Neolitik üzerine (1) – Tufan Yakın

Son zamanlarda neolitik kavram olarak sık kullanılmakla birlikte, ya anlamından yoksun propagandif biçimde ya da “tarihte sınıfların ve mülkiyetin ilk ortaya çıktığı dönemdir” denilerek kuru ve klasik bir tarih okumasıyla dile getiriliyor. Oysa en basitinden, paleolitik dönemde klanın doğayla simbiyotik ilişkisinden doğan komünalitesi varsa neolitiğin de özgür ve isyancı göçebe yaşamı vardır. Kabile yaşamı ile klan yaşamının arasında zaman farkı olsa da biyolojik evrimin zahmetli yavaşlığından dolayı çok yakın sosyalitelere sahiptiler. Neolitik ve tarım devrimi zaten mutlak bir yerleşiklik değildi, özgür klanlar ve göçebelerle iç içe süren bir toplumsal dönemdi.

Bugünkü insanlığın temeli KLANLAR’dır.

5 milyon yıllık insansı yolculuğun henüz çok genç bir türüyüz.

İnsanlık tarihi, neolitikle ya da yazının icat edilmesiyle başlamadı. İlk modern insandan (Sapiens) milyonlarca yıl öncesinin de göz önüne alınmadığı tarih, tarih değildir. Klan insanın ilk ve en saf halinin komünal birliğidir. İnsanlık tarihinin yüzde 98’i klandır. Geriye kalanın yüzde biri neolitik ve son kalan yüzde birlik dilim de aile, kabile, aşiret, kavim ve ulustur. Hikmet Kıvılcımlı tarihin sadece medeniyetle bir arada kullanılışını eleştirir. Yazısız, kendi tabiriyle “kitapsız” insanlığın yok sayıldığını iddia eder. Böylece, ”medeniyet çıktığı yeri inkâr etmiş ve bundan sonra da medeniyetin gidiş kanunları bir türlü anlaşılamamıştır” (Osmanlı Tarihinin Maddesi) der.

“Tıpkı çiftçiler, işçiler, göçmenler ve azınlıklar gibi ‘ilkel’ insanların tarihi de yok sayılmaktadır. Onlar bir tür dünyanın  ‘tarihsiz insanları’ olarak görülmektedirler. Sosyal bilimlerin yetersiz kaldığı ön tarih araştırmalarında antropolojinin yardımıyla paleolitik ve neolitiğe dair ayrıntılı bulgular elde edilmiştir. Antropoloji romantik bir ilkelcilik değil, insanlığın köklerini ve kendini anlama çabasıdır.” (Barbarın Tarihi, Ezilenin Dini/Canan Özcan Eliaçık İletişim Y.)

Yazılı tarihin, yani egemenlerin yazdığı son 5000 yıllık çizgisel-ilerlemeci Batı tarihçiliğinin yeniden çözümlenmesi kuşkusuz neolitiğe yeni bir bakış sağlayacaktır. Tarihi, yazılı tarihin daha gerisine çekerek klan, aile ve kabileleri hem kendi içinde hem de geçişsel özellikleriyle antropoloji ve etnolojinin yeni verileriyle daha yakından ve ayrıntılı incelemek çağımıza dair sosyalist değerler dizisine katkı sağlayabilir.

‘Neolitikte işbölümü, hiyerarşi, aile ve mülkiyet vardır ama hukuk, iktidar ve devlet yoktur.’ Bu eski ve eksik bir anlayış olarak günümüz antropolojik ve etnografik buluşlarıyla daha doğru bir temele oturtulmuştur. Sadece Neolitikte değil, Paleolitik te bile özel bir hukuk ve iktidarın bulunduğuna dair saha ve alan araştırmaları mevcuttur. Engels’in ilkel toplum için “hayranlık verici” tasviri burada yarı yarıya gücünü ve büyüsünü yitirmektedir! Fransız Marksist antropolog Pierre Clastres Amerikan yerlileri üzerine yaptığı araştırmalarda “vahşilerin biliminde” adeta bir Kopernik devrimi yapmıştır. Onun tezi “Devlete Karşı Toplum” dur. Evrensel olanın devlet değil siyaset ve toplum olduğunu ileri sürer. Bunu Amerikan yerlilerinin Paleolitikten neolitiğe geçiş aşamasındaki yaşam döngülerini inceleyerek açığa çıkarmıştır. Örneğin tropikal ormanlardaki klan ve kabile şeflerinin otoritesinin sadece sembolik olduğunu, topluluk üyeleriyle nerdeyse eşit söz hakkına sahip olduğunu bu anlamda klan ve kabilede yaşananın “iktidarsız bir iktidar” olduğunu göstermiştir. Daha yükseklerde And dağlarında yaşayan toplulukların ise şef, şaman ve ileri gelen öncü savaşçı bileşiminin otoriter bir iktidarı sürdürdüklerini göstermiştir.

Bu meseleyi ilerleyen bölümlerde biraz daha açacağız, özetleyecek olursak P.Clastres, siyasal iktidarın insanın doğasından kaynaklanan bir zorunluluk değilse bile toplumsal ilişkilerin özünden kaynaklanan bir zorunluluk olduğunu, şiddetsiz siyasetin düşünülebileceğini oysa siyasetsiz toplumun düşünülemeyeceğini ifade ediyor. Başka bir deyişle iktidardan yoksun toplum yoktur, ilkel komünal de bile!

