Dr. Hikmet Kıvılcımlı: “Osmanlı Tarihinin Maddesi”
Bizler Spartaküs’ten, Münzer ’den, Bedreddin’den, tarih bilinci ve halkların direniş geleneğinden her ne kadar sık bahsetmiş olsak ta, devrimci hareketin geneli sömürü, baskı ve savaşları bugüne kadar ağırlıklı olarak hep yakın çağ odaklı düşünmüştür. Miladımız Fransız ihtilali, Paris Komünü, Marx ve Engels, Bolşevik ve Çin Devrimi, Vietnam ve Küba devrimleri ve bunlardan sonraki dünyaya dairdi. Önümüzde Hikmet Kıvılcımlı gibi bir değerimiz varken, bugün bunları söylüyor olmak gerçekten utanç vericidir. Onun “Osmanlı Tarihinin Maddesi” yapıtı tartıştığımız meselenin yöntemi ve tarihsel arka planı konusunda bir başyapıttır.
Kıvılcımlı başta da belirttiğimiz gibi “yazı medeniyet aracı olduğu için tarih sadece medeniyetlerin tarafından bakar” der ve tarih öncesi toplumlar sanki hiç var olmamış gibi davranılmasını eleştirir. Kıvılcımlı paleolitik ve neolitik ’ten hareketle insanlığın sınıflı topluma geçişini tarih tezinin merkezine oturtur. Doktor kendi zamanının en ileri tarih tezini ortaya sermesine rağmen ne yazık ki ne ‘meslekten tarihçiler’ in ne de Halil Berktay, Sencer Divitçioğlu ve Selahattin Hilav gibi dönemin ileri gelen sol tarihçi aydınlarının ilgisini çekememiştir. Kıvılcımlı biyografisi yazarlarından Necmi Erdoğan “Doktor ’un fikriyatı Althusserci bir deyişle ‘yokluğuyla vardır’ “ derken bu gerçeği dile getirmektedir. Kıvılcımlı siyasi polisçe el konulan ve ancak ölümünden sonra ortaya çıkarılan “Osmanlı Tarihin Maddesi” kitabı için Marx’ın Alman İdeolojisinin başına geldiği gibi “farelerin kemirici eleştirisine “ bırakıldığını söyler.
Kıvılcımlının Osmanlı toplumsal formasyonuna ilişkin görüşleri değişik çevreler tarafından “benzersizlik” (sui genesis) eleştirisine tabi tutulmuştur. Ancak burada sadece tek bir örnek vererek bunun doğru olmadığını gösterebiliriz. Doktor “Asya tipi üretim tezi” ne (ATÜT) yaklaştığı için en çok eleştiri aldığı toprak sistemine yönelik Osmanlı’yı Fransa ile karşılaştırır ve benzer olduklarını ifade eder. Miri toprak sisteminin sadece Osmanlı’ya özgü bir durum olmadığını Fransa ile benzer olduğunu söyler. Yerliliği abarttığı bunu “özgücü sol” a kadar götürdüğü, İslamiyet öncesine tutkunluğu ve askeri demokrasiyi fetişleştirdiği gibi eleştiriler aslında onun tarih tezinin esasının yanından bile geçememiştir. Çünkü Tez’in omurgası sağlamdır, Avrupa merkezci tarih yazımlarının eleştirisi temelinde yükselmektedir. Meslekten tarihçiler ve burjuva sosyalistlerinin asıl tahammülsüzlüğü işte bu noktadadır. Tez özgücülük değil ama bu coğrafyanın özgüllüğü üzerine çıkarımlar yapmaktadır, bunu yaparken de Marx, Engels, Morgan ve İbn-i Haldun un yolundan gitmektedir.
Tarihsel geçişleri devrim-karşı devrim temelinde ele almak son tahlilde bile oldukça mekanik bir yaklaşımdır. Biten ile yeni gelmekte olanın çoğu zaman uzun süre bir arada olabildiğini, keskin çizgilerle birbirlerinden ayrıştırılamadığını biliyoruz. Birçok tarihsel örnekte geriden gelen ilerde olanın içinde erimiş ama ona bir Rönesans yaşatmayı da bilmiştir. Tarihsel-toplumsal geçişlerin sürekli ileriye doğru gitmek zorunda olduğunu iddia eden pozitivist tarih anlayışı artık tedavülden kalkmıştır. Tam bu noktada Kıvılcımlı’nın bu pozitivizmi nasıl alt ettiğine dair bir örnek vermek yerinde olur:
“İslam, ilkel sosyalizmi hem kaldırmak, hem de sürdürmek gibi çelişkili bir sistem kurma doktrinidir. Ve nesnel olarak ilkel komünayı kaldırırken öznel olarak ilkel komünanın yazılı olmayan anayasasını bir kerteye dek yazılı biçime sokmaya çalışır” (Osmanlı Tarihinin Maddesi)
Görüleceği üzere İslam bir yandan Arap toplumunun barbarlıktan medeniyete, ilkel komünizmden sınıflı topluma geçişini sağlarken bir yandan da ilkel komünanın eşitlikçi-kamucu geleneklerini yaşatmaya çalışır. Buradaki geçissellik çözümlemesi gerçekten de kafada hiçbir soru işareti bırakmayacak kadar sarih ve doyurucudur.
