“Artık unutuldu” denilen Filistin direnişi 7 Ekim 2023 tarihi itibariyle yeni bir boyut kazandı ve o günden itibaren de Ortadoğu başta olmak üzere dünya gündemini belirliyor. Devrimcilerin Filistin Günlüğü (1968-1975) başlıklı kitap dizisiyle, devrimci hareketin üzerine fazlaca kalem oynatılmamış, tarihsel bir kesiti aydınlatan araştırmacı yazar Oktay Duman* ile Filistin sorunu üzerine iki bölümden oluşan bir röportaj gerçekleştirdik. Filistin sorununun tarihsel arka planını devrimci bir bakış açısıyla ele aldığımız ilk bölümü siz değerli okuyucularımızla paylaşıyoruz.
Komün Dergi Yayın Kurulu
Komün Dergi: Türkiye Devrimci Hareketi’nin 71 Kopuşu’yla başlayan sürecin devamında Ortadoğu ayağı üzerine Devrimcilerin Filistin Günlüğü adlı iki ciltlik bir kitap çalışması yaptınız. Üçüncü cildin hazırlıklarının sürdüğünü de biliyoruz. Filistinli devrimcilerle dayanışmak için Ortadoğu’ya giden Türkiyeli Devrimcilerin özel olarak izini sürdüğünüz bu çalışmalarda Filistin ve İsrail arasında geçmişten günümüze süregelen çatışmaların nedeni hakkında size ciddi bir araştırma ve farklı okumalar yapma fırsatı da vermiştir mutlaka. Ortadoğu’nun yakın tarihini esas alarak bakıldığında bize Filistin sorununun ortaya çıkışının tarihsel arka planı hakkında genel bir değerlendirme yapabilir misiniz?
Oktay Duman: Sizin de belirttiğiniz gibi Filistin sorunu Ortadoğu’nun hala çözümlenememiş kadim bir sorunu olarak karşımızda duruyor. Okuyucunun sabrına sığınarak konunun tarihi arka planının anlaşılabilmesi için geniş bir çerçeve çizmek istiyorum.
Filistin’in kabaca bir tanım yapmak gerekirse, “Verimli Hilal” adı da verilen bu bölgenin bugünkü Irak, Suriye, Lübnan ve bazı tarihçilere göre Ürdün topraklarını da kapsadığı varsayılır. Günümüzde Filistin sorununun, başka bir deyişle İsrail sorununun tarihsel kökenlerini anlayabilmek için biraz geriye kıta Avrupa’sına gitmek gerekir. 19. yüzyılda gerek devletler gerekse insanlar tarafından Yahudiler ayrımcılığa tabi tutuluyor, Avrupalı Yahudiler belirli mesleklere giremiyorlar, üniversitede okuyamıyorlar, devlet memuru olamıyorlar ve ancak belirli alanlarda ikamet edebiliyorlardı. 19. yüzyılın sonlarına doğru Avrupa ve Rusya Anti-Semitizmi güçlü ve tehlikeli bir dalga olarak gelişti. Yüzbaşı Dreyfus’un sahte tanıklar ve belgelere dayanılarak casusluk suçlamasıyla aldığı ağır cezanın ülkenin neredeyse yarısı tarafından coşkuyla karşılanması, aynı dönemde Viyana’da Anti-Semitik siyasal partilerin seçim zaferi Yahudi toplumunun kaygılarını arttırdığı gibi psikolojik olarak da yeni yurt edinme arayışlarını körükledi. Yahudi karşıtı ayrımcı yasalar günlük hayatı işkenceye çevirdi; şiddetli pogromlar Yahudilerin hayatlarını tehlikeye soktu. Bunun üzerine Batı Avrupa ve ABD’nin çağrısıyla Avrupa’dan ve Rusya’dan sayısız Yahudi İngiltere’ye, Fransa’ya, Birleşik Devletlere ve Kanada’ya göçtü. Oysa Yahudi kanaat önderleri Eski Ahit’te “Tanrı’nın onlara Filistin’i vaat ettiği”ni ifade ediyorlardı. 1914 yılına kadar şiddetten en fazla etkilenen, dini ve kültürel kimliğin temel olduğuna inanan Yahudiler gözlerini zamanla Filistin topraklarına çevirdiler.
Burada bir kavram ve siyasal yönelim olarak Siyonizm’in filizlenip Yahudi topluluğu içinde ana bir akım olarak nasıl geliştiğine de bakmamız gerekir. Siyonizm, Rus devrimcilerin Çar 2. Aleksandr’ı öldürdükleri 1881 yılında şekillenmeye başladı. Oğlu 3. Aleksandr babasının ölümünden Yahudiler’i suçladı. 2. Aleksandr zamanında gevşetilen Anti-Semitik uygulamaları yeniden hayata geçirdi.
Komün Dergi: Filistin topraklarına ilk gidenlerin özellikleri neydi? Kimlerden destek aldılar?
Oktay Duman: 19. yüzyılın başlarında Filistin’e göç edenlerin ezici çoğunluğu yoksul ve yaşlı Yahudiler’di. Varlıklı denilebilecek Yahudiler, geldikleri topraklarda daha 4 yıl geçmeden Yafa yakınlarında dört, Şaron Ovası’nın kuzey bölümünde bir, Celile’de de üç tarım kolonisi oluşturacak bir güce ve sayısal çoğunluğa ulaştılar. Bu dönemde Yahudiler, Yahudi sermayesinin önemli temsilcilerinden Edmond de Rothschild ve ailesinin İngiltere’deki kolundan aktif parasal destek aldılar ve tarımsal malzemeden alet edevata, tohumdan öğretmen, okul, doktor ve yönetici ihtiyacına kadar birçok sorunu bu şekilde çözdüler. Filistin’e ilk göç eden bu Yahudi toplulukları sadece ünlü Fransız banker Rothschild’den değil yine aynı dönemlerde Siyonizm’in Avrupa’daki temellerini atmakla meşgul olan gazeteci Theodor Herz’in başını çektiği ve ilk kongresini 1897’de Basel’de yapan Siyonist hareketten de görür. Yahudilerin 1914 yılına kadar parasını ödeyip aldıkları 450 kilometrekare toprağın 300 kilometrekaresi 26 farklı koloni tarafından işlenir. Bu arada İbranice “yükseliş” anlamına gelen ve farklı ülkelerde yaşayan Yahudilerin İsrail’e ya da Filistin topraklarına yaptıkları göç anlamında “İkinci Aliyah” başlar. Başlangıçtan itibaren kentlere yerleşmeyi tercih edenlerin sayısı 33.000’e ulaşır. İçlerinde sosyalizme, işçi haklarına ve kooperatiflere inananlar Kibutz ve Moşav yerleşimlerini başlatırlar. Önderleri David Ben-Gurion İsrail’in ilk başbakanı olacaktır. Bu İkinci Aliyah süresinde Hayfa’nın Yahudi nüfusu üç katına, Yafa’nınki iki katına çıkar; Yahudiler Yafa’nın yanında Tel-Aviv adlı yeni bir kent kurarlar. Birinci dünya savaşının arifesinde, İkinci Aliyah’ın tamamlandığı dönemde Filistin topraklarına yerleşen Yahudilerin nüfusu 85.000’e ulaşır. Bunların muhtemelen yarısı bilinçli milliyetçi Yahudi ya da Siyonist’tir ve yaklaşık 12 bini tarımsal arazilerde yaşamaktadır.