Paleolitikten neolitiğe kadın

Neolitikte basit işbölümü ve hiyerarşiyi, bununla birlikte avcı erkeğin toplayıcı kadını zorla kendi vesayetine alarak onu kendi mülküne dönüştürdüğünü görüyoruz. Bu anlamda kadın bir “mülk” olarak tarihteki özel mülkiyetin ilk biçimi oluyordu. Çok eşlilikten tek eşliliğe geçiş tarihte bir yanıyla aile kurumunun maddi zeminini örerken diğer yanıyla kadını sadece soy devamının bir aracı konumuna indirgiyor, böylece kadının klan içindeki öncü rolünü geriye itiyor, sosyal statüsünü aşağıya çekiyordu. Kadının erkeği seçtiği dönemden erkeğin kadına isteği dışında zorla sahip olduğu döneme geçilmiştir. Monogaminin (tek eşlilik) temeli her ne kadar erkeğin poligamiden(çok eşlilik) farklı olarak kendi nesebini bilme ve sadece onu sürdürme güdüsü ve klan içindeki gücünü kendi nesebinden gelenlere soya kalıtı ile açıklansa da bu analiz elbette doyurucu değildir. Ama sonuçta bu güdü ve gücün bileşimi ile ortaya çıkan aile kastı kadının bedensel ve sosyal varlığına vurulmuş en ağır darbe olarak tarihteki yerini almıştır. Güdünün bir arzuya dönüşmesi ve bunun zor gücüyle gerçekleştirilmesi özel mülkiyetin habercisi olmuştur. Camus’un bir sözü var, ”Her güzelliğin dibinde insan dışı bir şey yatar” diye. Komünal toplumun dibinde yatan da monogami olmuştur. Ve tarihçilerin çok az sözünü ettiği “şölen” olgusu. Komünal toplumda klanların ateş etrafında toplanarak tohum ve bitkilerden elde ettikleri fermente içecekler eşliğindeki mistik danslar, kahkahalar, dövünmeler, kur yapmalar vb. klanların güdü ve arzularını besleyerek bir tür güç gösterisine dönüşebilmiştir. Her güzelliğin dibinde olduğu gibi Şölenler de paradoks gibi gelse de zor ’un maddi zemini olabilmiştir. Şölenler klan içi rekabetin zemini olmakla birlikte dayanışma ve ortak yaşam gücünü sağlamlaştıran en güçlü sosyalite olarak görülmelidir. Geçişsellik derken kastettiğimiz de budur: Dayanışma ile güç gösterisinin bir arada olması, hatta aynı kaynaktan çıkarak daha sonra ayrışmaları.

Tüm büyük eylemlerin, tüm büyük düşüncelerin önemsiz bir başlangıcı olduğundan çok sıkça söz eder tarihçiler. İşte paleolitiğin (yukarı aşaması) şölen ve dansa olan dayanılmaz ilgisi, bedenine neşe ve coşku katan bu ruhsal iyilik hali gerçekten söz etmeye değerdir. İnsanlığın tarım devrimiyle dönüşümünde üst sıralarda yer alması gereken bir eylemdir. Ateşin bulunup denetimi sonrası en büyük ikinci devrim tohum ıslahı ve gıda üretimidir.

 Neolitikle birlikte insanlar ölülerini artık gömmeye, onlar için yas tutmaya başlamıştır. Gömmek saygı, yas tutmak sevginin bir tezahürüdür. Hatta Fransız tarihçiler Aşk’ın tarihinin ilk insanların kaybettikleri yakınlarını gömmesiyle başladığını iddia ederler. İnsanın günümüze kadar değişmeyen duygularıdır bunlar. Ve her ne kadar kadın erkeğin egemenliği altına alındıysa da dönem kadın tanrıçaların en kutsal mertebeye yükseltildiği bir dönem olmuştur. Burada bir paradoks yoktur. Eylemci, örgütleyici, öncü kadın artık anaçlığın ve bereketin simgesine dönüştürülmüştür. Kadına verilen kutsiyet onun elinden zorla çalınan devrimci rolün diyetidir. Bu tarihten günümüze çözümü en karmaşık ve en zor çelişkidir denilebilir. Kadının kutsiyetle; kutsal kılınarak köleleştirilmesi!

Öte yandan antropologlar buldukları çok sayıda küçük hayvan ve kadın heykelciklerin kutsallıktan ziyade ya günlük yaşamın pratik ihtiyaçlarından,- av ve doğumda şans getirmesi gibi- ya da dönem insanlarının yaşadıkları somut hayattan ayrı, başka bir hayat olarak varsaydıkları rüyalardan kaynaklandığını ileri sürmüşlerdir.

“Heykelciklerin doğurganlığa yardım etmek için büyü bağlamında kullanımı etnografik olarak kanıtlanmıştır. Erkeğin döllemesi ile doğum arasındaki bağlantının tam olarak anlaşılamadığı toplumlarda çocuk isteyen bir kadın kendi, çocuk bekleyen heykelciğini yapardı.” (M.Ehrenberg Tarih Öncesi Kadın)

Paleolitikte insanların rüya dünyasının, yaşadıkları nesnel dünya kadar gerçek olduğuna inandıklarını söyleyebiliriz. Bu insanların spiritüalizmi, bilgisizliklerinin yerini doldurmak için gizemle örtülü her şeyi açıklamaya dönük bir çabaydı. Burada devreye Şamanların girdiğini görürüz. Rüyaların gerçek yaşamla bağlantısını kuran onlardır. Rüya imgelerini kavramadaki yoksunluk bu konuda köprü rolü oynayan Şaman’ı ve insanın “ruh dünyasını” yaratmıştır.

Kadının erkek tarafından ele geçirilmesinin en temel gerekçesi deyim yerindeyse kadında var olan “yumuşak güç” tür. Doğada toplayıcı olan, bitki ve çiçeklerin ilk tadına bakan, içlerinden en uygununu seçecek bitki bilgisine sahip olan, doğurganlığıyla klanın geleceğini garantileyen, erkeklerin rekabetçi karakterinin aksine dayanışmacı olan, sadece kendi çocuklarını değil klanın tüm çocuklarını gözeten ve eğiten bu anlamda klanın yaşam gücü olan kadındır. Erkeğin kadında gördüğü tüm bu komünal meziyetler erkekte içten içe bu gücün kendi denetimine geçmesinin aynı zamanda klanda daha fazla söz sahibi olmayı beraberinde getireceği güdüsünü harekete geçirmiştir. Bu anlamda kadının ideolojik gücü erkek için ne yapıp edip ele geçirilmesi gereken midyedeki inci tanesi gibidir.

Antropoloji

Evrimsel modeli belirleyen toplumsal ilişkilerdir.

Son yıllarda üniversitelerin protohistorya ve arkeoloji bölümleri tarımın “tarihin zorunlu gidişatı” olmadığına dair görüşler ileri sürmektedirler. Tarımın klanda mevki ve statü biriktirmek isteyen rekabetçi bireylerin mekânda şölen yapmasıyla başladığına dair ciddi görüşler vardır. (Ege Üniversitesi Protohistorya ve Ön Asya Arkeoloji Bölümü)

Batı Asya’da arpa, Doğu Asya’da pirinç ve Orta Amerika’da kahve fermenti şölenlerin katalizörü görevini üstlenmişlerdir. Şölen yapabilmenin verdiği sosyalleşme duygusu bitki bilgisi, gıda üretimi ve depolanmasında klan bireyine hayatta kalmak için beslenmenin ötesinde ayrı bir merak ve arayış hazzını, daha iyisi ve güzelini üretebilme istencini vermiştir. Buradan şöyle bir sonuca ulaşabiliriz. Neolitiğin insanı zenginliği biriktirmekten ziyade kendini yeniden üretiyordu! Takas, dayanışma, eş bulma, gıda denetimi, şölenlerle sosyalleşme ve statü tümü neolitiğin toplumsal yapı taşlarıydı.

