Öfkeyle adrenalini buluşturmak – Mahir Yılmaz

Dünya konjonktürü bir kaosun içinde sağa sola savruluyor. Kapitalizmin neoliberal versiyonu, kullanım süresini doldurdu. Kapitalizm, krizlerini artık neoliberal politikalarla çözemiyor. Emperyalist devletlerden başta ABD bu krizi aşmak için yıkıcı bir dönüşüme gitmeye çabalıyor. Ukrayna savaşı bunun ilk adımlarından biri. Ekonominin gerçek anlamda küreselleştiği bir dönemde bu saldırılardan, yaptırımlardan tüm dünya ekonomisi etkileniyor. Türkiye ise içsel bir kriz yaşamasının yanı sıra, yeniden paylaşımın yarattığı yıkıcı dönüşüm geriliminin tam ortasındadır. Bu ikisinin üst üste binmesi Türkiye’deki toplumsal, ekonomik ve siyasi krizi daha da ağırlaştırmaktadır ve bu yük hem toplum hem de iktidar aygıtı açısından taşınamaz hale gelmiştir. Halikarnas Balıkçısı’nın deyimiyle, Türkiye emekçi sınıfları “Bu yaşamak değil, uzun ölüm” denilen günleri yaşıyor. İnsanlar daha iyi bir yaşamdan ziyade açta, açıkta kalmamak, ölmemek için “yaşam savaşı” veriyor.

Ülke gündemi her ne kadar seçimlere odaklanmış olsa da bu kriz öyle seçimlerle veya hükümet değişikliğiyle atlatılacak türden bir kriz değildir. Bu kriz dünden bugüne oluşan bir şey olmadığı gibi kapitalizmin tarihsel krizinden de bağımsız değildir. Dünya kapitalist düzeni bir krizin içindedir. Ve bugüne kadar yaptıkları gibi kriz öteleyici yeni alternatifleri de yaratamıyorlar. Dünya bir yıkılış ve kuruluş sürecindedir. Erdoğan’ın ekonomik ve topluma biçim verme yönelimleri de bundan bağımsız değildir. Tam olarak karşılar mı bilmeyiz ama Yeni Dünya’nın yeni Çin’i olma doğrultusunda bir ekonomi-politik yol izlemektedir. Bu yolla devletin en az hasarla krizden çıkması planlanmaktadır. Böylelikle bütün yük emekçi sınıfların omuzlarına bindiriliyor. Ama yeni sistem oturmadığı için siyasi, ekonomik, toplumsal sancılar gittikçe ağırlaşıyor.

Mutfağındaki yangına, otoriter yönetimlerin kazıdığı haklarına karşı halklar dünyanın dört bir yanında isyan ediyor. Ekonomik, siyasi, özgürlük temelli isyanlar bozkırı tutuşturan bir kıvılcım misali yayılıyor. Mahsa Jina Amini’nin başını İran İslam Devleti’nin belirlediği kuralın dışında bağladığı için katledilmesi sonucu başlayan ve yayılan isyan, bugünlerde bir kıvılcımın nelere kadir olduğunu gösteriyor. Eylemler İran’ın neredeyse tüm şehirlerine yayıldı ve dünyanın dört bir yanında İran’a destek eylemleri yapılıyor. İsyanın hızını İran Devrim Muhafızları’nın “Sokağa çıkanı öldürürüz” tehditleri de yavaşlatmadı. Aksine bu tehditler isyanı daha da bileyledi ve isyancıların elindeki araçları daha keskin hale getirdi. Burada üzerine düşünülmesi ve hazırlık yapılması gereken husus, bu gibi eylemlerin kararlılık kazanması ile birlikte tüm dünyadaki direniş odaklarına yayılmasıdır. Çünkü bugün “yeryüzünün lanetlileri”nin gözü İran’dadır, kalbi İran’daki direnişçilerle birlikte atmaktadır.

