Oktay Duman*: İsrail’in yenilmezlik miti yerle bir oldu – Komün Röportaj (2)

Devrimcilerin Filistin Günlüğü, Barikatlar Düşerken, Benim Adım Dilaver: Mehmet Fatih Öktülmüş Kitabı gibi çeşitli kitap çalışmaları yapan araştırmacı yazar Oktay Duman ile Filistin sorunu üzerine yaptığımız röportajın ikinci bölümünü de siz değerli okuyucularımızla paylaşıyoruz. Bu bölümde Filistin mücadelesini dünü ve bugünü arasındaki farkları, “Aksa Tufanı” operasyonunun yarattığı etkileri, Filistin direnişinin bugünkü koşullarını ile Filistin ve Rojava’da yürütülen mücadelelerin tarihsel bağlarını ele aldık. İyi okumalar dileriz…

Komün Dergi Yayın Kurulu


Komün Dergi: Devrimcilerin Filistin Günlüğü kitap çalışmanızda Türkiye’den Filistin’e giden farklı devrimci örgütlerden çok sayıda insanla görüştünüz. O dönemlerdeki Filistinli örgütlerin daha çok seküler yapıdaki FHKC gibi Marksist-devrimci örgütler olduğu biliniyor. Bugün ise Filistin mücadelesine önderlik eden örgütlerin Hamas, İslami Cihat…  gibi İslamcı bir yapıda olduğu görülmekte. Sizce neler oldu, nasıl bir değişim yaşandı da bu noktaya gelindi?

Oktay Duman: Sizin de bildiğiniz gibi 1960’lı yılların dünyasında başta Sovyetler Birliği olmak üzere Doğu Bloku ülkeleri, dünyanın ilerici dinamikleri, ulusal kurtuluş hareketleri, dost ülkeler ve körfezin kimi Arap ülkeleri tarafından Filistin hareketi her zaman desteklendi. Uzun yıllar her tür lojistik destek sağlandı. Askeri kurmaylarını sosyalist ülkelerde eğitti. Dünyadaki sosyalist cephenin geri çekilmesi, zamanla da çözülmesiyle birlikte Filistin’in ilerici dinamikleri, Marksist yapıları, devrimci grupları buralardan beslenemez oldular. Bu beslenme lojistik olduğu kadar aynı zamanda da ideolojik alanda yaşanıyordu. Dünyada esen ilerici rüzgârlardan, ulusal kurtuluş hareketlerinden ve emperyalist kapitalizme karşı güçlü bir odak olarak duran sosyalist ülkelerin bulunduğu bloktan onlar da derinden etkileniyordu. Onların gözünde de Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi, ilerici kamuoyunun her zaman sempatiyle baktığı bir ulusal kurtuluş hareketi oldu. Dünyanın her yanından devrimciler, gerilla mücadelesi veren yapılar buralarda askeri kamplarda kalıyor, eğitimlerini alıyor ve mücadele etmek için ülkelerine dönüyorlardı. Bu dönemlerde öne çıkan ana gövde seküler El Fetih hareketi olmak üzere, her zaman adları saygıyla anılan ve döneminde çok cüretkâr eylemler yaparak Filistin davasının dünyaca tanınmasını sağlayan FHKC ve Demokratik Cephe gibi Marksist yapılardı… Her ne kadar bu yapılar kendi içinde sert ideolojik mücadeleler yürütseler, yer yer bunlar küçük çaplı örgütsel gerilimlere yol açsa da başında Arafat’ın olduğu FKÖ yapısı içinde denge politikasıyla bir arada olabiliyorlardı. Hepsi de ulusal kurtuluşçu bir çizgide buluşabiliyordu. 12 Eylül sonrası gittikleri Filistinli örgütlerde kendisini gösteren yorgunluğun, yozlaşmanın, ruhsal ve ideolojik gerilemenin, bürokrasinin, ekonomik yozlaşma örneklerini kitaplarımı okuyanlar görecektir. On yıllarca verilmiş ama bir türlü sonuca ulaşamamış, zamanla İsrail’in saldırılarıyla yorulmaya başlamış, mülteci kamplarında, diasporada süren yaşamın artık içten içe çürütmeye başlattığı bir gerçekliğin ağırlığı ile 1982 yılına geldi Filistin hareketi. Filistin hareketinde yaşanan en büyük kırılmalardan biri 1982 yılının Haziran ayında İsrail’in karadan, havadan ve denizden kuşatmayla başlattığı saldırıyla iki günde Beyrut kapısına dayandığı savaş sonrası yaşandı. İki aydan fazla süren Beyrut Kuşatması’nda BM’in araya girmesiyle Arafat gibi üst düzey Filistinli ismin ve çok sayıda Türkiyeli devrimcinin de olduğu gerilla birliklerinin ve Filistinli fedailerin Beyrut’taki örgütlü varlıklarını adeta tasfiye etme pahasına anlaşma sağlanarak Tunus’a çekildi yöneticiler ve 4500 gerilla-fedai gemilerle farklı ülkelere transfer edildiler. Böylece İsrail’in “uluslararası terörün merkezi Beyrut” ve “bana karşı tehdit oluşturuyorlar” algısı üzerinden başlattığı bu saldırıyla özellikle Beyrut ve Lübnan’ın güneyi, direnişçi Filistinli güçlerden büyük oranda arındırıldı. Bu aynı zamanda başta ABD olmak üzere emperyalist ülkelerin de işine geldi. Kısa zaman sonra FKÖ’nün en büyük kolu ve ana gövdesini oluşturan El Fetih yöneticileriyle Filistin Hareketi adına barış görüşmeleri başladı.

