Mustafa Suphi, Sultan Galiyev ve Dünya Devrimi Tartışmaları – Mehmet Turan

11 Haziran 1913’te Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’nın suikastla öldürülmesi üzerine bunu fırsat bilen İTC, çok partili rejime son vermiş; birçok etkili siyasetçi ve askeri idam etmiş; suikasttan sorumlu tuttuğu yaklaşık altı yüz kişiyi de Sinop’a sürgüne göndermiştir. Mustafa Suphi de sürgünler arasındadır. 1918’e kadar sürecek tek parti dönemi başlamıştır.

Mustafa Suphi’nin gerçek mücadelesi işte bu sürgünle başlar. Güvendiği beş arkadaşla birlikte İTC’yi iktidardan düşürmek üzere güçlü bir örgüt kurma kararıyla Sinop’tan bir tekneyle Yalta’ya, oradan Sivastopol’e kaçarlar. Cedidci Tatar aydın İsmail Gaspıralı’nın yardımıyla Bakü’de konakladığında artık yeni örgütlü mücadelesi başlamıştır. Tercüman, İkbal ve Basiret isimli gazetelerde makale ve röportajları yayınlanır. Patlamak üzere olan 1. cihan savaşına Osmanlı İmparatorluğu’nun katılmaması gerektiğini, geçmişte Balkan savaşına da itiraz etmiş olduğunu ifade eder bu yazılarında.

“…Türkiye’nin menfaati ve selameti tarihin bugüne kadar kaydetmediği bir felaketi yaşatacak olan bu savaşa katılmamaktır. Bunda bir mecburiyeti yoktur. Tarafsız kalınmalıdır.” (Karanlıktan Aydınlığa/Mustafa Suphi)

Bakü’den sonra cihan harbinde esir düşen Türk askerleriyle iletişime geçmek için Batum’a geçer. Ancak burada gözaltına alınarak sayıları bine yaklaşan diğer esirlerle birlikte önce Kaluga isimli bir merkeze, sonra Kazan kentinin 600 km güneyindeki Uralsk esir kampına gönderilir.

1915’de Uralsk esir kampında Müslüman komünistlerin lideri Galiyev ile tanışır. Bu tanışma soyut Avrupa sosyalizmi ve İttihatçı kör fikirlerin kalan tortularından da kopup, üzerine bastığı toprakların, -Doğu- sosyalizmine geçişin ciddi bir merhalesidir. 1915’in sonlarından 1917 Ekim devrimine kadar burada geçirdiği süre onu inançlı bir komünist yapmıştır. Suphi’nin “Müslüman Bolşevizm” çizgisi eski Cedidci arkadaşlarından çok keskin bir biçimde ayrışmıştır. “Müslüman işçi, Müslüman zengin diye bir şey yoktur! Tüm Müslümanlar eşittir!” Şeklindeki, sınıfları reddeden, dinin emperyalizme karşı tüm ulusu birleştireceği iddiasında olan, kapitalistlerin yerine mollaların iktidarını savunan görüşlere karşı mücadele vermiştir. Bu konuda yeni Bolşevik olmuş Kazanlı Molla Nur Vahidov en militan duruşu sağlayanların başında gelmektedir. Sonuçta Tatar halkı ve emekçileri sosyalist devrimi savunanlar ve karşı çıkanlar olarak ikiye bölünür. Vahidov bu bölünme karşısında “Müslüman Sosyalist Komite” (MUSKOM) ve yayın organı “Kızıl Bayrak”ı çıkardıktan sonra yanında çok güçlü bir devrimciyi daha bulur: Sultan Galiyev! Suphi bu ikiliye, esir kampında okuduğu Kızıl Bayrak sayesinde, serbest bırakıldıktan sonra katılacaktır.

Şubat Devrimi’nden sonra Lenin; Halk Komiserleri Sovyet’i başkanı, Stalin ise Milliyetler Halk Komiseri başkanıdır. Devrim sonrası Müslüman halklar arasında çok ciddi milliyetçi ve karşı devrimci örgütlenmeler ve isyanlar karşısında komünistlerin en önemli silahı MUSKOM’dur. Başkırlar, Kazaklar, Volga ve Kırım Tatarları, Çeçenler ve Sibiryalı Müslümanlar ayaktadırlar. Bunun karşısında Lenin “Rusya halklarının hakları” bildirgesini yayınlayarak inanç özgürlüğüne, ayrılma hakkına çok özel bir vurgu yaparak Müslüman emekçilere seslenmiştir. Bu konuda “ya ayrılırlarsa” diyenlere de “korkmuyoruz” demiştir. Önemli olanın “devlet sınırları değil tüm milliyetlerden işçilerin burjuvaziye karşı birliği” olduğunu ifade etmiştir. Lenin’in bu çağrısı Müslüman halklarda karşılık bulmuş ve MUSKOM devrimin Doğu’ya yayılmasında öncü rol üstlenmiştir.

Suphi’nin “Yeni Dünya” gazetesi 1918 yılında Vahidov ile görüşmesi, (MUSKOM’a bağlı bir Türk şubesi istemiştir) ve Stalin’in de onaylaması ile yayın hayatına başlar. Gazetenin ilk 7 sayısı MUSKOM’a ait bir gazete olarak çıkar. Künyesi “Türk komünistlerine” ait değildir. Yani henüz bağımsız bir neşriyat değildir. Bu durum 8. Sayıdan sonra değişecektir. Künye “Türk Sosyalist Komünistler Fırkası” olacaktır. Ancak Stalin’in MUSKOM’ u dağıttıktan sonraki müdahalesiyle gazete RKP(Bolşevik)’e bağlı bir yayın organı haline getirilir. (Aralık 1918)

Stalin açıkçası özerk bir KP istemiyordu. Bunu Marksist ilkelere aykırı buluyordu. Oluşacak Müslüman Komünist Parti elbette kendi merkez komitesini seçebilirdi ama bunlar direkt Rusya Komünist Partisi (Bolşevik)’e (RKP(B)) bağımlı olmalıydılar. Aynı ülkenin içindeki ezilen ulusların, egemen ulusun komünistlerinden bağımsız ayrı bir örgütlenme içine girilmesi doğru bulunmuyordu! 300 yıl Çarlığın “milletler hapishanesinde” yaşamış Müslüman halkların devrimci öncülerine Stalin’in dayattığı bu politika elbette Çarlık rejimine benzer bir yabancılaşma ve dışlamanın kaynağı olmuştur. Çarlığın zorla “Ruslaştırma” politikasının yerini ilerleyen süreçte “Doğu’ya sosyalizm götürme” almıştır. Stalin kendisi gibi Ruslaştırılmış yerel komünistlerle devrimi yayabileceğini sanmıştır.   

Stalin aslında birbiriyle ilişkisi olan ama çok farklı kategorilerde yer alan iki şeyi birbirine karşıt olarak kullanıyordu. Söylediği şuydu: “ulusların kendi kaderini tayin hakkı, işçi sınıfının iktidarını pekiştirme hakkının önüne geçemez” diyordu! Uluslar her halükarda emekçi sınıflara tabi olmalıydı. Ulus meselesine, işçi sınıfının kapitalizme karşı nihai zaferini kazandığı ve devlet mülkiyetinin kolektif mülkiyete dönüştüğü şartlardaki gibi yaklaşıyordu. Halkların işçi sınıfı ideolojisiyle ulussuzlaştırılmasına bir matematik formülü gibi bakıyordu. Ulus fenomeninin aynı din gibi uzun vadede tedrici ve evrimci yollarla aşılması gereken bir fenomen olduğuna inanmıyordu. Öte yandan Müslüman komünistlerin, başta Galiyev’in, sömürge uluslar için “proleter halklar” kavramsallaştırması da elbette bilimsel, Marksist bir yaklaşım değildi. Sömürgelerin topyekûn “proleter” ilan edilmesi; kendi içindeki burjuva, küçük burjuva ve köylülük gibi sınıf ve katmanların tümünün antiemperyalist, antikapitalist ilan edilmesi anlamına geliyordu ki, bu da Stalin’in bu halklara güvenmemesi ve küçümsemesinin tersine, sömürgelere henüz hak etmedikleri devrimci bir misyon biçmek anlamına geliyordu.

