Narin Güran’ın katledilmesi ve sonrasında yaşanan gelişmeler, bu memlekette tepeden tırnağa yaşanan çürümüşlüğün ve toplumsal yıkımın geldiği boyutu bir kez daha bütün çıplaklığıyla gözler önüne serdi. Ancak nasıl bir cehennemde yaşadığımızı her defasında biraz daha sarsılarak görüyor olmak ve yaşanan bunca rezalete isyan etmek artık yetmiyor!
Devlet kaynaklı şiddet sarmalının toplumun kılcal damarlarına kadar nüfuz ederek faşizmin iyice derinleştirildiğini de görmek gerekiyor. Aynı şekilde egemenlik aygıtı konumundaki devletin, o devasa gücüyle halklara karşı düşmanlaşıp azgınlaştıkça nasıl çöküp basit bir aparata dönüştüğünü de görmemiz gerekiyor. Faşizmin o güçlü devlet algısını var eden tüm kurumlarıyla birlikte artık içe çökerek bütün normlarının alt üst edildiği, keyfilikte ve gaddarlıkta sınır tanımayan niteliğinin topluma sirayet ettiğini de görmeliyiz. Bu haliyle mevcut siyasi iktidarın ideolojik hegemonyası altında büyük bir karanlığa mahkum edilen geniş halk kitlelerinin yaşadığı alçalma ve bunun bir salgın hastalık gibi her yana bulaştırılıyor oluşu artık dehşet verici boyuttadır.
Bu nedenledir ki devlet aygıtının askeriyle, polisiyle, yargısıyla, medya tekelleriyle ve bütün bürokratik mekanizmalarıyla organize bir çete yapılanmasına dönüştüğünü bir kez daha gösteren bu cinayet, esas olarak toplumsal çürümenin geldiği korkunç boyutu da göstermiş olması nedeniyle düşündürücüdür. İktidarın artık giderek kendine benzettiği toplumun da işlenen suçların toplumsallaşmasına ortaklık ettiği, suçun yaygınlaşarak meşrulaştırıldığı derin bir çöküntü halinin yaşanıyor oluşu önemli bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor.
Hizbul-Kontra gerçekliği
Devlet gücünü elinde bulunduran AKP-MHP iktidarı ve onların ortağı konumuna gelmiş bulunan HÜDA-PAR’ın doğrudan dahil olduğu bu sürecin ayrıntıları uzunca bir süredir herkesin dilinde. Cinayetin gerçekleştiği köyün geçmiş yıllarda Hizbul-Kontra merkezlerinden biri olduğu; köydeki caminin altında işkence mekanları, mezar evler bulunduğu ve halen de bu ilişkinin köyün etkili yetkili şahsiyetleri eliyle sürdürüldüğü, silah depolarındaki mühimmatlar ve AKP’li vekillere kadar uzanan kirli ilişkiler ağı artık kimse için şaşırtıcı gelmiyor. Eski İçişleri Bakanı’nın söylemiyle, HÜDA-PAR’ın bir stratejinin gereği olarak ortaklığa dahil edilip sahaya sürüldüğü andan itibaren Kürdistan’da devletin bütün olanaklarını kullanarak gücünü göstereceği de bir sır olmasa gerek.
İşte tam da bu noktada “suçun yerel boyutu” veya “bölgenin özellikleri” denilerek bu olayın bile Kürt halkına yönelik bir karalama kampanyasına dönüştürülmek istenmesi, özel savaş politikalarının devamı niteliğindedir. Kürdistan’da Kürt Özgürlük Hareketi’nin geçmişe oranla zayıfladığı bir dönemde HÜDA-PAR’a yol açarak sömürgeciliği islamcı ideoloji temelinde yürütmeye çalışanlar artık yeni taktikler izlemeye başladılar. Hizbul-Kontra’nın geçmiş dönemlerdeki saldırganlığını, farklı biçimlerde yürüttükleri yozlaştırma ve çürütme politikalarıyla, özellikle kadınlar, gençler ve çocuklar üzerinde uyguluyorlar. Erkek egemen sistemin şiddeti toplumsallaştırarak kadına dönük cinayet, çocuk istismarı ve cinsel saldırganlıktaki artışı tırmandırması ve yıllardır mücadelesi verilen İstanbul Sözleşmesi gibi hem çocukları hem kadınları korumayı amaçlayan yasal düzenlemelerle kazanılmış hakları geri almasının yarattığı ağır sonuçları görüyoruz. Bir de 20 yıldır bu ülkede eğitim sistemine yerleştirilen islamcı faşist gericiliğin köhnemiş değerleriyle gençlerin nasıl zehirlendiğini düşünürsek, kuşaktan kuşağa sirayet edecek olan bu kültürel, sosyolojik altyapının etkileri belki yarım yüzyıl boyunca silinmeyecek derin izler bırakacaktır.
İşlenen suça ortaklık
Narin’in katledilmesinden sonra yaşananlar; suskunluğa gömülen köy halkının ve kamu görevlilerinin elbirliğiyle suçun delillerini karartmaya, yok etmeye çalışması, hemen yanı başında Kalekol olan köyde suyun yönünün bile değiştirilebilmesi, güya “gizlilik kararı “ve “yayın yasağı” konulmuş dosyanın bütün ayrıntılarının her gün yeni senaryolar üretilebilmesi için kamuya açılması takdire şayan! Ancak henüz sekiz yaşında küçük bir kız çocuğunun cesedi üzerinde tepinerek, elbirliğiyle gizledikleri gerçekleri örtbas etmek için onu “şehit” ilan ederek mezarına bayrak dikme kepazeliğini gösteren devlet aklı unutulmayacaktır! Yine o yaştaki bir çocuğun tabutuna gelinlik örterek bütün iğrenç niyetlerini dışa vuranların mezarlığı bir türbeye dönüştürmesi, hele de soruşturmanın güvenliği için hiçbir şey yapmayan üç bakanın tek yapabilecekleri ellerini açarak dua etmekmiş gibi bu görevi yerine getirmek için koşa koşa mezarlığa gitmesi ibretlik bir durumdur.