“Medeniyet (Uygarlık) ile “tefeci-bezirgân sermayeye” geçilirken Kur’an’daki sureler “rıba” nın (tefecilik) en ağır günah olduğunu vaaz eder. Kur’an ‘da yer alan zekât, sadaka, fitre, dul’a-yetime yardım ve namazda Şah’ın da dilencinin de aynı safta eşit hizada sıralanacağına vb. onlarca tebliğ hep o yitirileceği sezilen ilkel komünizmin yaşatılması için konulmuş tedbirlerdir.” (Barbarın Tarihi, Ezilenin Dini/Canan Özcan Eliaçık İletişim Y.)
Neolitik te benzer çelişkili bir süreçtir. Üretim ilişkileri değişirken üst yapı buna direnir. İlkel komüna nesnel olarak ortadan kalkarken adet ve gelenekleri neolitik içinde, klan ve kabilede kan kaybederek te olsa yaşamayı sürdürür. Bu belki de tarihin en özgün trajedilerinden biridir. Hiç eskimeyen binyıllardır yaşanan insanlığın ortak duygusudur bu! Her yeni günün geçmişi biraz daha arattığına dair halk deyişi ne kadar da haklı bir sitayiştir. Ama sonuçsuzdur. Sonuçsuz olduğu bilinendir. Ama insan yine de kendini bu düşünceden alıkoyamaz. Ona onulmaz bir acı hissettirir. Bir daha geri gelmeyecek olana duyulan hasret, insanı gerçekçi yapan da ona ölüm gerçeğini kabullendiren de işte budur.
Habil ile Kabil!
Marx’ tan beri 200 yıllık sömürü ve savaş tarihine odaklanan, hep bu tarih aralığını referans alan devrimciler geleceğe dair tahayyül güçlerini yitirmişlerdir. İşte neolitik asıl bu yüzden önemlidir. Primatlardan Homo Sapiens’e insanın tarihinin yüzde 98’i paleolitiktir, kalan yüzde 1’i neolitik, yüzde biri de neolitikten günümüze kadar olan zamandır. İnsanın evrimi ve toplumsallaşmasında en kritik dönemin bir “karşı devrim” olamayacağını idrak etmek için sayısız sebep içinde bu en başta gelendir. Neolitik insanın kendi yapıtının altında kalması değildir. İnsanın başka türlü olması mümkün olmayan tarihsel bir gelişim evresi karşısında yaşadığı mücadeleler silsilesidir. İnsanın kendi olumlu bütünselliğini(fiziksel, duygusal, ahlaki ) tamamlarken bunun sonuçlarından bihaber olarak işbölümü ve mülkiyeti de ortaya çıkarması neolitiğin sabit olmayan değişken karakterini gösterir bize. Neolitik üst yapının alt yapıya direndiği, alt yapının geçmiş üretim ilişkilerini yıkmaya azmettiği bir dönemdir. Yiğit ve cömert insanın “artık ürüne” ve Kadın’a el koyan gaddar ve zalim yönetici sınıflara karşı amansız savaşıdır. Morgan’ın Engels’in, Kıvılcımlının asıl “karşı devrim” olarak nitelendirdiği dönem neolitikten sonra başlayan uygarlıktır, kölecilikten kapitalist moderniteye kadar uzanan dönemdir.
Bu noktada tarihi determine ettiğimiz düşünülmesin. Neolitik, evet, işbölümüdür, kadın üzerinde kurulan sahiplik ile özel mülkiyetin ilk biçimidir. Ama öte yandan kadın tanrıçaların en yaygın kutsallar olarak boy vermeye başladığı bir dönemdir. Yağmurdan korunmak için yaptığı kulübedir. Elde ettiği vahşi tohumları ıslah ederek ürettiği yeni besinlerle zihinsel ve biyolojik gelişimini sağlamasıdır. Gastronomi devrimi! Hayvanları evcilleştirerek günlük yaşamı kolaylaştırması ve uzak diyarları keşfetmesi ve mübadeleyi öğrenmesidir. Ulaşım, Göç ve Ticaret devrimi! En önemlisi ise hece ve basit sözcüklerden dilbilgisi içeren cümleleri kurarak “Avrasyatik” gerçek bir Dil’i yaratabilmesidir. Lengüistik devrimi! Son olarak hamilelik, doğum eylemi ve emzirmenin uzun süren meşakkatinin yarattığı duygusal-sosyal bilincin kadının kendi farkındalığını artırdığı söylenebilir.