1914’te Yahudiler, Filistin nüfusunun yaklaşık dokuzda birine ulaşır. O dönemlerde Yahudiler ile yerli halk arasındaki en belirgin sürtüşme kaynağı yukarıda verilerini sunduğum ve örneklerini verdiğim biçimiyle, Yahudilerin sistematik bir biçimde toprak satın almasıdır. Yahudiler, “hayırseverlerin”, bankerlerin veya Siyonist örgütün desteğiyle Osmanlı yönetimi altında Abdülhamid döneminde tek bir çiftçiden küçük toprak parçaları değil, sadece büyük parseller satın alırlar. Abdülhamid’in başından itibaren Filistinlilerin yaşadığı topraklarda Yahudi nüfusunun artmasının ileride yol açacağı sorunları engellemek için direnmesine rağmen 1900’lerin başından itibaren Osmanlının borçlandığı Rothschild ailesinin desteği ve geliştirdikleri farklı yöntemlerle toprak alımı devam eder. Satın alınan bu topraklarda çok sayıda Yahudi kolonileri kurulur. Tarımda bilimsel yöntem uygulamasının başını çeken Siyonist önder Samuel Tolkowsy’nin çabalarıyla Araplarla rekabette tartışılmaz bir üstünlük kurarlar.
Burada önemli, konuyla ilgili her konuşmada ya da makalede geçen bazı kavramlara da açıklık getireyim isterseniz. Siyonizm’in, Zionculuk’un şehri Kudüs’tür. Kudüs yakınlarındaki kutsal Siyon Dağı, dinler tarihinde hayatta kalan İsrailoğulları’nın Tanrı tarafından kendilerine vaat edilmiş topraklara dönüşlerinin simge merkezi olarak görülür. Sami kökenine dayanan, pek çok kuralı ortaklaşa benimseyen Yahudi azınlık ve Arap çoğunluk Filistin’de tarih boyunca bir arada yaşamışlardır. 20. yüzyılda oluşturulan Siyonist sava göre ise, ayrımın kökeni çok çok eskilere, bir ulusun modern anlamda hak iddia edemeyeceği kadar eskiye dayanır. Buna göre “ulusal yurt”ta birleşme isteği, ulus kavramının, bu kavramı koşullayan sosyo-ekonomik, siyasal alt-yapının esamesinin okunmadığı, bundan birkaç bin yıl önce Mısırlılar’ın Yahudiler’i tutsak ettiği ve Nabukadnezar’ın Yahudiler için kutsal bir yer olan Süleyman Tapınağı’nı yıktırdığı günlerde filizlenmiştir. Dolayısıyla aynı tez, bu tapınağın bulunduğu Siyon Dağı’na geri dönme inancının bir ifadesi olarak Siyonculuğun, İsrailoğulları’nın kalbinde yüzyıllar boyunca var olageldiğini savlar.
Konumuza dönersek, sonuç olarak Yahudi büyük sermaye sınıfı o günlerde ayrı bir devlet kurma fikrini benimsemiştir. Bu hedefi gerçekleştirirken de Siyonist Kongresinin kurucularından ve Siyonizm fikrinin Yahudi topluluklarında benimsenmesinde ve tanıtılmasında canla başla çalışan gazeteci Theodor Herzl oldukça etkili olmuştur. Bu devlet ile bölgede Yahudi sermayesinin merkezileşmesini ve pazarını yaratmak, bunu yaparken parçası ve ileri kolu olduğu emperyalist sermayenin çıkarlarına karşıt dünya devrim mücadelesinden en azından Yahudi kitleleri tecrit etmek ve kendisine yedeklemek gibi temel amaçlar taşıdıkları açıktır. Örneğin, İngilizlerin bir ara dile getirdiği, “Filistin’de değil de Uganda’da devlet kurma” önerisinin Siyonist Kongresi tarafından şiddetle reddedilmesinin arkasında yatan ekonomi politiğinin anlamı budur. Asıl önemlisi bir ideoloji ve politika olarak Siyonizm, dönemin hâkim emperyalist gücü İngiliz sömürgeciliğinin önemli bir kavşak noktasıdır. Siyonizm, Ortadoğu’nun Akdeniz’e çıkışı olan Filistin’i sömürgeleştirme siyaseti ile Yahudi burjuvazisinin amaçlarının kesiştiği yer ve zamanda ortaya çıkmıştır.
Komün Dergi: Burada İsrail devletinin kuruluşuna doğru giden süreçte İngiliz emperyalizminin çok belirleyici olduğu anlaşılıyor. İngiltere’nin bu süreçteki rolü hakkında ne söylenebilir?
Oktay Duman: Sizin de bildiğiniz gibi 1914 yılında Osmanlı savaşa Almanya saflarında katılır. İngilizler, büyük enerji yatakları üzerinde oturduklarını ve bölgenin siyasal ekonomik stratejisini derinden etkileyeceğini erken keşfettiği Arapları, Osmanlı’ya karşı ayaklandırmaya teşvik eder, hatta kendi saflarında yer almaları karşılığında bağımsızlık sözü vererek örgütlemeye başlar. 1916 yılında İngiltere ile Fransa, Arap dünyasının iki emperyal güç arasında yeniden paylaşımını öngören Sykes-Picot anlaşmasını imzalar. Siyonistler, İngilizlerle görüşerek Filistin’de Yahudi Devleti kurulması karşılığında bölgede ve Süveyş Kanalı’nda İngiliz çıkarlarını koruyacaklarını bildirirler. 2 Kasım 1917’de ilan edilen Balfour Deklarasyonu’nda majestelerinin hükümetinin, Filistin’de Yahudi halkı için bir vatan kurulmasına sıcak baktığını ve bu amaca ulaşılmasını kolaylaştırmak için her türlü çabayı göstereceklerini belirtir. Bu deklarasyonun yayınlanmasından kısa süre önce de ‘kendi kaderlerini tayin’ vaadine karşılık İngilizlerin kumandasında Osmanlı İmparatorluğu’na karşı savaşmayı kabul eden Arap liderlerini de yanına alan Britanya, Osmanlı’nın, Ortadoğu’daki topraklarının büyük bölümünü ele geçirir. Bu dönem aynı zamanda yakın tarihimiz boyunca “Ortadoğu Sorunu” diye adlandırdığımız bir sürecin başlangıcını oluşturur.
Komün Dergi: Peki, konuşmalarda ve tarihi analizlerde çokça adı geçen Balfour Deklarasyonu ya da Bildirisi neden bu kadar önemlidir?
Oktay Duman: İçeriğine ana çizgileriyle baktığımızda bunun Filistin tarihinde neden bu kadar önemli milatlardan biri olduğunu görürüz. Balfour Bildirisi’ne göre, Yahudi yurdunda Yahudi olmayan toplulukların haklarıyla Filistin dışındaki Yahudilerin de hakları korunacak, ülkenin siyasal, idari ve ekonomik koşulları belirlenirken Yahudi yurdunun oluşturulacağı güvence altına alınacak, Yahudi yurdunun kurulmasında etkili olacak ekonomik, toplumsal ve öteki konularda Filistin yönetimi ile eşgüdüm ve bilgi alışverişini yürütmek amacıyla bir Yahudi bürosu kurulacak, yönetim Yahudi bürosuyla, eşit ve adil ilişki içinde kamu işlerini, hizmet ve gereksinimleri yürütüp belirleyecek ve adı geçen büro ülkedeki doğal kaynakların nasıl kullanılacağını kararlaştıracaktır.
Komün Dergi: Bu bildirgeye karşı Filistinli Arapların tepkisi ne oldu?
Oktay Duman: Filistinli Araplar bu kararların aslında fiili olarak gelecekte bir İsrail Devleti’nin kuruluşuna olanak yarattığının farkına vararak İngiltere’nin kendilerine verdiği bağımsızlık sözlerinin tutulmadığını söyleyerek itiraz ettiler ve arka arkaya sırasıyla 1920 Nisanı’nda başlattıkları olaylar 1921 Mayıs’ında, üçüncüsü 1929 Ağustos’una kadar devam etti. En büyüğü ise 1936-1939 yılları arasında patlayarak kesintisiz altı aya varan genel grevle sürdü. Filistinli Arapların iki temel itirazları vardı: Birincisi, Birinci Dünya Savaşı’nda kendilerine verilen bağımsızlık sözü tutulmamış ve bu Filistinli Araplar arasında büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştı. İkincisi ise Filistinli Araplari Balfour Bildirisi’nin kendi kaderlerini tayin hakkını inkâr ettiğine inanmakta ve Filistin’de Yahudilere yurt oluşturmanın sonuçta kendilerini evlerinden ve yurtlarından edeceğinden korkmaktaydılar. Nitekim bu konuda Filistinlilerin ne kadar haklı olduklarını tarih herkese yakın zamanda gösterecektir.