Bütün bunlar yaşanırken ve Narin alçakça katledilirken, bir köyün tamamının kolektif biçimde suç ortaklığı yaparak cinayete sessiz kalmasının ardından iktidar sahiplerince aileye söylettirilen “dış güçler” hikayesi de düşündürücüdür. Bu söylemin her dönem devleti temsil edenler için bilindik bir nakarat olduğu, artık kimin söylediğiyle ilgilenemeyecek kadar gerçeklik algısını yitiren toplum için de bir anlam ifade etmediği söylenebilir. Haftalardır cinayetin nasıl ve neden gerçekleştiğine dair sürekli yinelenen haberler ve magazinsel, hatta pornografik boyutlarda tartışılan yığınla senaryoyla dumura uğratılmış halk yığınları bu alegorinin neresinde olduklarını dahi bilmiyorlar.
İktidar sahiplerinin sermayeyle elbirliği içinde ağır ekonomik programları dayatarak çaresizliğe ittikleri geniş toplum kesimleri artık umutsuzluğun, korku ve kaygının kendilerini ne hale getirdiğini göremiyorlar. Açlığın, yoksulluğun ve sefaletin pençesinde kıvranan yoksul halka sistematik biçimde dayatılan şiddet öylesine olağanlaştırılmış ve süreklileştirilmiş biçimde yansıtılıyor ki insanlar kendi yaşadıklarını da başkalarına yapılanı da artık göremiyor. Parti, tarikat ve mafya birlikteliğiyle topyekün kuşatılarak çaresizliğin dipsiz kuyularına itilen ve her gün eskisinden daha ağır bir vahşetle karşılaşıp yaşadığı kötülüklerle iyice sersemleyen yığınlar ne yapacağını bilemez haldeler.
Hesabını soramadığımız suçlar
Gerçekten de insanlar sabah akşam dinledikleri ve neredeyse “cinayeti siz çözün” diye önlerine servis edilen Narin’le ilgili haber bombardımanından boğulmak üzereyken, insanlıktan çıkmış başkaca yaratıkların 2 yaşındaki bebeğe yönelik cinsel istismar haberi gündeme düştü. Bu ülkede daha önce de 18 aylık hatta 9 aylık bebeğe tecavüz etmeye kalkan ve bebeklerin ölümüne neden olan alçaklar vardı. Ayrıca 2 yaşındaki bebek ve 8 yaşındaki Narin gibi binlerce çocuğun, bebeğin başına gelenlerden haberimiz bile yok. Ancak bu şekilde gündeme gelenlerden dolaylı biçimde haberdar olabiliyor veya istatistiki verilere düşüp artık rakamlarla ifade edildiklerinde onları görebiliyoruz. Ki bu bile yapılmıyormuş artık, TÜİK 2016’dan beri kaybolan çocukların listesini –herhalde rakamlar korkunç boyutlarda olduğu için- açıklamıyormuş. En son rakamlara göre ise yalnızca 2008 – 2016 arasında Türkiye’de toplamda 104 bin 531 çocuk kaybolmuş, günde 46 çocuk kayıp olarak kayda geçmiş. Bu çocukların başına ne geldiği, organ mafyasına mı kurban gittikleri yoksa halen yaşayıp uyuşturucu-fuhuş batağına mı düştükleri belli değil. Çünkü bu ülkede daha yakın zamanda depremde kaybolan çocuklarda olduğu gibi bu çocukların da ısrarla izini süren, akıbetini soran artık yok!
Nereye kaybolup gidiyor bu çocuklar? Neden bunların hesabını soramıyoruz? Çocuk yuvalarından zenginlere kayıtsız şartsız dağıtılan bebeklerin veya yetiştirme yurtlarındaki yetkililerce, içinde asker, polis ve savcıların da olduğu uyuşturucu-fuhuş çetelerine sunulan kimsesiz çocukların hesabı neden sorulamıyor? Tarikatlara teslim edilen öğrenci yurtlarında, kuran kurslarında yaygın ve sistematik biçimde gerçekleştirilen taciz ve tecavüzler, ya da “çocuk gelin” adı altında meşrulaştırılarak evlendirilenler, çocuk yaşta doğum yapmak zorunda kalanlar kimin umurunda? Maarif Modeli adı altındaki yeni eğitim sistemiyle zihni yoksullaştırılan milyonlarca çocuğun, okullardaki ÇEDES Projesiyle din sömürüsüne, MESEM projesiyle yoğun emek sömürüsüne maruz bırakılarak, güvencesiz ortamlarda ölümüne çalıştırılmasına ve yaşamlarını yitirmesine kim ne kadar ses çıkarabiliyor?
Bu sorular uzatılabilir, ancak bugünü ve geleceği elinden alınarak toplumsal ve kamusal haklarından mahrum bırakılıp sürüleştirilmek istenilen ve umutsuzca karanlığa gömülen milyonlara ulaşamadığımız kesin. Oysaki büyük patlamalara ve altüst oluşlara gebe bu toplumsal yapıda en azından halkın kendi sorunlarının çözümü doğrultusunda özneleşebileceği mücadele zeminlerini yaratabilmek zor olmasa gerek.