Konuşma ihtiyacını hızlandıran “yapılan işin”, yani av planlarının, Şölenlerin, eş seçiminin, çocuk yetiştirmenin, tohum ıslahının, ekim tekniklerinin, ürün depolamanın vb. gerektirdiği tartışma ve karar alma süreçleridir. Bir dilbilimci “Her birimiz, eğer istersek, dünyadaki herhangi birinin dilini öğrenebilir, konuşabilir ve anlayabiliriz” derken tüm dünya dillerinin Afrika’da doğan tek bir dilden (Avrasyatik) kaynak aldığı için insan beyninin bunu başarılabilecek yetenekte olduğunu iddia etmektedir. Neolitikle gelen lengüistik devrim yarattığı genetik dil havuzu ile sadece farklı dillerin doğumunun değil tüm farklı dillerin tek bir kaynaktan çıkmasının da nedenidir. Tarih öncesini yeniden inşa etmek için diller temel önemdedir.
Yapılan bir araştırma, temel renk terimlerinin evrensel olarak tercüme edilebileceğini göstermiştir. Tanımlanmış 11 rengin dünya üzerindeki tüm dillerde karşılığı vardır.(Hasta Toplumlar/R.B.Edgerton)
Diller insan geçmişini yaratan göçleri anlamak için de arkeoloji, genom ve paleontoloji kadar önemli veriler sunmaktadır. Arkeolojik araştırma enstitülerinin üzerinde çalıştıkları “çiftçilik/dil dağılım hipotezi ”nin temel dayanaklarından biri, gıda üreten nüfuslarla ilişkili en büyük dil ailelerinin anavatanlarının, tarımın anavatanlarıyla örtüştüğünün gösterilmesidir. (Age)
Paleolitikten neolitiğe geçiş, insanın doğa ile olan kavramsal ilişkisinde zihinsel bir sıçramayı ifade ediyor olmalıydı. Çünkü paleolitikde olmayan “çiftçi” neolitikte aynı zamanda bir “düşünür” dü! Böyle düşünmemizin haklı sebepleri var. Çünkü geleceği tayin edecek güç onun elindeydi; bitki bilimi ve tohum ıslahı tarım devriminin kaynağı çiftçilerin yaratıcı ellerindeydi. Zamanın entelektüel işidir çiftçilik. İnsanın biyolojik ve sosyolojik evrimi bu birikime bağlıydı.
Sonuçta neolitiğin bir karşı devrim olarak nitelendirilmesi sadece alt yapıyı gören, tarih üstü, ekonomist bir değerlendirmedir. Post-Marksizm, Marksizm-Leninizm’in ağır yenilgileri üzerinden önce işçi sınıfını çalışan yoksullara, prekarya ’ya dönüştürmeye çalıştı ve onun şimdiden “yapay zekâ” karşısında yok olacağını ilan etti, şimdi de ilkel komünizmi öne çıkaran sözüm ona ‘sol’ bir hamle ile neolitiği tarihin karşı devrimci cephesine itmeye çalışıyor.
İlkel komünizmden neolitiğe geçişin ne çok keskin sınırları vardı ne de geçiş sonrası ortada kristalize olmuş bir karşı devrim söz konusudur. Neolitik detaylı incelendiğinde insanlık tarihinin olumlu ve olumsuz birden fazla yüzü olan, bu yüzlerin iç içe girdiği çok özgün bir geçiş dönemine tekabül ettiği görülecektir. Klanlar komünal halde yaşarken alttan alta meta ekonomisinin gelişmesi elbette birden bire aniden orta çıkmış bir şey değildi. Ekonominin özerkleşmesi tedricen oldu. Dünya sistemleri ve kapitalizmin kökenleri üzerine yazan Paul Sweezy’nin bu konuda aydınlatıcı bir görüşü mevcut:
“ Genellikle bir toplumsal sistemden diğerine geçişi doğrudan karşı karşıya gelen iki sistemin hâkimiyet için mücadele ettiği bir süreç olarak düşünürüz, ancak feodalizmden kapitalizme geçişi böyle bir çerçevede düşünmek ciddi bir hataydı”.
Keza feodalizmle kapitalizm nerdeyse 200-300 yıl birlikte yaşamışlardır. Siyasal sistem feodal kalırken toplum alt alta giderek özgürleşti. Ya da siyasal sistem mutlakiyetleşirken ekonomi özerkleşti!
Burada yeni bir pencere açmak zorunludur. Sömürü ve savaşın ama öte yandan insanın kendisini toplumsal mücadeleler içinde yenerek-yenilerek ve “daha iyi yenilerek” yeniden yaratmasının 12 bin yıllık tarihini 21.yüzyıl sosyalizminin devrimci stratejisi ve programına daha üst dereceden dâhil etmek gereklidir. Neolitiğe bir karşı devrim olarak değil tam tersine yeni bir paradigmanın unsuru olarak bakılmalıdır. Çünkü Marx-Engels komünizmin tarihsel kaynağını paleolitikten daha çok insanlığın sınıflaşmaya başladığı barbarlık dönemiyle (neolitik) birlikte çıkardılar.
Paleolitik bilmecenin başı ise Neolitik bilmecenin çözüm yoludur. Çözüm ise komünizmin kendisidir.