“L.Morgan’dan esinlenen F.Engels tarımın ‘evrensel tarihin zorunlu bir aşaması’ olduğu fikrini iyice yerleştirmiştir.19.yüzyıl içinde bu konu hakkındaki tüm görüşler arkeolojik, paleontolojik veriler olmaksızın ileri sürülmüştür. 21.yüzyıl itibarıyla arkeolojik veriler de teorik düzlemdeki yerini almıştır. Ancak bunlar da deterministik olmaktan çıkamamıştır. Ağırlıklı olarak ekonomi, nüfus baskısı ve ekolojiyi itici güç olarak ele almışlardır. Oysa antropolojik kayıtların araştırmacılara net olarak gösterdiği tarihsel süreçlerdeki ana failler ekoloji, iklim değişikliği, nüfus vb. değil toplumsal yapılardır. “ (Ege Üni. Age)

Evrimsel modeli belirleyen toplumsal ilişkilerdir!

 “Tarım dışsal etmenlerin insana dayattığı ve tarihin kaçınılmaz bir ‘gelişim aşaması’ değil, klanların özelleşmiş iç süreçlerinin olumsal bir uğrağıdır.” (Ege üni. Age)

İnsanın pasif, doğal çevrenin aktif olarak sunulduğu teorik yaklaşımlar yeni araştırmalarla tersine çevrilmiştir.

“Evrimsel süreçte dezavantajlı olan sert omurgalı bitkiler insanların müdahalesi sonucunda avantajlı hale gelmiş, insan-bitki arasında ortaya çıkan bu yeni ilişki biçimi tarımın ortaya çıkışını hazırlamıştır.” ( Ege Üni. Age)

Görüleceği üzere insan burada aktif bir faildir, tarım devriminin tam merkezinde yer almaktadır. Özellikle toplayıcılığın ana faili ve “bitki bilgisine” hâkim olmasıyla kadın, tarım devriminin ortaya çıkmasında en büyük paya sahiptir.

İlkel komünanın yukarı aşamalarında alet kullanımı, ateşin keşfi, balık tüketimi, yeni besin kaynakları vasıtasıyla belli bir yerde kalmaktan kurtularak bilinçli göçün başlaması, ok ve yayın keşfi ve son olarak çömlekçiliğin icadıyla ilkel komünal dönem bitmiş neolitik başlamıştır. Ancak Engels, Morgan ve Kıvılcımlı kendi dönemlerinde radyo karbon tekniği olmadığı için bu geçişsel dönemi bir devrim ya da sıçrama olarak ele almışlardır. Oysa bugünkü antropolojik veriler çömlekçiliğin ve ya orağın bulunmasının bir sıçramadan ziyade tedrici, olağan bir geçiş olduğunu göstermektedir.

Sonuç olarak, neolitiği dışsal etkenlerle açıklamaya meyilli güçlü bir modernist gelenek içinden sıyrılmaya çalışıyoruz. İnsanın failliğinin tarihsel süreçlerdeki başat öneminin çok daha belirleyici olduğunu düşünüyoruz. Son yılların sosyal ve ideolojik kuramları bunu doğruluyor. Arkeoloji ve antropoloji bilimlerinde yeni bilgiler gün ışığına çıkarıldıkça eski bilgilerin güncellenmesi gayet doğal bir durumdur.

Neolitik “karşı devrim” değildir!

İddia odur ki, neolitik bir “karşı devrimdir” ve insanlık hala neolitik dönemden çıkamamıştır. 12000 yıllık modern insanın tarihinde aslında çok ta değişen bir şey yoktur! Bir avuç oligarşi savaşlarla, iktisadi sömürüyle, hırsızlıkla ve erkek soya devredilen miras yoluyla elde ettikleri muazzam servetlerinin ihtişamını sürmektedirler! Alain Badio gibi birkaç Fransız düşünür böyle düşünüyor. Ülkemizde de benzer görüşte olanlar var.

Bu 12000 yıllık düzen gerçekten birçok bakımdan insanlığı, tarihsel yolculuğunda ilerlerken, birçok durakta budayan bir sistem olmuştur. İnsanlığın tarihine “yaratıcı yıkıcılığın” tarihi denilebilir. İlkel insanın hayvanları avlamak için savanaları yakması, kauçuk ve kahvenin üretilmesinin yüzbinlerce Afrikalının kol ve bacaklarının çapraz kesilmesine neden olması ve günümüze gelirsek altın madeni ya da termik santral için ormanların yok edilmesi gibi. Veya eğitimi özelleştirip çocuklara bedava bilgisayar dağıtmak gibi! Ancak Dünya tarihsel gelişimini bu mantıktan yola çıkarak açıklamak, insanın tarihsel yazgısını önüne çıkan fiziki, siyasi, ekonomik güçler karşısında ciddi bir direniş göstermeden, ezilmeye mahkûmmuşçasına sürekli pes eden bir mağlubiyet tarihi gibi açıklamak olmaz mı?  “Neolitikten çıkamamanın” bundan başka bir anlamı var mı? İnsanın mücadele tarihinin hiçleştirilmesidir bu. Tüm toplumsal ilişkileri, tarihsel olgu ve olayları yaratıcılığı ikinci plana atarak salt yıkıcılığın tarihiyle özdeşleştirmektir bu. Neolitikle başlayan “karşı devrim” tarihsel bir süreklilikle sanki insan onunla hiç mücadele etmemişçesine total bir yenilgiler tarihinin ilk başlangıcı olarak kabul ediliyor. Sonuç, hala neolitiğin içindeyiz ve devrim ancak neolitikten kurtulduğumuzda gerçekleşecek! Hayır, insan neolitik bir formda yaşamıyor. Mesele salt sembolik bir benzetme olsa amenna ama durum öyle değil. Diyalektik ve tarihsel materyalizmin alt üst edilmesiyle karşı karşıyayız. Neolitik ilk günah değildir! Çünkü sadece zor’dan ibaret değildi.

21.yüzyılın ütopizmi böyle olsa gerek! 19.yüzyılın ütopik sosyalistleri ayakları yere basmasa da çok daha anlamlı hatta yer yer gerçekçi hayaller kurabiliyordu. Ama günümüzdekiler yaşadığımız krizlerden, öncelikle kendi siyasal krizimizden çıkış için gerçek dışı, tarih üstü, özünde bir regresyonu ifade eden arayışlar içindeler. O kadar ki belki de toplumsal kurtuluşun kavram dağarcığına dâhil olabilecek bir tarihsel gelişimi “karşı devrim” olarak ileri sürebiliyorlar.