Yakın tarihe bakarsak; 2011’de Tunus’ta Bouazizi’nin kendini yakması ile başlayan eylemler kısa sürede hükümeti devirdi ve devlet başkanı Ben Said Suudi Arabistan’a kaçtı. Kısa bir süre sonra eylemler Mısır’a sıçradı ve Tahrir eylemleri başladı. 30 yıldır devletin başında olan Hüsnü Mübarek hapse atıldı. Daha sonrasında ise eylemler tüm Arap coğrafyasına yayıldı. Ardından İspanya ve Yunanistan direnişe katıldı. Takvim 2013 Haziran’ını gösterdiğinde bu kez direniş alanı Türkiye idi. Artık Taksim; Tahrir’di. Türkiye’nin dört bir yanında “Her yer Taksim, Her yer Direniş” sloganları atılıyordu. Erdoğan ise Afrika gezisiyle kendini yurtdışına attı. Ve eylemler Brezilya’da başladığında Türkiye’deki direnişe selam çakıyorlardı: “Burası artık Taksim”. İşte yeniden böyle bir momentte olduğumuzu söyleyebiliriz.

Devrimci hareketin, Gezi’ye hazırlıksız yakalandığı üzerine sayfalarca yazıldı, çizildi. Bunun başlıca sebeplerinden biri devrimci hareketin enstrümanları ve kitlelerle temas noktalarının zayıflığıydı. Gezi Direnişi günlerinde yeni sloganlara, yeni direniş biçimlerine bazen şaşkın, hayret içerisinde; bazen hayran, bazen de küçümseyici bir şekilde bakıldı. Çünkü belli bir tarza alışılmıştı. Belki de yapılanların büyük bir çoğunluğu sürecin ihtiyacı üzerinden okunmaya çalışılıyor olsa bile pratik alışkanlıklardan ibaretti. Ve yapılamayanlar, dış kısıtlar üzerinden açıklanıyordu. Elbette hiç kimse serada yetişmiyor, hepimiz dış etkenlere açığız. Fakat olmayanları bu kadar dış etkenlere bağlama işinde bir terslik var. Her ne kadar belli bir yol haritamız olsa da pratik başka yerlere gidebiliyor. Ancak hep aynı çıkmaz sokakta takılı kalmayı sorgulamadığımız sürece ne yeni yollar açabiliriz ne de yeni bir yol bulabiliriz. Bir diğer zayıflık ise “taşıyıcı kolonlar”ın zayıflığıydı. Ancak “taşıyıcı kolon” üzerinden tariflediğimiz zayıflıkları başka bir yazıda ele alacağız.

Bugün ise her ne kadar seçimler dolayısıyla toplumda bir beklenti oluştuysa da, sınıfsal çelişkilerin daha derin olduğu kendiliğinden hareketin nüveleri ortaya çıkıyor. Sosyalistlerin genel eğilimi mücadeleyi seçim sathına indirgiyor. Ya da güçsüzlüğün verdiği motivasyonsuzlukla genel eğilimin peşinden gidiliyor. Bu yaklaşım, kendini tarihin akışına bırakmaktır. Ancak koyduğumuz tespitler doğruysa, yani içinde olduğumuz dönem, dünyayı sarsacak bir direniş dönemiyse, eldeki enstrümanların, tepkiyi örgütleme bakımından oldukça yetersiz olduğu açıktır. Ve hatta Gezi döneminden daha geri bir noktadayız. Çünkü devlet, Gezi, 6-8 Ekim Serhildanı, 7 Haziran, Hendek Direnişleri, 15 Temmuz sonrası süreçte vitesi arttırdı ama devrimci hareket bu vites değişikliğine ayak uyduramadı. Ki zaten Gezi sonrası girilen bu dönem sistemin sınıf mücadelesini, çeşitli şiddet yöntemleriyle bastırdığı, toplumsal yaşamın tüm alanlarını kapsayan ve sermaye lehine dönüşüme uğratan bir dönemeçti. Öte yandan devletin Gezi’den bugüne kadar bu denli rahat at koşturmasının sebebi, sosyalistlerin iç zayıflıklarıdır. Siyaset savaşın, savaş da siyasetin başka araç ve yollarla devamı ise devlet siyasal araçlarını savaşa göre dizayn etti. Eski araç ve yöntemlerle yapılan siyasetin alanını daralttı, neredeyse sıfırladı. Neredeyse diyoruz çünkü, öngörülebilir bir alan bıraktı. Eğer bunu da yapmasaydı tepkinin nereden geleceği, nasıl örgütleneceği belirsiz olurdu. Öngörülemezlik, devleti fazlasıyla tedirgin eden bir mesele. Bu belirlemeler, sadece yakın geçmişle hesaplaşmak için değil, aslolarak sistem bir açmaza girmişken, yakıcı ihtiyaçları karşılamak ve geleceğin önünü açmak içindir.

