci hareketin genelinden hem de egemen ideolojiden koparak yeni bir yol açtı.

“M. Kemal, halkımızın ilerici tarihinin bir parçasıdır” diyorlar. Halkımızın tarihi, zaten tümden ilericidir. Bütün dünya halklarının tarihi ilericidir. Ama M. Kemal, halkımızın tarihinin bir parçası değil, komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının ve onlarla birleşen orta burjuvazinin sağ kanadının, yani gerici sınıfların tarihinin bir parçasıdır.” (…) “Kemalizm ve milliyetçilik sınıfsal bir söylemdir ve belli bir sınıf ortaklığının ürünüdür.” diyen Kaypakkaya; Kemalizm’i ideolojik olarak çözümledi. Fakat pratik politikalarda çoğunlukla Kemalizmle ‘barışık’ olmayı Hikmet Kıvılcımlı’nın aksine ideolojik boyutta Kemalizmin reddi üzerinden pratik politikaya yöneldi.

1925 Şefik Hüsnü TKP’sinin yayın organı Orak Çekiç’te Şeyh Sait ayaklanmasına karşı “Arkadaş, kara kuvvet bizim de burjuvazinin de düşmanıdır, biz her şeyden evvel bu müşterek düşmanı yenmeliyiz; burjuvazi ile de ayrıca kozumuzu paylaşırız. ” dediği noktada benzer düşünceyi savunan Hikmet Kıvılcımlı, çağdaşı grupların görüşlerinin karşıtı olarak Kemalizm’den ideolojik olarak kopuşa yönelen Kaypakkaya, sosyal-şoven bir karakter kazanan ulusal soruna yaklaşım konusunda utangaçça bir şekilde “ Kürtler vardır!” söyleminden öteye geçmeyen anlayışları aşan ve sorunu ideolojik politik bir formasyona ulaştıran yerden süreci ele aldı. Şeyh Sait İsyanı’nın “Ezen ulusun milli zulmüne karşı ulusal bir ayaklanma” olduğuna işaret ederek ‘ tarihi olarak haklı ve ileri bir hareket’ olduğu tespitini yaptı. Geleneksel solun ideolojik boyutta ‘dinci, gerici ayaklanma’ değerlendirmesinin aksine; Şeyh Sait İsyanı’nı ezilen ulusun egemen devlete karşı duruşu yönünden ele aldı.

1970’lere kadar yalnızca Hikmet Kıvılcımlı tarafından teorik boyutuyla ele alınmış olan Kürt ulusal sorununu İbrahim Kaypakkaya; 70’lerin başında ülke gerçekliğini diyalektik gelişim ekseninde tahlil etti. Bir bakıma Hikmet Kıvılcımlı’nın 1930’larda yaptığı ancak kaleme aldığı süreçte mensubu olduğu TKP’nin ve 1960-1970’lerde kendi tercihinin sonucu olarak hasıraltı edilen tahlillerini Kaypakkaya; 1970’ler düzleminde değiştirerek bu yönüyle Marksist damarın işlevleşmesinin önünü açmayı başardı.

İbrahim Kaypakkaya’nın ulusal soruna yaklaşımının esası, Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı perspektifine dayanır. Ayırt edici yanı ise kabaca “Kürt sorunu vardır!” demesi ve somut koşulların nesnel tahlili üzerinden sorunu tarif etmesi ve “çözüm hedefli” mücadeleye yönelmiş olmasıydı.

Yalnız Kaypakkaya sorunun çözümünü, Türkiye Devrimi’nin ‘kaderine’ bağlamıştı. Yani sınıf mücadelesi perspektif temelinde Türkiye devrimi gerçekleşir ve ezilen ulus kendi kaderini tayin hakkını ayrılmaktan yana koyarsa ayrılır!” Klasik ezber anlayışını temel alıyordu. Bu bağlamda ezen ulus mücadelesinin kendi somut koşulları içinde bağımsız örgütlenmesi yaklaşımını sapma olarak değerlendiriliyordu. Üstelik, sınıf mücadelesi perspektifi temelinde halk ayaklanmasına öncülük yapmayı planlayarak pratik mücadeleye yöneldikleri coğrafya, ezilen ulusun yaşadığı Kürt coğrafyasıydı ve bu coğrafya halkının temel çelişkisi de ulusal sorundu!