İngiltere hükümeti, Balfour Deklarasyonu’yla her ne kadar Yahudilere Filistin topraklarında yurt edinmenin olanaklarını sunmuş olsa da hesap edemediği engellerle karşılaştı. O yıllarda Amerikan emperyalizminin ilerideki bölge politiğini belirleme amaçlı Wilson tarafından görevlendirilen King-Crane komisyonu, henüz 1919 yılında raporlarda, Filistin’de, yaklaşık olarak -tüm nüfusun onda dokuzunu oluşturan- Yahudi olmayan halkın Siyonist programın tümüne kesin olarak karşı çıktığını kaleme almaktaydı. Komisyon, raporunda, Filistin ve Suriye’deki anti-Siyonist duyguların yoğun olduğuna ve hiç de küçümsenmemesi gerektiğine dikkat çekiyordu. 1919’daki Genel Suriye Kongresi, Siyonistlerin, Suriye’nin bir Yahudi devleti yaratma niyetlerine ve Yahudilerin ülkelerinde herhangi, bir bölümüne göç etmelerine karşı çıktıklarını karar altına aldı.
1933’ün Eylül ayında patlayan başkaldırı ve siyasi grevler tam da Filistinli Arapların Yahudi göçünün sona erdirilmesini istemeleri zemininde gerçekleşmiştir. Ayaklanmasının başını çeken ise Kudüs Müftüsü Emin el-Hüseyni’dir. Bu direniş hızını kesmeden 1939 yılına dek sürer. İngiliz emperyalizmi bölgedeki dengeleri gözetmekte kendisi için stratejik önemde olan Süveyş Kanalı’nı elden çıkarmak istememektedir. Öte yandan Yahudi sermayesi ile stratejik ilişki içindedir.
Birinci emperyalist paylaşım savaşından yaralı çıkan İngiltere o koşullarda dengeleri çok daha dikkatli izlemek durumunda kalmıştır. Bu bağlamda, o dönem henüz Sömürgeler Bakanı olan Winston Churchill’in hazırlatmış olduğu Beyaz Kitap, 1917 Balfour Deklarasyonu’nun Yahudiler için bir devlet kurmayı değil bir ‘yurt’, bir ‘vatan’ oluşturmayı öngördüğünü anımsatır. Ayrıca Yahudi göçünün, ülkenin ekonomik kapasitesiyle sınırlı kalmak zorunda olduğuna dikkat çeker. Mayıs 1939’da yayımlanan Beyaz Kitap’a göre “Majestelerinin hükümetinin amacı bağımsız bir Filistin devletinin on sene içinde kurulmasıdır. Bu bağımsız devlet içinde Araplar ve Yahudiler beraber yaşamalılar ve önümüzdeki beş sene içinde Yahudi göçü, Filistin nüfusunun üçte birini oluşturacak şekilde düzenlenmelidir.”
Komün Dergi: Burada gözle görülür bir biçimde güç dengelerindeki değişime de bağlı olarak politika değişikliğine gidildiğine ve sahaya emperyalist bir güç olarak ABD’nin de çıktığını görüyoruz. Bunun arka planında ne yatıyor?
Oktay Duman: Bu politika değişikliğinin ardında dönemin emperyalistler arası çelişkileri güç savaşımı ve dengeleri yatıyor. Dünya 29 Ekonomik Krizi’ne emperyalist sistemin iki ana tepkisi birbiri ile çelişkili ve birbirini bütünleyen iki akım olarak ortaya çıkar. Savaş öncesi saflaşmada her ikisinin ortak ekseni, yükselen devrim mücadelesi ve SSCB karşıtlığıdır. Birincisi Amerika’da Roosevelt şahsında somutlanan, ikincisi devrimin dünya çapında yükselen prestijini gözeten kıta Avrupa’sı, Mussolini İtalya’sı, Franco İspanya’sı, Japonya vb. özelinde tekelci kapitalizmin faşist yüzü… Bu tablo içerisinde bir süredir irtifa kaybeden İngiliz emperyalizmi, 2. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde, bölgede daha ziyade Arap ulusal hareketinin burjuva-feodal temsilcilerine dayanmaya başlar. Böylelikle bu güçleri, Almanya ve İtalya’ya karşı savaşında müttefik güç olarak kazanmayı amaçlamaktadır. Bölgedeki hâkimiyetini devam ettirmek isteyen İngiltere emperyalizmi, gelişen Arap ulusal hareketine şirin görünmek amacıyla Filistin’e Yahudi göçünü Arap nüfusun onayına bırakır. Bunu kendilerine ihanet olarak adlandıran Yahudilerin silahlı örgütü Haganah ve İrgunlar, İngilizlere karşı silahlı saldırılara başlar. 1936-39 Arap ayaklanması sonucu İngiltere Hükümeti 17 Mayıs 1938’de yayınladığı rapordan sonra Mac Donald Beyaz Raporu denilen son bir rapor daha yayınlar. Halkın bir bölümü 1939’da kaleme alınan bu raporu kabul etmekten yanadır fakat İngiliz hükümetine güvenmemektedir. Bir bölümü de Filistinli Arapların beklentilerine yanıt oluşturmadığı için yeni siyasetin reddini, Balfour Bildirisi’nin, mandanın ve ülkenin bağımsızlığının böylelikle ortadan kaldırılmış olduğunu düşünmektedir.
Öte yandan Siyonist örgüt yukarıda adı geçen raporun, yakın gelecekte Filistin’de kurulacak olan “Yahudi devletini ”hedefleyen Anglo-Siyonist pakta ciddi bir darbe indirdiğini ileri sürer. Böylelikle Siyonist hareket umut ve hedeflerini gerçekleştirmek üzere dikkatlerini ABD’ye çevirir. Sonuç olarak Biltmore Konferansı toplanır ve orda elde edilenler Siyonist çıkarlarıyla birleşir. Amerika’nın Siyonist çıkarları benimsemesi Arap Filistin’de yayılmacı, ırkçı, sömürgeci, Siyonist devletin kurulmasına yol açan tam desteğin verilmesiyle kendini gösterir. O tarihten sonra Amerika, Arap bölgesinde emperyalist sömürgeci çıkarlarını gerçekleştirmek için yayılmacı, ırkçı, Siyonist saldırganlığı destekleyerek yol alır.
Komün Dergi: Bizde Siyonizm’in Yahudi topluluklarına bir ve eşit davrandığı, Yahudi topluklarının çıkarlarını her zaman kutsal görüp el üstünde tuttuğu, çıktığı günden beri bu politikanın korunduğu söylenir. Gerçekten de böyle midir?