Başını Arafat’ın çektiği bölgedeki kimi Arap devletlerinin de desteklediği bu görüşmelerle Filistin hareketinin direnişçi, ulusal kurtuluşçu ve bağımsızlıkçı damarı tasfiye edilmeye başlandı. Buna ilk tepki El Fetih’in eski komutanlarından ve merkezi yöneticilerinden Ebu Musa’nın isyanıyla geldi ve 1982 yılında Arafat’ı eski değer ve ilkelerden sapmakla ve Beyrut’tan çıkmakla suçlayarak aylarca El Fetih güçleriyle silahlı çatışmalara varan, içlerinde Türkiyeli devrimcilerin de hayatını kaybettiği, ölümlerle sonuçlanan trajik bir iç savaş yaşadılar. Bu aslında sonradan, özellikle mülteci kamplarında yaşayan ve özgür bir Filistin için ölümüne savaşma yanlısı olan gençliğin radikalleşen öfkesinin ve bu öfkenin aynı zamanda akacağı İslami radikal hareketlerin de büyüyüp gelişeceği zeminlerden birinin doğmasına neden oldu. Başından itibaren tek Filistin devleti, Yahudi Siyonist devletin yok edileceği şiarı yerini iki devletli bir çözüme bıraktı. Arafat’ta simgeleşen, Oslo Görüşmeleri’yle de şekillenen plan gereği Filistinliler, İsrail devletinin varlığını meşru görecek ve tanıyacak, öte yandan da Gazze ve Batı Şeria ile sıkışmış olan Filistin topraklarında bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasına izin verilecek, İsrail de Filistin yerleşim yerlerine saygı gösterecekti. Camp David’de yapılan bu anlaşmaya İsrail uymadı. Geçmişten beri korsan yöntemlerle eline geçen her fırsatı işgalci ve saldırgan politikalarla değerlendiren İsrail hem devlet terörünü sistemli hale getirdi hem de göz göre göre Filistin topraklarını işgal etmeye, yeni yerleşimcileri buralara yerleştirmeye, sivil milis örgütlenmeleriyle de buraları tahkim etmeye devam etti. El Fetih’in Arafat liderliğinde önce Oslo Görüşmeleri’yle başlayan daha sonra Amerikan Barışı diye de adlandırılan barış anlaşmalarının yıkıcı sonuçlarını gören, bu anlaşmayı onursuz, gururlarının ayaklar altına alındığı bir anlaşma olarak değerlendiren bir tepki hızla mayalanmaya başladı. Başta Gazze olmak üzere bir zamanlar El Fetih’in kalesi olan Filistin yerleşim yerlerinde Müslüman Kardeşler geleneğinden gelen İslami Cihad ile Filistin hareketini içten bölmek ve kontrolü altında almak ve El Fetih’in hegemonyasını kırmak için İsrail’in el altından desteklediği, yol verdiği Hamas gibi radikal İslami gruplar, özellikle 1985-87 yıllarından itibaren hızla örgütlenmeye başladılar. Sanıldığının aksine sadece silahın gücüyle değil, aynı zamanda toplumsal sorunlar üzerinden çözüm üretmeye çalışan, dayanışmayı örgütleyen, ekonomik kültürel adımlarla ve Kuran’dan aldıkları İslami referanslarla başını El Fetih’in çektiği barış görüşmelerine karşı yeni bir odak olmaya başladılar. Burada şunu unutmamak gerekiyor. Sosyalizmin dünyada bir odak, bir cazibe merkezi olarak durduğu ve Filistin hareketine her düzeyde yardımcı olduğu dönemlerde, hareketteki sol ve sosyalist damar güçlüyken dahi kökleri Müslüman Kardeşler’e uzanan; Arafat ekolündeki yönetici kadrolar her zaman hareket içinde varlığını sürdürdü. Hatta yeri geldi Suriye’nin baskılarından korktukları için bazı Müslüman Kardeşler yanlısı çevre, grup ve bireyler kendilerini Şam’ın yakınlarındaki Filistin kamplarında kamufle edebildiler. (Devrimcilerin Filistin Günlüğü kitabımda, “kamplara gittiğimizde namaz kılan, bazen bizim neden namaz kılıp oruç tutmadığımızı söyleyerek üzerimize gelen, gerilim yaratan bazı Filistinliler vardı” diyerek özetleyen devrimcilerin anlattıklarını da buraya not edeyim.) Bu kendisi de Müslüman Kardeşler geleneğinden gelen Arafat gibi yöneticilerin desteği olmasa mümkün değildi elbette. Bu başından itibaren bir şekilde kendisini korumayı, yaşatmayı başarmış olan İslami damar, dünyada ve Filistin hareketinde, Ortadoğu’da koşullardaki farklılaşmaya bağlı olarak tıpkı 1982 Beyrut sonrası süreçte olduğu gibi tabandaki radikalleşme ihtiyacının bir sonucu olarak karşılık bulup hızla örgütlenebildi. Yine sanılanın aksine salt bir silahlı hareket olmayan İslami direniş grupları köşeye sıkışmış Siyonist gericiliğin yıllarca açık hedefi olmanın çaresizliğini ve öfkesini, isyanını yaşayan binlerce gencin “Cihad uğruna, Filistin için gerekirse ölürüz!” diyerek İslami referanslarla örgütlenmesi sonucunu getirdi. Bunda El Fetih gibi bazı hareketlerin yönetici kadrolarında kendisini gösteren yozlaşma, iltimas, kendi aşiretindekileri kayırma, yolsuzluk iddiaları ve pratikleri de bu gelişmeleri hızlandırdı. Bu tepkilerin haklı bir zemine dayanarak daha gerici İslami bir çizgiye savrulmaları sonucunu beraberinde getirdi. 1982 Beyrut Kuşatması’nı yaşayanların da kitabımda örneklerine yer verdiği gibi, tanklarla İsrail askerleri Beyrut sokaklarına girdiklerinde onları durdurmak için kefen giyerek tankların üzerine keleşlerle saldıran, ellerindeki bombaları paletlerin altına atarak ilerleyişlerini durdurmaya çalışan Şii Emel militanlarından bahsedilir ve birçoğunun kabul ettiği gibi militanca karşı koymaktan, ölmekten, ölümüne siperlerini savunmaktan geri durmadıkları teslim edilir. Sonradan İslami Cihad ve Hamas gibi radikal İslami grupların yeni bir umut olarak tabandan filizlenmelerinde yukarıda anlattığım tarihsel, toplumsal gerçeklerin büyük etkisi olduğu görülmeli. Yine İslami grupların Gazze gibi yerleşim yerlerinde içeriden bir örgütlenmeye ağırlık verirken El Fetih gibi hareketlerin diasporaya sıkışmış, bürokratlaşmış ve topraklarına bu anlamda yabancılaşmış olduklarını görmek gerekir. Bunlara El Fetih’i güçten düşürmek, Filistin hareketini bölmek, kendisine bağlı kullanışlı bir aparat haline getirmek için Mossad’ın el altından Hamas gibi yapıları desteklediklerini, beslediklerini, bu planın aynı zamanda emperyalist merkezlerde özellikle Ortadoğu gibi ülkelerde bilinçli bir politika olarak geliştirildiğini de unutmamak lazım. Öte yandan bu tür yapıların tıpkı örneklerini Ortadoğu’da çokça gördüğümüz gibi başlangıçta kim hangi ülkenin aparatı olarak örgütlenirlerse örgütlensin zamanla sosyal bir tabana oturdukları ve İslam’ı bir direniş teolojisi ve referansı olarak kabul edip hayatlarını öyle sürdürdükleri de bir gerçek. Ki bunlar kontrol dışına çıktıkları andan itibaren bizzat kurucusu olanlarının da gözünde tasfiye edilmesi gereken güçlere dönüşmüş, bir kısmı ise siyasal bir harekete ve kitle desteğine sahip olarak varlığını sürdürmüştür. Bugün Gazze gibi bir zamanlar El Fetih’in kalesi olan bir yerde Hamas’ın bu kadar güçlü, sarsılmaz bir örgütsel ve siyasi hegemonyaya sahip olmasını, İslami direniş gruplarının vazgeçilmez ağırlığını başka türlü değerlendirmek mümkün değil. Bu yanıyla onları geliştirip güçlendiren toplumsal yapıları ve kitlelerle ilişki kurma biçimi ve içerikleri üzerine de ülkemizdeki siyasi İslam’ın farklı varyantlarının nasıl olup da en yoksul emekçi kesimlerinde örgütlenebildiklerine kafa yormak, doğru birtakım sonuçlar çıkarabilmek açısından da bakılmalı, o gözle incelenmeli diye düşünüyorum.