Bunu görememiş olması Kaypakkaya’nın yönelimine en küçük bir halel getirmez. Çünkü Kaypakkaya’nın ortaya koyduğu ideolojik perspektifler henüz oluşum halindedir. Pratik sahada sınanarak olgunlaşıp tamamlanmasının koşulları sağlanamamıştır. Bu bağlamda 20’li yaşlarda genç bir devrimci komünist lider olarak üzerine düşeni yapmıştır. Asıl sorun, ezen ulusa mensup devrimcilerin Hikmet Kıvılcımlı tarafından tahlil edilen fakat tozlu raflarda bırakılan ve bundan tam 30 yıl sonra İbrahim Kaypakkaya’nın Marksist-Leninist perspektifle gündemleştirdiği Kürt Ulusal Sorunu’nu onun başlattığı noktadan ileriye taşıma basiretini gösterememiş olmasıdır.

İbrahim Kaypakkaya’nın ideolojik kopuşa yöneliminde, Kemalizm ve ulusal sorun tespitleri öne çıkan karakter taşısa da bunlarla sınırlı değildir. Kaypakkaya, tarihsel koşullar içinde “millicilik” akımı dışında kalan ve bu yönlü isabetli tespitlerde bulunan yegane kişiliktir. “Birtakım tarihsel ilerlemeler olur. Taçlar düştüğünde bazı dönemlerde hiç kimse o tacı alıp başına koymak istemez. Kurtuluş Savaşı ve sonraki dönem böyle bir dönemde o yüzden Birinci Meclis’te birinci ve ikinci gruptan başlamak üzere Kemalist hizip ile diğer hizip arasında mücadele ne Cumhuriyet-Şeriatçılık, Cumhuriyet-Hilafet mücadelesidir ne de ilericilik-gericilik mücadelesidir. Biz bu mücadeleyi bir tür ilericilik-gericilik bir tür Cumhuriyetçilik-Şeriatçılık-Hilafetçilik-Padişahçılık çekişmesi olarak anlamayız; öyle değildir, nitekim Kemalizm bir tarihsel ilerleme arabasına binmiştir, gitmektedir. Öbürleri de bu arabadadırlar.” demektedir.

Kaypakkaya’nın bu metni, ideolojik politik duruşlara yön veren modernizm, klasik anlamda aydınlanmacılık, merkezicilik, ilerlemecilik (Tarihsel olarak ileri olanın desteklenmesi, ilericilik-gericilik vb.) gibi argümanlardan kurtulmak gerektiğinin işaretlerini vermektedir.

Ne var ki aynı İbrahim Kaypakkaya; ideolojik ve pratik politika şekillenmesinde, Çin Halk Cumhuriyeti merkezli yönelim içine girmiştir. Öyle ki Türkiye’nin sosyo-ekonomik toplumsal ve benzeri koşullarını Çin koşulları ile aynılaştırarak Türkiye’nin de yarı feodal, yarı sömürge olduğu kabulü üzerinden oluşturduğu şablonla Türkiye devrimi stratejisini oluşturmuştur. Buna göre burjuvazi; köylülük, küçük burjuvazi, milli burjuvazi, işçi sınıfı tahlilleri Çin koşullarına nasıl formüle edilmişse Türkiye’nin de aynı durumda olduğu tespiti ile halk savaşının temel taktikleri, halk ordusunun temel ilkeleri, Kızıl siyasi üstler, kırlardan kentlerin kuşatılması, iki çizgi mücadelesi gibi Çin Devriminin bütün argümanları bire bir Türkiye koşullarına uyarlanmaya çalışılmıştır.