Oktay Duman: Marksist, objektif bir tarihçi gözüyle baktığımızda tablonun hiç de öyle olmadığını görürüz. Siyonizm’in sınıfsal olarak kendi topluluğuna nasıl yaklaştığını ve sanılanın aksine çıkış döneminde Yahudi topluluklarını bir ve eşit olarak görmediklerini baştan vurgulamak isterim. MAİ ve Küreselleşme Karşıtı Çalışma Grubu’nun, Mayıs 2002 tarihli “Siyonizm ve Filistin Sorunu” başlıklı bilgi notu Siyonistlerin, İkinci Dünya Savaşı öncesinden başlayarak Alman faşizminin mezalimine karşı sanılanın aksine Avrupa ülkelerinde Yahudi düşmanlığına karşı aktif bir mücadele etmediklerini ortaya koyuyor. Avrupa’da Yahudi nüfusun Anti-Semitik politikalara karşı mücadele etmesini anlamsız ve umutsuz bulan hareketin ideologları başından beri doğru ve kesin çözümün vaat edilmiş topraklara kitlesel göçle mümkün olabileceğini savunmuştur. Oysa sizin de bildiğiniz gibi 1930’larda Avrupa’da yükselen faşizm dalgasının en büyük kurbanlarından biri Yahudilerdir. Siyonistler, Avrupa Yahudilerini kurtarmaya yönelik çabaları kendi hareketlerine yönelik bir tehdit olarak görürler. Örneğin, Birleşik Devletler ve Batı Avrupa’da, 1930’lu yıllarda zulüm altındaki Avrupa Yahudilerine sığınma hakkı tanıyan göçmen yasalarının değişmesine örgütlü bir şekilde karşı çıkarlar. Dünya Siyonist Örgütü, 1933’ten 1935’e kadar göçmen kâğıdı alabilmek için başvuran Alman Yahudilerinden üçte ikisini geri çevirir. Çünkü Filistin’e seçme işgücü götürmektedirler. Böylece DSÖ onca zulüm çeken bu insanları yüzüstü bırakıp onların yerine öncelikli olarak Birleşik Devletler, İngiltere ve diğer ülkelerde güvenlik içinde yaşayan Yahudilerden 6000 genç ve eğitimli Siyonist’i Filistin’e yerleştirir. 1943 yılında İngiliz parlamentosunun 227 üyesi zor durumda olan Yahudilere Britanya topraklarında sığınma hakkı sağlanması yolunda kendi hükümetlerine yaptıkları çağrıya önce Siyonist kuruluşların tamamı şiddetle karşı çıkar. Bu Siyonist politikayı en açık biçimde dile getiren kişi, İsrail’in ilk cumhurbaşkanı ve daha önce de Balfour Deklarasyonu’nun mimarı olan Weizman’dır. Kendisi 1937’de Londra’da Peel Komisyonu önünde verdiği ifadeyi aynı yıl yapılan Siyonist Kongresi’nde, Avrupa’daki 6 milyon Yahudi’nin umudunun göçte olduğunu, kendisine 6 milyon Yahudi’yi Filistin’e götürüp götüremeyeceklerini sorduklarını ve cevabının hayır olduğunu söyler. Alabildiğine pişkin bir şekilde o trajedinin karanlıklarından kurtarmak istediklerinin genç insanlar olduğunu, sonuçta yaşlıların gelip geçici olduğunu söyler.
Yine benzer bir biçimde 1944 yılı içinde başta Auschwitz toplama kampındaki katliamlar olmak üzere sayısız kampta toplu imhayı engellemek için aralarında demiryoluna sabotajlar, satın alınacak uçaklarla toplama kamplarının bombalanması dâhil gelen sayısız öneri Siyonist kuruluşlar tarafından suskunlukla geçiştirilir. Bundan birkaç yıl önce, 11 Ocak 1941’de İzak Şamir Ulusal Askeri Örgüt (UAÖ) yani Siyonist İrgun, üçüncü Nazi hükümetine bir askeri anlaşma önerir. Bu öneri savaştan sonra Türkiye’deki Alman Büyükelçiliği dosyalarında ortaya çıktığı için Ankara Belgesi olarak bilinir. Belgede, Yahudi kitlelerin Avrupa’dan çıkartılmasının Yahudi sorununun çözümü için önkoşul olduğunu; ancak bunun gerçekleşebilmesinin bu kitlelerin Yahudi halkının anavatanı olan Filistin’e yerleşmeleri ve tarihi sınırları içerisinde bir Yahudi devletinin kurulmasıyla mümkün olabileceği dile getirilir. UAÖ, Alman düşüncesine uygun olarak Avrupa’da kurulacak Yeni Düzen ile UAÖ’nün varlığında cisimleşen Yahudi ulusal hedefleri arasında ortak çıkarların varlığının mümkün olduğunu vurgulayıp, yeni Almanya ile İbrani âlemi arasında bir iş birliğinin mümkün olduğunu, ulusal ve totaliter temelde tarihi bir Yahudi devletinin Alman Reich’ı ile yapılacak bir anlaşma çerçevesinde kurulmasının gelecekte Ortadoğu’daki güçlü Alman çıkarları açısından da geçerli olduğunu dile getirir. Daha da ileriye giden Filistin’deki UAÖ, İsrail özgürlük hareketinin yukarda belirtilen ulusal hedeflerinin Alman hükümeti tarafından tanınması koşuluyla savaşta Almanya’nın yanında aktif olarak yer almayı teklif eder. İnsanın kulaklarına, gözlerine “inanası gelmiyor” ama tarihi gerçekler Siyonizm’in bu ihanetçi, ikiyüzlü tutumunun belgeleriyle doludur. Siyonizm’in Avrupa’da yaşayan Yahudi soykırımı karşısındaki bu ihanetçi tutumu, Nazi rejimi ile dahi işbirliğine yönelmesi, kendi çıkarlarını kurulu düzenin çıkarları ile özdeşleştirme pragmatizminin bir sonucudur. Bu örnekler bizlere Siyonizm kavramını ve onun siyaset anlayışını mutlak bir “Yahudi olan herkesin çıkarlarını en üstte tutan, sınıflarüstü” bir kavrayıştan uzak durmanın önemine işaret ediyor ve uyarıcı oluyor aynı zamanda.
Komün Dergi: İkinci Dünya Savaşı döneminde Filistin topraklarına yoğun bir Yahudi göçünün olduğunu biliyoruz. Bu göçlerin nasıl ve hangi koşullarda gerçekleştiğinin ve yol açtığı çelişki ve çatışmaların daha iyi anlaşılması için neler söyleyebilirsiniz?
Oktay Duman: Aşağıda vereceğim sorunuzla bağlantılı örneklerin aynı zamanda İsrail devletinin “militarist” genlerinin köklerinin nerelere uzandığının anlaşılması açısından da okunmasını istiyorum. Kökleri 1900’lü yılların başlarına uzanan ve asıl amaçlarını Filistinli Arapların, Kibutzlar’a karşı düzenledikleri saldırıları halka bildirmek ve Kibutzlar’da düzenli nöbet tutmak olarak tanımlayan askeri örgüt Haganah önüne, Avrupa’da Hitler faşizminin hedefi durumunda olan Yahudilerin kurtarılması ve vaat edilmiş topraklara ulaştırılması görevini koydu. Binlerce Yahudi’nin göçü bu koşullarda sağlandı. 1939 yılında İngilizlerin bölgeye Filistinli Arap işçi getirme çabalarına karşı Haganah, “darbe kuvveti” anlamına gelen elit askerlerden oluşan Palma’yı kurdu. İlerleyen yıllarda Yahudilerin Filistin topraklarına getirilmesinden sorumlu olan Palma, 100 bini aşkın Yahudi’nin Filistin’e getirilmesini sağladı. Savaş sonrası büyük bir trajedi yaşayan ve sağ kurtulmayı başaran Yahudilerin Filistin topraklarına göç etmelerinin sağlanmasıyla birlikte Filistin topraklarındaki Yahudi nüfusu hızla arttı. Yüz binlerce Yahudi’nin Alman faşizminden kurtulup bölgeye göç etmesi sorunun acil bir şekilde ele alınmasını dayattı. Kimi araştırmalara göre savaş sonrası bölgeye gelen Yahudi nüfusla birlikte Filistin topraklarındaki Yahudi nüfus toplam nüfusun üçte birine ulaşırken hâlâ sahip oldukları toprak parçası toplam toprağın yüzde altısını oluşturur. Bu arada dönemin Siyonist liderleri Ben Gruion’un fikirleri ekseninde İngiltere’nin, göçmen kotalarını kaldırarak kendilerine bir Yahudi milli yurdu sağlanmasına katkıda bulunmayacağına inanırlar ve Yahudi devletinin ancak güce başvurarak kurulabileceği fikrinde buluşurlar.