Şiddetin evrensel tarihini paleolitiği dışarda tutarak salt neolitikle başlatmak için elde antropolojik veriler o kadar az ki! Bu konuda kesin bilgiler ileri sürmek paleolitiği cennet gibi göstermekle eşdeğerdir. Kapitalizm için “neolitiğin modern-çağdaş biçimidir” demek ya da neolitik için bir “karşı devrimdir” demek tarihüstü bir anlayış değil midir? Kapitalizmin kökenlerini tarihüstü bir anlayışla neolitiğe kadar götürmek son yılların post Marksist yeni bir anlayışı gibi gözüküyor. Emperyalist kapitalizmi bile nerdeyse ‘çok uzamış bir neolitik’ şeklinde binlerce yıl geriye doğru açıklamak propagandif bile değildir. Özellikle pandemiden sonra küçük burjuva aydının ilkelciliğe merakı artmıştır! İlkel olanın “soylu vahşiliği” ve uygarlık karşıtlığı revaçtadır.

 Murray Bookchin ,”İnsanlığı Yeniden Büyülemek” kitabında  “Pleistosene Geri Dön!” (Buzul çağından günümüze olan dönem) ve Earth First!” (Önce Dünya!) taraftarlarını “eko mistikler” ve “derin ekolojistler” diyerek eleştirir. Tarım halklarının yerine neden avcı-toplayıcı klan halklarının tercih edilebildiğini sorgular. Paleolitiğe, geri dönmemiz gereken “eşsiz bir tinsellik” atfetmenin antropolojik verilere ters düştüğünü, bu anlayışın aynı zamanda “endişe verici bir saflık” olduğunu belirtir.

“İdealleştirilmiş ‘ilkel’ bir dünyaya dönmeye çalışarak ekolojik bir duyarlılık bulunmaz. Tarih öncesi döneme ait grup ve kabile toplumlarında insanlık nerdeyse tamamen kontrol edilemez doğal güçlerin ve gerçekliğin açıkça yanlış ve anlaşılması güç tasavvurlarının insafına kalmıştı… Derin ekolojistler muhtemel hiç var olmayan bozulmamış ve ilkel bir geçmişin efsanevi kavramlarını henüz kazanılmamış bir geleceğin hümanist bir tasavvurunun yerine geçirmeye çalışıyorlar”

Murray Bookchin ’in bu analizini tartışmayı genişletmek için buraya koyuyoruz. Bookchin neolitiğe “karşı devrim” diyenlerin karşısına paleolitiği nerdeyse önemsiz kılmaya çalışarak,-“ hiç var olmamış bir efsane”-  diyerek karşı çıkıyor! İnsanı o dönemde doğa güçlerinin adeta oradan oraya savurduğu savunmasız bir güç gibi gösteriyor. “Muhtemelen hiç var olmamış ve bozulmamış bir ilkel geçmişin efsanevi kavramları” diyor! Paleolitikte ‘doğa birincildir insan ikincildir’ demeye gelen bu çözümleme antropolojik verilerle elbette uyuşmuyor, çok öznel bir değerlendirme olarak kalıyor. İlkel komün ile medeniyet arasındaki geçişselliği kaybediyor. Yaptığı siyaset güncel olarak doğru olsa da tekinsiz ve güvenilir olmayan bilimsel temellere dayanıyor. Sırtını Paleolitiğe dayayan eko-mistikleri eleştirirken, paleolitiğin kendisini de “ilham alınacak çok fazla bir toplumsallık içermediği” yönünde tarihin kenarına atıyor. Son bir eleştiri paleolitik insanın içinde yaşadığı çevreyi “doğa” olarak tanımlayacak kavrayışa henüz ulaşamadığını iddia etmesi. İlkel komünarların çevreyi tabiat/doğa olarak değil bir “habitus” olarak görmesi! Paleolitik insanlarının doğal ve doğal olmayanı ayırt edemeyeceğini ifade etmesi doğru bir yaklaşım değildir. Neolitiğin doğa bilincinin karşısına paleolitiğn habitus bilincini koymak! Yanlış bir denklemdir bu. İspanya Pireneler’ de, Fransız mağaralarında ve Doğu Afrika göller bölgesinde ilk Sapienslerin yaptığı aletler ve çizimler onların hayatının habitatın ötesinde, içinde yaşadıkları çevrenin en azından bir toprak ana (“Gaia”) olduğunu kavradıklarını göstermektedir. Bookchin ’in Paleolitik’in ele alışı onun en azından çok temel bir eseri, Lewis H. Morgan’ın “Eski Toplumu ”nu yeterince okumadığını ya da ciddiye almadığını gösteriyor.

Öte yandan Paaleolitiğe dair Bookchin’i doğrulayan ama muhtemelen onun habersiz olduğu yeni bilimsel veriler mevcuttur. Paleolitiğin kusursuz bir eşitlikçi topluluk olmadığına, kadın, çocuk ve yaşlılara karşı zaman zaman acımasız olabildiğine ilişkin çok ciddi antropolojik-etnografik veriler mevcuttur. Yaşlıların yalnız bırakılarak ölüme terkedilmesi, erkeklerin av malzemelerini birbirlerinden kıskançlıkla saklaması, kötü avcıların ellerine sepet verilerek kadınlarla bitki toplamaya gönderilmesi, topluluk içinde sadece şeflerin birden fazla kadına sahip olma hakkı, kadınların sütten kesilene kadar cinsel ilişki yasağını delmek için bebeklerini öldürmeye zorlanması, kurban ayinleri, topluluk kurallarını çiğneyenlerin öldürülmesi, köleleştirme, komşu klan ve kabilelere yağma akınlarının düzenlenmesi ve kadınların kaçırılması gibi olayların gerçekleştiği klan ve kabileler de mevcuttu. Prehistorya da şiddetin evrensel tarihinin dışında değildi! İstisnaların kaideyi bozduğunu ileri sürmek zorundayız.

Paleolitik

İnançsız yasasız ve kralsız!

Geçmişte birçok antropolog toplumların doğuştan iyi adapte olduğu inancıyla doluydu. Ancak günümüzde bu anlayışa karşı çok etkili karşı çıkışlar mevcuttur.

 Arkaik toplum geçmişin keşfedilmesi gereken cennnetvari “kayıp topluluğu” değildir!