Komün Dergi: 7 Ekim 2023 günü Hamas’ın önderlik ettiği Filistinli örgütlerin hiç beklenmedik bir şekilde ve büyük bir güçle İsrail’e saldırmasını komplocu teorilerle açıklayanlar da oldu. İsrail’de Yahudiler için önemli bir bayram gününde binlerce roketin kullanıldığı, paramotorlarla kasabalara inildiği, onlarca noktadan tel örgülerin kesilerek sızma hareketinin yapıldığı, tankların etkisiz hale getirildiği böylesine kapsamlı bir saldırının uzun süreli bir hazırlık gerektirdiği ve İsrail devletinin bundan haberdar olması gerektiği söyleniyor. Özellikle de İsrail gibi güvenlik ve savaş temelinde örgütlenmiş bir devletin, güçlü ordusu, “Demir Kubbe” gibi savunma sistemi ve dünyanın en güçlü istihbarat örgütlerinden birine sahipken, böyle bir istihbarat zafiyeti içinde bulunması çokça tartışılıyor. Siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Oktay Duman: Bu röportajı yaptığımız günlerde Mısır’ın istihbarat biriminin Hamas’ın olası bir saldırıya hazırlandığına yönelik bilgi paylaşımı yaptığı basında yazıldı, ekranlarda söylendi. Peki, buna rağmen sizin detaylarını yukarıda yeterince açıklıkla örneklediğiniz, sahip olduğu askeri yeteneklere rağmen İsrail bu saldırıyı neden engelleyemedi? Temel tartışma da bu eksende yürütülüyor. Birçok analist, güvenlik uzmanı, akademisyen, gazeteci yorumlarıyla buna yanıt vermeye çalışıyor. Benim başından beri naçizane gördüğüm ve bazen anlamakta zorlandığım şey maalesef kendisine Marksist’im, devrimciyim diyen bazı kişi ve çevrelerde de komplocu düşünme, düşmanın gücünü mutlaklaştırma ve abartmadan beslenen siyasi değerlendirmelerin dile getirilmesi oldu. Hadi burjuva basında ve dünyasında İsrail ve Mossad hayranı olan ve ona karşı mücadele eden yapıları da ilkel, zayıf, askeri yetenek ve yaratıcılıktan uzak olarak görenlerin yaklaşımlarını bir şekilde hak vermesek de anlayabiliyoruz; fakat devrimci yapıların, bireylerin gerilla örgütlenmelerinin tarihsel olarak geçmişte fırsatını bulduklarında ve düşmanın açığını kolladıklarında, bazen onun bile parmaklarını ısırtan ne cüretkâr eylemler gerçekleştirdiklerini bir anda unuturcasına ilk anda bu tür tezlere itibar etmesi ya da pirim vermesine ne demeli? Devrimci yaratıcılık, kararlılık, feda ruhu bu tür eylemlerin gerçekleşmesinin arka planını oluşturur. Kaldı ki Filistinlilerin yukarıda tarihi arka planını detaylı anlattığım, kökleri 1940’lara kadar uzanan bir gerilla mücadelesi deneyimi ve hafızası olduğunu unutuyoruz. Ayrıca bu bölge savaşın, burjuva militarizmin olduğu kadar aynı zamanda ona karşı silahlı mücadelenin, devrimci zorun bir refleks olarak kök saldığı topraklardır. Bu tezin yani “Mossad’ın izni ya da bilgisi olmadan bu eylem mümkün değil” diyenler, bu tezini ülkesinde köşeye sıkışmış Netanyahu’nun tabanı konsolide etme, nefes alma uğruna ihtiyaç duyduğu bir fırsat olduğunu dile getirerek savunuyor. İki şey karıştırılıyor. Burjuvazi bazen kontrolü dışında yaşanan bir saldırıyı eğer kendi lehine kullanabilirse bunu kullanır ama bu yapılan eylemin onun kontrolü ve bilgisi, hatta onayından geçerek gerçekleştiği anlamına gelmez. Öte yandan yine yukarıdaki tez neyi gösteriyor; Mossad’ın mükemmelliğini, yıkılmazlığını… Fakat Netenyahu’nun son bir yıldır yargı reformuyla başlayan siyasi kriz, devletin farklı kurumlarıyla başta güvenlik ve askeri birimleriyle yürüttüğü çatışmalı süreç, bunun bir çeşit yönetim krizine dönüşerek bir eşgüdüm sorunu yaşatabileceği, böylesi bir istihbarat almış olsalar bile bu çapta ve yetenekte ve tabii ki beceride bir eylemi düşünüp düşünmedikleri ve buna göre ne kadar hazırlık yapıp yapmadıkları açısından pek kimse tartışmıyor, sorgulamıyor. Gazze’ye karşı başlatılacak bir askeri operasyonla, tabanı konsolide edip içinde bulunduğu siyasi krizi aşmada bunu bir fırsata dönüştürmek için bu kapsamda bir kaybı göze alması gerekir miydi Netenyahu’nun, diye de bir soru aklıma gelmiyor değil. Sonuçta ben ne bir güvenlik uzmanıyım ne de bu alanı içeriden bilen bir siyaset bilimci. Fakat yaptığım tarih okumaları, kişisel deneyimlerim, bölgenin devrimci deneyimleri bana bu cümleleri söyletiyor. Ayrıca bu eksende sonsuz olasılıklı “şöyle olsaydı böyle olurdu” ya da somut hiçbir veri sunmadan, bilgiden çok soyut analizler üzerinden yapılan değerlendirmeleri havanda su dövmek olarak görüyorum. Akademisyenler bunu bir düşünce fırtınası, beyin cimnastiği adına yapabilir; ama Marksist ve devrimci yapılar bu eylemin ve hareketin toplumsal, sınıfsal güçler ve dinamikler açısından her şeyden önce de işçi ve emekçiler, ezilen uluslar, mazlum halklar açısından ne kazandırıp ne kaybettireceği, buna göre önümüzdeki dönem bundan hangi dersler çıkarılacağı ve bunu halkların özgürlük, bağımsızlık vb. mücadelesi açısından nasıl değerlendirileceği üzerine okumaları ve kafa yormalarının daha isabetli ve yararlı olacağını düşünüyorum. Kuşkusuz yeni veriler geldikçe bunlar üzerine herkesin söyleyeceği yeni cümleleri olacaktır. Burada bence asıl gözden kaçırılmaması gereken MOSSAD üzerine kurulan bugüne kadarki efsanelerin bir günde çökmüş olmasıdır, Filistin halkı adına mücadele yürüten ilerici, devrimci ve Marksist güçlerin kazandıkları paha biçilmez moral değer budur. Filistinli güçlerin bu eylemin içlerinde FHKC gibi Marksist, devrimci yapıların da yer aldığı, bazı yerlerde 12 bazı yerlerde 14 örgüt ve parti tarafından ortak bir eylem olarak gerçekleştirildiği açıklandığı halde özellikle burjuva yayın dünyasında bu eylemi yapan örgütün sadece Hamas’mış gibi ya da bu direnişin tek öznesi onlarmış gibi anılması bu gerçeği değiştirmiyor. Bu anlamda Mossad’ın ve İsrail’in yaşadığı travma, kısa bir sürede giderilecek gibi görünmüyor. Tersinde de bu eylem uzun bir süre İslami direniş gruplarında, Filistinli devrimci grup ve yapılarda hep bir moral üstünlük olarak yaşayacak, belki ileride yenilerine tanık olacağımız yeni cüretkar eylemlerin esin kaynağı olacak, her ne kadar sonuçlarını İsrail binlerce masum sivil Filistinliyi katlederek göstermiş olsa da… Böylesi bir saldırının sonuçlarını ne kadar görüp hesap edebildikleri, güç dengeleri, İsrail’in bu saldırı karşısında neler yapabileceği, başta Hamas olmak üzere Filistinli örgütlerin buna ne kadar hazırlıklı olunduğu vs. ise daha geniş bir tartışmanın konusu.

Komün Dergi: Bugünün koşullarında Hamas ve diğer örgütlerin silahlanması ve para desteği konusunda İran başta olmak üzere diğer Ortadoğu ülkelerinden destek aldığı biliniyor. Ancak Gazze’de roketatar üretim merkezlerinin de kurulduğu ve yerellerdeki örgütlenmeler aracılığıyla da silah ve mühimmat desteği sağlandığı söyleniyor. İsrail’in Hamas ve İslami Cihat’ın kontrolündeki Gazze’ye düzenleyeceği bir kara harekatının sonuçları ne olur sizce? İsrail’i bu noktada geri adım atmaya itecek bir yerde durduracak olan koşullar nasıl sağlanabilir?

