Musa Kazım Karabekir’in “Çocuk Davamız” kitabı üzerine – Mehmet Turan

Kazım Karabekir’in “Gürbüz Çocuklar Ordusu” 1919

Türk egemenleri tarafından “Şark fatihi” olarak anıldığı kadar “yetimlerin babası” olarak da anılan Musa Kazım Karabekir’in “Kürt Meselesi”, “İstiklal Harbimiz”, “Paşaların Kavgası” ve “Enver Paşa ve İttihat Terakki” isimli kitaplarının dışında “Çocuk Davamız” isimli epey hacimli (560 sayfa) bir kitabı daha var. Bugüne kadar sol kamuoyunun çok üzerinde durmadığı kitaplar arasında sayılabilir. Şu günlerde yeni bir baskısı yapılmış. Giriş kısmında “Çocuk Davamız, Kazım Karabekir’in himayesine aldığı iki bini kız altı bin çocuğun hikâyesidir” denilmektedir.

Türk müesses nizamının kurucuları arasında yer alan, Ermeni jenosidinin başrol oyuncularından olan ve komünizm düşmanı bir generalin böyle bir kitap yazması pek olağan gözükmüyor, o yüzden gayet ilgi çekici olduğuna inanıyor ve incelemeye değer buluyoruz. Böylesi acımasız bir komutanın bu kadar “iyiliksever” olması aklımıza hiç yatmıyor ve bir film sahnesini hatırlatıyor: Kendi ev hizmetine aldığı Yahudi kadına zamanla âşık olan Nazi kamp komutanının dürbünlü tüfeğiyle kamp içinde gelişi güzel, zevk için esirleri öldürmesi aklımıza geliyor. Bir Yahudi’ye âşık oluyor ama Yahudileri öldürmekten vazgeçmiyor. Sahada Ermeni erkek ve kadınları öldürürken onların çocuklarına sahip çıktığını söyleyen Musa Kazım da aynı olmasa da benzer bir durumun başrol oyuncusu değil midir?

Kitabın sunuş bölümünde “Savaşın en acımasız şartlarında bile çocukları yaşatmaya gösterdiği üstün gayret” ten bahsedilmektedir. Musa Kazım “en haksız ölüm bir çocuğun ölümüdür” derken, hiç kimsenin reddetmeyeceği bir tespitte bulunmaktadır. Şark Cephesi Komutanlığı’nda bulunduğu dönemde “savaşın kimsesiz bıraktığı çocukların” yerleştirildiği  “milli ve ahlaki değerlerin esas alındığı bedeni ve mesleki eğitimlerin askeri bir disiplin içinde gerçekleştirildiği çocuk toplama merkezleri” kurdurduğundan bahsedilmektedir. Böylesi okulların kurulduğu sanırım tarihçiler dışında pek az çevre tarafından bilinmektedir.

Musa Kazım, bu konuyla o kadar ilgilidir ki idealleri arasında bir “çocuk kasabası” ve “çocuklar ordusu” kurulması bile vardır. Bu hayalini Sarıkamış’ta bir kasaba, Erzurum’da da çocuk ordusu teşkilatını kurarak gerçekleştirir. Çocukları alay ve tümenlere dağıtır ve başlarına da o askeri birliğin komutanını sorumlu olarak atar.

Sene 1920 Mayıs, Erzurum çocuklar ordusunun teşkilatı yapılmıştır. Bu ordunun nizam-ı harbi şimdilik dört gürbüz alayından mürekkeptir. Askeri İdadi, Kolordu Sanayi Takımları ve Şimendifer mektebinden oluşan Birinci Avcı Gürbüz Alayı, İkinci Sultani Gökbayrak Gürbüzler Alayı, Üçüncü Albayrak Gürbüzler Alayı ve Dördüncü Yeşil Bayrak Gürbüz Alayı. Birinci Gürbüz Alayının kumandanlığını bendeniz deruhte ettim. Geri kalan alayların kumandanlığını Miralay Manastırlı Kazım, Harp binbaşısı Mustafa ve Erkan-ı Harp Binbaşısı Fahri Beylere tevdi edilmiştir” (K. Karabekir / Çocuk Davamız – Sayfa 55)