Peki enstrümanlarımızı nasıl güçlendirir ve zenginleştiririz? Bunun için zayıflıklarımızın üzerine gitmek gerekiyor. Yıllardır genel eylem tarzı, refleks diyebileceğimiz etkiye karşı tepki biçiminde örgütleniyor. Aslında bu noktada bir sorun yok. Sorun, çıtanın bu tepki refleksinin üzerine hiç çıkmamasıdır. Aynı şekilde teori ve politika da bu karşıtlık üzerinden şekilleniyor. Yani “anti-emperyalistiz, anti-faşistiz, anti-kapitalistiz, diz çökmüyoruz…” fakat biz ne istiyoruz? Hal böyle olunca teorik ve pratik olarak sistemin bizi içine aldığı kuşatmayı yaramıyor, çemberin içinden çıkamıyoruz. Devrimci hareketin kendisini sadece karşıtı olduğu şeylerle açıklaması ve pratiğini de bunun üzerine şekillendirmesi, daha baştan savunmada kalmayı kabul etmek anlamına gelir. Aynı zamanda edilgen bir varoluş biçimidir. Ancak bahsettiğimiz, alışkanlık halini alan refleksif söz ve eylemi aşmayan tarz, bugün oluşan bir mesele değil. Yıllar içinde alışkanlık halini alan, eski kuşaklardan devralınan bir tarz.

Ece Temelkuran’ın “Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita” kitabında, şiir dizelerini andıran paragrafı, belki de meramımızı daha iyi anlatır:

“Sen bir rota çizmiş olsan da kesinkes, yolun hep bir planı vardır senin hakkında. Yolları yolculuk, yola çıkanı da yolcu yapan budur. Aldanmazsan, kapılmazsan ve yanılmazsan varamazsın yolun gideceği yere. Yolculuğun gizi budur: Kaybetmezsen yolunu bulamazsın aslında. Bir soru’n olmalı mutlaka. O soruyu sormalısın, kimsenin anlamadığı dilde konuşan ve hep aynı cümleyi tekrar eden bir derviş gibi döne döne aynı soruyu sormalısın. Cevap, başlangıçta tahmin ettiğinden ne kadar uzakta ise gerçeğe o kadar yakındır. Sarsılmamışsan, soru’nu kaybetmekten korkmuşsan, hiçbir yere gitmemişsindir aslında. Düzenin bozulmalı. Evden çıkmak budur aslında. Yolculuk, bir düşmek ve kalkmak meselesidir. Eve yaralarla dönülmüyorsa hiç gidilmemiştir… Sadece uzaklardan gelenler bilirler evlerinin kokusunu. Yollara, evlerimizi anlamak için çıkılır. Fakat yolda bulduğun cevaplar eve geldiğinde, yakalanmış bir kelebeğin renklerinin sönmesi gibi parça parça dağılır. Yola ait cümleler, yazıktır ki hep yolda kalır. Döndüğünde anlatacağın hep biraz renksiz bir hikayedir. Cevaplar, suyun altında çok renkli görünen ama sudan çıkarıp kuruduğunda renkleri sönen çakıl taşları gibidir. Bu, sana böyle gelir. Oysa yeni çocukların yeni yollara çıkması için o çakıl taşlarını getirmek, sözün büyülü suyuyla yeniden ıslatmak, renklerini yeniden canlandırmak gerekir.”[1]