Komün Dergi: Bu da fiili olarak İsrail devletinin kuruluşuna doğru giden şiddet dalgasının fitilinin ateşlenmesi demek oluyor değil mi?
Oktay Duman: Aynen öyle… Her ne kadar Ben Gruion savaş bitinceye kadar İngiltere ile çatışmayı düşünmese de 1944 yılında İngiliz personele karşı bir şiddet kampanyası başlatılır. İrgun, Arap sivillere ve İngiliz personeline misilleme politikasını savunan militan Siyonistlerden oluşmaktadır ve Yahudi devletinin oluşumu için her türlü şiddet, katliam vb. girişiminde bulunabileceği kararlılığını ortaya koyan silahlı bir örgüttür. İrgun’un başına 1943’te Polonya’dan yeni gelen Menaham Begin geçer. Begin, örgüt 1948’de dağılana kadar liderliğinde kaldıktan sonra, ödün vermeyen militanlığını İsrail’in siyasal sahnesine taşır. Diğer muhalif militan grup olan Lehi daha küçük ve savaş birimi olarak daha az etkilidir ancak 1944 yılında İngiliz Ortadoğu Bakanı Lord Moyne’un öldürülmesi gibi tek tek şiddet eylemlerinde oldukça başarılıdır.
Haganah birimleri Filistin’deki İngiliz iletişim ağlarına karşı, iyi koordine edilmiş sabotaj eylemlerine yönelince, 1945 yılında görevi, “tüm dünyadaki Yahudi halklarının, mirası ve topraklarıyla bağlantı kurmalarını sağlamak ve gelişen bir Yahudi geleceği ile güçlü bir İsrail’i inşa etmek için onları güçlendirmek” olan Yahudi Ajansı da çatışmaya girmiş olur. Filistin Siyonizm’i, İngiltere ile savaşa başlamıştır. Bundan sonraki iki yıl boyunca Haganah sabotajları, İrgun şiddeti ve ABD’deki kamuoyu baskısı, İngiltere’yi çok güç duruma sokar.
Komün Dergi: Bu dönemde İngiltere’nin rolünün zayıfladığına tanık oluyoruz. Adeta inisiyatifi kaybediyor ve ABD gibi yeni güçler sahneye çıkıyor…
Oktay Duman: Haklısınız… Her şeyden önce İngiltere halkı, askerlerinin ölümü nedeniyle yaşanan şiddet ve ölüm olaylarından oldukça rahatsızdır. Bu nedenle Filistin’de İngiliz varlığına karşı çıkmaya başlarlar. Ayrıca İngilizler, ABD’nin daha fazla Yahudi mültecinin buraya kabul edilmesi için uyguladığı baskıya öfkelidir. Bu Siyonizm’e Amerikan desteğinin artışının ve bölgede ABD’nin yeni güç dengeleri içinde daha aktif rol alacağının işareti olur. Dışişleri Bakanı Ernest Bevin, 1947 yılının Şubat ayında İngiltere’nin Filistin’de kontrolü elinden kaçırdığını anlayarak konuyu BM’e havale eder. BM İngiliz delegeleri, İkinci Dünya Savaşı sonrası 2 Nisan 1947’de BM Genel Sekreteri’ne bir mektup sunar. Mektupta, Filistin sorununun, gelecek olağan toplantısında gündeme alınması, sorunun değerlendirebilmesi ve özel bir komitenin kurulabilmesi için mümkün olduğu kadar çabuk bir genel kurul toplantısının yapılmasını isterler. Komite ekonomik birimlerle bölüşüm planı ve federal devlet planından oluşan iki seçenekli bir program hazırlar.
Komün Dergi: Kabul edilen bu programın Filistinliler ve Yahudi topluluğu açısından sonuçları ne olmuştur?
Oktay Duman: Genel kurul, 29 Kasım 1947 yılında 33 lehte, 13 aleyhte ve 10 çekimser oyla Filistin’in bölüşülmesi planını kabul eder. Plan her şeyden önce Filistin’in altı ana bölgeye bölünmesini öngörür. Üç bölge Yahudi Devleti’ne tahsis edilmiş, Yafa mahsur edilmiş bir halde üç bölge de Arap Devleti’ne bırakılmıştır. Bu olağanüstü ve doğaya aykırı bölünmede ‘Yahudi Devleti’ içine Yahudilerin oturduğu ve sahip olduğu büyük topraklar dâhil edilmişken, Arapların oturduğu ve sahip olduğu büyük topraklar da Yahudi Devleti sınırları içinde bırakılmıştır. Öte yandan Arap Devleti’nde mümkün olduğu kadar az Yahudi ve mümkün olduğu kadar az Yahudi mülkü kalmasına dikkat edilmiştir. Kudüs şehri ve Beytlehem dâhil çevresindeki bölge BM yetkisinde uluslararası bölge olarak bırakılmaktadır. Araplar açıkça bu şekilde bir bölünmeyi; BM sözleşmesini, Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nin dayandığı ilkeleri, uluslararası hukuk ve pratik hükümlerini ve bir halkın kendi kaderini belirleme hakkını ihlal ettiği için bu kararı reddetmektedir.
Komün Dergi: Bu karar suların durulmasını sağladı mı peki?
Oktay Duman: Hayır… İngiltere’nin, BM bölünme planını uygulamada yardımcı olmayı reddetmesiyle Filistin’deki karışıklık daha da arttı. Birleşmiş Milletler Filistin Özel Komitesi’nin (UNSCOP) raporu BM’ye sunulduğunda İngiltere, Genel Kurul’daki oylamayı beklemeyerek 1947 Eylül ayında Filistin mandasının 15 Mayıs 1948 tarihinde sona ereceğini bildirdi. Bu bildiriyle İngilizlerin çekildikleri tarih arasında Filistin tam bir kaosa gömüldü. Başlayan toplumlar arası savaş döneminde Yahudi güçleri, BM kararıyla Yahudi Devleti’ne ayrılan toprakları güvence altına almaya çalıştılar. O toprakların çoğunda henüz Arap çoğunluk bulunduğundan doğal olarak Arap direnişi de başladı. Ancak dağınık Arap grupları disiplinli Haganah güçleriyle boy ölçüşemediler. 1948 baharında, Yahudi Devleti’ne düşen topraklardaki 400 bin Filistinli bulundukları bölgeden kaçar ve belli başlı Arap merkezleri Yahudilerin kontrolüne geçer. İrgun en korkunç eylemlerinden birini yapar: Kudüs yakınlarındaki Dayr Yasin Köyü’nün 250 sivil sakinini katleder. Katliam haberleri Arap nüfus arasında yayılınca Arapların evlerini bırakıp kaçtıkları bir panik baş gösterir. Bütün bunlar olurken İngiliz yönetimi bir an önce bölgeden çıkma derdine düşer.
