Corona salgınının dünya genelinde yarattığı sonuçlar üzerinden yapılan pek çok politik tartışmalarda Post-Marksist kavramlar kısmen dolaşıma girmiş olsa da beklentinin altında ilgi gördü. İktidar ve biyopolitika üzerinden kapitalizm tartışması yapmak elbette yeni değildi ve 1970’lerden beri piyasa oluşturmaya çalışan kavramsal envanterdi. Ancak konu Corona kuşatmasıyla kapitalizmin alabileceği olası biçimler meselesine dayandığında ise “iktidar” tartışmaları boşa düşmüş oldu. Zira bunun böyle olması kapitalizmin alabileceği nicel biçimlere dair tartışmanın çekiciliğini yitirdiği anlamına gelmiyor. Öyle ki tartışma niceli de aşıp senaryolara taş çıkartacak cinsten fantastik hikâyeler barındırıyor. Kapitalizmin akamete uğrayacağından, burjuvazinin yönetim krizine gireceğine; üretici güçlerin seyir değiştireceğinden, otoriter rejimler inşa edileceğine kadar uzanan geniş bir hayal alemi içinde buluyoruz kendimizi. Ancak bu senaryoların hepsinde ne hikmetse “esas oğlan” bir türlü yok, her şey “kendinden”.
Düşünce ile hareket arasında mesafenin giderek daha fazla açıldığı böylesi dönemlerde; hareket-eyleyiş diyalektiği bir öznelleşme sürecine mahal vermediğinden; fikir, eylemenin yerini alıyor. Böylece dünyanın fikri olarak yaşanması, fikri olarak mantıksal sonuçlar üretmesi kaçınılmaz olarak fikri de hayale dönüştürüyor. Öyle ki hayal bir kurucuya dönüşüyor. Denebilir ki hayaller hep kötü mü? Elbette hayallerin muazzam itkisi de vardır; ama hayalleri tahayyüle, tahayyülü harekete ve eyleyişe çağırma bir aralık gerekli kılar. Bu aralık gerekli ve yaratıcı bir aralıktır. Ancak içinden geçtiğimiz dönemin distopyalarına, kehanetlerine inanacak olursak durum böyle değil.
Olamamışlıktan kaçış çizgisine
Kapitalizm üzerine “eleştirel okuma“ yeni değil. Alman Devrimi yenildikten sonra Batıda ‘Eleştirel Marksizm’in ortaya çıkması, Rus Marksist geleneğine karşı bir nazire olmasıyla sınırlı değil, daha çok kapitalist gelişme karşısında işçi sınıfının nereye konulacağına dair bir akıl yürütmedir ve oldukça ‘bereketli’dir. Batı Marksizmi sendikal hareketlerden, sınıfın iç dünyasından çok, tüketici güçlerden ve entelektüel alanın karamsarlığından taşıdığı ‘eleştirel mesafe’, kendine dönük olarak da sürdü. Frankfurt Okulu’ndan, Post-Yapısalcılara uzanan süreç böyle dalgalanmalı ve teorik sınırlılığı aşamamış süreçleridir. Ancak bu ‘bereketli’ gelişmenin teorik sınırı aşamamış olması ve dünyaya bir cevap kuramamış olması, etkili olmadığı anlamına gelmiyor. Özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılması, neoliberal atakların etkili olması, Rus Marksizmi (buna Çin’i de dâhil edebiliriz) geleneğinden gelen dalga hareketleri ciddi şekilde sarsmış olması, ‘arayış odağı’nı da kaydırmış oldu. Rus Marksizminin ardıllarının şaşkınlıklarının bocalamaya dönüşmesi, neoliberal ataklar karşından sınıftan beklentilerinin hayal kırıklığı olarak geri dönmüş olması bir odak olarak artık daha çok ‘Akademik Marksizm’ diye anılan Batı Marksizmine rücu etmelerini getirmiştir. Bunun başka nedenleri de var; 20. yüzyıl devrimlerinin yarattığı dalga hareketleri, teorik üretkenliklerinden daha çok pratik üretkenlikleri ve onların deneyimleri üzerine şekillenmesi nedeniyle, pratiğin neoliberal politikalar karşısında