Ece Temelkuran’ın yaptığı metafor üzerinden devem edersek; her seferinde aynı çıkmaz sokakta takılı kalan rotadan çıkmalı. Devrimciler “yanılmaz mesihler” değildir. Ve hatta devrimcilik, yanlışlardan öğrenerek ve yeniden yanlış yapma riskini göze alarak, cesaretle yeni yol ve yöntemleri deneme eylemidir. Biraz da eli ve düşünceyi korkak alıştırmamaktır. Son birkaç yıla baksak bile bu değişimin ne kadar gerekli olduğunu görebiliriz. Bunu yapacak olan da gençlik ruhuyla karılmış bir örgütsellikten başkası değildir.

Ayrıca itirazımız fakir enstrüman araçlarının kullanımına değildir. Asıl itiraz, bunların tekleşmesi, zaman zaman anlamını yitirmesi ve sanki bir memurun her gün yaptığı rutin “iş”ler haline gelmesidir. Rutin hale gelen “iş”lerse kendinde amaçlaşıyor ve asıl amaçtan uzaklaştırıyor. Sanki o planlanan “iş”ler öyle veya böyle yerine getirilince görev tamamlanmış oluyor. Buradaki kilit kelime “iş”tir. Ancak şunu belirtmekte de fayda var: İstemezcilikle, yapılan pratiği beğenmeyip yerine bir şey koymadan, yapılanları seyretmek ve eleştirmek pasif bir “duruş”tan ötesi değildir. Yani elimize daha güçlü ve daha esnek enstrümanları alalım ya da yaratalım fakat bunları yaratmadan sadece yapılan pratiklere dair eleştiri dogmatiklikten daha da tehlikelidir. Gerekli olan “eskiyi tümden reddetmek” değil, deneyimlerin ileri yönlerinden faydalanmak ve bugünün ihtiyacına göre sentezlemektir.

Kimse kabul etmez meslekten, iş olarak, devrimcilik yaptığını. Ama niyetten bağımsız, girdiğin sistematik seni değiştirir. İnsan, insana baka baka memurlaşmıştır. Ne heyecanla, ne beklentilerle girdin o kapıdan. O heyecanla imkansız birçok şeye inandın. Bu kötü bir şey de değildi ayrıca. Ne diyordu Che: “Gerçekçi ol, imkansızı iste!” İşte imkansızı isteten şey, daha ilk örgütlendiğin heyecanı koruyabilmede saklıydı. Ancak insanı mücadele içinde araçsallaştıran yapı ve tarz, bu heyecanın yitiminin nedenlerinden en önemlisidir. Bu tarz, hem eyleyeni hem de etkileşimde olduğu insanları tüketir ve araçsallaştırır. Devrimci tarzda bir üretkenliği, yani insanın içindeki gizil gücü açığa çıkarmak için “yeni çocukların yeni yollara çıkması, o çakıl taşlarını sözün büyülü suyuyla yeniden ıslatması, renklerini yeniden canlandırması” gerekir. Bunun anlamı keşif kolunun bir döneminde yaptığı ve aktardığı keşifler, her dönemi karşılayacak bir sihirli formül değildir. Deneyim aktarımı, elbette önemlidir fakat yeni kuşakların, kendi yolunu keşfetmesinin büyüsü farklıdır.

Komünizm, insanın özgürleşme eylemi ise sadece amaç olarak özgürlük değil, yürüyüşün de özgürleştirici olması gerekir. Özgürleştirici yürüyüş, insanın içindeki zenginliği de ortaya çıkartacaktır.