Komün Dergi: Sonuçta Siyonistler bölüşüm planına da uymadıkları gibi Filistinliler için felaket anlamına gelecek siyasi hamleleri yapmaktan da geri durmadılar… Bunun en uç örneği fiilen İsrail devletini BM kararına rağmen ilan etmek oldu…
Oktay Duman: Yine haklısınız… Sizin de belirttiğiniz gibi bölüşme kararında belirlendiği üzere, İngiliz mandasından yetkiyi devralacak olan BM Filistin Komisyonu’nu bekleyip, Arap ve Yahudi Devlet önderlerinin yetkiyi komisyondan devralması kararına uymak yerine, Siyonistler 14 Mayıs 1948 tarihinde İsrail Devleti’ni ilan ettiler ve dünyayı oldubitti ile karşı karşıya bıraktılar. Her ne kadar İngiltere, 15 Mayıs 1948’de, Filistin’deki manda idaresine son verme niyetini ilan ettiyse de bu tarihten önce bölgede çarpışmalar çoktan başlamıştı. Bu tarihte Siyonistler, Yahudi Devleti’ne bırakılan topraklardan daha fazlasını ele geçirdiler. Filistin’deki toprakların yüzde 56’sı üzerine kurulacak olması gereken İsrail, toprakların yüzde 77’sini işgal etti. Kudüs uluslararası bölge olacakken İsrail’in başkenti olarak ilan edildi, Arap Müslümanlar açısından da kutsal görülen şehrin büyük bölümü İsrail sınırlarına dâhil edildi. Araplar evlerinde ve ülkelerinde kalıp normal yaşamlarına devam edecekken, yaklaşık bir milyon erkek, kadın ve çocuk, Müslüman ve Hristiyan zorla topraklarından çıkarıldı ve malları ellerinden alındı. 400 kadar Filistin köy ve kasabası, Filistinlilerin savaştan sonra evlerine dönmemeleri için tamamıyla yıkıldı. Aralarında İzak Rabin, Ariel Şaron, Rehavam Ze’vi, Dov Hoz, Moşe Dayan, Yigal Allon ve Dr. Ruth Westheimer gibi isimlerin de olduğu paramiliter ve tanınmış üyeleri bulunan Yahudi milis güçleri Haganah, İrgun ve Stern çetelerinin etnik temizlik için Filistin yerleşim bölgelerinde bulunan köydeki sivillere dönük katliamlar 1948 yılının Aralık ayında hız kazanarak devam etti. Amaç Filistinlilerin korkuyla kitlesel tehcirinin sağlanması ve boşaltılan yerleşim yerlerine -bugün de yaptıkları gibi- Yahudi nüfusunun taşınmasıydı. Katliam haberinin yol açtığı panik sonrası başlayan göç dalgasıyla yüz binlerce Filistinli topraklarından tehcir edilip Mısır, Lübnan ve Batı Şeria’ya göç etmek zorunda kaldı. Filistin köy ve kasabalarının adları, dağların, ırmakların, göl ve sokakların adları gibi Arapçadan İbraniceye çevrilir, ülkenin kültürel karakteri değiştirilmeye çalışıldı.
Komün Dergi: Ne kadar tanıdık geliyor bu uygulamalar…
Oktay Duman: Evet… Birçok Filistin şehrinin (Yafa, Acre, Lydda, Ramleh, Tiberias, Mecdel ve Bir Şeba vb.) gerçek sakinleri mülteci kamplarına sürülüp, Ortadoğu’nun çeşitli yerlerine dağılırken Yahudi göçmenler bu topraklara yerleştirildi. Yaşanan bu olayların doğal bir sonucu olarak Arap ve Yahudi toplumu içinde gerilim her geçen gün tırmandı. Dolayısıyla, 14 Mayıs 1948 tarihinde ortaya çıkan Yahudi Devleti, bölüşme planıyla gerçekleştirilmesi beklenen devletle tamamıyla ilgisizdir. Kısaca toparlamak gerekirse yeni ‘İsrail Devleti’ kaba kuvvetin, BM sözleşmesinin, Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nin ve şimdi İsraillilerin egemenliklerini dayandırdıkları bütün kararların ihlaliyle yaratılmıştır. Yüksek komiser Cunningham’ın bölgeyi terk etmesinden birkaç saat sonra Ben Gruion, İsrail Devleti’nin bağımsızlığını ilan etti. Filistinliler, 15 Mayıs’ı bu nedenle ‘El Nakba’ yani ‘Felaket’ günü diye anarlar. En büyük tarihi travmalarından biridir bu. Yeni devlet ABD ve -ülkemizdeki sosyalistlerin nedense pek üzerinde durup nedenini sorgulamadığı bir biçimde- Sovyetler Birliği tarafından derhal tanınır. İsrail Devleti, İkinci Dünya Savaşı sonrası tarih sahnesine, Arap ülkesinin jeo-stratejik enerji havzasının göbeğine finans kapitalinin diktiği kanlı bir bayrak olarak çıkmıştır.
Komün Dergisi: Bu gelişme karşısında Arap devletlerinin tavrı ne oldu?
Oktay Duman: 15 Mayıs 1948’de Mısır, Suriye, Lübnan ve Irak ordu birlikleri İsrail’e girdiler, bölgesel bir savaş başlattılar ve savaş 1948 Aralık ayında Arap güçlerinin yenilgisi, İsrail topraklarının genişlemesi ve BM’nin Filistin Arap Devleti kurulması önerisinin çökmesiyle sona erdi. 15 Mayıs’tan 11 Haziran 1948’e kadar olan ilk çatışmalarda Arap orduları 21.500, Haganah ile ona bağlı birimler 30 bin kişidir. Ben Gurion’un komutasındaki İsrail kuvvetleri, bir Yahudi Devleti’nin varlığı için ölümüne kararlı ve disiplinli bir savaş sürdürdü. Haziran ayındaki BM ateşkesine kadar Arap saldırıları, Kudüs hariç bütün cephelerde püskürtüldü. Sonraki on iki ay “saldırgan” Arap Devletleri’nden her birinin İsrail ile birer ateşkes anlaşması imzalamasıyla geçti. Böylelikle Filistin; İsrail, Mısır ve Ürdün arasında paylaşılmış oldu. Bu savaşla birlikte Arapların Filistin’den kaçışı hızlandı. Sözde savaş sonrası bölgelerine geri dönecekleri umudu taşıyan halkın bu özlemleri gerçekleşmedi. Haganah’ın katliam ve şiddet eylemleri bölgenin etnik temizliğini hızlandırdı. 1948 Nisan ayında D planı diye adlandırılan bu kampanya Arap köy ve kasabalarının fethine ve sürekli işgaline ya da yok edilmesine imkân sağladı. D planının uygulanması Arap halkı arasında zaten yaygın biçimde var olan korkuyu derinleştirdi ve geri dönüşü olmayan kaçışı başlattı. Yüz binlerce Arap sınırlara giderken İsrail ordusu da bu fırsatı, Yahudi çoğunluğa dayalı, homojen bir Yahudi devleti kurmak üzere kullandı. 1949 yılı başlarına kadar Araplar yer yer zorla köylerinden atıldılar. Kaçanların ya da yurtdışı edilenlerin çoğu yoksuldu ve çeşitli Arap ülkelerindeki mülteci kamplarına yerleştirildiler. İsrail’in zorla kurulması sonucunda, Avrupa Yahudi göçmeni sorunu, o günden sonra bölgede güncelliğini hiç yitirmeyen, siyasal “karışıklığa” yol açan bir Ortadoğu göçmen sorununu doğurmuştur.
Komün Dergi: Mültecileşen ve kitlesel olarak göç edip değişik ülkelere sığınmak zorunda kalan Filistinlilerin hangi koşullarda yaşamaya başladıklarını ve nasıl bir tabloyla karşılaştıklarını anlatabilir misiniz? Çünkü bu onların siyasallaşma süreçlerinde de oldukça etkili ve belirleyici olmuştur diye düşünüyorum.
Oktay Duman: Çok doğru. Her şeyden önce sığındıkları değişik Arap rejimlerinin hegemonyası altında yaşamaya terk edilen Filistin halkı, bu ülkeler tarafından kontrol altında tutulmaya başlandılar. Buralarda Filistinlilerin siyasal hakları için mücadele etmelerine izin verilmedi. Gündelik yaşamlarını düzene sokmalarının dışında hiçbir siyasal çalışma yapamaz hale geldiler. Bu koşullarda bir taraftan yurtlarına geri dönecekleri günü beklerken bir taraftan da kendilerini özgürleştirecek bir liderlik beklentisi içindeydiler. Filistinlilerin siyasal çabaları ve azimleri, Arap dünyasındaki partiler ve örgütler arasında tamamen bölüşülmüştür. Uzun bir bekleyiş döneminden sonra buralardaki kısır çekişmelerden politik bir oluşumun çıkmayacağını düşünenlerin sayısı hızla arttı. Ayrıca Filistin davasına sözde sahip çıkacakları iddiası taşıyan birçok Arap ülkesinde birbiri ardına darbeler, hükümet değişiklikleri gerçekleşti. Bu rejimlerin, Filistin halkına potansiyel bir güç olarak hareket kazandırmasını, Filistin halkını örgütlemesini, silahlandırmasını, Filistin halkının silahlanarak savaş meydanına çıkartılmalarını boşuna beklediler.