Bu kayıp topluluk arayışının nedeni, günümüz modern insanın yaşadığı karakter aşınmasının ve sefaletin aslında “insanın doğasında” olmadığı romantik inanışıdır. Bunun kökleri J.J. Rousseau’dan Marx-Engels’e kadar uzanan antropolojik verilerden yoksun bir dizi idealize edilmiş tarih anlayışına kadar uzanır. J.J. Rousseau’nun arkaik toplumun insanına dair “ Asil Vahşi ” tanımı bu öznel idealizme bir örnektir. Engels’in ilkel komünaları “hayranlık verici” diyerek övgüye boğması da günümüz bilgileri ışığında abartılı olarak değerlendirilebilir.

Şehirlerin suç ve düzensizlik kırsal toplumların ise uyum ve düzen içerisinde olduğu ve ancak, taşradan merkeze göç sonucu kırsalın bu iyi ve güzel özelliklerini yitirdiği görüşü, 19.yüzyıl aydın ve düşünürlerinin üzerinde mutabık kaldığı bir görüştü.

Gerçekten tüm insanların eşit olduğu bir dönemi yaşamış mıdır dünya?

Birçok aydın ve düşünür tüm insanların eşit olduğu bir dönem olduğunu ve aslında eşitsizliğin uygarlığın (medeniyet) ortaya çıkmasıyla geliştiğini öne sürmüşse de, bu genel doğrunun fazlaca idealize edildiği tarihsel verilerle ortaya konulmuştur. Afrika ve Amerikan yerlilerinin bir kısmının eşit kandaş toplumların tersine soydan gelme otoritelerini kullanarak klan ve kabile içinde hiyerarşi yarattıkları bildirilmiştir. Bu anlamda tarih öncesi ve barbar toplumların hiç eleştirilmeyen toplumsal uyumu iddiası tartışmaya açılmalıdır. Bu konuda en azından doğaya ve insan ilişkilerine tam uyumdan ziyade nısbi uyum tanımı daha uygun olacaktır.

Elbette mükemmel bir topluluk yoktur, ideal bir adaptasyon da yoktur, sadece kusurlarda derece vardır. Bu insanlık tarihinde yaşamış tüm topluluklar için geçerlidir. Tarihin en eşitlikçi antik toplumlarında bile eğer cinsel yasakları aşmak için ya da toplumun besin gereksinimi için bebek öldürme varsa, yaşlıların yalnızlığa terkedilmesi ve avlanırken kendi kandaşlarına hile yapmak varsa, erkeklerin kendileri taze av eti yerken kadın ve çocuklara hayvan leşini reva görmeleri, -bu yamyamlığın da bir nedenidir.- söz konusu olmuşsa, doğaüstü güçlerle mücadele için kurban ayinleri düzenlenmişse, dul kalan kadınlar MÖ 4000 yılından 1930’lara kadar eşleri öbür dünyada yalnız kalmasın, huzur içinde yatsınlar diye kocalarının yanında diri diri yakılmışsa, insanlık tarihinde ideal bir uyum ve mükemmellik aramamak gerekir.

Tıpkı fizikçilerin kaos ve raslantısallık konusunda kabullenmek zorunda kaldıkları yeni gerçekler gibi, sosyal bilimler de insanların tarihsel evrimindeki olumsuz, negatif gerçeklerle yüzleşmelidirler. Hayatın potansiyel tehlikelerinden kaygı duyan insanların, bu kaygı ve korkularının kaynağı olan doğaüstü güçleri bastırmak için insan kurban etmeleri bir uyum mekanizması olarak görülebilirse de mesela bir kafa avcılığı, kadın sünneti ve dul kadınların kocalarıyla birlikte yakılması gibi uygulamalar insan ihtiyaçlarının kaçınılmaz evrimsel baskısı sonucu meydana gelmemiştir!

“Sorun şu ki toplumların yazılı tarihinden günümüze yaşadığı olumsuzlukları ispatlayan kanıtlar elimizde yeterince mevcut olmasına rağmen ilkel düzene ilişkin güvenilir kanıtlar çok daha azdır. Paleolitiğe dair elimizde neolitik kadar bilgi yoktur ne yazık ki.” ( 5 Milyon Yıl / Prof. Peter Bellwood/ Avustralyalı arkeolog)

Şimdi paleolitikde en temel meseleye geliyoruz.

İlkel komünal topluluklarda iddia edildiği gibi gerçekten “iktidar” olgusu yok muydu? Tümüyle “inançsız, yasasız ve kralsız” mıydılar? İlkel topluluklarda “itaat” var mıydı?  Niçe’nin iddia ettiği gibi “itaat” tarihin ilk dönemlerinden günümüze “kalıplaşmış bir vicdan” olabilir mi? İtaate yatkınlık diye bir sosyaliteden ne kadar bahsedebiliriz? İtaat inançsız, yasasız ve kralsız ilk topluluklarda da var mıydı?

Arkaik toplumlarda siyasal iktidar biçimlerine göz atmak tarihçilerin üzerinde en az durduğu meselelerin başında gelir. Toplumsal antropoloji alanında sayıları giderek artan çalışmalar bu konularda yeni ufuklar açacak özelliktedir.

İktidar en basit tanımıyla emir-itaat ilişkisine bağlı olarak ortaya çıkar. Eğer bu temel ilişki biçimi yoksa iktidar olgusundan bahsetmek olanaksızdır. İktidarın özü şiddete dayanır ve iktidar yükleminden, yani şiddetten ayrı düşünülemez. Bu elbette kapitalist modernite içindeki bir tanımdır.

Lewis H. Morgan’ın “Eski Toplum” yapıtı bilindiği üzere başta Iroquoi’ler olmak üzere Amerikan yerlilerinin arkaik tarihi üzerine bir başyapıttır. Prehistorya çalışmalarında hala güncelliğini korumaktadır.

Öncelikle arkaik topluma dair Avrupa merkezci tanım ölçütlerinden kurtulmamız gerekiyor. Bu toplumları Batı’nın ele alış biçimi “yazısızdırlar ve geçim ekonomisi ile hayatta kalırlar” kavramları ile başlar. Peki, “geçim” i batı historyası nasıl tanımlamıştır?

“Artı-değer üretecek güçten yoksun, doğa koşullardaki olumsuzlukların kaynakların hızla azalmasına yol açtığı ve yaşamlarını açlığa karşı bitmeyen bir mücadele içinde sürdürdükleri”  (Fransız Marksist antropolog Pierre Clastres ) şeklindeki tanım, bize bu toplulukların beslenme gereksinimini karşılayacak olanaklardan çok fakir olduğunu anlatmaktadır. Peki, bu doğru mudur gerçekten? Antropolog Pierre Clastres, kendisi klasik ve yapısalcı antropolojide “Kopernik devrimi” yaratan düşünür olarak bilinir, Güney Amerika yerlileri üzerine yaptığı sayısız alan araştırmalarında batı prehistoryacılarının bu analizinin doğru olmadığını değerlendirmektedir.