Gezi’yi hatırlayalım. Gezi’ye katılımın bu kadar yüksek ve içeriğinin “zengin” olmasının sebebi neydi? Elbette toplumsal sinir uçlarında gezinen iktidarın Gezi hamlesinin bardağı taşıran son damla olması, katılımın yüksekliğinde önemliydi. Fakat daha da önemli olan mücadelenin özgürleştirici yanının açığa çıkmasıydı. Özgürleşme eylemi, mücadelenin zenginliğini açığa çıkaran yegane faktördür. Öte yandan, Gezi’nin iyi ve kötü yanlarını tahlil etmek, dersler çıkarmak gerekir fakat devletin Gezi Direnişi, 6-8 Ekim Serhildanı, 7 Haziran seçimleri, Hendek Direnişleri ve 15 Temmuz sürecinden sonra mücadele kanallarını boğmak için vitesi yükselttiğini de görmek zorundayız. Dolayısıyla bugünkü özgürleştirici eylemin, örgütselliğin militan yanına ağırlık verilmelidir. Devletin vites arttırımı sonucu, eskide kullanılan araç, yöntem ve tarzla barikatların yıkılamayacağı veya en azından zorlanamayacağı açıktır. “Her yer Taksim, Her yer Direniş” sloganı, her yerin eylem alanı olabileceği ve birçok farklı tarzda mücadele edilebileceğini anlatıyordu. Bu anlamda, geçmişten ders çıkartarak yürümek istiyorsak; bir yandan esnek ve güçlü enstrüman kullanımı ile mücadelenin içeriğini zenginleştirmeye odaklanmalı diğer yandan ise bu zenginliğe mahal verecek örgütlülük ve hareket yapısına kavuşulmalı ve militan bir çizgide bu alaşım sağlanmalıdır.

Esnek ve güçlü bir enstrüman takımı derken neyi kastediyoruz? İran’daki ayaklanma sürecini ele alalım. Mahsa Jina Amini’nin İran devleti tarafından katledilmesi ardından başlayan sokak gösterileri, silahlı çatışmalara evrildi. Ancak mücadelenin geldiği son noktadan bakarak İran’daki geniş yelpazeyi, sokağın örgütlenme ve eylem biçimlerini anlayamayız. İran halklarının eylem dinamiği çok geniş bir yelpazeye sahiptir. Saç kesmekten tutalım; türban açmaya, “jin, jiyan, azadi” sloganını atmaya, mollaların sarıklarını düşürme eylemlerinin yanı sıra sokakta, okulda, meydanlarda kitlesel protestolara, grevlere ve silahlı çatışmalara uzanan genişlikte ve çeşitlilikte; hatta her gün bir yenisine şahit olduğumuz yeni eylem biçimleriyle hem esnek hem de güçlü, birbirini besleyen enstrümanlar kullanılmaktadır. Bu açıdan İran halkları özgürleşme adımını çeşitli şekillerde gerçekleştirebilmektedir. Özgürleşmeyi duyumsamayla birlikte bir üst aşamaya sıçranabilir. Yani saçını açan bir kadın, okulda protestoya katılan bir öğrenci, greve katılan bir işçi o haliyle kalmaz. Gizil gücü açığa çıkmıştır bir kere. Ve doğrudan devletle karşı karşıya gelinen çatışma biçiminde eylemlere sıçrayabilir.