Yereldeki komünistlerin en büyük sorunu merkezdekilerden ziyade yerelin özgün şartlarını göz ardı ederek merkezi politikaları en uç şekilde uygulayan Rus şovenistleriyle idi. 2. emperyalist savaşta büyük kahramanlık gösteren Doğu’nun Müslüman halkları, savaş sonrası bekledikleri gerçek özgürlüklerini hala elde edememişlerdi.

Suphi’nin Vahidov ve Galiyev ile birlikte örgütlediği Türk Sosyalist-Komünist Teşkilatlanmasına gelince, bunun için yapılan konferansta kabul edilen ilk madde, Rus komünistlerinin programının aynen kabul edileceğidir. Diğer önemli bir madde, Dünya Devrimi’nin temel dayanağı olan Sovyet rejiminin savunulması ve son madde ise Türkiye Devrimi’ne yönelik olarak RKP(B) ile birlikte hareket edileceğidir. Burada gördüğümüz çok açık bir tabi olma ilişkisidir. Öncelik Sovyet devrimidir. Ülke devrimi ise Rus komünistlerinin görüş ve önerilerinden bağımsız olarak geliştirilmeyecektir. Konferansın en olumlu kararı ise Türk esirlerden bir askeri kıta oluşturulmasıdır. Ancak daha sonra oluşturulan bu kıta Moskova’ya ilerlerken Kazan’da Kolçak komutasındaki Beyaz Ordu güçlerinin saldırısına uğrar. Bu çarpışlarda esir düşen Vahidov kurşuna dizilir. Yerine Sultan Galiyev atanır. Sonuçta Kazan’ın tekrar kurtarılmasından sonra 125 kişilik Bolşevik bir askeri kıta vücuda getirilir. Bu kıtanın ileride M. Suphi’nin Anadolu’ya geçeceği dönemde, Ermeni Taşnak kuvvetleri tarafından sınırdan geçmesine izin verilmeyecektir.

Müslüman komünistlerin örgütsel özerkliği giderek ciddi bir anlaşmazlık konusu olmuştur. Burada temel mesele Rus komünistlerinin güvensizliğidir. Özerklikten ziyade RKP(B)’nin içinde onların gözetiminde bir “siyasi büro” ile sınırlandırmak istiyorlardı. 4-10 Kasım’da toplanan Tüm Rusya Birinci Müslüman Komünistler Kongresi’nde Stalin’in yaptığı konuşma ile meseleye son nokta konulur. “Müslüman komünist örgütler tek seksiyon halinde RKP saflarında toplanmalı ve bunların başında seksiyon bürosu yer almalıdır.” M. Suphi bu kongreye ilişkin Yeni Dünya’da yazdığı makalede her ne kadar Türk sosyalistleriyle Rus komünistlerinin yakınlaşmasından söz ettiyse de Müslüman komünist örgütlere “lüzumu kadar ehemmiyet verilmemesini” eleştirir. “Şarkta Türk ve Müslüman inkılapçıların layık olduğu mevkilerin verilmesini” ister. Lenin’e hitaben de “Yoldaş Lenin’in Doğu hakkındaki çağrısından taşan yüce ümit ve emelleri Asya’nın hudutsuz çöllerinde kaybolup gitti. Bolşevik Parti Doğu’ya layık olan önemi vermedi” demekten çekinmemiştir.

Lenin, Dünya Devrimi’nin Batı’dan beklenmesinin beyhude olduğunu, çünkü sömürge ve yarı sömürge ülkelerden elde edilen aşırı karlardan Batı proletaryasının da nasiplendiğini söylediğinde tarihler 1923’ü gösteriyordu. Oysa Galiyev ve Suphi benzer sözleri sarf ettiklerinde ve bu yüzden eleştirildiklerinde tarih 1918’dir!

Bu konuda daha radikal fikirleri olan Müslüman komünistler de vardır. Türkistan’dan Taşkent delegesi Narbutabekov, “Ne yoldaş Zinovyev, ne yoldaş Lenin, ne de yoldaş Troçki şu son üç yılda Türkistan’da olup bitenden haberdardır. Komünizmin fikirlerinin katı bir biçimde uygulanması buralarda dirençle karşılanmaktadır. Komünizmi buranın koşullarına uyarlamazsak 4 milyon insanın Sovyet iktidarına katılmasını beklemeyin.”

Mustafa Suphi’nin komünizm çizgisi anlaşılacağı üzere Sovyetik ekolden uzaktır. Daha çok birlikte olduğu Müslüman komünistlerinin etkisini taşımaktadır. Kendisinde var olan Avrupa kökenli jakobenizm ve İttihatçı özellikleri Vahidov, Galiyev gibi yoldaşları, temas ettiği esir Türk sosyalistleri sayesinde üzerinden atmıştır. Stalin’in Doğulu devrimcilerin özerkliğine karşı çıkması Suphi’yi daha fazla, başta Tatar komünizmi olmak üzere yerel Müslüman komünizmlerine yaklaştırmıştır. Suphi Anadolu’ya geçmeden önce Galiyev’e veda ederken şöyle yazar: “(…)  Fırkamızın teşekkülünde onur payı şüphesiz ki Tataristan komünistleriyle onların ekseriyetle çoğunlukta oldukları Doğu Halkları Merkez Bürosu’na aittir. (…)”

Suphi’nin Doğu Devrimi konusunda Bolşeviklerle çok uzlaşmadığı, Müslüman komünistlerle bu konuda daha iyi anlaştığı çok açıktır. Bu durum Bolşevik Parti’nin Kafkasya Bürosu’nun TKP’nin iç işlerine karışmasına kadar uzanmış, önemli bir kırılma noktası teşkil etmiştir. Zaten Suphi’nin Doğu Halkları Kurultayı’ndan mahrum bırakılması önemli bir kırılma noktasıydı. Gerçi bu kurultayın daha önce de sözünü ettiğimiz gibi daha çok İngiliz emperyalizminin gözünü korkutmak ve onları Sovyetlerle bir ticaret anlaşması yapmaya zorlamakla ilgili bir boyutu vardır. İngilizlerle ticaret anlaşması yapıldıktan altı ay sonra bu kurultayın merkez şurasının dağıtılması bize bunu düşündürmektedir. (Bakü Kurultayı’nda Ankara Hükümeti ve Mustafa Suphi TKP’sini temsil eden 50’şer kişi vardır. Kurultayda Enver Paşa “Fas, Cezayir, Tunus, Trablusgarp, Mısır, Arabistan ve Hindistan devrimci örgütleri temsilcisi” (!) olarak sunulur. Enver Paşa’nın metni okunurken sıralardan sürekli “Kurultaya değil halk mahkemesine” sloganları atılmıştır / Şevket Süreyya’nın Anıları) Ermeni soykırımının baş sorumlularının kurultayda yer almalarına Avrupalı komünistler tarafından ciddi eleştiriler getirilir. Sovyetler, “Doğu halklarına satranç tahtasındaki piyon gözüyle bakmakla” suçlanır. Bakü Kurultayı “Sosyalizmle hiçbir alakası olmayan katıksız bir siyasi iktidar gösterisi” olarak teşhir edilir. (Ahmet Kardam/ Age)