Devrimci kopuş, zaferi değil yenilgiyi getirdi

Devrimci hareket 1960’ların başından itibaren adım adım gelişim sürecine girdi ve 10 yıla yayılan faaliyetlerin ürünü olarak kitlesel bir boyut kazanarak burjuvazinin iktidarını tehdit etmeye başlayan devrimci bir nitelik kazandı. Bu gelişme aynı zamanda ABD emperyalizminin bölgesel çıkarlarının yanında anti-komünist savaş doktrinini zaafa uğratıyordu ve ne pahasına olursa olsun bertaraf edilmeliydi!

Devreye “sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi açtı” tespiti yapan emperyalizmin işbirlikçisi T.C. ordusu girdi ve temel hedef olarak sosyal uyanışı yani kitleselleşerek devrimci nitelik kazanmaya başlayan sistem dışı örgütlenmeye yönelerek iktidarı hedefleyen devrimci dinamikleri bastırmaya yönelik olarak 12 Mart (1971) Darbesi’nin startını verdi.

Darbe ile birlikte devrimci harekete yönelik baskı ve şiddet yoğunlaştı. Karşı direnişe geçmeye çalışan devrimci özneler, faşizmin saldırılarına cevap olamadı ve fiili bir yenilgi ile karşı karşıya kaldı. Bu bağlamda neden ve nasıl yenildik sorusu çok farklı çevreler tarafından yıllardır soruldu, soruluyor fakat verilen cevaplar bütünlüklü olmaktan uzaktı ve genel olarak da pratik sürecin yetersizliklerinde arandı. Özellikle de devrimci zoru mücadelenin merkezine koyarak iktidarı hedefleyen örgütler yenilgilerinin nedenlerini; 12 Mart askeri faşist rejimin saldırılarına hazırlıksız yakalanmaları, henüz yeni örgütlenmeye başlamış olmaları, bölünüp parçalanarak ayrı örgütlenme yoluna gitmeleri, mücadelenin sürekliliğini sağlamak için gerekli kurumsallaşma anlayışına sahip olamamaları, kitle ve sınıf hareketlerinin 15-16 Haziran hareketlerinin sönümlenmesi gibi gerekçelerle açıkladılar. Tüm bunlar ve daha fazlası kuşkusuz önemli etkenlerdir fakat yenilginin esaslarını belirleyen bu gerekçeler değildir.

Kronolojik olarak kuruluşu 12 Mart Darbesi sonrasında gerçekleşen TKP-ML’nin de darbe öncesi boyutuyla THKO ve THKP-C anlayışından nitelik olarak farklı bir duruşu yoktur. Bu bağlamda ayırt edici olan mevcut iktidarla ve sivil faşist kontra güçleriyle kıyasıya bir kapışmaya girilmişken, askeri rejimden sert ve baskıcı bir tutum beklenilmemesidir! Bunun nedeni ideolojiktir. Esası da çalışma kapsamında incelediğimiz Kemalist devletin ve ordusunun anti-komünist burjuva niteliğinin doğru tahlil edilmemesidir. Dolayısıyla stratejinin oluşması ve pratik politikanın bu eksende gelişmesidir.

71 devrimci özneleri; 12 Mart’a gelinirken geleneksel sosyalist hareketlerden mücadele biçimleri ve anlayış boyutu ile devrimci bir kopuş gerçekleştirmiştir. Hatta önemli bir açmaz ve yetersiz olarak geçmiş mücadele deneyim ve birikimleri ile aidiyet bağı bile kurmamıştır. Fakat ideoloji boyutu ile Şefik Hüsnü TKP’sinin zaaflarının büyük oranda taşıyıcısı olmuştur. Bunun en başında da egemen ideolojiden kopuşun gerçekleştirilememesi gelmektedir.