Oktay Duman: Örneklerini çokça görmüş olduğumuz gibi, İsrail başından itibaren bu saldırıyı en ağır şekilde karşılayacağının sinyalini verdi ve 7 gündür de yoğun bir hava operasyonuyla askeri tabirle zemini yumuşatıp herkesin henüz nereye kadar derinleştirip sürdüreceğini bilemediğimiz olası bir kara harekâtının hazırlığını yapıyor. Siyonizm’in Ortadoğu’da başından beri saldırgan ve işgalci tutumuyla 1948’den beri her zaman birden fazla cephede savaştığı ve birden çok ülkenin geleneksel düşmanlığını kazanarak ve bu sorunları da sürekli kaşıyarak, fırsatını bulduğunda saldırarak, savaştan çekinmeden her zaman nasıl bir agresif çizgi izlediği biliniyor. Bugün bölgedeki bazı gerici Arap rejimleriyle Abraham Antlaşmaları ile “diplomatik sorunları çözme, yumuşama, ekonomik anlaşmalarla karşılıklı dostluk ve çıkar ilişkilerini geliştirme” yönünde adımlar atmış olması bu gerçeği değiştirmiyor. Gazze topraklarına girmeleri an meselesi. Çok sayıda sivilin hayatına mal olacak bir taarruzu izliyoruz. Daha önce örneklerini 82 Beyrut Kuşatması’nda, 2006’da Lübnan’da Hizbullah ile girdiği ve belli bir aşamadan sonra Hizbullah’ın direniş nedeniyle geri adım atarak sonlandırdığı savaşta gördüğümüz türden bir topyekün kuşatma, çökertme, katletme ve tasfiye etme çizgisi izlemesi hiçbirimizi şaşırtmaz. Ayrıca sizin de gördüğünüz gibi bir taraftan Suriye’nin Şam ve Halep havalimanını bombalayarak, Lübnan’daki bazı Hizbullah mevzilerini hava saldırılarıyla tahrip ederek hem gözdağı veriyor hem de olası bir birleşik cephenin açılması durumunda savaşı bölgeye yayarım diyerek tehdit ediyor. Bu aynı zamanda bölgedeki önemli aktörlerden İran’a karşı verilen bir yanıt ve meydan okuma… Öte yandan Hizbullah’ın Lübnan ayağında Şii aksının ve İran’ın hesaplarının bir sonucu olarak savaşa girileceği yorumları yaygınlaşıyor. Olası bir Hizbullah saldırısının otomatik olarak Lübnan’ı ve dolayısıyla İran’ı da sıcak çatışmanın içine çekme sonucunu doğuracağını görmek çok zor değil ama bunun ha deyince gerçekleşeceğini düşünmek ve bu ihtimali mutlaklaştırmak bana göre yanlış olur. Çünkü şu anda ne son yıllarının en büyük ekonomik krizini yaşayan Lübnan’ın ne de başını ABD’nin çektiği ambargonun sıkıştırdığı, içeride muhalefetin yeniden tırmanışa geçmek için fırsat kolladığını bildiği ve bir hata yapsa da tepesine çökmek, hırpalamak için bunu fırsata çevirsek diye bekleyen İran karşıtı koalisyona, olası bir savaşın içine çekilebileceği düşündüğü bir kesitte tez canlı adım atmayacak kadar diplomatik derinliğe sahip bir aklı var İran’ın. Bunun yeni bir Ortadoğu savaşının, hatta üçüncü dünya savaşının başlayacağının işaret fişeği olduğu ve olacağı yönlü abartılı değerlendirmelere mesafeli yaklaşılması gerektiği kanısındayım. Şu aşamada ben de sizin gibi gelişmeleri yakından izliyorum.

İsrail’i geri adım attıracak en önemli faktör; son dönemlerde uluslararası emperyal güçlerin, Ortadoğu’da yeni dengeler ve denklemler kurmaya çalıştıkları bir dönemde bunu torpilleyecek, bir vakum etkisi yaratarak kurulmaya çalışılan ittifakları dinamitleyecek, tarafları olası bir sıcak çatışmanın içine sürükleyecek bir tehdide dönüşmesine hayır diyecek olmalarıdır. Bu güçlerin başında da stratejik ortağı ABD gelmektedir. Öte yandan Ortadoğu’daki ve dünyadaki farklı dinamiklerin belli bir aşamada Ortadoğu’daki istikrarsızlığı da daha derinleştirmelerine, yeni çatışma odakları yaratmasına izin vermemek için devreye girmesiyle bu yaşananların sür git devam edecek bir insanlık dramına dönüşmesine izin vermeyeceklerdir. Peki başka hangi dinamikler bu saldırının bir yerde önünü alabilir ya da yumuşatabilir diye düşündüğümüzde şu seçenekler geliyor aklıma: Başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın farklı ülkelerindeki demokratik, ilerici dinamiklerin göstereceği tepkiler, Suriye ve İran başta olmak üzere İsrail karşıtı Filistin yanlısı ülkelerin kararlı tutumu, içeride Filistin direnişçi grupların vereceği kararlı mücadele, İsrail’in iç kamuoyunda özellikle barış hareketi yanlısı Netenyahu karşıtı dinamiklerin göstereceği tepki… Hepimizin hatırladığı gibi İsrail, daha önce bu tür kapsamlı harekatları 1982 Beyrut savaşında, 2006’da Hizbullah’ın sokak sokak direnişi sonrası Beyrut’u adeta yerle bir ettikten sonra çekilmek zorunda kaldığı Lübnan pratiğinde göstermişti. Bu anlamda yukarıdaki koşulların bir kısmının etkili olduğu durumda belli bir aşamada Gazze’yi direnişçi grup ve çevrelerden arındırdığını, büyük oranda temizlediğini düşündükten, Hamas’ın elindeki rehineleri ölü ya da diri teslim aldıktan ve belki nüfusun bir kısmını Sina Çöllerine gitmeye mecbur bıraktıktan sonra kademeli bir şekilde geri çekilebilir. Hatta Gazze’nin mevcut statüsünü yeniden gözden geçirerek, hazır eline böyle bir fırsat geçmişken yine fiili bir durum yaratarak elini burada da güçlendirecek bir hamle içine girebilir. Şu aşamada daha öncesinde de olduğu gibi sivil can kayıpları umurunda değil, yaşanan insani dramlar da. Şimdiden sular kesilmiş, elektrik hatları ve doğalgaz bağlantıları tahrip edilmiş, gıda tedarik zincirleri yok edilmiş, okullar, hastaneler dahi bu saldırılardan nasibini almış ve rehinelerin ölümü pahasına bu saldırıyı sürdüreceği sinyalini veriyor Netenyahu. Ama ne kadar ilerletebileceği yukarıda dile getirdiğim uluslararası ve kendi iç koşullarına bağlı.

Komün Dergi: Yine de yukarıdaki sorularla bağlantılı olarak devam edersek; Hamas saldırısında iki tarafın askeri güçleri arasındaki devasa dengesizlik düşünüldüğünde, “Aksa Tufanı” yaratacağı etkiyle tüm bir Ortadoğu’yu yerinden oynatacak cürette bir saldırı olarak düşünülüp öyle hazırlanmış diyebilir miyiz? Hamas’ın bu kapsamda ve bu cürette bir saldırının askeri-siyasi sonuçlarına da hazırlıklı olduğunu söyleyebilir miyiz?