Musa Kazım, Kurtuluş Savaşı yıllarında Doğu Cephesi Komutanı olması nedeniyle Sovyetlerle en sık görüşen, yazışan kişilerin başında gelmektedir. Onun bu çocuk kasabası ve ordusu ülküsünün kaynağının Alman emperyalizminin gençlik örgütlenmeleri (İzcilik) kadar SSCB Komünist Partisi’nin çocuk yapılanması Piyoner Birliği’nin bir benzeri olduğu büyük bir ihtimaldir. 10-14 yaş aralığındaki çocuklardan oluşan komünist çocuk örgütü Piyoner Birliği, SSCB’de 19 Mayıs 1922 tarihinde kuruldu. Bu örgütün temel amacı, çocukların ideolojik eğitimi vasıtasıyla yeni bir sosyalist toplum yaratmaktı. Alman etkisine gelince Musa Kazım’ın “Güçlü bir ordunun arkasında her an sağlam bir gençlikten mürekkep bir ihtiyat ordusu mevcuttur” ifadesi 19. yüzyıldan itibaren hayat sahası arayan ve dünya egemenliği peşinde koşan Alman emperyalizminin fikirlerini formüle etmektedir. Almanların bu politikası, dönemin eğitim sistemine yön verip İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından da benimsenmiştir. Gençlik örgütlenmeleriyle beden eğitimi, spor faaliyetlerinin ve askeri eğitimin öğretildiği o dönemdeki adıyla keşşaflık bugünkü deyimiyle izcilik etkinlikleri etrafında yapılmıştır. Kazım Karabekir’in İttihatçı kişiliğini göz önüne aldığımızda bu faaliyetlerden ve dönemden etkilenmemiş olması söz konusu değildir. O da aynı Alman General Ludendorf gibi “silahlanmış millet” idealine sahipti ve bunun çocukluk çağlarından başlatılması gerektiğine inanıyordu.

Kendisi çocuk sevgisinin “bir aile geleneği” olduğunu söylese de bunun tam gerçeği yansıtmadığı kitabı okuduğumuzda gayet net ortaya çıkmaktadır. Meseleyi bizzat kurulacak yeni devlete ideolojik neferler yetiştirme temelinde ele almıştır. Müzik alanında benzeri bir durum, 1930’lu yıllarda yine Sovyetler’den esinlenerek, aynen Sovyetler’de yapıldığı gibi tüm ülkeyi dolaşıp farklı halkların ezgi ve türkülerini derleyen “Yurttan Sesler Korosu”nun kurulmasıdır. Çok ciddi bir asimilasyon aracı olmuştur. (Bu konudaki analizi Komün sitesinde Neşet Ertaş’ın hayatını konu alan “Sahipsizler” yazısında bulabilirsiniz.)

Sunuş kısmında çok dikkati çeken şu cümle olmasaydı belki bu kitabı okuma ihtiyacı duymayacaktık: “… Bununla beraber Karabekir’in sadece kimsesiz Türk çocuklarını değil, o dönemde savaş halinde olunan Ermeni yetimlerini de himayesi altına alacak düzeyde üstün insani vasıflara sahip olduğu görülmektedir. Karabekir savaş ortamında ailelerini kaybeden küçük Ermeni çocuklarını yetimhanelere yerleştirmiştir. Ayrıca yine büyük bir insanlık örneği göstererek Ermeni çocukların benlik ve kimliklerini kaybetmelerine rıza göstermeyerek onları Amerikalıların Trabzon’da açtıkları Ermeni yetimhanesine yerleştirmiştir. Daha sonra o yetimhaneden kara kalemle çizilmiş bir Karabekir portesi ve altında ‘yetimler babası Kazım Karabekir’e ‘ yazısıyla Trabzon Ermeni Yetimleri tarafından kendisine yollanır”.

Karabekir’in kızı, Timsal Karabekir, Fatih Altaylı ile yaptığı söyleşide altında Arapça yazılar olan bu fotoğrafı göstermiştir. Aynısının Karabekir’e ait müzede de olduğunu belirtmiştir. Böylece Karabekir 1915 Ermeni soykırım ve tehcirinden aklanarak çıkmıştır! Savaşta aileleri İttihatçılar tarafından katledilen değil, “savaşta ailelerini kaybeden” Ermeni çocukların yetimhanelere, özellikle Ermeni yetimhanelerine yerleştirilmesi herkesin yapması gereken gayet olağan bir durum iken “üstün bir insani vasıf” olarak gösteriliyor. Ailelerini öldürdük ama onları sağ bıraktık, yatak ve ekmek verdik, bunu bir yüce gönüllülük olarak sunmak gerçekten de dehşet vericidir. Timsal Karabekir, “Aklı başında Ermeniler beni anlar” diyerek üstü kapalı bir tehdit üslubuyla bitirmektedir röportajını. Aklı başında olmayan Ermenilerin bundan anlaması gereken, “Çocuklarınızı sağ bıraktık daha ne istiyorsunuz” şeklinde tercüme edilebilir.