Sultan Galiyev, M. Suphi katledildikten sonra şöyle yazıyordu: “Mustafa Suphi, Sovyet hükümetine yandaşlık sunan ilk Türk’tür… Türk savaş tutukluları arasında bilimsel sosyalizmi yayan Yeni Dünya aynı zamanda milliyetçi-burjuva İttihat Terakki’ye karşı yoğun bir propaganda yürütmekteydi… Yavaş yavaş Yeni Dünya çevresinde küçük ama sağlam bir Türk Marksistleri çekirdeği oluştu…”

Mustafa Suphi Eleştirileri

“Ben nice zabit ve paşaların apoletlerinden parlayan bir inkılabın değil, halkın ruhunda fırtınalarla kopan, gönüllerinde yangınlar çıkaran bir inkılabın savunucusuyum!”

Mete Tunçay M. Suphi’nin İtalya’nın Trablusgarp’ı işgalinden sonra yazdığı Batı uygarlığının sefaletine ilişkin broşüründe “… solcu bilinçten uzak bir antiemperyalizm” olarak değerlendirir. Benzer şekilde Osmanlı Tarih profesörü Paul Dumont da “… yoğun sömürgecilik karşıtı hisler uyandırsa da” broşürün “Komünist Enternasyonalin geliştirdiği tezleri görmezden geldiğini” söyler Her iki yazar da Suphi’yi aslında sadece Marksist terminolojiye atıfta bulunmadığı için eleştirmektedir. Yani muhtevaya değil biçime takılmaktadırlar. Kaldı ki eleştirdikleri M. Suphi bu broşürü yazdığında tarih henüz 1912 dir. Suphi henüz sosyalizmin ilk basamaklarındadır. M.Suphi sömürgeciliğe karşı yazdığı bu broşürde Avrupa’nın ‘ilkel halklara’ dair kendine sözde bir “uygarlaştırma görevi” almasının tam bir ikiyüzlülük olduğunu, bunun aslında işgal ve sömürüyü maskeleyen bir örtüden ibaret olduğunu söyler. Bu konuda Marx’ın daha önce eleştirilere konu olduğunu biliyoruz. Şöyle diyordu Marx : “İşlediği suçlar ne olursa olsun, İngiltere bilinçsiz de olsa Hindistan’da sosyal bir devrim gerçekleştirmektedir.” Suphi, İtalya’nın Trablusgarp ve Bingazi’yi işgalinde “sosyal bir devrim” değil sömürgeciliğin daha da derinleştirilmesini görüyordu.

Yine Mete Tunçay, “Ben kendi payıma, Suphi’nin Jakoben, hatta öğretmen yaklaşımlı biri olduğunu, sonuna kadar da milliyetçi kaldığını düşünüyorum.” (Tunçay, Mete, TÜSTAV Yay, 2005) derken Suphi’nin siyasal gelişimini çözümlemekten ne kadar uzak olduğunu göstermektedir.

Mustafa Suphi hakkında en olumsuz değerlendirmeleri yapanlardan biri de ne yazık ki Hikmet Kıvılcımlı’dır.

“… Siyasal ve askeri alanda bir ülke ölçüsünde örgütlenmiş olan kapitalist sınıfa karşı, Mustafa Suphi’nin oluşturduğu kadar ne idüğü belirsiz, ülkesine dönmekten başka bir şey düşünmeyen, küçük burjuva unsurlardan derleşik bir alayla karşı koymak ütopizmin, hayalci kuruntuculuğun en yüksek derecesi değil midir? Ve buna Puçizm, Blankizm ya da Bakuninizm’den başka hangi kavram uygun düşürülebilir?” (Kıvılcımlı, 1978)

“Demokratik Burjuva Devrimini Proletarya Devrimine çevirmek için, memleket haricinde ipten kazıktan kurtulmuş bir alay herifle, burjuva paşalarının ikiyüzlüce ve kahpece vaatlerine çocuk gibi kanarak harekete geçmek yeterli midir?” (Kıvılcımlı, 1978))

Hikmet Kıvılcımlının Yol çalışmasında Suphileri “maceracı, anarşist” olarak nitelemesi, tam da Suphilere karşı ciddi bir tertibat içerisinde olan Kemalistlerin ifadeleri ile benzeşmektedir. Onlar da “burada bir devlet, hükümet var, nizam kuruldu, bu Suphiler gelip ortalığı karıştıracaklar” demektedirler. (İştirakiyun dergisi)

Kıvılcımlı demediğini bırakmamış, “ipten kazıktan kurtulmuş bir alay herif”, “ülkesine dönmekten başka bir şey düşünmeyen ne idüğü belirsiz küçük burjuvalar”. Sanki her birini tanıyormuş gibi! Kaldı ki dönem ipten kazıktan kurtulmuşlarla, köylülerin, işçilerin, aydınların, sanatçıların, başıboş avarelerin hepsinin birbirine karıştığı bir iç ve dış savaş dönemi değil midir? Sovyetler iç savaşı kazanmak için emperyalistlerle uzlaşmak zorunda kalmamışlar mıdır? Lenin’i Brest Litvosk’a götüren, tüm cephelerden köylü askerlerin binlerle firar etmeye başlaması değil midir? Kıvılcımlı’nın ne idüğü belirsiz, ipten kazıktan kurtulmuş dediği insanlar belki de bunlardır!  Brest Litovsk’un Sovyetler için anlamı çok büyük bir toprak kaybı, çok ağır savaş tazminatı ve çok büyük siyasi kayıplarla dolu bir geri adım değil miydi? Kıvılcımlı o dönem dünyanın devrim ve karşı devrim arasında sallandığını çok iyi bildiği halde neden bu kadar siyasi püritenizm yapma ihtiyacı duydu acaba?

Kıvılcımlı Suphi’nin Kırım’da, Taşkent’te ve Bakü’de esir Türkleri nasıl örgütlediğini, bunun için nasıl emek harcadığını, bunların çoğunu kaçak yollarda Karadeniz ve Eskişehir’e yolladığını bilseydi, -sanırız bilmiyordu-  bu güçleri memleket harici ipten kazıktan kurtulmuş kimseler olarak değerlendirmezdi. Hele Blankizm gibi proleter ağırlıklı şehir merkezli ayaklanmacılık tespiti Anadolu gibi köylü ağırlıklı, yarı feodal ilişkilerin hüküm sürdüğü bir ülkeye hiç uygun düşmemiştir.