Engels’in “hayranlık verici” dediği İlkel komünal toplum da adeta insanın önüne konulmuş bir armağan gibi içinde insan etkinliği olmayan, kendinden bir “iyilik toplumu” değildi. İnsanın zaten doğasında var olan bir tasarım değil ama evet “simbiyoz” ile (doğa) insanın bir araya gelmesiyle oluşmuştu. Emeğin ve “el ”in primattan modern Sapiens’e geçişteki rolünü hepimiz biliyoruz. İnsanın bilinçli çabasının, yeteneklerini açığa çıkarmasının, yani el ’in ve emeğin bir ürünüydü ilkel komünal yaşam. Öte yandan son buzul çağının dünya iklimini insanın ve diğer canlıların yaşamına elverişli hale getirdiğini unutmamak gerekir.
Ne ilkel komünizm insanın sıfır çabasıyla zaten onun doğasında var olan bir şeydi ne de neolitik, insanın kendi gelişimini negatif yönde etkileyerek kendinden sonraki tüm bir tarihin kaderini olumsuz etkileyen bir dönemin miladıydı.
Neolitik sınıfsız, sömürüsüz ve sınırsız bir toplum yaratılmasının tüm gerekçelerini kendi içinde sunarak “ tarihin çözülmüş bilmecesi “ komünizmin teorik öncüllerini verir bize. İlkel komünizm ve neolitik tarihin Habil ile Kabil ‘i değildir. İlki bize geçmişte insanlığın, doğa ve klanların görece barış içinde, yasasız ve iktidarsız yaşamının hayali resmini gösterirken ikincisi bunun gelecekte daha olgun ve gelişkin halinin nasıl ve hangi yöntemlerle gerçekleştirileceğinin mücadele yöntemini gösterir. Albert Camus’un dediği gibi “Bir kitabın son sayfaları daha ilk sayfalarındadır”. Günümüz sınıf savaşımları ve toplumsal mücadelelerinin kökeninde paleolitik ve neolitiğin de yeri vardır ve ya olmalıdır!
Neolitik üzerine iddialı ve bir o kadar da hatalı görüşler!
Komün ’de çıkan H.Acun yoldaşımızın “Bizi hangi komünizm kurtarır?” başlıklı yazısından bahsediyoruz. “Komünizm tarihte ilk kez ilkel topluluklarda tecessüm ettiyse ne oldu da geriye dönüş oldu?” sorusuyla başlıyor. Tarihi geriye dönüşsüz hep ileriye doğru gitmek zorunda olan bir süreç olarak ele almadığını düşünüyoruz. Ama arka planda sanki ilkel komüna iyi bir başlangıçtı böyle devam etmesi gerekiyordu diyerek beklenmedik tarihsel bir sapma ya da bir suçlu arama çabası var gibi. Peşi sıra “Komünizmin gerekliliğinin itici gücü sınıf mücadelesi midir?” ve “Neolitik bir karşı devrim midir?” diyerek devam ettiği yazısında kendi sorularını tek tek cevaplıyor:
“İlkel komünal toplumların çözülmeye uğramasının cevabı tarihte değil, Sapiens’te gizlidir” (Peki, neden bu “giz” açıklanmıyor? Oysa çok mühim bir iddia bu. Çözülüşün cevabını ne yazık ki makalede göremiyoruz. Paleolitik hakkında o kadar az antropolojik-etnografik bilgi varken böylesi bir iddiada bulunmak aslında çok yersiz. Öte yandan bilinebildiği kadarıyla burada yoldaşın her ne kadar somut bir şey ortaya koymasa da sezgileri haklıdır. Paleolitik, insanın tarihsel dönemleri içinde bizzat kendisinin başrol oynadığı, diğer tüm etkenlerin ikincil planda olduğu tek dönemdir. O yüzden çözülüşün merkezinde sadece o vardır. Sapiens! Yarattığı ilk iktidar demokratikti. Bu İktidarsız iktidarın şefler, şamanlar ve klana en çok av getiren savaşçılarca zorba bir iktidara dönüşmesine seyirci kalması, burada kolektif bir siyaset yürütememesi, sadece şef ve ileri savaşçıların birden çok kadına sahip çıkması karşısında sessiz kalması, çözülüşün başlıca sebepleri içinde sayılabilir. Ancak bunu “sosyal mutasyon” olarak değil, alışkanlıkların gücünü aşamama, sosyal bir zafiyet, eşitlikçi toplumu koruyamama olarak adlandırmak daha doğru olur.) “İnsanın tarihini insan yaptıysa insan dışında, insan kavramını dışarıya iterek tarih, mülkiyet, sınıf tartışması yapmak nafiledir.” (İnsan elbette tarihin öznesidir ama aynı zamanda toplumsal ilişkilerin bir ürünüdür. Tarihsel gelişimin dışında özellikli bir insan arayışını sürdürme ısrarı var. Ya da yapısalcılığa ve toplumsal