“Paleolitik dönem avcı-toplayıcı toplulukları aslında ‘ilk bolluk toplumları’ dır. Geçim ekonomisi koşullarında yaşayan örneğin Güney Amerika’daki pek çok arkaik toplumun, topluluğun bir yıllık tüketimine eşit miktarda bir artık ürün üretebildiklerini de söylemeden geçmeyelim. Demek ki ihtiyacın iki katı bir üretim ya da iki kat daha fazla bir nüfusu besleyecek bir üretim söz konusudur. Bu durum arkaik toplumların arkaik olmadığını göstermiyor elbette. Asıl amacımız ilkel komünlerin içinde bulundukları gerçek ekonomik durumdan ziyade, Batılı gözlemcilerin geçim ekonomisine ilişkin alana dair analitik bilgiden yoksun olduklarının gösterilmesidir.” ( P.Clastres / Devlete Karşı Toplum 1974)

Bu açıklamadan çıkan sonuçlardan biri, arkaik topluluklara dair batının sık kullandığı  “az gelişmişlik” tanımlamasını da sorgular niteliktedir. Geçim ekonomisi bilimsel değilse az gelişmişlik te aynı derecede bilimsel değildir, ideolojiktir. 19.yüzyıl proletaryası da okuma yazma bilmeyenlerin ağırlıkta olduğu ve hiç te iyi beslenmeyen bir gerçeklik değil miydi? Demek ki geçim ekonomisi arkaik toplumun bir göstergesi olmak için çok zayıf bir unsurdur. Geçim ekonomisi Avrupa merkezciliğin Asya, Afrika ve Amerika’yı tarihin kenar mahallelerine attığı çok sayıdaki ideolojik unsurlarından biridir denilebilir. Neden kendisine yeten ve kendisine denk bir olgunluğa sahip bir toplum değil de az gelişmiş bir toplum yaftası takılmaktadır Amerika’nın yerlilerine, Asya’nın, Ortadoğu’nun komünalarına?

Bütün bunların girişte bahsettiğimiz arkaik topluluklarda siyasal iktidar meselesi ile ilişkisine gelirsek, ilkelleri ve vahşileri, güçlükle yaşayan az gelişmiş insanlar olarak değerlendiren batı bakış açısı, aynı zamanda siyaset ve iktidar üzerinde de alışılmış söylemleriyle eleştiri alanımıza girmektedir.

“Sözgelimi Brezilya’yı ilk keşfeden Avrupalılar Tupinamba yerlileri için , ‘inançsız, yasasız, kralsız insanlar’ demişlerdir. Gerçekten de yerlilerin şefleri her tür iktidardan yoksundur. Fransa, Portekiz ve İspanya gibi otoritenin doruk noktasına ulaştığı mutlak monarşilerde yetişmiş insanlar için bundan daha anlaşılmaz bir şey olamazdı. Bu yüzden yerlileri uygar toplumdan habersiz barbarlar olarak gördüler” (P.Clastres/age)

Barbarlığı ve iktidarsızlığı olumsuz anlamda kullanan bu önyargının nedeni batının tasarısı olan modern uygarlık anlayışıdır. Dışarıdan müdahale olmaksızın, kendi iç dinamiğiyle olgunlaşamayan toplumlar batının evrensel olduğunu iddia ettiği ideolojisine göre toplumsal birer ucubedirler.

” Buna göre tarih tek yönlüdür. İktidardan yoksun toplumlar batının artık geride bıraktığı bir aşamanın imgesi oldukları halde, batının kültürü onlar için ulaşılması gereken aşamanın imgesidir. Böylece batının iktidar sistemi en iyi olarak kabul edilmekle kalmaz, arkaik toplumların da kesinlikle buna benzer bir gelişme gösterecekleri ileri sürülür.” (P. Clastres/age),

Kapitalist modernite başlangıcından beri siyasal iktidara, hiyerarşi-otorite eksenini yatay kesen emir-itaat ilişkisi temelinde bakmıştır. Dolayısıyla gerçek ya da muhtemel bütün iktidar biçimleri iktidarın özünü peşinen şiddet, baskı ve eşitsizliğe indirgemiştir. Oysa paleolitik ve neolitik toplulukların azımsanmayacak bir kısmında görüldüğü gibi iktidar, şef ile klan ve ya kabile üyeleri arasında eşit paylaşılmıştır. Bu anlamda şeflik, şamanlık ve güçlü savaşçıların otoritesinin becerileriyle hak edilmiş olmakla birlikte, -başka türlüsü mümkün değildir- , sembolizmin ötesine geçmediğini, o dönemde henüz bir kast oluşturmadığını söylemek gerekiyor. Bu eşitlikçi ‘demokratik’ klan iktidarı olabildiği gibi devletsiz konfedere bir kabile olarak da tarihteki yerini almıştır. Kapitalist modernitenin farklılıkları birbirine eşitleyerek yok etmesinin karşısında Marksist antropolojinin farklılıkların bir arada yaşayabildiği tarihsel toplulukları açığa çıkarması kayda değer olmanın ötesinde 21.yüzyıl sosyalizmine önemli bir katkı sunacak özelliktedir. “Devlete Karşı Toplum” un yazarı Clastres, aslında farkında olmadan bugün bizim tartıştığımız önemli bir konunun -devlet ve iktidar-, çok ciddi öncüllerini önceden görebilmiştir. Ancak reel sosyalizm döneminde yaşadığı için siyasal iktidara dair tezlerini çok ileriye taşıyamamıştır. SSCB’de parti ve devletin de ötesinde siyasal iktidarın çok dar bir azınlığın (aparatçik) elinde merkezileşmesi belki de onu frenleyen en önemli kısıt olmuştur. Bu yüzden Batı modernizminin iktidar yaklaşımını eleştirdiği kadar ilkel komün iktidarı ya da göçebe demokrasisi konusunda Kopernik devrimini gerçek anlamda tamamlayamamıştır. İktidar çözümlemesinde batı yaklaşımı ile kendi yaklaşımı arasında gelgitler yaşadığı görülmektedir. Güney Amerika yerlilerini savunma adına Batının onlara atfettiği inançsız, yasasız ve kralsız eleştirisini “evet tam da söylediğiniz gibidir” diyerek karşılamaktan imtina etmiş, siyasal iktidarın böyle de olabileceğini, tabiri caizse sadece “kullanım değeriyle” ,bir sömürü ve baskı aracı olmaksızın da var olabileceğini yüksek sesle dillendirmemiştir. Komünal ve göçebe topluluklarda iktidar, kökleri derinde olan bir çınar ağacı gibidir, toprak ve gökyüzüyle ilişki içinde serpilip büyümüş doğal bir yapıdır. Canlı bir strüktür denilebilir. Henüz “değişim değeri” içermeyen, mülkiyet üzerinde oturmayan bir iktidardır, âmâ iktidardır! Sadece kullanım değeri olan, sermaye üretmeyen, toplumun kendisini üreten bir iktidar. Clastres buradan “devletsiz iktidar” formülasyonunu geliştirebilirdi. Ama bunun için önce Sovyet iktidarını eleştiri süzgecinden geçirmesi gerekiyordu!