Kıvılcımlı “…ülkesine dönmekten başka bir şey düşünmeyen” derken de sanırım Ali Fuat Cebesoy’un Bakü’de Suphi’nin teşkil ettiği hiçbir zaman -en azından toplu olarak- Anadolu’ya giremeyen 1200 kişilik Müslüman Türk Kızıl Ordu gücü arasındaki askerlerle yaptığı görüşmelerden yola çıkıyor. Cebesoy bu konuda Ankara’ya şöyle yazıyor: “Bakü’den geçerken Türk İştirakiyun Teşkilâtı tarafından bin iki yüz mevcutlu ve tam teçhizatlı bir piyade alayının kurulduğunu gördüm. Alay esaretten yurda dönmekte olan Türk zabit ve askerlerinden vücuda getirilmişti. M. Suphi ve arkadaşları bu alayı Türkiye’de kendi maksatlarına âlet olarak kullanmak hayaline kapılmışlardı. Zabit ve askerlerle konuştum. Hiçbirinin Türkiye İştirakiyun teşkilâtına ve Bolşeviklik akidelerine bağlı bulunmadıklarını, bir an evvel yurda dönerek kurtuluş davasına iştiraki arzuladıklarını memnuniyetle müşahede ettim”

Mustafa Suphi’den sonra partinin yeni lideri olan Şefik Hüsnü’nün eleştirileri ise görünüşte adeta profesyonel devrimciler örgütü nasıl kurulur sorusuna cevap verir nitelikte gibi gözükse de partinin kurulduğu o hareketli, karmaşık dönemin sınıfsal gerçeğinden alabildiğine kopuk değerlendirmelerdir.

“Dr. Şefik Hüsnü’nün Mustafa Suphi’ye yönelttiği eleştiriler son derece dikkat çekicidir: (1) Ülkeyle bağı olmaması, (2) Hiçbir siyasal hazırlığı olmadan dağınık unsurlara dayanması, (3) İdeolojik bütünlükten yoksunluk, (4) Partiyi kurduğu kişilerin deklase, yani sınıfla bağını kaybetmiş olması, (5) TKF’de Marksist entelektüel boşluk olduğu.” (Akal, Emel, Moskova-Ankara-Londra Üçgeninde İştirakiyuncular, Komünistler ve Paşa Hazretleri, İletişim Yay. İstanbul, 2013; 493)

Peki, madem öyleydi de bu “dağınık”, “hazırlıksız”, “ideolojik bütünlükten yoksun” ve “deklase” örgüt neden ülkeye daha gölgesi bile yeni düşmüşken hızla katliama uğratıldı? Peki, sormazlar mı, Suphi’nin Rusya yıllarında, esir kamplarında, Bakü’de, Moskova’da, Kırım ve Taşkent’te geçirdiği yıllar boyunca çıkardığı yayınlar, katıldığı konferanslar, esir Türkler arasında yaptığı teşkilatlanma onları Anadolu’ya illegal yollarla sevk etmesi onun tek ve en büyük amacı, yani Anadolu’da bir devrim örgütü kurmak için değil miydi? Stratejik bir amaç uğruna gerçekleştirilen bunca emek ve çabayı hor görmek, bir kalemde silip atmak elbette yoldaşlığa sığan bir şey değildir. Suphi’nin Bolşevik Partiye Anadolu’ya geçtikten sonraki çalışma planını anlattığı dokümana baktığımızda Şefik Hüsnü’nün tasvir ettiği manzaranın tersi ile karşılaşırız. Orada Suphi, “partizan hareketini örgütlemek ve merkezileştirmekten”, “her bölgede birer matbaa kurmak ve gazete çıkarmaktan”, “ilk fırsatta halka TKP’yi ilan etmekten” ve “Türkiye Askeri Devrim Komitesi” kurmaktan bahsediyor. (Ahmet Kardam) Bu mudur “dağınıklık”?

Kemalistler bile “yeni” TKP’den çok daha iyi tahlil etmiştir Suphi’yi. Çünkü Suphilerin Ankara’ya gelip konuşlandığı vakit, başta kendiliğinden organize olmuş “Şuralar” olmak üzere birçok dinamiği örgütleyeceğini sınıf düşmanları Suphilerden önce görmüş ve önlemini almıştır. Kemalistlerin bu kadar ciddi tehdit olarak gördüğü Suphi grubunu devamcılarının böylesine apolitik hatta saygısızca kötülemesi devrimci hareketler tarihinde az görünür bir olaydır. Üzeri sosyalizm cilası ile parlatılmış tüm bu Suphi eleştirileri dönemin karmaşık savaş gerçekliğinden kopuk değerlendirmelerdir. Enver’in sinsice Sovyetlere yaklaştığı, Sovyetlerin M. Kemal’i Batı emperyalizmi karşısında önemsediği, M. Suphi’nin sömürgeler enternasyonali umudunun hüsrana uğratıldığı, Beyaz Ordulara karşı iç savaş, beklenen Avrupa devriminin gerçekleşmemesi, ardından NEP politikaları ve tek ülkede sosyalizm; tüm bu asimetrik mücadeleler döneminde Suphi örgütünü elbette tedrici bir şekilde geliştirip büyütecekti. Kaldı ki Anadolu’ya geçiş kararı Kıvılcımlı’nın çok aşağılayıcı şekilde dediği gibi “çocukça kandırılarak” alınmış bir karar değil, oldukça cesurca alınmış bir karardır. İnsanın durduğu yerden geçmişi eleştirmesi elbette çok kolay olabiliyor. Ama eleştirdiği dönemi ne kadar teneffüs edebiliyor? Sınıfsal, toplumsal ve iktisadi bağlantılarını ne kadar kurabiliyor? En önemlisi orta yerde düşmanın katlettiği yoldaşlar varsa, eleştirilecekse bile komünist bir adap ve üsluba uymak gerekmiyor mu?

Yalçın Küçük ise Suphi eleştirisini “yorum yok” dermişçesine, tarafsızlık görüntüsü altında önce Balabanova’nın[1] ağzından Suphi’nin Başkurt milliyetçisi Validov’u sakladığını söyletiyor, sonra Suphi’nin Doğu Halkları Kurultayında konuşturulmamasının nedeninin bu yardım olabileceği yorumunu yapıyor. Validov (Z. Velidi Togan) Balabanova’nın anılarında “Ben Bakü’de M. Suphi’nin evinde kaldım. O komünistse de Rusların Şark siyasetini beğenmiyordu. Bilhassa harp esirlerinin hakiki komünist sayılıp kendisinin bir kenara bırakılmasından dolayı Stalin ve arkadaşlarına küskündü.” Demektedir. İşte Yalçın Küçük bu alıntının hemen akabinde kendi görüşünü patlatıyor!: “Validov’un söyledikleri bir yandan Suphi’nin Türkiye sol edebiyatında pek öyle ileri sürüldüğü kadar ‘komünist’ olmadığını düşündürürken diğer yandan da her açıdan çok tedbirsiz saydığımız bu çocukça Anadolu seferinin de zorlama sonucu olabileceği ihtimali belirmektedir” (Sırlar syf:73) diyor. Y. Küçük’e göre Ermeni tehciri ve soykırımının başrol oyuncusu Enver Paşa, tüm hatalarına rağmen bir “hürriyet kahramanı” olabilirken eski bir dostunu bir günlüğüne saklayan M.Suphi ise Çeka tarafından jurnallenerek Doğu Halkları kurultayına alınmamakla cezalandırılmayı hak eden bir liderdir. Ona göre bu olayı bilmeyen Türkiye solu Suphi’yi gereğinden fazla abartma yanlışına düşmüştür. Eğer bilseydi Suphi’yi genel bir devrimciliğin ötesinde bu kadar yüceltir miydi hiç! Yazar gerçekten bu yazdıklarına inanıyor olabilir mi? Bu kadar aleladeleştirilen bir devrimciyi demek ki Kemalistler de gözlerinde fazla büyütmüşler ki 14 yoldaşı ile birlikte katletme yanlışına düşmüşlerdir! Lenin B. Litovsk anlaşmasını imzalamakla Troçki’nin gözünde nasıl devrime ihanet ettiyse demek ki M. Suphi de kapısına dayanmış Pantürkist bir siyasetçiyi misafir etmekle devrime ihanet etmiştir. Aralarında neler konuşulduğunu bilmeden böyle ciddi bir iddiada bulunmak, haddini aşmaktır.