aşınmasıyla, sahip oldukları ve kendi dinamiklerini ürettikleri alanda boşalmış oldu. Bu durum, onları yol ayrımına getirdi; ya daha da küçülerek “eski çizgi”nin devam ettirilmesinin sınırları zorlanacaktı ya da dünyada esmekte olan liberal politikaların teorik ve politik renkliliği içinde bir yer tutunmaya yönelecekti. Ve bu ‘geçiş dönemi’ 90’ların sol/sosyalist dünyasına damgasını vuracaktı. Özellikle daha homojen sosyal hareketlerin sınıf hareketinin yerini alması, kadın hareketinin büyümesi ve kendi alanını domine eder hale gelmesi, bunun üzerine bir söylem dili kurması, eş zamanlı olarak kimlik hareketlerinin politik alanı domine eder hale gelmesi gibi olaysal gelişmeler, o ana kadar kurulmuş fikri kerterizlerin krizini de tetikledi. Geleneksel devrimci hareketlerin 90’lara kadar domine ettiği kitle, kontrollerinden çıktı; neredeyse aynı kitle yeni liberal dönemin estirdiği rüzgarlarla birlikte ‘kurucu devrimci yapı’yı domine etmeye başladı. Bunun getirdiği şaşkınlık, domino etkisi yaratarak çözülmeyi de getirdi. Önemli miktarda kadro bu rüzgarda savruldu, siyaset piyasasında itibar arayışına girdi. Yeni çözülme süreci karşılıklı olarak birbirini üreterek, piyasa solculuğunu merkez üs alan haline getirdi. Bu işin politik bağlamı.
Kapitalizmle baş edemiyorsan bari ‘eleştir’ modası, sözün ve kavramın havalarda uçtuğu, kavram icat etmenin revaçta olduğu, kendine gramer geliştirdiği katma değeri “yüksek” piyasa oluşturdu. Konu piyasa olunca, tüketimi de oluştu. Ancak “eleştiri” onu deneyimleyebilecek ve sınayacak öznelerden azade olunca; sınırsızlıkla malul hal aldı. Öyle ki artık “ben söylerim olur” diyen, ‘eleştirel teori’den söz ettiğini varsayıyor. Bunun tipik örnekleri, Zizek gibi piyasa peygamberleri üzerinden temsilini bulan yeni tipolojidir.
Peki bu yeni tipolojiyi bu kadar cazip hale getiren şey nedir? Ya da solcuları Post-Marksistlere bu kadar yakınlaştıran şey ne? Bunun temel nedeni teorik boşluk değil, artık adını bir türlü koyamadıkları ‘arayış’larının odağının kaymış olması. Şöyle ki artçı akımlar olarak 20. yüzyılın devrim dalgaları ve anlatıları içinde nispi sınırlar oluşturmuş, görüş açıları ve pratikleri bir olgunluğa ulaşıp, deneyime mahal verecek yoğunluğa sahip olmaması nedeniyle özellikle örgüt deneyiminin daha çok ‘kendinde devrimci’lik olması nedeniyle güçlü esen yeni liberal rüzgarlar karşısında özgüven yitimiyle sorunu Marksizmin döneme cevap vermemesinde bulmaları. Ancak bu ‘yetmeyen Marksizm’in nasıl bir Marksizm olduğu ise muğlak. Bu muğlaklığın Marx’tan mı geldiği, Marksizm’den mi geldiği, onu yorumlayan 20. yüzyıl versiyonlarından mı geldiği spekülatif teorinin konusu. Corona mevzusuyla daha bir cafcaflı gündeme gelen birbirine çok yakın, aynı zihni formasyon tarafından biçimlendirilen “kapitalizm analizlerinde” örneğin Harvey şöyle söylüyor: “Ancak Covid-19, vahşi bir dalgalanmayı değil, en varlıklı ülkelerde egemen olan tüketim çılgınlığı biçiminin bağrında büyük bir çöküşün temelini oluşturuyor. Sonsuz sermaye birikiminin sarmal biçimi, dünyanın bir yerinden diğerine içe doğru çöküyor. Bunu kurtarabilecek tek şey, devletçe finanse edilen ve yoktan var edilen canlı bir kitlesel tüketim çılgınlığıdır. Bu, örneğin ABD’de bütün ekonominin, sosyalizm olarak