ilişkileri insanüstü gören anlayışlara karşı tepki olarak salt insana, onun özüne indirgenmiş bir analiz yapma çabası. Oysa hiç kimse olumsuz tarihsel ve güncel gelişmelerden insanın sorumluluğunu kaçırma çabası içinde değil. ) “Mülkiyet, sınıf, din, devlet icat edilmiştir” (İcat teknik bir terimdir. Sosyal bilimlerde yeri yoktur. Örneğin dinin ortaya çıkışı insanın henüz bilincinde tanımlayamadığı doğa olayları karşısında yaşadığı korkuların bir ürünüdür. Burada doğa ile insan ruhunun çatışmasından çıkan bir “oluş” vardır. Korkuların kabul edilebilir hale getirilmesi söz konusudur. Sınıfların oluşumu bir icat mıdır? Bizzat baskı ve sömürünün, ezen-ezilen ilişkisinin ürünü değil midir? Toplumun dışında ve üstünde ayrı bir şiddet tekeli oluşumu ile kurumsallaşan devletin kökeninde işbölümü ve hiyerarşi yok mudur? Dahası miras olgusunda iktidar ve sermaye gücünün nesilden nesile aktarılmasının giderek olağanlaşarak kastlaşmasını bir icat olarak görmek ne kadar doğrudur?) “İnsan sınıflardan doğmadı, sınıf insan icadıdır” “İnsanlıktaki negatif değişimin kökenleri konuşulmadan tarihin anlaşılması mümkün değil. Buna sosyal mutasyon demek doğru olur.” (Burada “sosyal mutasyon” niyet ne olursa olsun amacını aşan bir terimdir. Sosyal darvinizme bile kapı açar. DNA dizilimi ile ilgili biyolojik bir terimi sosyolojiye katıştırarak siyasal bir kavram elde edemezsin. Alegori yapmak için bile elverişli değildir. Evrimin hammaddesi olan DNA ve protein zincirlerini bu meseleye dâhil etmek birçok yanlış anlaşılmaya neden olabilir.) “İlkel komünal toplum bir tasarım değildi insanın doğasında vardı” (Yazar hemen her şeyin insan tarafından icat edildiğini sadece ilkel komünanın insanın “zaten doğasında mevcut olduğunu” söylüyor. Engels’in İnsansı Austrolopitekuslardan insana geçişte el ve emeğin rolünün reddi var burada. Dahası vahşi dönemin H.Erectus ve H.Habilislerin kafatası hacminin Sapienslerden çok daha küçük olduğu gözlerden kaçırılıyor. Beyin hacminin büyümesi bilinci ve tasarımı geliştiren en ciddi biyolojik evrim olayıdır.) “Bu dünyada bütün varoluş, bütün canlı yaşam formları komünizmden, yani iyilikten yaratıldı ve mucizevi simbiyotikle birbirlerine bağlandı, ortak doğa oluştu” (Burada “mucizevi” ön tanımlaması evrim teorisini boşa çıkarıyor. “Mucize” ve “iyilik “ söylemiyle tanrının yerini adeta komünizm almıştır!) “Komünizmin sınıf mücadelesinden doğduğunu düşünmek tarihte… yıkımlara, başarısızlıklara ve yenilgilere neden olmuş büyük bir yanılsamadır” “Sınıf mücadelesinin hiçbir politik-ahlaki kutsallığı yoktur” (Komünizmi “iyilik” ve “mucizevi simbiyoz” olarak tanımlamak, asıl bu değil midir sınıf mücadelesine kutsallık atfetmek!) “Komünizm Sapiens ’ten kopuştur ve onun sosyal anlamda imhasıdır.” (Henüz yaşanmamış bir komünizm için neden “Sapiens’ten kopuş” en temel ön şart olsun ki? Mülkiyetin, devletin, toplumsal cinsiyet çelişkisinin imhası varken neden Sapiens ‘in imhası?) |
İlkel komünal toplumda hiyerarşi ve mülkiyet yoktu. Sınıfsız ve sömürüsüzdü. Sınırlar da yoktu. Yani gidebildiği yere kadar her yer insanındı, sahiplenmiyor sadece kullanıyordu. Buna “ilkel sınırsızlık” deniliyordu. İlerleyen zamanda neolitikle birlikte H.Sapiens,”hayranlık verici” bu eşitlikçi toplumu ‘kendi elleriyle yıkıp parçalayarak’ (!) “ilk günahı” işlemiş ve tarihten günümüze kadar devam eden sömürü çarkını başlatmıştır! Yazar bu “negatif değişimi” direkt Sapiens’e, ondaki “sosyal mutasyona” bağlıyor. Burada akla hemen Marx’ın 18 Brumaire’de şu ünlü cümleleri geliyor. Sadece bir kısmını aktarıyoruz:
“İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar ama onu serbestçe kendi seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil, dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten devreden verili koşullarda yaparlar.”