İşte sırf bu yüzden Mustafa Suphi Türkiye Komünist Hareketi’nin lideri olarak görülmeyi aslında hiç hak etmemektedir! Asıl söyleyeceğimizi ise sona sakladık. Validov ile Lenin de görüşmüştür! Ona parti üyeliği bile teklif etmiştir. Lenin’in buradaki amacı elbette çok farklıdır. Ülkesindeki milliyetçi gruplar üzerinde güçlü etkisi olan bir liderin komünist saflara çekilmesidir. Zeki Velidi Bolşeviklerle bir süre çalışmış ama sonra Türkistan’a kaçmıştır. Lenin’den günümüze, Sovyet dış politikasında Marksist-komünist mülahazalardan ziyade belirleyici ve önemli olan ilişki kurulan kişi, kurum, örgüt ve ya devletin Sovyet devletine ne kadar yarar-zarar getireceğidir. Radek’in tutuklu kaldığı Moebit cezaevinde Rosa Luxemburg’un katili Prusyalı generallerle Sovyetler adına silah pazarlı yapması, daha sonraları Enver aracılığı ile bunu gerçekleştirmesi sözünü ettiğimiz Sovyet çıkarlarına küçük bir örnektir.

Enver’in Doğu Halkları kurultayına katılması, Enver’in Radek ve Roy ile görüşmesi, Lenin’in Validov’a parti üyeliği teklif etmesi, tüm bunların nasıl bir açıklaması varsa ve birer ihanet değilse Suphi Validov görüşesini de bu temelde ele almak gerekir.


PORTRELER

Mustafa Kemal, Enver Paşa ve Stalin’in politik yaşam ve düşüncelerine kısaca göz attığımızda Suphi’nin ideolojik-siyasi karakteri belki daha iyi anlaşılabilir.

J. Stalin; Çarlık polisine karşı direnmiş, aşırı merkeziyetçi, disiplinli ve sınırları zorlayan kuşkucu bir kişilik. Gürcü olmasına rağmen büyük Rus şovenizminin kibirliliğine sahip tüm Sovyet halkları komiseri. Felsefi derinliği olmayan kaba bir materyalist. Tek ülkede sosyalizmi savunan sosyalist bir vatanperver. Savaşlarda hiçbir ideolojik ilkenin geçerli olamayacağını, esas olanın politika olduğunu, tabir caizse ulus ve devletin esenliği için şeytanla bile ittifak yapılabileceğini tüm hayatı boyunca benimsemiş ve göstermiştir. Savaşlarda ilkeler değil politik çıkarlar, başarılı askeri taktikler ve vatan için ölmek esastır. Kemalizm’i toprak devrimini yapamamış güdük bir burjuva devrimi ve Batı emperyalizmine karşı Sovyetleri koruyan bir kalkan olarak görmüştür. M. Kemal ve Kemalizm hakkında ideolojik bir çözümlemesi yoktur. Lenin’in ölümünden önce seçtiği halefidir. Galiyev ve M.Suphi’nin Müslüman Bolşevizm’i konusundaki görüşlerini fazla ciddiye almamış, Doğu devrimciliğinin özgül yanları olabileceğini fazla önemsememiş, hatta Müslüman Bolşevizm’ini ideolojik bir kaba koyulamayacağı için güvenilir bulmamıştır. Müslüman Doğu halklarına siyasal özgürlük vermektense onları fiilen kültürel özerklik sınırında tutmayı daha uygun bulmuştur. Kafkas halkları, Azeriler, Gürcüler ve Ermeniler bir dereceye kadar Rus komünistlerin yardımı olmadan kendi komünist örgütlülüklerini yaratabilecek güçteydiler. Ancak Orta Asya’daki Müslüman Türki halklar ve Kazaklar ağırlıklı köylü-çiftçi uluslar oldukları için Ekim devriminin büyümesi ve içselleşmesinde Rusların yardımı olmaksızın başarıya ulaşamayacakları düşünüldü. İslamiyet’le yoksulluğun bir arada var olduğu koşullar İngiliz emperyalizminin müdahalesi için bulunmaz bir vasattır. Emperyalist saldırı ve kuşatma koşullarında Ekim Devrimi’nin halklara vaat ettiği özgürlük ve ulusların kaderini tayin hakkı teorideki kadar sınırsız değildi.

Mustafa Kemal; Öncelikle kurtuluş mücadelesinin başarısının “Sovyet dostluğundan” geçtiğini çok iyi tespit etmiştir. Ekim devriminden sonraki iç savaşta özellikle Kafkasya’da gerici Müsavat güçleriyle birlik olan Enverist güçleri gerileterek Rusların güvenini kazanmıştır. Bu anlamda savaş ve diplomaside özellikle ittifaklar siyasetinde stratejik görüşlere sahiptir. Kafkas pratiğindeki gibi Sovyet diplomatlara “emperyalizme karşı” savaşacağı Anadolu’daki cepheleri bizzat kendi gezdirerek onlara güven telakki edecek kadar zekidir. Mustafa Suphi’ye ülkeye geldiği takdirde Ankara Hükümeti’ne tabi olması gerektiğini, bağımsız örgütlenmeye izin verilemeyeceğini, Bolşevizmin Türkiye’ye uygun olmadığına dair bir mektup yollamış, ancak Suphilerin ülkeye henüz girdiği bir zamanda Kazım Karabekir’e çektiği bir telgraftan kısa süre sonra Suphi ve yoldaşları katledilmiştir.  Öte yandan kendisi, kendini “Türkleri adam etmeye adamış” modern bir oryantalist, dahası Fransız ekolünde bir laisist ve Bonapartisttir. Ve Batı karşısında burjuva gururundan ödün vermeyen realist bir Türk milliyetçisidir. Son olarak tutarlı bir antikomünist ve Kürt halkının Türklük potasında eritilmesi siyasetinin geliştiricisidir. Enver’in Ermenilere yaptığını yönetimindeki ekibiyle çok daha sessiz ve profesyonel metotlarla Kürtlere karşı uygulamıştır. Türk devlet ideolojisi Hamidizm, Enverizm ve Kemalizm’in geçişselliği ve birbirine eklemlenmesi ile son halini almıştır. Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet birer kopuş gibi gözükseler de özünde tarihsel bir süreklilik arz ederler.  Bu triumviranın bileşkesi modern faşizmin ana rahmi olarak görülmelidir. Çok uluslu ve çok dinli Tanzimat’tan çok uluslu ve tek dinli Meşrutiyete ve oradan tek uluslu ve tek dinli Cumhuriyete; bunu burjuva anlamda bir ilerleme olarak kabul edebilir miyiz? Tanzimat elbette halka çok yabancıydı. Kafalarındaki teorik bir halktı. Meşrutiyet milletsever olmakla birlikte Türkçü ve İslamcıydı. Cumhuriyet ise modern bir despotizmdi. Halka en yabancı olan rejimdi. Tanzimat’tan “teorik halk”ı Meşrutiyet’ten Türkçülüğü aldı.