Clastres ’in üzerinde durduğu, toplumsal güçlerin çatışmadığı ilkel komünlerde, iktidarın var olup olmadığı, varsa nasıl bir biçim aldığıdır. Keza Marksizm’de iktidar olgusu toplumsal güçlerin çatışması olmaksızın ortaya çıkamaz, vuku bulamaz. Oysa arkaik toplumlarda çatışmasızlıkla yürüyen toplumsal yaşam örnekleri mevcuttur. Clastres tam bu noktada batının basmakalıp gerekçilerinin ötesinde “kendimize yeni bir güneş seçmenin zamanı geldi” der arkasından ekler: Değişimin yolu, vahşilerin düşüncesini ciddiye almayı bilmiş çağdaş bir düşüncede kendisini gösterir”.

İlkel toplulukların çoğu, her türlü siyasal organdan mahrum şekilde tarihin siyaset öncesi döneminde takılıp kalmışlar, ilerleyememişlerdir. Ama içlerinden bazıları başlangıçtaki karmaşa ve kaotik ilişkilerden sıyrılarak insana özgü siyasal örgüt aşamasına ulaşabilmişlerdir. Clastres bu özel iktidarın adını “doğrudan toplumsal denetim” şeklinde tanımlıyor.

“Siyaset dışını siyaset olmaksızın düşünmek nasıl imkânsızsa doğrudan toplumsal denetimi, yani toplumu iktidar olmaksızın düşünmek te öylesine imkânsızdır. Siyaset biliminin bugüne kadar aşamadığı epistemolojik engel, Batı düşüncesinin Batılı olmayan toplumları kültürel etnosantrizm temelinde ele almasından kaynaklanıyor. İktidarın diğer bütün biçimlerinin ölçüsünü Batı referanslı görürsek bilimi bir ‘kanı’ düzeyine düşürüyoruz demektir” (Clastres)

Clastres ‘in kendine özgü “Kopernik devrimi” yavaş yavaş açığa çıkıyor. O tarihin itici gücü olarak “siyaset” ve “siyasal iktidar” ı işaret etmektedir. “Siyaset tarihsel hareketin ilk itici gücüdür. Topluluklardaki mutlak farklılaşmayı yaratan şey siyasal iktidardır!” der. Amerikan yerlileri üzerine yaptığı alan araştırmalarında toplulukların en belirgin özelliğinin demokrasi ve eşitlik duygusu olduğunu ifade eder.

“Brezilya’daki ilk gezginlerin ve etnografların birçok kez belirttiği gibi yerli şefin en çarpıcı özelliği, otoriteden hemen hemen bütünüyle yoksun oluşudur”(Clastres)

Peki, bu durumda, kendini ortaya koymaktan yoksun bir iktidarın anlamı nedir? Otoritesi olmayan bir şef nasıl tanımlanır? Böylesine dayanaktan yoksun bir kurum varlığını nasıl korur? Açıklığa kavuşması gereken şey, hemen hemen güçten yoksun bir iktidarın, otoritesiz bir şefliğin nasıl ayakta kalabildiğidir? Bunun cevabını Clastres şöyle verir:

“İlkel kabilelerde Şef’in dört temel özelliği vardır. Şef bir barış mimarıdır. Toplumdaki ılımlı eğilimi temsil eder. Mülkiyet konusunda cömert olmalıdır. Birden çok kadınla birlikte olma hakkı,-‘çokkarılılık’- bir tek ona tanınmıştır. Ve sonuncusu, ancak iyi bir hatip şef olabilir. Askeri bir sefere çıkıldığında şef savaşçıların tümü üzerinde mutlak bir egemenliğe sahiptir. Ama barış yapılır yapılmaz şef bütün gücünü yitirir. (…) Şef tartışmaları yatıştırmak, anlaşmazlıkları tatlıya bağlamakla yükümlüdür. Üstelik bunları zaten sahip olmadığı ve kendisine tanınmayan bir güce başvurarak değil, yalnızca saygınlığına, adilliğine ve belagatine güvenerek yapmalıdır. O cezalandırıcı bir yargıçtan çok, uzlaştırmaya çalışan bir hakemdir. (…)  Şef için söz bir ayrıcalıktan çok bir görevdir. Sözcüklere hükmetmek onun işidir. Öyle ki, şefi konuşan insan olarak değil de, konuşan insanı şef olarak gören yerlilere ait bu formül tüm Amerika kıtası için geçerlidir. Şefin dil üzerinde kurduğu tekel yerlilerin bu durumdan asla gocunmamaları nedeniyle daha da güçlenmiştir” (Clastres/Devlete Karşı Toplum)

 Güney Amerika yerli topluluklarında en çok çalışan kişi şaşırtıcı olsa da Şef’ tir. Bu kadar ayrıcalıklarına rağmen iktidardan bu kadar yoksun başka bir kuruma tarihin hiçbir döneminde rastlanmamıştır.

“Her şey bu toplumların kendi siyasal çerçevelerini, bir kural haline getirdikleri bir sezgiye, ‘iktidarın özünde zorba olduğu’ inancına göre kurduklarını düşündürüyor. Bu inanca göre iktidar (Şeflik+şaman+ileri savaşçılar) kabilenin üzerinde, denetlenmesi olanaksız ayrı bir dünya yaratarak işleyecektir.”