Yazar cümlenin ikinci kısmını, ‘geçmişten devralınan koşulları’ hiç önemsemiyor, her şeyin öncelikle zihinde oluştuğunu iddia eden Platon gibi ya da özne-nesne özdeşliği fikri ile “mutlak idealizmin” yaratıcısı Hegel gibi, Neolitikle Sapiensi birleştiriyor. Sosyal mutasyona uğrayan (her nasılsa! -DNA zincirinde bir kopukluk iddiasını taşımadığını farz ediyoruz-) Sapiens eşitlikçi toplumun yok edilmesinin tek sorumlusu ilan ediliyor. Cennetten kovulan Âdem’i salt bir “ilk günahkâr” olarak düşünemeyeceğimiz gibi, H.Sapiens’li neolitiği de öyle! Onu da sadece mülkiyetin ilk mimarı olarak lanetleyemeyiz! Leibnez, ”Tanrı Âdem’i günahkâr olarak yaratmadı, günah işleyeceği bir dünya yarattı” derken çok doğru bir tespit yapıyordu. Ne içine doğduğumuz doğayı ne de insanın kendisini saf iyilik ve saf kötülük şeklinde ahlaki temelde ele alamayız.
“Sosyal mutasyon”
Zamanında Mali’de idealist bir Afrika sosyalizmi türü vardı. Mealen şöyle diyorlardı: Bir milyoner zenginliğini toplumun bütününün refahı için kullanıyorsa sosyalist kabul edilir. Başka bir deyişle servetini diğer insanları kendi egemenliği altına alıp onları sömürmek için kullanan kişi kapitalist olarak kabul edilir. Toplumsal ilişkileri, ekonomik alt yapıyı, doğa olayları ve doğal evrimi göz ardı ederek her şeyi Sapiens’e, bireye, özneye bağlamak işte biraz böyle bir anlayışa tekabül etmektedir. Dünyada Karl Marx’ı çok iyi bilen hatta Kapital’i okuyan onlarca trilyoner var ama hiç biri sosyalist değil ne yazık ki! Bu arada söz ettiğimiz Mali’deki kabile temelli sosyalizm deneyimi başarısız olmuş nihayetinde İslamcıların güçlenmesiyle sonuçlanmıştır.
Nasıl gerçekleştiği bilinmeyen, yoldaşın da açıklamadığı “sosyal mutasyon” ile adeta iyi bir insandan kötü bir insana dönüşen Sapiens, bu şekliyle toplumsal ilişkilerin bütünü içinden değil, soyut, yalıtılmış bir insan varlığı içinden temsil ediliyor gibi gözüküyor H.Acun’un kaleminde. Dahası sosyoloji ve biyolojinin bu iç içeliği,-sosyobiyoloji!- toplumsal ilişkilerin çözümünü hiç istenmeyen bir konuma, genetiğe ve sosyal Darwinizme taşıyabilir.
Burada en sıra dışı ve düşündürücü iddia komünizmin “Sapiensten kopuşla onun sosyal olarak imha edilmesiyle ” tanımlanması çabasıdır. Neden sınıfların, sınırların, özel mülkiyetin yok edilmesi değil de Sapiens’in yok edilmesi?
Burada Sapiens’in imhasıyla oluşacak “yeni insandan” bahsediliyor olabilir mi? Çok muğlak. Belki çok öznel bir yorum olacak ama burada Niçeci bir üst insan arayışı çok daha belirgin gibi duruyor. Sisteme duyduğu onca nefrete ve sistemi çok akıllıca ve çarpıcı biçimlerde eleştirmesine rağmen Niçe insanların sistemle baş edemeyişlerini onların öznel kabahati olduğunu iddia eder ve insanların bu yetersizlikleri karşısında çileden çıkar. Ezilenler bir araya gelemez ona göre! Toplumu sürükleyecek, gerekirse güdecek üst insanlara gerek vardır!
İnsanın toplumsal ve kolektif dönüşümünden ziyade bireysel dönüşümünden bahsediliyor. Oysa “İnsanın özü (insanın doğası) tek tek bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Bu öz, kendi gerçekliği içinde toplumsal ilişkilerin bütünüdür” (Feurbach üzerine tezler). Tarihinhiç bir “zaman diliminde” insanı içinde yaşadığı ekonomik şartlardan, toplumsal ilişkilerden ve doğa olayları/doğal koşullardan bağımsız ele alamazsınız.
Eğer Afrika’da sadece insanları değil, hayvanları da hızla öldüren çeçe sineği ve uyku hastalığı olmasaydı kabileler at ve büyük baş hayvan yetiştirebilecekler ve bu onları tarım, hayvancılık ve ticarette daha ileri bir seviyeye taşıyabilecekti mesela! Ya da eğer ortaçağda Veba salgını olmasaydı Osmanlı Avrupa içlerine kadar ilerleyebilir miydi? Serfler senyörlere başkaldırabilir miydi? Thomas Münzer ve Köylü isyanları başarılı olabilir miydi? Avrupalılar salgını yayan Moğol istilası olmasaydı onların askeri teknolojisini öğrenme olanağı bulabilirler miydi? Ya tohum ıslahı, bunu açıkladık, bir yandan erkek iktidarının zeminini örerken diğer yandan insanın tek tek sözcüklerden cümlelere geçmesinde oynadığı rol nerdeyse bir devrim niteliğinde değil miydi? Çok daha gerilere gidilebilir, son buzul çağının dünyayı insanlar için daha elverişli ve yaşanabilir bir ekosisteme çevirmesiyle insanın biyolojik olarak ortaya çıkması ve primatlar şeklinde doğal gelişimini sürdürmesi ve çoğalması en sarsıcı ‘devrimci evrim’ olayı değil midir? Yazarın iddiasını, ‘komünizmin ilk insanın doğasında var olduğu’ fikrini dünyanın jeolojik oluşumunu dışlayarak, insanımsıların beyin hacminin giderek büyümesinden ya da başparmak ve el ’in insanın evriminde oynadığı kritik rolden bağımsız nasıl bağlantılandırabiliriz?