Komün Dergi: Tam da burada Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi’nin nasıl geliştiğini ve hangi dinamikler üzerinden yükselerek siyasi kimliğini bulduğuna gelmek istiyoruz.
Oktay Duman: 1950’lerden başlayarak Filistinliler, ulusal kimliklerini ve birliklerini güvence altına alıp yansıtacak örgütler yaratma arayışı içine girdiler. Öte yandan öncülüğünü -1988 yılında Tunus’taki karargâhında İsrail’in özel birlikleri tarafından düzenlenen, 87 İntifadası’nın sorumlusu ve El Fetih’in stratejisti ve liderlerinden biri olmakla suçlanarak canice katledilen- Ebu Cihad gibi isimlerin yaptığı, Gazze’de lise öğrencilerinden oluşan örgütlenmelerle yakınlardaki İsrail yerleşim birimlerine, kolonilerine dönük ilk askeri eylemler organize edilir. Aynı dönemde Kahire’de başını Ebu Ammar’ın (Arafat), Ebu İyad’ın ve Ebu El-Edip’in çektiği Arap Öğrenciler Birliği Filistin halkının sorunlarını dile getirerek ilgileri üzerine çekmeye başlar. Hareket Abdülnasır ile de ilişki içindedir. Zaman içinde birbirinden bağımsız olarak hareket eden bu gruplar birleşmeye, seslerini birlikte yükseltmeye başlayacaktır. Yurtsever Filistinlilerin başta Gazze olmak üzere silahlı eğitim alma, askeri depolar oluşturma, yakın İsrail yerleşim birimlerindeki bazı ekonomik ve askeri hedeflere yönelik silahlı sabotaj faaliyetleri artarak sürer. Yeni dönemde mülteci kamplarında yetişen ve eski kuşağın aksine silahlı mücadeleyle Filistin davasının başarıya ulaşacağına inanan, yeni, kitlesel bir genç kuşak filizlenmektedir. İlerleyen yıllarda Filistin hareketi kadrolarını ağırlıklı olarak buralardan çıkaracaktır. 1964 yılına kadar Filistin siyasal etkinliği çok düşük seviyede ama kesintisiz bir şekilde sürer. Arap Devletleri genel olarak Filistin meselesine mesafeli yaklaşırlar. Fiilen Filistin meselesi gündem olarak rafa kaldırılmıştır. İsrail ise, Filistin kimliğini baskı altına almak, dünyayı oldubittiyle karşı karşıya bırakmak için Arap evlerini ve ülkesini tam anlamıyla kendi ülkesiyle bütünleştirmek, gelecekteki herhangi bir Arap girişimine karşı askeri gücünü kuvvetlendirmek derdindedir. BM’in tek eylemi, yoksullara gıda yardımı yapmak üzere bir fon kurmak olur. Filistinli mülteciler, komşu Arap Devletleri’ndeki mülteci kamplarında kötü koşullarda yaşamaya mahkûm edilirler.
Bu dönemde çoğunluğu mülteci kamplarında doğan yeni bir Filistin kuşağı yetişir. Sürgünde doğmuş olmalarına rağmen bunlar Filistin’i unutmayan bir kuşaktır. Tarihi bir haksızlığa uğradıkları ve uluslararası merhamete mahkûm edildikleri için öfkeyle büyürler. Bu duyguların sonucu El-Fetih (Filistin Kurtuluş Hareketi) ve onun askeri kanadı El-Asifa’nın (Fırtına) kuruluşu ortaya çıkar. El-Fetih 1965 yılbaşında ilk bildirisini yayınlar. Yayınladıkları bildiride; “Halkımızın, BM’de yalnızca yerinden edilmiş mülteciler sorunu olarak görülüp rafa kaldırılan davasından koparılmasından bu yana 16 yıl geçti; bu süre boyunca düşman, uluslararası ve yerel düzeyde her türlü araca başvurarak ana yurdumuzda daha uzun kalabilmenin planlarını yapıyor… Bu üzücü gerçeğin ışığında ve zamanın geçmesinin aleyhimize yarattığı etkilerden dolayı, düşmana ve tüm dünyaya bu halkın ölmediğini, geri dönüşün ve zaferin tek yolunun silahlı devrim olduğunu tekrarlamak üzere Asifa Kuvvetleri harekete geçmiştir.” der. Artık Filistin mücadele tarihinde yeni bir döneme girilmiştir. Savaş sonrasının en önemli gelişmesi, Filistin Hareketi’nin örgütlü biçimde giderek daha fazla kendi yazgısına sahip çıkma kararlılığı olmuştur. Filistin gerilla hareketi, bütün gelişmelere, büyük saldırıya bölgedeki tek yanıt olarak damgasını vurmaya başlar.
1964 yılında Nasır’ın kısa süren bir hevesi ve bir aracı olarak kurulan FKÖ, zamanla yurtseverlerin elinde gerçek kimliğine kavuşur ve Filistin halkının yeniden tarih sahnesine çıkmasının başlıca aracı olur. Tabii Arap ülkelerinin Örgütü ve Hareketi denetimleri altına alıp kullanma girişimleri hiç bitmez.
FKÖ; Arap ülkeleri tarafından Filistin halkının temsilcisi ve sözcüsü olarak kabul edilir, Arap Ülkeleri Birliği’ne üye olarak alınır. Arap ülkelerinin asıl niyetleri Filistin Hareketi’nin sürekli kendi denetimlerinde kalmasını sağlamaktır. Fakat FKÖ, Arap Devletleri’nin aksine bağımsız bir örgüt olarak kalmak ve Filistin’in bağımsızlığını sağlamak istemektedir. 1969 yılında örgütün başına Arafat getirilir. Filistin davasının uluslararası planda duyurulmasını sağlayan bir siyasi lider olarak her geçen gün tanınacaktır. FKÖ, Filistin halkına çok değişik alanlarda hizmet verebilmek için yeni kurumlar oluşturarak ekonomik örgütlerinden, sanat kurumlarına oradan eğitim kurumlarına, hastane ve kliniklere kadar her alanda adeta devlet gibi örgütlenmesiyle dikkat çeker. İlerleyen yıllarda uluslararası planda Filistinlilerin tek gerçek temsilcisi olarak BM oturumları dâhil sayısız devletle diplomatik alanda ilişki kurup hızla meşrulaşacaktır.