Buradan anlaşılıyor ki siyasal iktidarı ortaya koyuş biçimleri oldukça zekicedir. İktidarı, “olumsuz bir güç” olduğunu bilerek kendi denetimlerinde kurmak diyebileceğimiz bir usta işi var karşımızda! Yerli toplumların siyasal felsefelerinin temelinde daha yaratırken iktidarın ne denli tehlikeler içerdiğini sezmiş olmaları yatmaktadır. Sonuçta bu sistemde şefin aslında topluluğun elinde bir bakıma “tutsak” olduğunu ileri sürmek abartı olmayacaktır. Söz şefinse yetki ve karar da kabile üyelerinin oluyor adeta. Bu bölümü Clastres ’in bizim için gayet önemli olan cümleleri ile bitirelim:

“Tarihi olan halkların tarihinin sınıf mücadelelerinin tarihi olduğu söylenir. Tarihi olmayan halkların tarihinin de, aynı ölçüde geçerli bir yaklaşımla, devlete karşı mücadelelerinin tarihi olduğunu söyleyebiliriz”

Sosyalizmin ilk çağ odaklı da düşünülmesi gerekliliği, özellikle Marksizm’in üzerinde çok yoğunlaşmadığı devlet ve iktidar olgusunu paleolitik ve neolitik toplumlar üzerinden yeni bir pencere açarak tartışılabileceğini tespit etmeliyiz.

İlkel toplumda şef ve söz / P. Clastres İlkel toplum, kendisinden ayrılmış bir iktidarı yadsır; çünkü iktidarın gerçek kaynağı şef değil toplumun kendisidir. İlkel toplum doğası gereği şiddetin iktidarın özü olduğunu bilir. Bildiği için de iktidar ile iktidar kurumunu, emretme gücü ile şefliği sürekli birbirinden ayrı tutmaya çalışır. Bu ikisi arasındaki çizgiyi, sınırı koruyan unsur sözün alanıdır. Şefi salt sözün alanına, yani şiddetin tam karşıtı bir alana hapseden kabile her şeyin yerli yerinde kalmasını güvence altına alır ve iktidar ekseninin toplumun bünyesi dışına kaymasını ve her hangi bir güç değişikliğinin toplumsal düzeni alt üst etmesini önler. Şefin konuşma görevi, şefin kabileye sürekli sunmak zorunda olduğu bu söz akışı ona hiçbir zaman kapatamayacağı borcunu hatırlatan ve hatibin iktidara geçmesini yasaklayan bir güvencedir.”    

Neolitik ve Post-Marksizm

“Gezegenin kaderi hakkında yazmak” özellikle Pandemi sonrasında yeni sol rüzgârların kaynağı oldu. Oysa bu, güncel mücadelelerden kopmanın mesihçi bir yaklaşımla üzerinin örtülmesinden başka bir şey değildir. Kapitalizme karşı mücadeleyi karartmanın bundan daha fiyakalı bir kılıfı olamazdı sanırız! “Asıl tehlike dünyanın mahvı!”  Güncel mücadelelerin yerine böylesi tumturaklı ekolojik vaazlar vermek, emperyalist kapitalizmi neolitiğe kadar uzatmak kadar kof bir politikadır. İnsanı kapitalist barbarlıktan kurtarmak yerine “ insan türünün sonunu açıklamanın” öne alınması sadece akademik bir zırvalıktır..

Benzer şekilde “kriz” olgusu da sıradanlaştırılmaktadır. Sadece sol güçler değil, liberal muhalifler bile sistem krizinden, bugünden yarına kapitalizmin çöküş emarelerinden sıkça söz etmektedirler. Açıkçası her kriz sonrası, Pandemi, deprem, enflasyon, mali kriz vb. tünelin ucunda ışık göründüğüne dair umut vaat eden çokça  “analiz” duymak insanı şaşırtıyor. Burada da aynen “dünyanın yazgısı” gibi krizin de sıradanlaştırıldığı, krizle mücadele etmek yerine, onun çelişkileri derinleştirdiğinden dem vurmak sadece buna odaklanmak öne çıkarılıyor. Âmâ tüm bu ‘mükemmel ’analizlerden ne yazık ki devrimci bir hareket çıkmıyor. Kriz, kapitalizmde geçici, konjonktürel bir durum değil, kapitalizmin karakterine içkin, onun yapısal bir özelliğidir. Aşırı üretim, rekabet ve kar maksimizasyonu ile onun kendi kendisiyle mücadele eden bir sistem olduğu tüm çevrelerce biliniyor. Bilinmesine rağmen her devrevi ya da konjonktürel iktisadi dalgalanmada bunun çok yeni, daha önce hiç gerçekleşmemiş, benzersiz bir kriz olduğu yollu abartılı değerlendirmelerden geçilmiyor. Ekonomik krizlerin ceremesini burjuvazinin değil emekçilerin çektiği, sermayenin çoğu zaman krizi fırsata çevirdiği ve yeni zenginler yarattığı /sermayenin el değiştirdiği tüm bunlar bilinmeyen gerçekler değil ki! Kriz bir umut değil bizler için, bir imkân! Ve mücadelemizin en keskin, yadsınamaz bilimsel kanıtı… Devrimcilerin görevi tünelin ucundaki ışıktan bahsetmek olmamalı, bu kopkoyu karanlık tüneli yıkmak olmalı. İmkânı gerçeğe dönüştürmek… “Kapitalizmin imkânsızlığının” kanıtı krizin en sıcak anında onu sahada göğüsleyenlerin manifestolarından başkası olamaz.

Neolitiği yeni bir paradigmanın çıkış kavramlarından biri olarak devrimci literatüre kazandırmak ya da siyasete ve tarih bilimine farklı bir bakışla konu etmek elbette önemsenmesi gereken ciddi bir çabadır. Bu yazı neolitiğe eğilirken kavramı yeni antropolojik bilgiler ışığında daha derli toplu, post Marksist sapmaları gözeterek analiz etme iddiasındadır.

Neolitiği bir “karşı devrim”, adeta bilinçli, öznel bir tarihsel suç gibi ele almaktansa onu devrimci mücadelede ilk çağ odaklı düşünebilmenin de bir aracına dönüştürmek daha geliştiricidir. Başta bu Kıvılcımlı ’ya olan borcumuzdur. O geçmişi farklı kaynaklardan yeniden inşa etmenin müthiş çabasını verdi. Ve bu günümüz bilimsel birikimi düşünüldüğünde hala ve daha çok güncel bir görevdir.

 Neolitik paleolitikten sonra tarihin en uzun ikinci dönemidir. Varoluşuyla birlikte insanlık tarihinin bir ilk karşı devrimi olarak nitelendirilmesi sol sapmanın ötesinde çok yalın bir öznelciliktir. “Bana göre böyle” (!) demektir. Leibnez’in göreliliğidir bu. Öznenin bakış açısıdır.

Devam edecek…