Enver Paşa; Yaşamı ve siyaseti ile (Balkan Harbi, Pantürkizm ve Teşkilat-ı Mahsusa) hala Türk egemenlik sisteminin atar damarlarında yaşayan bir liderdir. Ülkenin geleceğini Alman emperyalizmi ile ittifakta görmüştür. Kaybedince hep büyük güçlerin peşinde koşmuş, hızla taraf değiştiren bir pragmatizm ustasıdır. (Cihan savaşında Almanlarla, Ekim devriminden sonra kısa bir süre Bolşeviklerle ve en son İngilizlerle). İktidardan düştükten sonra Rus komünist Radek’ten Hint komünist Roy’a, M. Kemal’in kendisi ve temsilcilerinden çok sevildiği Alman ordusu liderleri ve Kafkasya’daki beyaz ordu liderlerine kadar bu kadar geniş bir siyaset kadrosuyla görüşebilmesi eski bir imparatorluk lideri olmasından ama daha özelde Teşkilat-ı Mahsusacı kimliğinin ona verdiği örgütçü karakterden ileri gelmiştir. Son 20 yıllık Türk savunma ve dış politikası, Enver’in bölge çapındaki görüş ve trafiğini andırmaktadır. Çok yönlü ve ilkesiz… Düşünün ki Alman generaller ve Radek’le birlikte Alman ordusunun Rusya’ya silah ve cephane sevkiyatına aracılık etmiştir. Kimilerince bir “Balkan kahramanı” olarak görülse de Asya steplerinde dönemin en gerici güçlerine komutanlık ederken İngiliz üniforması ile bu dünyadan göçmüş bir askerdir. Enver, imparatorluğu kurtarmanın yolunu, Türk milliyetçiliğini Ermeni jenosidi üzerinden geliştirmekte bulurken, Mustafa Suphi kendinde var olan “minimalist milliyetçiliğin” özeleştirisini verdikten sonra “Hür milletlerin hür birliği”ni savunmuştur.

Enver Paşa’nın kendine yakın gördüğü Roy’a söylediği bir söz aslında tam kendisini tarif etmektedir. Roy’a “Yoldaş Roy Bolşevik olmuştur ama leopar hiçbir zaman beneklerini değiştirmez” derken mücadeleye ilk katıldığından beri kafasındaki hayalin Pantürkizm olduğunu görebiliyoruz. O Bolşeviklerle, İngilizlerle, Kemalistlerle, Almanlarla, Araplarla kurduğu tüm ilişkilerde aslında hep bir leopardı. Onca pragmatizmine rağmen hiçbir zaman ideolojisinden ödün vermedi.

Mustafa Suphi: “Bizim meslek dervişlik! Yola çıkacağız! Bu yolculukta ne çıkarsa bahtımıza!” (Kendisini Anadolu yolculuğundan vazgeçirmeye çalışan bir dostuna verdiği cevap)

Kendisini birdenbire hiç düşünmediği fırtınaların ortasında bulmuş, sonra aklını ve kalbini buna adapte etmiş bir yurtsever olarak başladığı mücadelede hızla enternasyonal bir mertebeye ulaşmıştır. En büyük eksikliği yeterince merkeziyetçi politikalar üretememesi, politik uyanıklığının zayıf kalması ve yerinde çok iyi örgütlemiş olsa da kızıl bir ordu gücünü ülkeye taşıramamasıydı. Sovyetlere, Ekim devimine duyduğu büyük inanç ve coşku nedeniyle Doğu halkları devrimi bağlamında çok fazla inandı. Burada Sovyetlerin Doğu devrimini çok içten kavrayamadığını hissetse de bunu açıktan söyleyemedi. Çünkü Doğu devrimi ihtimali tam da Sovyetlerin artık Batı’daki devrimlerden umudu kestiği bir zamanda gündeme gelmişti. Sovyetlerin çok büyük umut besledikleri Avrupa devriminin beklediklerinden uzun bir dönemde gerçekleşeceğine kani olmaları yüzlerini hızla Doğu’ya dönmelerini gerektirmiştir. Ancak bu konuda hiç de hazırlıklı olmadıkları açığa çıkmıştır. Sovyetler, Doğu halklarının ağırlıklı olarak Müslüman ve köylü uluslar olmasından kaynaklı tarihsel özelliklerini oranın yerel Marksistleriyle diyalog içinde değil kendi bildikleri tarzda ele alma yanlışına düşmüşlerdir. Doğu’lu devrimcilerden adeta özgün yanlarını budamalarını ve kendilerine tabi olmalarını istiyorlardı. Müslüman Bolşeviklere reva gördükleri, Rus Komünist Partisi (Bolşevik)’ in “seksiyon”u olarak kalmalarıydı. Sonuçta Suphi kendi yolunu çizmeye karar verdiğinde bir yandan bu seksiyon kısıtlılığıyla mücadele ederken diğer yandan çok güvendiği kendi yoldaşları tarafından Bolşeviklere şikâyet edilerek refüze edilmeye çalışıldı (İstanbul komünist grubu). Burada özellikle Salih Zeki’den bahsetmek gerekir. Bu şahıs, Ermeni katliamının sorumluları arasında olmasına rağmen Stalin’e bağlı Kafkas Bürosu tarafından TKF’na dahil edilmiştir. Suphi’nin gayretleriyle örgütten kısmen uzaklaştırılan Salih Zeki ve etrafındakiler Kafkas bürosundan aldıkları destekle parti içinde bir muhalefet bloğu oluşturmuşlardır. Anadolu’ya dönüşe karşı çıkmışlar, Kazım Karabekir’le haberleşebilmişlerdir (Ahmet Kardam)

Türkiye’nin kuruluş sürecinde Balkanlar ve Kafkasya’dan gelen politik iki ayrı akımın etkili olduğu söylenir. Bugün sanıldığının aksine, Balkan hattı İkinci Enternasyonalci ve reformist iken, Doğu’dan gelen hat, Bolşevik’tir.

Doğu’dan, özelde Kafkaslar’dan gelen hattın İstanbul hattı tarafından pek desteklenmediği açıktır. İşte ta Bakü’den beri Suphi’ye muhalefet edenlerin sonraları Şefik Hüsnü’de cisimleşen çizgisi de budur, Avrupacı reformist çizgidir. Özelde ilk TKP hareketi işçi-köylü merkezli ve sosyalist federatif iken; Şefik Hüsnü ve Aydınlık çizgisi aydın tabanlı ve misak-ı millicidir.

Suphi’nin fazla iyimserliği, alçakgönüllülüğü, geçmişine olan saygısı eski bir arkadaşı olan Zeki Velidi Togan gibi Pantürkist saflara katılmış birine kapılarını açmasına neden olabilmiştir. Bu elbette onun sağlam kişiliği ile ilgili bir durumdur. Kendisine sığınmış eski bir arkadaşını korumuştur. İdeolojik düşmanı olan eski bir dostunu kendisine politik bir zararı dokunmadığı için Sovyetlerden saklamıştır. Suphi geçmişinden ideolojik olarak kopmuştur, geçmişinden eski bir arkadaşını teslim edecek kadar kopmamıştır. Kültür ve geleneği buna müsaade etmemiştir. Biz bunu bir hata olarak görmüyoruz.

Suphi’nin yaşadığı dönem bir yanda cihan savaşı bir yanda Ekim devrimi ve Anadolu’daki savaş; aşırı disiplin, gizlilik, silahlı bir güç ve taktik zenginlik isteyen, gizli diplomasilere dair önsezinin gayet önemli olduğu bir önderlik gerektiriyordu. Etrafındaki herkes Lenin, Stalin, Enver Paşa, Mustafa Kemal; oyunu büyük oynuyordu. Büyük oyun sırası ona geldiğinde kendisinde çok zayıf olan politik ve taktik önsezi, düşmanın komplocu karakterini analiz edememiş ve ne yazık ki onun ölümünü beraberinde getirmiştir. Sonraki on yıllarda da çoğu komünist önderin tasfiyesi veya şehadetinde bu yetersiz önsezi temel bir rol oynamıştır.