Çalışmamızın ilk bölümlerinde detaylandırdığımız yanlarıyla II. TKP’nin Batı merkezci, modernleşmeci, laik ideolojisi; Kemalizmin Batı eksenli muasır medeniyet dediği ideoloji ile de aynılaşıyordu. Bu bağlamda Kemalizm açıktan destekleniyordu. Türkiye işçi emekçi ve yoksul halkları, çok haklı olarak “ensesinde boza pişiren” Kemalist iktidar ile komünistleri aynı kefeye koyuyordu. Dolayısıyla 12 Mart sonrasında, pratik politikada karşılık yaratma koşullarının oluşması olanağı bulamayan Kaypakkaya’nın girişimi dışında, 71 devrimciliği, II. TKP somutunda vücut bulan anlayışlardan kendisini kurtaracak bir ideolojik hesaplaşma içine giremedi. İşçi, emekçi ve ezilen halklara yabancılaşmanın temel etkenlerinden dinin Türkiye toplumu üzerindeki etkisinden bihaber olarak Kemalizmin laiklik algısı üzerinden hareket ediliyordu. Özellikle de işçi, emekçi ve ezilen Sünni toplum dünyasında 71 devrimciliği, Kemalist parti CHP’den farklı değildi. Yani 71 devrimci kopuşuna rağmen Kemalistlerle komünistlerin halklar dünyasında ‘aynı’ olarak algılanmasında değişen bir şey olmadı.

71 devrimciliği önemli eksikliklerine ve özellikle de egemen kopuşu gerçekleştirme yönelimine girememiş olmasına rağmen geleneksel sol-sosyalist reformist anlayıştan koparak iktidar stratejisini gündemleştirebildi. Bu bahiste elbette egemen ideolojiden kopuş yönelimi ile İbrahim Kaypakkaya bir adım öndeydi. Fakat her üç örgüt bakımından iktidar yürüyüşü perspektifini sürekli kılabilecek bir konumlanma sağlanamadı.

1960’lı yıllar uluslararası devrimci-komünist hareketin bölünme yıllarıydı. Bir yanda Sovyet Rusya, diğer yanda Çin Halk Cumhuriyeti, Arnavutluk ve Küba, Güney Amerika devrimci-komünist hareketleri bulunuyordu. Söz konusu güçler arasındaki ideolojik mücadele sonucunda dünya genelinde yeni saflaşmalar oluştu. Bu saflaşmaların TDH’nin şekillenmesinde belirleyici rolü oldu. ML ilkeler düzleminde ülke ve bölge dinamizmi üzerinden, yani iktisadi, sosyo-kültürel, tarihsel ve inançsal boyutta ideolojik politik oluşuma yönelmek yerine, uluslararası sosyalist hareketin ideolojik kutuplaşmasını Türkiye’ye uyarlanması şeklinde gelişti. Bu da en başından itibaren ciddi zaafları beraberinde getirdi. Bölünmenin ana teması da bu eksen üzerinden gelişti. Ve her üç örgütün de ortak belirleyeni olan devrimci zorun esas olduğu düzlem üzerinden ülke somut koşullarının nesnel tahlili boyutuyla ideolojik ve pratik bütünsel kopuşu sağlayacak temelde bir devrimci savaş örgütü yaratılamadı.

12 Mart faşist cuntasına karşı cepheden savaş açan üç devrimci örgüt, hem ideolojik hem pratik boyutuyla kuruluş dönemi içindeydi ve kitle hareketinin tamamen son bulduğu koşullarda çok zayıf örgütsel yapıya sahiplerdi. Buna rağmen hesapsızca faşizmin üzerine yürüme cesareti gösterdiler.

1972’nin 30 Mart’ında Kızıldere’de Onlar, 6 Mayıs şafağında Üç Fidan ve 18 Mayıs 1973’te işkence tezgahında ser verip sır vermeyen İbrahim Kaypakkaya ölümsüzleşerek her şeyden önce devrimci bir çığır açmayı başardılar. Bu süreç, kendi diyalektik gelişimi içerisinde somut bir anlam kazanmış ve bir bütündür.