Genelde Filistin Hareketi özelde ise onun ana omurgasını o günlerde temsil eden El Fetih, aynı dönemde dünyanın değişik kıtalarında gerçekleşen ulusal ve toplumsal kurtuluş hareketlerinden de etkilenir. Bağımsızlık eksenli verilen mücadele Filistin hareketinin öncüllerine de esin kaynağı olur. Filistin Hareketi 60’lı yılların sonunda dönemin sosyalizm kutbunda yer alan ülkelerle görüşmeler yaparak hem kadrolarının buralarda askeri olarak yetiştirilmesini sağlar hem de oralardan askeri, gıda ve teknik alanda yardımlar alırlar. Başta SSCB, Doğu Bloku olmak üzere Küba’dan, Kuzey Kore’ye oradan Çin’e, Arnavutluk’a kadar birçok ‘sosyalist’ ülke Filistin halkına elini uzatır. Dönemin iki kutuplu dünyası karşısında bağımsız kalarak içe kapanma siyaseti yerine reel, dengelerin içinden diplomatik olarak ustaca yararlanmasını bilen başta Arafat ve Ebu Cihat, hareketin olanaklarını bu şekilde hızla arttırır. Sosyalizm ideolojisinden, Marksizm’den etkilenen yönetici ve savaşçı kadrolarının sayısı artar. Zamanla Filistin Hareketi’ni etkisi altına alma hesapları yapan birçok Arap ülkesi el altından Filistin Hareketi’ne özel fonlar ayırır. 1964 yılında kuruluşunu açıklayan El-Fetih hız kesmeden yaptığı askeri eylemlerle popülaritesini artırmaya devam eder. Bu arada 1967 yılında İsrail ve Arap komşuları arasında artan gerginlik 5 Haziran 1967’de başlayan 6 Gün Savaşları’na dönüşür. Savaş Arap cephesinin utanç verici yenilgisiyle sonuçlanır. Bu da yetmiyormuş gibi savaştan İsrail toprak sınırlarını neredeyse iki katı genişleterek çıkar. İsrail, Mısır’dan Gazze ve Sina Yarımadası’nı, Suriye’den de Golan Tepeleri’ni alır. Ürdün güçlerini de Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ten çıkarır. Savaşla birlikte yeni bir mülteci dalgası yaşanır. 500 bin yeni mülteci Mısır, Lübnan, Ürdün ve Suriye’ye göç etmek zorunda kalır. İsrail, BM Güvenlik Konseyi’nin 242 Sayılı savaşta İsrail’in toprak kazanımını reddeden ve son çarpışmada ele geçirdiği yerlerden çıkmasını isteyen kararını tanımaz.
1968 yılından itibaren Ürdün, Şeria Irmağı ve içinden geçtiği vadilerde çok sayıda saldırı üsleri inşa ederek İsrail’e sayısız askeri eylem yaparak kayıplar verdirirler. Bunun üzerine İsrail ordusu El Fetih’in askeri kamplarının olduğu Karemeh Kasabasına 21 Mart 1968 yılında ağır bir saldırı düzenler. Örgütün merkezinin de bulunduğu kasabada, başlarında Arafat olmak üzere üst düzey yöneticiler bazı Ürdünlü generallerin getirdiği “geriye çekilin” yönlü uyarılarını dikkate almayarak sonuna kadar ölümüne direneceklerini söyleyerek mevzilerini terk etmezler. Uluslararası basın bu çatışmayı ve direnişi yakından izler. Arafat’ın ünlü kefiyesi ile çekilen fotoğrafı dergi kapaklarında yer alır ve hareketin popüler ve karizmatik lideri olarak hafızalara işlenir. Bu direniş ile saygınlığı ve popülaritesi artan El Fetih örgütüne kitlesel katılımlar başlar. Hareketin artık doğal lideri olarak görülen Arafat 3 Şubat 1969’da toplanan Filistin Ulusal Konseyi’nde Yahya Hammuda’nın Filistin Kurtuluş Örgütü liderliğinden çekilip yerini ona bırakmasıyla liderlik pozisyonunu pekiştirir. Arafat iki yıl sonra Filistin Devrimci Kuvvetleri’nin başkomutanı olur ve daha sonra 1973’te FKÖ’nün siyasal kolunun da başına geçer.
1970 yılında bir başka trajediyle karşı karşıya kalır Filistin hareketi. Uzun zamandır Ürdün’de yerleşik yaşamaya başlayan ve bürokraside güçlenen Filistinlilerin etkinliğinden, gücünden rahatsızlık duyan ve Filistinlileri iktidarı için tehdit olarak gören Ürdün Kralı Hüseyin’in başlattığı saldırı katliama dönüşür. Tarihe Kara Eylül olarak geçen saldırılarda 8 bini aşkın Filistinli hayatını kaybeder. Filistinlilerin ağırlıklı olarak Lübnan’a sürülmesi, çatışmaların aralıklı olarak devam ettiği 1971 yılına kadar sürer.
1973 yılında Yahudilerin Kefaret Günü olarak adlandırdıkları dini bayram Yom Kippur günü düzenlendiği için bu adla anılan savaşta, Mısır ve Suriye, 67 savaşında kaybettikleri topraklarını geri alabilmek için taarruza geçer. Başlangıçta Mısır ve Suriye, Sina ve Golan Tepeleri’nde ilerleme kaydetse de üç hafta sonra İsrail 67’deki ateşkes hattının da ötesine geçmeyi başarır. İsrail güçleri sonradan bırakacakları Golan Tepeleri’ni aşarak Suriye içinde ilerlemeye başlar. Mısır’da da, İsrail güçleri toprak kazanır, Süveyş Kanalı’nın batı yakasına geçerler. Savaş ABD, SB ve BM’in araya girmesiyle ateşkes anlaşmasıyla sonlanır. Savaş sonunda İsrail, askeri, diplomatik ve ekonomik destek açılarından ABD’ye daha da bağımlı hale gelir. Savaşın hemen ardından Suudi Arabistan, İsrail’i destekleyen ülkelere petrol ambargosu başlatır. Petrol fiyatları bütün dünyada hızla yükselirken küresel nitelikte bir ekonomik kriz baş gösterir ve ambargo Mart 1974’e kadar sürer. Ekim 1973’te BM Güvenlik Konseyi, 338 Sayılı kararı alır. Taraflardan, bir an önce çarpışmaları durdurmaları ve müzakerelere başlamaları istenir. Arafat liderliğindeki FKÖ ile Ebu Nidal gibi, FKÖ dışındaki Filistinli örgütler, İsrail ve diğer hedeflere karşı 1970’lerde bir dizi eylem düzenler. Kara Eylül diye de bilinen Ebu Nidal’in örgütü, 1972 Münih Olimpiyatları’ndaki eylemde 11 İsrailli sporcuyu öldürür. George Habaş’ın kurucusu olduğu FHKC militanları arka arkaya uçak kaçırma gibi sansasyonel eylemlerle Filistin sorununun dünyanın gündemine taşınmasını, bilinmesini sağlar. Bu eylemlerde yer alan FHKC militanı Leyla Halid bu dönemin simgelerinden biri olarak öne çıkar. DC’den El Fetih’e, FHKC’den El Saika’sına, Demokratik Cephe’sinden Genel Komutanlık’a kadar bütün cepheler; 68’lerden itibaren dünyanın değişik yerlerinden devrim ateşini ülkelerine taşımak için hem silahlı eğitim aldıkları hem de Şeria Irmağı’nı geçip İsrail karakollarına karşı askeri eylem düzenlenerek Filistin halkıyla omuz omuza emperyalizme karşı, enternasyonal dayanışma ve mücadelede yer alan devrimcilere ev sahibi olur.
Devam edecek…
*Oktay Duman kimdir?
05 Mart 1970’te Ankara’da doğdu. Üniversite yıllarında siyasi faaliyetleri nedeniyle cezaevine girdi, devam eden davalardan aldığı cezalar nedeniyle ülkeden ayrılmak zorunda kaldı. 2013 yılında Türkiye’ye dönen Oktay Duman, sözlü tarih çalışmaları yapmakta, yakın siyasal tarihimizle ilgili biyografiler üzerine çalışmakta ve halen İstanbul Üniversitesi Felsefe bölümünde okumaktadır.
Yayınlanan çalışmaları:
– Süleyman Kırteke Biyografisi-Devrim Uzun Sürer, İzan Yayınları, 2022;
– Benim Adım Dilaver: Mehmet Fatih Öktülmüş Kitabı( Ufuk Bektaş Karakaya ile), Ayrıntı Yayınları, 2019;
– Devrimcilerin Filistin Günlüğü 2, 1976-1985, Ayrıntı Yayınları, 2017;
– Devrimcilerin Filistin Günlüğü 1, 1968-1975, Ayrıntı Yayınları, 2015;
– Barikatlar Düşerken, Ozan Yayıncılık, 2013;
– Kristal Geceleri’nde Uyuyamam, Zer Yayınları, Almanya, 2006