Karabekir çocuk davasının temelini ona ailesi tarafından küçüklüğünden beri aşılanan bir “aile geleneği” ve  “yoksullara yardım zevki” olarak açıklamaktadır. Karabekir için yoksullara yardım bir zevk, ruhunu tatmin eden bir yücelik olarak tasvir ediliyor. Söylemeye gerek yok ki zaten böylesi bir duygu, yoksulluğun nedenini değil sonuçlarının hafifletilmesini isteyen burjuvaca bir istektir.

Musa Kazım’ın bu çocuk ordusu sevdası 1940’lı yıllara kadar devam etmiştir. Meclis’te birçok mebus bunun günün şartlarında artık gerçekçi olmadığını söylerlerken, bu dayatmanın faşizmle de bağlantısını kurmuşlardır. Musa Kazım’ı, “Neredeyse hayat boyu askerliği savunduğu” yönünde eleştirmişlerdir. Yetimlerin devlet koruması altına alınmasının ötesinde onların bir nefer, bir asker gibi yetiştirilmesinin çocuk psikolojisi ile uyumsuz olacağına dair bilimsel yaklaşımlar Musa Kazım’ı düşüncelerinden alıkoyamamıştır. O hala diğer ülke örnekleriyle, başta Almanya’nın dokuz yüz bin çocuğu, İtalya’nın seksen bin çocuğu, İngiltere’nin yüz elli bin çocuğu askeri eğitime tabi tuttuğundan, “endaht” (silah atmak) ile yükümlü kıldığından bahsetmektedir.

Hrant Dink katledildikten sonra Rakel Dink’in bu masum, kirsiz passız çocuklardan nasıl oluyor da böylesi acımasız katiller çıkabiliyor dediğinde, bunun tarihsel köklerini işte bu savaş yetimi çocukların yetiştirildiği ordugâhlara kadar uzatmak mümkündür.

Tüm çocuklar masum doğarlar. Kirsiz ve passız. Bu çocukların en yoksulları kendi ekmeğini o kadar aç olmalarına rağmen başkalarıyla bölüşmekten büyük bir zevk duyarlar. Musa Kazım işte böylesine merhamet timsali çocuklardan faşist bireyler yaratmak istemiştir. Yetimlere sahip çıkmak insan olan her insanın görevidir. Hele ki savaş ve kıtlık dönemlerinde. Ancak Musa Kazım’ın Çocuk Davamız kitabında yetimlerin hiçbir şekilde sorumlu olmadıkları yoksunluk, yoksulluk ve sefaletlerinin ideolojik amaçlara malzeme yapıldığını görüyoruz. Bunun için büyük gayretler gösterildiğine şahit oluyoruz. Musa Kazım’ın oluşturduğu çocuk ordusunu Kars’ta yabancı misyon şeflerine takdim etmesi, onları Ankara’ya M. Kemal ile tanıştırmaya götürmesi, Bursa’da oluşturulacak askeri okulun ilk çekirdeğini bu çocuklarla oluşturması, İstanbul’a götürerek Taksim’de marşlarla yürütmesi tüm bunlar asıl amacın farklı olduğunu gösteren pratiklerdir.

Karabekir, çocuk davasının CHP parti programına alınması için de epey uğraşmıştır. Bu komisyondaki son sözleri şöyleydi: “Çocuk davamız nüfus davamızdır. Çocuk davamız medeniyet davamızdır. Ve çocuk davamız Türklük davamızdır”. Alkışlarla karşılanan bu söylevde ne hikmetse “çocuk” kelimesi dışında çocuklarla ilgili hiçbir çağrı bulunmuyordu! Çocuklar, “Türklüğün” “Medeniyetin ve Nüfuz”un sadece hammaddeleri olarak görülüyordu.

15.04.2025