Devrimciliğin önemli bir yanı da heyecan ve adrenalindir. Elbette adrenaline kapılıp hesapsız ve programsız bir işe girişemeyiz. Ama heyecanı kaybedersek, ufkumuzu da kaybetmiş oluruz. Heyecansız, adrenalinsiz bir pratik, “iş”e tekabül eder. Faaliyet yürüten kişi yaptığı pratik ile bağ kuramaz. Örneğin bir “iş” verilmişse, başarıya ulaşamasa da, bilinen yöntem ve tarz ile o iş yapılmaya çalışılmış, “elden gelen” yapılmıştır. Fakat heyecanını koruyan kolektif, görevleri küçük büyük demeden başarıya ulaştırmayı arzular. Kuşatmayı yarmaya çalışır. Bir müdürün, memuru denetlemesi gibi değil de heyecanın şevkiyle görevin başarılı olup olmadığını denetler. Heyecan, çıtayı yükseltir. Ne yapıp edip o görev, ihtiyaç karşılanmalıdır. Ve daha uzun yollara çıkılmalıdır. İşte burada yaratıcılık devreye girer. Öte yandan hedef kitle için de aynısı geçerlidir. Eylemi yapan kolektifi heyecanlandırmayan, inandırıcılığı olmayan, ufuksuz bir pratik onu nasıl heyecanlandırabilir, nasıl içine çekebilir? Ki bugün kitlelerde öfkenin getirdiği bir adrenalin yüklüdür. O öfke ve adrenalindir ki; seçimlerde AKP’ye yüksek oranda oy çıkan Soma’da, katliamdan sonra ziyaret sırasında Erdoğan’a ecel terleri döktürmüş, Erdoğan çareyi bir markete sığınmakta bulmuştur. O öfkedir ki, Gazi Katliamı’nda kitleleri kurşunların üzerine yürütmüştür. Gezi’de polis alandan kovulup, günlerce alanlar işgal edilmiştir. Bunun gibi birçok örnek sıralayabiliriz. İşte amaç, bugün biriken öfkeyi örgütlemek ve yönlendirmek olmalıdır. Tersten devlet de bu öfkeyi ezilenler arası kavgaya dönüştürmeye çalışıyor.

Tufan Yakın yoldaşın, “Kuşaklar” yazısı bu konuda önemli noktalara değiniyor. Meseleyi sadece gençlik örgütlenmesi olarak ele almıyor. “(Kuşaklar) devrimin öncü yapısının inşası meselesidir, gençliğin bu bağlamdaki rolüdür. Eski kuşakları kerteriz almadan; ama onların deney ve tecrübelerini içerip aşan yeni bir eksen arayışını başlatmak istiyoruz.”[2] Yazının girişinde Albert Camus’tan alıntıladığı şu paragraf, “Kuşaklar” yazısının özüdür ve tam da bu yazıda anlatılmaya çalışılan meseledir: “Yaşlı bir adam kumsalda yürümektedir. Kumsalda, kumları kaplamış on binlerce denizyıldızını çıplak elleriyle tek tek denize geri fırlatan bir genç görür. Yaşlı adam ona seslenir: Ne anlamı var ki, nasıl olsa hepsini kurtaramayacaksın, bu yaptıkların neyi değiştirir? Genç yerden bir denizyıldızı daha alır ve denize fırlatır, ardından yaşlı adama döner: Onun için çok şey değişti.”[3] Bu açıdan bakarsak, mesele yaşta değil, ihtiyarladıkça o genç ruhu kaybetmemekte yatıyor. Her daim tünel kazan “ihtiyar-inatçı köstebeğin” sırrı, genç ruhunu koruyabilmesinde saklıdır. Dolayısıyla bu sadece gençlik, örgüt yapılanması tartışması değil, bugün için değmeye, dinamik bir yapıya kavuşturmaya, devletle karşı karşıya getirmeye çalıştığımız tüm kesimler için de geçerlidir. Öte yandan devrimci hareketin güçsüz olduğu ve örgüt kadrolarının kendini güçsüz hissetmeyi doğal saydığı bir zamanda, gücü açığa çıkarma tartışması daha da yakıcılaşmıştır.

Faşist rejim, yönetim krizi içindedir. Yönetebilmek için her türlü olağanüstü hal koşulunu kullanıyor. Hala neoliberal politikalar ekseninde bir çıkış arayan iktidar, her gün daha saldırgan bir biçimde emekçi sınıflara saldırmaya, özgürlükleri kuşatmaya ve tencerede pişen aşın miktarına değin müdahale etmeye devam ediyor. Yani faşist rejim kriz sarmalında olmasına rağmen bir şekilde neoliberal saldırılarını sürdürebiliyor. Bunu sosyalist-devrimci güçlerin zayıflığından dolayı yapabiliyor. İşte inatçı köstebeğin elindeki en önemli fırsat, bu gibi günleri iyi değerlendirmesine bağlıdır. Köstebek inatçıdır, her daim kazarak yolunu açmaya devam eder fakat bugün yaşananlar, köstebek için o tüneli kitlelerle birlikte açmaya bir fırsattır. Köstebeğin elden kazmayı, küreği bırakmadan sorması gereken soru “ben nasıl inatçı oldum, bana bu enerji nereden geliyor, gizil gücüm nedir?” olmalıdır. Ki aynı şekilde kitlelerde de o enerjiyi açığa çıkarmanın yollarını bulabilsin, aktarımı sağlasın.