Oktay Duman: Bana göre Hamas birinci planda propagandif amacına çoktan ulaştı ve İsrail’in sanıldığı gibi yıkılmazlığı efsanesini, mitini yerle bir etti ve tarihlerinin en başarılı askeri eylemini yaparak tartışılmaz bir siyasi, askeri ve ideolojik bir zafer kazandı. Hamas’ın bu eylemi yaparken bunun sonuçlarını hesaba katmadan hareket ettiğini söylemek doğru olmaz. Pek çok kişinin tahmin ettiği gibi nereden baksan bir yılı bulan bir hazırlık sürecinde bu saldırının doğuracağı örgütsel, askeri ve politik sonuçlarını, İsrail’in hangi araçlarla ve hangi yoğunlukta, hangi politik hedeflerle üzerlerine geleceklerini, bölgedeki hangi güçlerin ilk elde yanlarında olabileceğini hesaba katmamış olduğunu sanmıyorum. Hamas o topraklarda bugün sonuçları kısa vadede ne kadar ağır olsa ve ne kadar kitlesel kayıplar vermiş olsa da bu eylemle birlikte Ortadoğu ve Müslüman topluluklar içerisinde Filistin halkının haklı davasının, savunucusu ve direnişçi gücünün kendilerinde olduğunu gösteriyor. Gazze’den halkın bölgeyi terk etmemelerini istemeleri, şimdiden hazırlığını yaptıkları olası bir kent savaşı için yığınak yaptıkları, sokak sokak savaşacakları yönünde bir kamuoyu da oluşturdukları bir gerçek. Tıpkı Lübnan Hizbullah’ının 2006 direnişinde olduğu gibi sokak sokak çatışarak, dövüşerek, ölme pahasına alacakları bir askeri yenilginin doğal bir sonucu olarak kazanacağı belli olan bir siyasi zaferi ve onun pratik kazanımlarını şimdiden cebine koymuş görünüyor. Hamas’ın –tabii ki diğer direnişçi güçlerin de- bu eylemiyle aynı zamanda yıllardır bütün Ortadoğu’nun ve dünyanın gözü önünde İsrail’in artık Filistin halkının yaşadığı katliamlara, topraklarını sürekli işgal ve ilhak etmesine, sivillere dönük her gün süren can kayıplarına, ekonomik ambargo ve bunun yol açtığı sefalete mahkum edilmiş yaşamlarına karşı gösterilen duyarsızlığa, adeta içten içe çürümeye doğru giden ve Filistin hareketine dönük tehlike çanları çalan sona, İsrail’in son yıllarda bölgedeki gerici Arap rejimlerinden Fas, Sudan, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri’yle imzaladığı ve Filistin sorununa karşı artık herhangi bir yükümlülük duymadıkları anlamına gelen Abraham Antlaşmaları ile bir anlamda artık Filistin cephesiyle bir dönemin kapanacağının işaret fişeğinin atılmasına “hayır” dedi. Arap dünyasında iyiden iyiye yalnızlaştırılmalarına ve görmezden gelinmelerine karşı bir çeşit “isyan” etmiş olmakla kalmadı, bu “isyan” üzerinden bölgedeki kimi Arap devletlerine, “artık Filistin meselesini görme ve üzerinde söz söyleme, sorumluluk alma zamanı gelmedi mi, zamana yayılmış bir halde ölümü beklememizi daha fazla isteyemezsiniz” demiş oldu. Çünkü Filistin Sorunu artık yukarıda anlattığım dinamiklerin ve gelişmelerin bir sonucu olarak artık önemli bir yol ayrımına gelmişti, Filistin’in direniş güçleri ya ayağa kalkıp yeni bir sayfa açacaklardı ya da o da bir zamanların şanlı El Fetih’i gibi içten içe çürüyerek köşeye sıkışacak benzer bir sonu yaşayacaklardı.

Şimdi hepimizin merak ettiği şeylerden biri Hamas başta olmak üzere diğer direnişçi Filistin gruplarının bir şehir savaşına ne kadar hazırlıklı olduğu. Hamas’ın halk desteğinin ne kadar yoğun olduğu, İsrail’in “siviller bölgeyi terk etsin” demesine ve süre vermesine rağmen halkın çoğunluğunun tam da Hamas’ın talep ettiği biçimiyle topraklarını terk etmeye yanaşmamaları şeklinde kendisini gösteriyor. Daha önceki şehir savaşlarının da gösterdiği gibi yaşanan tarihi deneyimler İsrail’in düşünüldüğünden, propaganda edildiğinden farklı olarak istenen hızda ve yoğunlukta başarılı olamayacağını gösteriyor. İsrail askerleri açısından girdikleri her sokağın, kuşattıkları her bir evin, geçtikleri her bir köşenin kendileri için bedelleri ağır olabilecek bir askeri risk olduğunu bilmek gerekiyor. Ki bu yönde İsrail ordusunun sayısı git gide artacağa benzeyen rehinelerin kaybı üzerine yaşayacağı yeni kayıplar, bu savaşın ve saldırının, kuşatmanın seyrini de etkileyecek sonuçlar doğurabilir. Direniş ne kadar uzarsa İsrail’in işi o kadar zorlaşır hem kamuoyunun bugünkü çoğunluğunu artık ikna edemez hale gelir tabandaki konsolidasyon çözülmeye başlar hem de ülkesinde ve bölgedeki itirazlar yükselmeye başlar. 

Komün Dergi: Aksa Tufanı operasyonundan sonra, önce Katar’ın, sonra da birkaç Arap ülkesinin Filistinlilerin yanında yer aldığı ve İsrail’i sorumlu tutan açıklamalar yaptığını düşünürsek, geçmişten bugüne Filistin davasına destek sunan Arap ülkelerinin bugünkü sessizliği ya da açıklama için bir süre beklemeyi gerektiren refleksi konusunda neler söyleyebilirsiniz?

Oktay Duman: Elbette ki Filistin bağlamında Şii ekseninin temsilcisi ve en önemli güçlerinden Hizbullah-İran hattı başta olmak üzere, savaşın farklı dinamiklerinin oyun kurucu olarak sahaya hangi hızda ineceklerini bilemeyiz belki ama inmeleri çok uzak bir ihtimal değil. Bunun doğrudan bir savaşın tarafı değil dolaylı araçlarla yürüteceği ve görünürde diplomasi ayağıyla, silah dışı yöntemlerle sahadaki yerini alacağını düşünmek şu aşamada bana en olası adım gibi geliyor. Öte yandan Ortadoğu’da yıllarca emperyalist ABD başta olmak üzere İran karşıtı uluslararası emperyal güçlerin tasfiye edilmesi gereken bir güç olarak görülen İran’ın öyle birkaç hamleyle diz çökmeyeceği, teslim alınamayacağı da bir gerçek. Kaldı ki İran’ın buradan yola çıkarak İsrail’e karşı açık bir savaş çağrısı yapmayacağı da görülüyor. Daha önceki Arap Baharı ve Suriye savaşında da gördüğümüz gibi bir çeşit vekalet savaşı diyebileceğimiz hamlelerin olabileceği, Hamas gibi üstelik doğrudan İran’dan destek aldığını söylemekten de çekinmeyen güçlerin bu savaşta yerlerini ilk planda İran gibi ülkelerden sağladıkları destekle sürdürecekleri de bir realite. Ama henüz İran’ın sahaya bir oyun kurucu olarak ineceğini düşünmüyorum. Öte yandan olası bir Hizbullah’ın sahada yer almasıyla ucu Lübnan’ın güney hattından başlayıp İran’a kadar uzanacak düşük yoğunluklu bir savaşın yaşanabileceğini, bunun birkaç hava saldırısı biçiminde stratejik askeri noktaların vurulmasıyla, sonrasında belki de uluslararası güçlerin devreye girip yanan ateşe su dökmeleriyle sonuçlanabilecek bir hamleyle de sönümlenmesi mümkün görülebilir. Arap ülkeleri açısından ise başından itibaren Filistin konusunda ikiyüzlü davranan güçlerin üstelik Suudi Arabistan gibi Amerika’nın ağzının içine bakan ülkelerin bölgedeki Amerikan çıkarlarını tehdit edecek ve İsrail ile kurduğu dengeleri bozacak açıktan bir İsrail karşıtlığı içinde olmak pahasına devreye girebileceklerini ve mazlum Filistin halkı yanında yer alabileceğini düşünmüyorum. Diğer Arap ülkelerinin çoğunun en kritik dönemlerde ortaya koydukları sayısız pratik bu konuda Filistin davası adına bana güven vermiyor. Geçmişten bu yana sayısız kez Filistinlilere kucak açmış, başta Golan Tepeleri sorunundan dolayı yaşadığı tarihi haksızlık nedeniyle de defalarca İsrail ile karşı karşıya gelmiş bir Suriye’nin ise istese de -savaşın yol açtığı yıkımın yaralarını henüz saramamışken- İsrail’in karşısına cepheden karşı çıkabileceğini şu aşamada düşünmüyorum.