Devrimci diyalektiğin gelişim dinamiği içerisinde geleneksel sol-sosyalist anlayıştan kopuşu gerçekleştiren ve gençlik hareketini aşarak iktidarı hedefleyen devrimci örgütlere dönüşme sürecine girmeyi başaran üç yapı da kısa süre içerisinde hem ideolojik hem de pratik olarak büyüyüp serpilme potansiyelini çok güçlü şekilde taşıdıklarını göstermişlerdi. Yalnız söz konusu somut gelişim dinamiği içerisinde Kaypakkaya, pratik kopuşun yanında egemen ideolojiden de kopuş yönelimiyle 71 devrimci kopuşunu bütünleyici bir kopuşa dönüştürme potansiyeli yönünden ayırt edici bir yerdeydi. Ne var ki Kaypakkaya şahsında gelişen devrimci dinamik, öncelikle ardılları olmak üzere genel olarak devrimci hareket tarafından anlaşılıp kavranamadı ve geliştirilemedi.

Örgütlü mücadele tarihimizin ilk oluşumu TKP’nin önderi Mustafa Suphi ve yoldaşları tarafından geliştirilen ideolojik perspektif, Karadeniz’de Kemalizmin komplosuyla katledilmeleri üzerine kadük kalmıştır. Aynı şekilde Hikmet Kıvılcımlı’nın 1930’larda Mustafa Suphilerin kadük kalan ideolojik perspektifini daha ileri bir düzeyde geliştirerek mensubu olduğu Şefik Hüsnü TKP’sine sunmasına rağmen ısrarla görmezden gelinmesi ve Hikmet Kıvılcımlı’nın tasfiye edilerek pratikleşmesinin engellenmesinde olduğu gibi; İbrahim Kaypakkaya’nın geliştirmeye yöneldiği ideolojik perspektifi de katledilmesi sonucu kadük kalmıştır.

71 atılımı; devrimci dinamizmi sonrası ve günümüz için yeni bir başlangıcın temsilcileri oldular. Maalesef onların ulaştığı düzey geliştirilip aşılamadı. Devrimci kopuş sonrası faşizmin saldırılarıyla kesintiye uğrayan devrimci önderlik boşluğu doldurulamadı. Mustafa Suphilerin katledilmesinden sonra önderlik sorunu yaşayan Türkiye devrimci hareketi, 71’de yeni önderlik dinamikleri ortaya çıkardı; fakat bu dinamiklerin katledilerek tasfiye olması önderlik sorununa kronik bir boyut kazandırırken, iktidar stratejisinin bulanıklaşması gibi çok ciddi sorunları da beraberinde getirdi.

1973-1974 süreci ile birlikte yeniden hareketlenme emaresi gösteren devrimci harekette hem ideolojik hem de pratik politika yönünden ‘71 devrimciliğinin takipçileri olduğunu iddia eden farklı çevreler ortaya çıktı ve bunlar da kısa süre içinde hiçbir nitelik taşımayan bölünmelere maruz kaldı. Halbuki 71 devrimci önderleri ayrı kanallara akmış olmalarına rağmen devrimci dayanışma kültürüne ölümüne bağlı kaldılar. Bunun en somut örneği, Denizlerin idamını önlemek için birlikte yaptıkları eylemler ve Kızıldere’de birlikte ölümsüzleşmeleriydi. 74 sonrası bu dayanışma kültürüne sahip çıkılması bir yana, ciddi bir yozlaşmanın sonucu olarak ‘sol içi şiddet’ ayyuka çıktı, sokaklar devrimci kanına bulandı.

71 devrimci önderleri, görece kısa bir zaman diliminde iktidarı hedefleyen devrimci örgütlenmelere yönelmişlerdi. Onların ardılları doğru bir perspektifle geçmişe sahip çıkamadıkları gibi yeni dönemde sağlıklı bir politik hedefle mücadelede yerlerini alamadılar. Öyle ki Mustafa Suphilerin katliamından sonra Şefik Hüsnü TKP’si, iktidar perspektifinden tamamen uzaklaşarak Kemalizme ‘sol’dan muhalif bir konuma yerleşerek ‘bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi’ perspektifi ile kurulu, sisteme muhalif bir güç olarak konumlandılar. Bununla birlikte örgüt-parti anlayışı olarak da 71 devrimciliğinin gerisine düşmekten kurtulamadılar. Kitleleri iktidara taşıyacak devrimci bir savaş örgütü kurulması anlayışı bile oluşturulamadı. Dönemin nicelik olarak en büyük güçlerinden Dev-Yol’un önde gelen isimlerinin 12 Eylül sıkıyönetim mahkemelerinde; “Tarih bizi örgüt olduğumuz için değil, olamadığımız için yargılayacaktır.” ekseninde yaptıkları savunma, tek başına bu söylem bile gerçekliği bütün çıplaklığı ile gözler önüne seren çarpıcı bir örnektir!