Doğa bilimleri ve sosyal bilimler
İlk insanın zihni tabula rasa (boş levha) değildi ama doğuştan bir komünar da değildi. Yoldaşın bu konuda doğru tespit ettiği tek şey insanın doğayla simbiyotik ilişki içindeki tarihsel gelişimidir. Âmâ bu simbiyotik ilişkinin “mucizevi” olmadığını, burada insanın bilinçli rolü olduğunu belirtmemiz gerekiyor.
Kenya Turkana gölü civarında bundan 3.3 milyon yıl öncesine ait taş aletler bulunması H.Sapiens öncesi Austrolopitekuslara aittir. Ve bu insanımsı insanların sanıldığından çok daha akıllı olduğunu gösterir niteliktedir.
Ne dünya ne de insan, doğası gereği akılcıdır! Canlı formları ve doğanın “anlaşılabilir belli bir düzen” içinde geliştiğini ya da bir “tesadüfler zinciri” olduğunu iddia etmek biyolojik evrimi reddetmektir. İnsana ve doğaya “kendi kaderini bilme gücü” atfetmek pozitivist aydınlanmacı bir görüştür. İlkel komünaliteden “bahşedilmiş bir iyilik” olarak söz etmek doğru değildir.
El’in alet yapımındaki rolü, tohum ıslahında kadının deneyimle elde ettiği bitki bilgisi ve konuşmanın yapılan işin (emek süreci) bir zorunluğu olarak gırtlak yapısını zamanla değiştirmesi bunların hiç biri mucizenin eseri değildi. Tüm canlı yaşam formlarının var oluşunu “komünizmden yani iyilikten doğduğunu” iddia etmek ise doğa bilimlerini sosyal bilimlerle açıklama hatasıdır. Sadece doğa bilimlerinin açıklamaya muktedir olduğu olayların elbette sosyolojik sonuçları olacaktır. Ancak bu sonuçları bilimin nedenselliği yerine ikame etmek sonuçsuz idealist bir çabadır. “Hayatıma güneş gibi doğdun” ya da “Ay yanaklı yârim” diyebilirsin ama bunlar Güneş ve Ay’ın hiçbir fiziksel, kimyasal, biyolojik, astro-fiziksel özelliğinin ayırt edici özelliklerinden birini vermez. Dünyanın komünizm ve iyilikten yaratıldığı da öyle! Bilimin yapı taşlarının sosyal vasıfları yoktur, sosyal sonuçları vardır. Bilimi sosyoloji ile açıklayamazsın. Âmâ sosyoloji için bilimsel öncüllere ihtiyaç vardır.
Bilim insanları son yıllarda yerkürenin oluşumu hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak için dünyanın ilk ortaya çıktığı dönemin fiziki koşullarını taklit eden yapay laboratuvar ortamları yaratmışlardır. Yoldaşımız da kendine has “politik ve ahlaki kutsallığı olmayan”, “sınıf mücadelesi” gerektirmeyen komünizmini buna benzer öznel bir fanus içinde geliştirmeye çalışıyor. Sosyolojiyi bilimin yerine ikame ederken, “Mülkiyet, din, devlet, sınıf icat edilmiştir” diyerek sosyal olanı, toplumsal ilişkilerle var olanı bu sefer bilimsel-teknik bir terimle (icat!) izah etmeye çalışıyor.
Acun yoldaş neolitiğe karşı-devrim diyerek İnsanın tarihini insanın toptan “kendine karşı” bir tarihi olarak ele almış oluyor. Sapiens’in “sosyal imhasından” kast edilen başka ne olabilir ki? Aydınlanma ile Tanrının yerine karar verici olarak insanın konuluşu bir devrimdi. Yetersiz, yarım bir devrimdi. İnsanın bir birey olduğu, kendi aklıyla karar verebileceği doğrulandı. Ama bunu geçmiş kuşaklardan devraldığı verili koşullar altında yapabileceği gündeme geldiğinde artık insan toplumsal ilişkilerin bir ürünü olarak kabul edilmeye başlanmıştı. İnsanı değiştirmek hala toplumsal ilişkileri değiştirmekle mümkündür. Onun tarihten gelen insan biçimsel varlığını imha etmekle ya da başkalaştırmakla değil!