Komün Dergi: Arap Baharı olarak adlandırılan dönemde Hamas’ın Suriye’de Esad yönetimine karşı savaşan cihatçı örgütlere olan desteğini ve dini temeldeki örgütlenmelerin Filistin topraklarında veya başkaca ülkelerde yaşayan Filistinliler arasında bu şekilde örgütlenmelerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Oktay Duman: Suriye’nin ciddi bir hafızası olduğunu ve özellikle başta Müslüman Kardeşler olmak üzere farklı varyantlarının özellikle Suriye’yi bir kan gölüne dönüştüren saldırılar döneminde oynadıkları rolü bir kenara not ettiklerini unutmamak lazım. Filistin hareketi içindeki dinci radikal İslamcı yapıların, cihadist grupların nasıl olup da dal budak sardığını ve toplumsal temellerini güçlendirdiklerinin sayısız örneğini yaşadık ve gördük. 2017 yılında gittiğim Kuneytra topraklarında Baas Tugayları’yla mülteci mahallelerini incelemiş, konuyla ilgili birtakım sorular sormuştuk. Daha sonra Baas Tugayları’nın Şam sorumlularından ve kurucularından aynı zamanda 82 yılının Şubat ayında başlayan Hama Ayaklanması’nı kanlı bir şekilde bastıran Velid Abaza bize bir dosya çıkarıp göstermişti. Dosyada 186 gencin cesetlerinin fotoğrafları ve yanlarından kimlik bilgileri vardı. Ne acıdır ki yüzde sekseni Kuneytra’dan örgütlenmiş, tünellerle İsrail tarafına geçen, orada tedavi olan, lojistik desteklerini aldıktan sonra geceleri cepheye sızıp Suriye güçlerine saldıran Filistinli gençlerden oluşuyordu. Yine aynı dönemde güvenlik nedeniyle giremediğimiz Yarmuk Kampı’nda da benzer örneklerin çokça karşılarına çıktığını söylüyordu görüştüğüm Suriyeli yetkililer. Bu örnek bile bize Filistin hareketi içinde radikal İslami grupların nasıl olup da bu kadar yaygın taban bulabildiklerinin tipik yansımalarından biri. Daha genel bir açıdan baktığımızda aslında şunu görüyoruz: ABD emperyalizmi dünya çapında 1980 sonrası komünizm tehdidine karşı yeşil kuşak projesi geliştirdiler. Bu projeyi önce Afganistan’da Sovyet tehdidine ve işgaline karşı Taliban’ı örgütleyerek hayata geçirdiler. Ardından CIA ve Pakistan kontrolünde mücahitleri örgütleyip bölgedeki haşhaş ekimine ve satışına göz yumarak dünya çapında satılan eroinden gelen gelirlerle Afgan gruplarını silahlandırıp Pakistan’daki askeri kamplarda eğitimden geçirdiler. Öte yandan bu projeyi Ortadoğu ayağında da geliştirdiler ve ülkemizde de en popüler haliyle Fetullah Gülen örgütlenmesi olarak kendisini gösteren, Sovyet tehdidine karşı çeperlerinde kimi ülkelerde ılımlı kimi Ortadoğu ülkelerinde ise daha radikal çizgide örgütlenmiş islami grup ve çevrenin büyüyüp güçlenmesini sağladılar. Ortadoğu’da oldum olası kendi kontrollerinde islami grup ve partileri her zaman el atında tutup, iktidara geldiklerinde ya da getirebildiklerinde de bölgenin enerji yataklarını, zenginliklerini finans kapitalin hizmetine sunmak için bunları kullanışlı aparatlar olarak değerlendirdiler. Böylelikle sınıf eksenli, ulusal kurtuluşçu hareketleri boğarak etkisizleştirip, kendilerine bir tehdit olmaktan çıkardılar. Ortadoğu’nun bugün mezhepçi boğazlaşmalara-çatışmalara sahne olmasında, bu eksendeki düşmanlıkların gelişmesinin elverişli olduğu bir sosyolojik dokuya sahip olmaları kadar aynı zamanda geliştirilen bu stratejilerin yattığına inanıyorum. Bu stratejinin Balkanlarda yol açtığı felaketler ise hepimizin hafızalarında.

Bu tür örgütlenmelerin Ortadoğu’daki gücü, toplumsal çatışma ve çelişkilerin maalesef sınıfsal eksenden kopartılarak dini ve ulusal eksenlerdeki çatışma ve çelişki zeminine kayabilmesinden kaynaklanıyor. Bugün Ortadoğu’da bir Şii-Sünni ekseni ve bu eksen üzerinden şekillenen yeni fay hatları, güç dinamikleri artık bölgede belirleyici özneler olarak varlığını sürdürüyor. Bölgedeki ana kamplaşmalar (Kürt siyasal hareketini bunun dışında tutarak söylüyorum) İran’dan Lübnan’a, Suriye’den Yemen’e… kadar bu eksende şekilleniyor. Bu toplumsal gerçek o bölgedeki Marksistlerin, meseleye sınıfsal eksende bakan devrimci grup ve çevrelerin sorumluluğunun ne kadar büyük aynı zamanda da işlerinin ne kadar zor olduğunu gösteriyor.

Komün Dergi: İsrail’e yönelik bu saldırı sırasında askeri hedeflerin yanında sivillerin öldürülmesi, kanlı bedenlerin teşhir görüntüleri bütün dünyada tepkilere ve Filistin davasının haklılığına ve meşruluğuna gölge düşürdüğü yönünde tartışmalara neden oldu. Öyle ki İsrail Devleti’nin yıllardır Filistin halkına yaşattığı zulüm ve esir kampına dönüştürülen Filistin topraklarında yaşanan ölümler, işkenceler, insanlık dışı uygulamaların yarattığı öfke ve tepkinin nasıl sonuçlar doğurabileceği dahi tartışılmaz oldu. Savaşın kuralları, şiddetin boyutu ve devrimci yöntemler açısından baktığımızda bu konuda neler söylemek istersiniz?   