Mustafa Suphi kurtuluş savaşında Anadolu’daki önderliğe de çok güvendi. Bu konuda fazla iyimserdi. Anadolu’ya geçtikten sonra açık devrimci kitle faaliyeti yapmayı düşünüyordu. Bu güvenin önemli bir nedeni Lenin’in bizzat Mustafa Kemal liderliğini meşru bir taraf olarak görmesi, Kemalist temsilcileri Doğu Halkları Kurultay’ına davet etmesiydi. Suphi, Sovyetlerle gayet iyi ilişkileri olan, onlardan altın ve silah alan Kuvvacıların ileride nasıl bir cumhuriyet yaratmak istediklerini kafasında tam çözememiştir. Kendi federalist demokratik cumhuriyeti karşısında proto-faşist bir ulus devlet yaratılacağını zihninde kurgulayabilmesini engelleyen karmaşık bir sürecin içinde hareket ediyordu. Bu anlamda Enver ile M. Kemal arasındaki süreklilik konusunda zihninde belli bir fikir oluşturamadığı anlaşılıyor. Lenin’in desteklediği M. Kemal’in bir Çan Kay Şek olarak değil, tabiri caizse bir Sun Yat Sen olarak görmüştür. Oysa M. Kemal gayet diplomatik bir dille yazdığı mektupta Suphi’ye Ankara Hükümeti’ne tabi olacaksa Anadolu’ya gelebileceğini, başka türlüsünün mümkün olmadığını yazıyordu. Bu mektubun şifresini doğru analiz etseydi ülkeye Kars üzerinden yasal bir girişi tercih etmez, Karadeniz ve Anadolu dağları üzerinden uzun bir yürüyüşü tercih ederdi. Dolayısıyla mücadele biçimini de salt açık devrimci kitle faaliyetiyle sınırlamazdı. İttihatçı Pantürkizm’i aşması ama Kemalizm’i burjuva bir müttefik olarak görmesi en büyük yanılgısıdır. Ama dediğimiz gibi bu noktada Sovyetlere güvenmiştir. M. Suphi’nin düşüncesi Kemalizm’le ittifak halinde emperyalizme karşı savaşmak, zaferden sonra işçi-köylü federal cumhuriyeti için mücadeleye devam etmekti. Oysa Kemalistler Kurtuluş savaşının ortasında emperyalizme uzlaşıp okların yönünü çoktan Suphilere, THİF’e, Çerkez Ethem’e ve BMM’deki Halk Zümresi ’ne çevirmişlerdi. Bu yüzden düşmanı düşman olarak değil, burjuva bir müttefik olarak ele alması ve Anadolu’daki yerel Marksist damarda gayri Müslim azınlıklarının rolünü yeterince çözümleyememesi, beraberinde Enverizm ile Kemalizm arasındaki sürekliliği görmesini de engellemiştir.

Her kim ki Mustafa Suphi’ye bir maceraperest eleştirisi getirdiyse ve hala getiriyorsa bu kişiler Mahir, Deniz ve İbo için de aynı şeyleri söyleyen düzen içi solculardır. Mustafa Suphi, o dönemde her inançlı enternasyonal komünist gibi kendi ülkesindeki devrimi Ekim devriminin bekasına bağlamıştı. Bugünden baktığımızda çok eleştirdiğimiz “Önce Sovyetler!” ilkesi, o günlerde enternasyonal komünistlerin temel ilkesiydi. Suphi ve yoldaşları da bunun dışında değildi. Ama pratikte bu durumun giderek bir ayak bağı olduğunu da görüyorlardı. Biz bugünden geçmişe baktığımızda her ne kadar bu durumu hazmedemesek de Suphi’nin bu konuda çok bağımsız hareket edemeyeceği de ortadaydı. Yine de Suphi, oyunu büyük oynayanların arasından tam da sıyrılmaya karar verdiği anda katledilmiştir. Bunu mutlaka tespit etmek gerekir. Hazırlıksız deniliyor ama böylesi bir yola çıkışta en büyük hazırlık bilinçlerde değil midir? O yüzden bilinç ve kararlılığın olduğu yerde maceraperestlikten kesinlikle bahsedilemez. Kaldı ki Suphi’nin arkasında onu her gün biraz daha devrimci ve komünist yapan çok yüklü bir Rusya pratiği vardır. Suphi’nin Rusya’daki teşkilatlanması kimi çevrelerin iddia ettiği gibi Anadolu’ya yabancı bir “dış komünist kuvvet” değildir. Ekim Devrimi’nden önce Rusya’ya geçmiş olması, cephe gerisinde örgütlenme anlayışıyla ilgilidir. Devrimden sonra bu stratejisini gerçekleştirmek için olanakları artmıştır elbet. Aklındaki ilk teşkilatlanma ise askeri örgütlenmedir. Esir Müslüman Türklerden bir ordu gücü yaratmaktır. Suphi’nin Rusya yıllarındaki tek ve en büyük amacı Anadolu’ya uzanacak olan gerçek bir komünist teşkilatlanma ve derleniştir. Suphi’nin Anadolu’ya sadece gölgesinin düşmesi bile düşmanı alelacele harekete geçirmiş, çok hızlı bir yok etme planı devreye sokulmuştur.

Mustafa Suphi ile Sovyetler arasında temelde üç kırılma noktası vardır. İlki dayatılan seksiyon yapılanması, ikincisi Enver Paşa’nın Suphi’nin tüm itirazlarına rağmen Doğu Halkları Kurultayı’na katılması üçüncüsü ise Anadolu’ya dönüş kararı aldıktan sonra Sovyetlerin yeterli desteği vermemesi. Bu sonuncusu Sovyetlerin İngilizlerle ticaret anlaşması yapması dönemine denk gelmiştir. Anlaşma gereği Ruslar İngilizlere başta Türkiye ve İran’da aleyhte propaganda ve örgütlenme yapmama sözü vermişlerdir.

Yalçın Küçük ve Mete Tunçay, M. Suphi’nin ölümüne elbette inançlı birer komünist gözüyle bakamazlardı. Sosyalist birer akademisyen gözüyle bakmışlardır.  “… binbir hakaretten sonra zorunlu olarak bindirildiği bir kayıkla kuzeye kürek çekerken on beş yoldaşıyla birlikte boğuluyor, bedenlerinin denize atıldığı konusunda Nazım Hikmet’in şiirleri vardır” (Sırlar/syf: 136) demek büyük bir eksiklik değil midir?  “Denize atıldılar” ne demek?  Denize atılmadan önce öldürüldükleri çok açık iken “yoldaşlarıyla birlikte boğuluyor” ne demek?  Y. Küçük “Sırlar” kitabında bu olaydan bahsederken çok öne çıkarmadan sadece bir kez “katledildiler” demiştir. Acaba Kemalistlere böylesi bir olayı yakıştıramamış mıdır? Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katili Enver ve ekibinden M. Kemal ve ekibine devrolunan Teşkilatı Mahsusadır. Teşkilatı Mahsusa, Türkiye Cumhuriyeti’nin yaşayan ruhudur.