Kıvılcımlı ile bitirelim:
“Bizim için amaç bilginlerin kulaklarına üfürülecek soyut bilimden ziyade, savaşın anlamına ve biçimine yön verecek sonuçlardır”
PREHİSTORYA PALEOLİTİK DÖNEM: Homo Habilis. (Yetenekli insan) Avcı-toplayıcı, konargöçer. Bu çağ insanlık tarihinin yüzde 98’ini oluşturur. MEZOLİTİK DÖNEM: Homo Erectus (Dik insan)Ateşin bulunuşu. El baltası yapımı. KALKOLİTİK DÖNEM: Neandertal insan.( Avrupalı Sapiens) Ölü gömmenin başlangıcı. İlkel inançlar(doğa olayları ve hayvanlara). Alet üretimi.(2,5 milyon yıl) NEOLİTİK DÖNEM: Homo Sapiens (Modern insan). Tohum ıslahı ve Tarım devrimi, yerleşik yaşam. Alet üreten aletler. Süs objeleri. Sanat ve müzik.(40 bin yıl) Statü ve hiyerarşi. Besin üretimi. Köy komünü. Hayvanların evcilleştirilmesi. 1.İLK ÇAĞ ( Antik Çağ) : Helenistik ve Roma devri. Tunç ve demirin kullanılması. Yazının icadı(MÖ 4000-3500) 2.ORTA ÇAĞ (Karanlık Çağ): Bizans imparatorluğu. Kavimler göçü. Batı Roma İmparatorluğunun çöküşü.1000 yıl sürüyor. 3.YENİÇAĞ: İstanbul’un fethi. Protestan reformu. Barutun icadı. Amerika’ya göç. 4.YAKIN ÇAĞ: Fransız ihtilali ve sanayi devrimi Yukarıdaki basit şema çoğu kaynakta dünya tarihine ilişkin temel alınan görüşlerin bir özeti niteliğindedir. Anlaşılacağı üzere çağ anlayışlarında Afrika, Asya ve Amerika’nın dışlandığını sadece Avrupa’daki tarihsel olayların referans alındığı görülmektedir. Neolitik kavramını yaratan Avustralyalı arkeolog Gordon Childe’dır. NEOLİTİK DÖNEMİN MERKEZ COĞRAFYALARI: -DOĞU AKDENİZ -FİLİSTİN -KUZEY SURİYE VE KUZEY MEZOPOTAMYA -MISIR/NİL NEOLİTİK KÖY YERLEŞİMLERİNİN EN ÖNEMLİLERİ: -MALATYA CAFERHÜYÜK -DİYARBAKIR ÇAYÖNÜ -BATMAN HALLAN ÇEMİ -URFA NEVALİ ÇORİ -URFA GÖBEKLİTEPE Bu yerleşimlere “Bereketli Hilal” ismi verilmiştir. Toros-Zagros yayını çevreleyen dağ etekleri tarımın ilk ortaya çıktığı yerlerdir. Buğday ilk olarak Fırat Havzasında (Diyarbakır /Karacadağ etekleri) ıslah edildi. |
ANTROPOLOJİ KAVRAMSAL ÇERÇEVE FOSİL, BİLİMİGENETİK, DİL BİLİM ve KÜLTÜR çalışmalarından oluşur. PLEİSTOSEN: (2.580.000-11.700): Buz devri: Dünyanın en son tekrarlanan buzul çağıdır. HALOSEN: (ANDROPOSEN) 11.700 yıldan günümüze. Genç buzul çağının bitmesiyle başlayan dönem. HOMO SAPİENS: 300 BİN YIL TARIM/GIDA ÜRETİMİ: 12000 YIL YAZI-ŞEHİR-DEVLET: 5000 YIL İNSANIN BİYOLOJİK VE SOSYOLOJİK EVRİMİ -İki ayaklılık (Dik Duruş/İlk büyük bedensel değişiklik) -Klanlar -Göç. Afrika’dan çıkış. -Büyük beyin. Primat 350 cm3 H.Sapiens 1350 cm3 -El/Başparmak gelişimi (Beceri). -Serbest eller. Beyin gelişimiyle ince kasları kullanabilme yeteneği -Alet kullanımı -Ateşin bulunuşu -Ölü gömmenin başlangıcı (Sevgi, saygı ve yas) -İlkel inançlar (Mağara resimleri, heykelcikler) -Rüya -Tinsellik ve Şamanlar -Mübadele -Takas -Uzun mesafeli ticaret -Tekne yapımı -Denizde kara görmeden yol alma -Tohum ıslahı/Bitki bilgisi/Ekim teknikleri/Gıda üretimi -Hayvanların evcilleştirilmesi -Gırtlak gelişimi/Konuşma/Lengüistik devrim -Vücut kıllarının az olması (Tüysüz) -Pazar’ın oluşumu -Monogaminin egemen olması/Kadının mülkleştirilmesi. -Miras’ın erkeğin kendi nesebine aktarılması -Yerleşik hayat(köy) -Kabileler -Hiyerarşi, artık ürün, mülkiyet, sınıfsallaşma -Kültür, Sanat ve Müzik -Nüfus artışı -Yazının bulunuşu -Şehirler -Kavimler -İmparatorluklar -Devlet ve İktidar -Ulus devlet |