Oktay Duman: Hamas’ın başını çektiği bu saldırının sanırım uzun süre hafızamızdan silinmeyecek olan görüntülerden biri; sizin de yukarıda verdiğiniz örneklerde gördüğümüz kabul edilemez uygulamaları, Siyonizm düşmanlığı ve İsrail’e karşı Filistin halkının haklı davası adına herkesin gözü önünde yaşandı. Fakat burada olası dezenformasyonlara, bilgi kirliliğine karşı bu tür olaylarda ilk servis edilen bilgilerin her zaman doğruları yansıtmayabileceğini düşünerek değerlendirmekte, temkinli olmakta yarar var. Öncelikle birinin verdiği haklı mücadele onun her yolu gözünde meşrulaştıracağı anlamına gelmez. Marksist ve devrimci yapılar egemen güçlere karşı verdikleri mücadelede sivil halkın; başta kadın, çocuk ve yaşlıların zarar görmemesi için azami özeni gösterirler. Hastane, okul, baraj vb. hedeflere saldırmazlar, sivil halkın zarar görmemesi için azami özeni gösterirler. Öyle ki örneğin IRA bombalama eylemlerinden önce kendisini ihbar edip AVM’leri, metro istasyonlarını sivillerin zarar görmemesi için boşaltılmasını isteyecek kadar ileri düzeyde bir hassasiyet gösterebiliyordu. O kadar uzağa gitmeden kendi ülke tarihimize bile baktığımızda bu konuda Türkiyeli devrimcilerin her zaman titiz davranmaya çalıştığını görürüz. Oysa Hamas gibi örgütler bırakın bu konuda gerekli özeni göstermeyi bazen tam tersine, üstelik bunu bilinçli bir politika olarak gerçekleştirebiliyorlar. Diğer yanıyla baktığımızda ise kimine göre 12 kimine göre 14 örgütle yapılan ortak operasyonun içinde devrimci, Marksist ve ilerici güçlerin de bileşeni olan bir yapı ile gerçekleştiği açıklanmasına ve bilinmesine rağmen Hamas’ın sivillere dönük kimi şiddet ve aşağılayıcı eylemleri bütün yapılar tarafından gerçekleştirilmiş ve savunuluyormuş gibi yansıtılmaya çalışılıyor. Her şeyden önce haklı ve meşru bir mücadele veren bir hareket; mücadelesini ve haklı taleplerini gölgede bırakacak, kitlelerin kafasını bulandıracak, düşmanının eline malzeme olacak en küçük bir eylemden dahi uzak durmayı kendisine şiar edinmelidir. Öte yandan yukarıda vurguladığım gibi yıllar içerisinde biriken haklı öfkenin demokratik, devrimci ve Marksist bir siyasal şekillenmeyle sonuçlanmadığında nasıl kör bir şiddet ve gerici bir tepkiye dönüşebileceğinin, şeriatçı mezhepçi İslami örgütlerin elinde nasıl şekillendirileceğinin de tipik göstergelerinden biridir bu yaşananlar. Benzer tepki ve öfkeler özellikle ülkemizdeki birçok siyasal İslamcı çevreler tarafından Yahudi olan herkesin Siyonist olarak algılanması, genel bir Yahudi düşmanlığıyla hepsini aynı kefeye koyma şeklinde kendisini gösteriyor. Bu tür zihniyetler örneğin İsrail’de de ciddi bir Barış Hareketi’nin olduğunu, Filistin halkının haklı davasını destekleyen yüz binlerce kişinin olduğunu örneğin 1982 Beyrut Savaşı sonrasında Tel Aviv’de 100 bin kişilik Barış Mitingleri yaptıklarını ve esir kamplarındaki tutsakların bir an önce serbest bırakılmasını istediklerini unutuyor ya da araştırmadığı için bu tür bilgiler görüş alanına girmiyor. Sadece geçen hafta İsrail Parlamentosu’nda bir Komünist parlamenterin, “Yaşananların suçu Netenyahu’nun politikalarıdır” deme cesareti gösterenin de bir Yahudi olduğunu görmüyor mesela. Karşı kampta ise Osmanlı’dan devralınan ama Cumhuriyet döneminde de alttan alta yıllarca zihinlere şırınga edilen bir ideolojinin etkisiyle Arapları küçümseme, hakir görme, Araplara güvenilmez, hak ediyorlar diyerek günümüze kadar gelmiş Arap düşmanlığı, Filistinlilerin yaşadığı mezalimi görmezden gelme hatta hak ettiler şeklinde yorumlara kadar uzanabiliyor. İşin asıl acı ve tuhaf tarafı az sayıda olmakla birlikte kendisine solcuyum, Marksist’im, sosyalistim diyen bazılarında da kökleri çok derin olan bu hastalıklı bakışın yer yer tezahür etmesidir. Bu tehlikeli ve çarpık eğilimin bir yansıması da özellikle bazı milliyetçi Kürt çevrelerinden gelen, “biz o kadar zulüm yaşarken onlar neredeydi” diyen, “biz az mı şey yaşadık” diyen tepkisel açıklamalardır. Bunda tabii ki hepimizin hafızalarında Saddam ile Halepçe Katliamı sonrası görüşürken ve onu kutladığı söylenen Arafat’ın Saddam ile çektirdiği fotoğrafın sembolik olarak yer etmesi var. En azından Kürt hareketinin ileri gelenleriyle yaptığım görüşmelerde onların böylesi düz, tepkisel bir bakışlarının olmadığını, tam tersine onların tarihsel olarak kendilerine sundukları fırsatlara hala müteşekkir olduklarını, Filistin hareketinin bugün yaşadığı güçten düşmeyi üzüntüyle karşıladıklarını, hala da haklı davalarının yanında olduklarını söylediklerini burada bir sorumluluk gereği paylaşayım. Burada bir kez daha bizde bilgiye dayalı tarihi bir okuma üzerinden gündelik politik tepkileri ortaya koymak yerine anlık, duygusal, reaksiyoner tepkilerle sorunlara yaklaşma hastalığımızın olduğunu da görmüş oluyoruz. Öte yandan -haklı bir duygusal nedene dayalı olarak gelişen, Rojava’ya dönük olarak yakın zamanda yapılan hava bombardımanlarına ve sivil halkın ölümüyle sonuçlanan eylemlere karşı solun farklı bileşenlerinin aynı derecede bir tepki verememiş olmasından daha çok beslendiğini düşündüğüm- acıların yarıştırılması, “biz neler yaşadık, onlar ne yaşadı ki”, “dünyada en büyük acıyı bugün Kürtler yaşıyor” gibi hem bilimsel olmayan hem de gerçekle örtüşmeyen, ayrıca kimsenin de bundan devrimci bir yarar ve sonuç sağlayamayacağı kıyaslamalardan da uzak durulması gerektiğini düşünüyorum.

Komün Dergi: Bugün yaşanan gelişmeler karşısında Türkiyeli devrimci örgütlerin çok farklı ve tartışmaya açık değerlendirmeleri oldu. Siz de Devrimcilerin Filistin Günlüğü başta olmak üzere çok sayıda kitap çalışmanızda farklı kuşaklardan devrimci kişilerle görüştünüz. O günlerde çekim merkezi Filistin sahası iken bugün devrimci yapılar gözlerini Rojava’ya çevirmiş durumdalar. Filistin ise uzun zamandır eskisi kadar devrimci yapıların gündeminde değildi. Ortadoğu’da gelişen bu iki, birincisi güçten düşmüş yorulmuş diğeri ise genç ve dinamik bir yapı olan Kürt hareketi açısından da bakıldığında neler söylenebilir? Sizin bu konuda çıkardığınız bazı dersler, söylemek istedikleriniz, paylaşmak istediğiniz gözlemleriniz varsa son olarak onları dinlemek isteriz.

Oktay Duman: Genel olarak devrimci ve sosyalist yapılar Hamas’ı ayrı tutarak direnişin tarihi arka planına dikkat çekip yılların birikiminin bir anlamda Hamas üzerinden bir dışa vurumu olarak görüyor ve bu direnişi selamlıyor. Fakat tıpkı Rojava sürecinde olduğu gibi bunda da gerekli refleksi gösteremedikleri, bölgenin kolektif sorunlarını halkların ortak davasında talep ve özlemlerinde buluşturacak bir siyasi inisiyatifi geliştiremediklerini görüyoruz. Oysa bugün gerek Kürt halkının gerekse Filistin halkının kaleme alınmış dayanışma mesajlarından, bir avuç kişinin katıldığı basın açıklamalarından, parlamentoda yapılan konuşmalardan, televizyon programlarında yapılan değerlendirmelerden, atılan twitlerden vs. daha fazlasına ihtiyacı var. Gerek Filistin gerekse Kürt dinamiği Ortadoğu’nun en uzun soluklu direnen iki ayrı dinamiği, kardeş topluluklarıdır. Üstelik tarihi siyasi bağları var. Filistin hareketi en zor döneminde Türkiyeli ve Kürdistanlı devrimci yapılara kapılarını sonuna kadar açmış, ev sahipliği yapmış, her tür lojistiği sunmuş… Bu anlamda da Filistin hareketine karşı vefayla bakmak, onların geçirdikleri siyasi değişimi soğukkanlı bir şekilde değerlendirmek, tepkisel ve duygusal çıkışlardan bağımsız nesnel olarak kavramak lazım. Bizler bir yanı Ortadoğu’ya yaslanan, oradaki dinamiklerden beslenen bir ülkenin ve sosyolojinin insanlarıyız aynı zamanda. Bugünkü tarihsel koşullar hayat, dünyadaki önemli devrimci dinamiklerden kimi örneklerinin en özgün ve canlı kesimlerinin hemen bizim coğrafyamızda, yanı başımızda, içimizde, komşu topraklarda olduğunu gösteriyor. Dün Filistin’e gider oralardan devrimci bir damar almaya çalışan devrimci yapılar şimdilerde yönlerini Rojava’ya çevirdiler ve oradan beslenmeye çalışıyorlar. Bu gerçek bizi Filistin’e sırt dönmeye, onları küçümsemeye yol açmamalı. Bu tür yorumların özellikle sosyal medyada bazen oldukça kırıcı bir dille yapıldığını görüyoruz. Bu da oldukça üzücü ve düşündürücü tabii ki.