71 yenilgisi sonrası tekrar kıpırdamaya başlayan devrimci güçlerin karşısına sivil faşist kontra güçler çıkarıldı. İktidar hedefinden yoksun olan devrimci hareket bunu aşabilecek bir taktik politika geliştiremedi. Faşizme karşı mücadelede eksen kaydı. Devrimci mücadelenin asıl hedefi faşist devlet aygıtı olması gerekirken faşizme karşı mücadele devletin yedeği dediği sivil faşist güçlerle mücadeleye indirgendi. Doğal olarak asıl hedefleri olan faşist devlet gücü, gözden kaçırıldı! Tüm bunlara rağmen TDH mücadele tarihinde hiç olmadığı kadar kitleselleşti, güçlü bir halk hareketi oluştu. Ancak faşizme karşı mücadelede eksenin kayması, devrimci hareketi anti-faşist mücadele içine çekerek daralttı ve boğdu.

71 devrimci kopuş ve deneyimlerinden olumlu anlamda sonuçlar çıkararak konumlanan yegane güç, Kürt Özgürlük Hareketi (KÖH) oldu. KÖH, her şeyden önce sömürgeci rejimin niteliğini doğru tespit ederek ideolojik kopuşu gerçekleştirdi. Bu eksende somut koşulların nesnel tahlilini yaparak öne çıkan çelişkinin (ulusal sorun) ihtiyaçları doğrultusunda hareket etti. Ve aynı anlayışla kadro şekillenmesini sağlayarak devrimin zaferine giden yol açtı. Yolun açılması pratik yönelimin ihtiyaçlarını ortaya çıkardı. Bu ihtiyaçlara göre konumlanarak mücadelenin sürekliliğini sağlayacak örgüt, önderlik, geri cephe gibi sağlam kurumsallaşmalar gerçekleştirildi. KÖH egemen ideolojiden hem teorik hem de pratik olarak bütünsel bir kopuşu gerçekleştirdiği oranda 71 devrimciliğini aşarak ileri taşımayı başarabilen yegane güç oldu!

TDH yaşadığı yenilgiler üzerinden devrimci bir hesaplaşmayı da içerecek şekilde doğru sonuçlar çıkararak devrimci gelişim dinamiğini yenileyip güçlendiremediği için 12 Eylül (1980) Darbesi’yle birlikte topyekûn bir tasfiyeyle karşı karşıya kaldı.

Hiç kuşkusuz, TDH’nin 1974-12 Eylül 1980 arası dönem ve darbe sonrası TDH’nin yaşadığı süreç oldukça kapsamlı ve başlı başına ele alınması gereken bir çalışmanın konusudur. Dolayısıyla 71 devrimciliğini ele almaya çalıştığımız bu yazı kapsamında sonuçları itibarıyla bu aşamada sürecin belli başlı boyutlarına değinmekle yetiniyoruz.

Osmanlı devrimcileri Paramazlardan Mustafa Suphilere, Şefik Hüsnülerden Hikmet Kıvılcımlılara, Mahir Çayanlardan Deniz Gezmişlere ve İbrahim Kaypakkayalara değin hepsi bir bütün olarak doğrusuyla yanlışıyla, eksiğiyle fazlasıyla mücadele değerlerimiz ve tarihimizdir. Yaşadığımız her deneyim yararımızadır perspektifi ile tarihimizi anlama, anlamlandırma ve aşma çabası içerisinde olmalıyız.

Dünü iyi bilmeden bugünü anlamak ve yarını kurmak mümkün değildir!