Eskiler hep “Senin yaşındayken taşı sıksam suyunu çıkartırdım… Senin yaşında olacaktım ki neler yapmazdım” derler. Elbette yaş ilerledikçe biyolojik olarak bir yıpranma olur. Fakat gençlik ruhu tekrardan kazanılabilecek bir şeydir. 15-16 Haziran direnişi “yaşını başını almış” işçiler tarafından örgütlendi. “Bolu-Gerede insanlık nerede” gibi yaratıcı sloganlarla geçtiği yerle temas kuran, derdini yalın bir şekilde anlatan maden işçileri, Türkiye ve Kürdistan’ın dört bir yanından gelip aylarca Ankara ayazında grev yapan Tekel işçileri hiçte genç değildi. Gezi’de “sapanlı teyzemiz” vardı. İstanbul Tokatköy’de ateş yakarak, sopaları yere vurarak, çatılardan kiremitler atarak direnen mahalleliler, Karadeniz yaylalarında HES yapımına, doğanın katliamına direnen köylüler hiçte genç değil. Fakat hepsinin ortak yönü, öfkesini imanla kardıkça gençleşen yürekleridir. Genellikle bu öfkenin açığa çıkışı, kapitalizmin kriz zamanlarında, toplumsal proletaryaya çılgınca saldırdığında açığa çıkan durumlardır.

Bir yazıda şöyle belirtmiştik: “Şimdiden dokunduğumuz kitlelerle sürtünmeler, kıvılcımlar yaratmalıyız. Bilindiği gibi nesneler sürtünmelerle şekil alır. Benzeştirirsek bu dönemin ihtiyacı olan örgütü yaratmak için sokaktaki dinamik ile sürtünmeler yaratmak zorundayız. Daha somut ifade edersek; deneyimler ile biriken mücadele pratiklerini, kolektif örgütsel hafızayı, gerçek hareketle sürtündürüp kıvılcım çıkan noktaları pratiğe geçirmek bugün için esas olandır.” İşte bugün kıvılcımın çıkacağı yer; kitlelerin öfkesiyle eylemin adrenalinini buluşturan, kitleyi militan bir şekilde devletle karşı karşıya getiren bir çizgidir. Bu belki de defalarca karşılığı olmayan denemeler sonucu gerçekleşecek. Fakat kıvılcımı yakalayınca onu harlamak, meydanları, sokakları yangın yerine çevirmek; militanlığın sınanacağı yerdir. Ve aynı zamanda direniş odaklarına gençlik iksirini içirecek olan ve bir adım ileri attıracak olan da budur.

Bu heyecanı ortaya çıkarmanın ve korumanın yolu, dönemin ihtiyaçlarını kavramaktan ve ihtiyaçları kolektif ruh ile buluşturmaktan geçiyor. Bugünün ihtiyacı; kitleleri dinamikleştiren, uzlaşmaz çelişkileri derinleştiren, elini korkak alıştırmayan, görevler karşısında talimat beklemeyip inisiyatif geliştiren, atılgan ve militan bir ruhtur.

Türkiye emekçi sınıfları gemileri yakacak bir dönemecin eşiğindedir. Tüm çaba bu sınırı aştırmak üzerine kurulmalıdır.


[1]Ece Temelkuran, Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita, s.1-2 , 2006, Everest Yayınları

[2]Tufan Yakın, Kuşaklar, sf-124, Komün Dergi, Sayı:8

[3]a.g.e, s.121