Mustafa Suphi, Madteos Sarkisyan (Paramaz) ve Ermeni Meselesi

Türkiye’de sol düşünceye dair yayıncılığın gelişmesinde önemli çabaları olan araştırmacı-yazar-çevirmen Ahmet Kardam’ın ‘Mustafa Suphi: Karanlıktan Aydınlığa’ adlı kitabında Ermeni meselesine dair Mustafa Suphi’nin duruşunu açıklanmaktadır. Bu konuda Agos gazetesine verdiği röportajda bu konuyu şöyle özetler:

  1. “Suphi’nin yaptığı konuşmalarda ve yazdığı yazılarda Ermeni meselenin ortaya çıkış nedeni konusundaki görüşü özetle şöyledir: ‘Ermeni sorunu Avrupalı emperyalist devletlerinin Müslümanlar ile Ermenileri birbirlerine karşı kışkırtmalarının yarattığı bir sorundur. Müslüman egemen sınıf ve zümrelerin temsilcisi hükümetler de tarih boyunca beraber yaşamış bu iki milleti birbirine düşman etmişlerdir. Bu kışkırtmaların sonucu olarak ortaya çıkan karşılıklı kırımları ilk başlatan hep ‘Ermeni burjuvazisi’ olmuştur.”
  2. “Ermeni sorunu’nu ezilen bir ulusun meşru hak taleplerinin şiddetle bastırılmasının bir sonucu olarak ele almayan bu açıklama tarzına yöneltilebilecek bütün haklı itirazlara rağmen, Mustafa Suphi özellikle TKP’nin kuruluş kongresinde delegelerden gelen itirazlara rağmen her seferinde ‘Ermeni sorununun tek çözümünün ‘federatif devlet’ olduğunu ısrarla savunmuş, bu ilkeyi ‘hür milletlerin hür ittihadı’ esasına dayalı federatif bir cumhuriyet’ olarak TKP’nin kurucu kongresine kabul ettirebilmiştir. Bu başarısı Türkiye Komünist hareketi bakımından, devamı gelmemiş olsa da çok önemli bir adım sayılmalıdır.”

Suphi, Yeni Dünya’nın 24 Aralık 1918 tarihli sayısında yayımlanan ‘Türkler ve Ermeniler’ başlıklı yazısında da Türklerle Ermeniler arasındaki karşılıklı kırımlara son verilebilmesi için Türk komünistleriyle Ermeni komünistlerinin birlikte hareket etmeleri gerektiğini, Ermeni komünistlerine bu konuda büyük umut bağladıklarını belirtir.

*******

Ermeni sorunu Türkiye sol kamuoyunca yıllardır çokça tartışılmasına rağmen, Ermeni komünistlerinin mücadelesini, başta Paramaz olayını belleklerinde yaşatmadıkları bir gerçektir.

Paramaz ve yoldaşları ilk kez 2013 yılının Haziran’ında İstanbul’da yapılan bir panelle ve yine ilk kez infazların gerçekleştiği Beyazıt meydanında gerçekleştirilen anma ile Türkiye sol kamuoyuna mal edilmiştir. Bu olayın hatırlanmaması kuşkusuz Kemalizm’in sol üzerinde yarattığı etkiden kaynaklanıyor. Sosyalist hareketlerin üzerindeki Kemalizm etkisi bu coğrafyada yaşayan “diğer” sosyalistlerin varlıklarını ve mücadelesinin görmezden gelinmesine, unutulmasına, gelecek kuşaklara aktarılmamasına neden olmuştur.

Ermeni Devrimci Paramaz ve 19 yoldaşının 15 Haziran 1915’te Beyazıt Meydanı’nda katledilmelerinin 109. yılı

Paramaz ve yoldaşlarının bu topraklarda yaşayan 1 milyona yakın Ermeni’nin sürgün edilmesinin başlangıcı sayılan 24 Nisan 1915’te tutuklamalarından üç hafta sonra infaz edilmeleri, “büyük felaket”in işaret fişeği gibidir.

“Bizim istediğimiz eşitlik, biz katı milliyetçi değiliz, bizim talebimiz Ermeni, Türk, Kürt, Alevi, Laz, Ezidi, Süryani, Arap ve Kıptilerle birlikte eşit koşullarda yaşamaktır. Bir devrimci olarak bu hedefe ulaşacağımıza inanıyorum. Ama Osmanlı devletinin tutumu onu Türkçülüğe götürüyor. Yüzlerce yıl önce bu toprakta geldiğiniz noktaya, Türkçülüğe geri dönüyorsunuz. […] Bizler milliyetçi değiliz, millet gayreti tarafından yönlendirilmemekteyiz. Bizler şoven milliyetçiler değil, halk dostlarıyız. Evet, biz ihtilalciyiz, ileri dünya tarafından tanınan ihtilâlcileriz, örnek ihtilâlcileriz ve tarih sahnesine çıkışımızın bütün hikâyesi de Osmanlı devleti tarafından gayet iyi bilinmektedir” (Sosyal Demokrat Hınçak Partisi üyesi Paramaz’ın -Madteos SarkisyanDivan-ı Harp mahkeme savunmasından)

Mahkeme başkanının “Türkiye’yi parçalayıp, yok etmek niyetiyle bağımsız bir Ermenistan kurma amacına hizmet ettiğiniz doğru mudur?” sorusuna Paramaz’ın cevabı: “Bu ülkenin refahı için yapmadığımız ne kaldı? Ermenilerin ve Türklerin kardeşliğini sağlamak için öylesine fedakârlıkları kabul ettik. Ne kadar enerji tükettik ne kadar çok kanımızı akıttık. Bu kadar acıya katlanmamızın nedeni güven yoluyla birbirimizi yükseltmek idi. Ve bizim karşılaştığımız nedir? Yalnızca bizim olağanüstü çabalarımızı yok saymakla kalmadınız, aynı zamanda bilinçli olarak bizi imha etmeye çalıştınız. Siz ülkemizi bundan altı yüz yıl önce bizden koparmaya çalışıp, işgal ettiniz. Şimdi de tüm Osmanlı vatanını bir Türkiye’ye dönüştürme çabası içerisindesiniz. Ancak siz bunu yaparken suçlu görülmüyorsunuz da, aynı şeyi yapmaya kalkışıp, tarihsel hakkımızı yeniden elde etme amacı için çabaladığımız için biz mi suç işlemiş sayılıyoruz yani!” olur.

Paramazların ve onun nezdinde 19. yüzyılın son çeyreği ile 20. yüzyılın başında son derece etkin olan Ermeni devrimci hareketinin Türkiye sol hareketi tarafından en az Mustafa Suphiler kadar Türkiye sosyalizminin kurucu unsuru olarak kabul edilmesi gerekmektedir.

Paramaz ve 19 yoldaşı, Mustafa Suphi ve 14 yoldaşıyla birlikte Türkiye Komünist Hareketi’nin ayrılmaz bir parçası, ortak bir mirasıdır.

Devrimci Komünarlar, Paramaz ve yoldaşlarını Türkiye Komünist Hareketi’nin ilk kurucuları ve şehitleri arasında kabul etmektedirler.

Mehmet Turan

Yazının birinci bölümü: Ölümünün 104. yılında Mustafa Suphi’nin Mirası – Mehmet Turan


[1] Angelika Balabanoff (veya Balabanov/Balabonova, 4 Ağustos 1878 – 25 Kasım 1965) Yahudi kökenli bir Rus-İtalyan komünist ve sosyal demokrat. 1919’dan 1920’ye kadar Komintern sekreteri olarak görev yaptı ve daha sonra İtalya’da siyasi parti lideri oldu.