Şunu unutmayalım. Bu ülkede Filistin halkının haklı davasının en samimi, en tutarlı ve tarihi olarak sahiplenicisi Türkiyeli devrimciler olmuştur. 1968 yılından itibaren o topraklara gitmiş, emperyalizme, Siyonizm’e ve gericiliğe karşı kanlarını akıtmışlardır. 1968’den bugüne yaklaşık 40 devrimci hayatını kaybetmiş, kolları kopmuş, yüzlercesi esir kamplarında kalmış, bir kısmı çatışma ve saldırılarda yaralanmış, hala cesetleri alınamayan, mezarlarının nerede olduğu bilinmeyen devrimciler vardır. Oradan ülkelerine döndükten sonra da Filistin’le hep dayanışma içinde olmuş, nerede olurlarsa olsunlar onların haklı davalarını gür sesle haykırmışlardır. O günlerde bugün siyasi İslam adına Filistin davasını bayraklaştırmaya, kullanmaya çalışanlar Kanlı Pazar’da 1969 yılında 6. Filoya karşı kıbleye duruyor, namaz kılıyor, emperyalizme karşı mücadele eden devrimci gençlere saldırıyor, ağızlarına doğru dürüst Filistin ismini almıyorlardı. Ne zaman ki 12 Eylül Darbesi’yle devrimciler güç kaybetti, büyük bir yenilgi aldılar, Filistin davasında İslami akımlar baş göstermeye başladı ancak o günden sonra ağırlıklı olarak Filistinlileri gündemlerine aldılar. Bugün hem İslami hareketler hem de hükümetin bugüne kadar Filistin meselesinde ne kadar ikiyüzlü bir tutum sergilediklerinin Mavi Marmara olayı dâhil sayısız örneğine tanığız. Bu aslında güçlü bir tarih bilincine sahip olmamızın, bugünü daha doğru anlamak için ne kadar gerekli olduğunu gösteriyor. Bunu yaklaşık on yıldır Türkiyeli ve Kürdistanlı devrimci örgütlerle Filistin hareketi arasındaki tarihi ilişkiyi sözlü tarih metoduyla irdeleyen, süreci yaşamış, yüzün üstünde kişiyle görüşmüş, 105 kişinin görüş ve deneyimlerine yer vermiş, Filistin tarihi okumaları yapmış birinin deneyimleriyle söylüyorum. Devrimciler en zayıf oldukları, hatta hapishanede dört duvar arasında oldukları dönemde dahi 1982 Beyrut Kuşatması’nın ardından gerillalar bölgeden boşaltıldıktan sonra gerçekleşen Sabra Şatilla Katliamı’nda Filistin halkıyla dayanışma bildirilerini sıkıyönetim mahkemelerinde okumuş, ayrıca kan vermek için sayısız dilekçe vermişlerdir. Bu sembolik adım bile ülkemizdeki devrimcilerin onlarla ne kadar içeriden, samimi bir ilişki içinde olduğunu gösterir. Ayrıca bugün Filistin hareketine burun kıvıran, görmezden gelenlere de bir çift söz söylemiş olayım. Onlar en zor dönemlerinde bizlere kapılarını açtılar. 1968’den 12 Mart günlerine, oradan 12 Eylül Darbesi’ne kadar her tür lojistik desteği verdiler. Büyük bir özveri ve gönüllülükle yaptılar üstelik. Öğrenmek isteyenlerin önünde bu konuda kaleme alınmış sayısız araştırma ve anı kitabı var. Uzun yıllara dayalı ama sonuca bir türlü ulaşamamış ama asla bu zulüm karşısında teslim olmamış bir halk gerçekliği var Filistin’in. Bunun için onlarla ilgili kullandığımız ifade ve değerlendirmelerde siyasi nezaketi, vefayı ve devrimci dayanışmayı yükseltecek bir yaklaşımı benimsemeliyiz. 

Devrimcilerin Filistin Günlüğü kitabımı hazırlamaya çalıştığım günlerde bu çalışmayı “zamanı geçmiş, demode bir konuyu işleyerek aslında zamanımı kaybettiğimi” düşünerek, “yaşanmış ve bitmiş, oradan alınacak ne var ki deneyim olarak” diye küçümseyen bazı arkadaşların bugün gece gündüz Filistin üzerine yaptıkları sosyal medya paylaşımlarını görünce hem şaşırıyor hem de seviniyorum. O günlerde gündemde Filistin yoktu, adeta sessizliğe gömülmüştü ama yeniden elleriyle bastığı toprağından güç alıp doğrulmayı bildi. Nereye doğru evrilir çatışmalar henüz kestiremiyoruz fakat bugün her şeye rağmen yok edemedikleri FHKC gibi Marksist ve devrimci yapıların olduğunu biliyoruz. Dileğimiz bu mücadelenin özgürlükçü, bağımsız bir çizgide, Marksist ve devrimcilerin liderliğinde tam bağımsız, eşit, demokratik ve sosyalist bir Filistin uğruna gerçekleşecek olmasıdır. Bugünkü dünya konjonktürü bölgede, halkları kuşatan emperyalist ve yerli gericiliğin karşısında halkların özgüvenlerine dayalı, birleşik, devrimci bir direniş kültürüyle, demokratik, dayanışmacı bir ilişkiyle ortak mücadele etmelerinin ne kadar hayati olduğunu bir kez daha gösteriyor. Bu vesileyle mazlum Filistin halkının Siyonizm’e ve emperyalizme karşı verdiği mücadeleyi saygıyla karşıladığımı söylemek istiyor, bana bu fırsatı verdiğiniz için teşekkür ediyorum…


*Oktay Duman kimdir?

05 Mart 1970’te Ankara’da doğdu. Üniversite yıllarında siyasi faaliyetleri nedeniyle cezaevine girdi, devam eden davalardan aldığı cezalar nedeniyle ülkeden ayrılmak zorunda kaldı. 2013 yılında Türkiye’ye dönen Oktay Duman, sözlü tarih çalışmaları yapmakta, yakın siyasal tarihimizle ilgili biyografiler üzerine çalışmakta ve halen İstanbul Üniversitesi Felsefe bölümünde okumaktadır.

Yayınlanan çalışmaları:

– Süleyman Kırteke Biyografisi-Devrim Uzun Sürer, İzan Yayınları, 2022

– Benim Adım Dilaver: Mehmet Fatih Öktülmüş Kitabı (Ufuk Bektaş Karakaya ile), Ayrıntı Yayınları, 2019

– Devrimcilerin Filistin Günlüğü 2, 1976-1985, Ayrıntı Yayınları, 2017

– Devrimcilerin Filistin Günlüğü 1, 1968-1975, Ayrıntı Yayınları, 2015

– Barikatlar Düşerken, Ozan Yayıncılık, 2013

– Kristal Geceleri’nde Uyuyamam, Zer Yayınları, Almanya, 2006