adlandırılmadan, sosyalleşmesini gerektirecektir.” Birazcık ciddiyetle Marksizme göz gezdirmiş kişi bu analizin Marksist teorik alandan söylendiğine inanabilir mi, böylesi sallama analizlere atlar mı? Atlar! Bu tutarsız fikirler yalnızca anti-Marksist hayal görmenin ürünü değil, aynı zamanda Marksizme dair yanılsama üretmenin de yeni dili. Bu yalnızca Harvey’in burjuvaziyle, kapitalizmi birbirine karıştırıyor olması nedeniyle değil; devletle, kapitalizmi birbirine karıştırıyor olması nedeniyle değil, kapitalizmi yapısal bir modelden ibaret görmesi nedeniyle değil; kapitalizmi bir boşluk üretim süreci olarak görmesi nedeniyle de kafa karıştırma aygıtı görevi görüyor. Ve elbette vardığı mantıksal sonuç, söze dayanan eleştiri üretme sınırları içinde kalan zihin makinesi olmasıyla sınırlı değil; önermeleri bakımından da “ideolojik aygıt”. Yazının başında zikrettiğim tam da buydu; kapitalizm konstrüksiyondur ve kendi öznelerinden yoksundur bu nedenle de ya yeni nispi biçimler alacak ya da çökecek! Hatta bir tür devlet sosyalizmine mahal verecek! Ama yine de Harvey gibilerine kızmamak gerek, çünkü Harveylerin artık oldukça fazla solcu tüketicisi var! Ve pek çok ‘yeni akım’ solcu tipolojisi de bu zihin havuzunun içinde.
20. yüzyıl sonuçları ne olursa olsun devrimler ve restleşmeler zamanıydı. Anın ele geçirilmesiydi. Yani öznelleşme çağıydı. Öznelerin tarihe girdiği bir zaman aralığıydı. Öyle ki ‘devrim zamanı’ öznelerin birbirleriyle ideolojik bağlamlar kurduğu, bunun dilini oluşturduğu, bir kalıba dönüştürdüğü, kendi deneyimlerini birbirlerine tercüme ettiği zaman aralığıydı. Bunun için 20. yüzyıl, farklı veçhelerde olsa da devrimciliğin akım olduğu bir çağdı. Bu aralığın kapanmasıyla ve yenilgilerin tarihine yazılmasıyla; bizatihi bu çağa ruhunu veren özne de yalnızca eyleme alanından değil, kurucu olma vasfından değil, aynı zamanda düşünce dünyasından da kovuldu. Böylece öznesini yitirmiş sol, eylemenin diyalektiğiyle, düşünmenin diyalektiğinin bağının koptuğu yerde kefareti Marksizmin teorik haznesine yıkarak, kendi kaçış alanının seyrini yeni akım “eleştirel” alana yöneltti. Yani Post-Marksistler (Post-Marksizmi daha da genelleştirerek kullanıyorum) limanına sığındı. Bu elbette yalnızca zihnin iflası nedeniyle değil, daha çok eylemeden ve öznelleşmeden kaçış alanı olması nedeniyle bir tercih konusu olarak şekillendi. Artık bilgisayarın başına geçen neredeyse herkes; kapitalizm üzerine kehanet senaryoları, öznesiz ve örgütsüz toplumsal değişim senaryoları yazmaya başladı. Bunun adını da siyaset yapma ve analiz koydu. Bunu nasıl okumalıyız? Kendi özne olarak tarihten silindi, egosu kaldı ve ego da onu siyasetçi kulübüne dahil etti diye mi anlayacağız, yoksa karşı devrimcileşmenin portresi olarak mı okuyacağız.
Büyük laflar etme aymazlığında olan bu portre, Corona Virüsü ile burjuvazinin kapatmasına itirazsız dahil olduğunu hatırlama konusu yapmadan, siyasete devam edebiliyorsa, dert başka yerde; hala devrimci olduğunu iddia edenlerde demektir. Sayalım ki virüs vakası toplumsal kargaşanın ve ayaklanmaların kıpırdadığı bir zaman aralığına denk geldi, eve kapanmanın aymazlığının adını nasıl koyacaktık? Bu bizim için bir ad koyma sorunu değil, kime nasıl bakacağımız sorunu. Ve bir virüs tehdidiyle kapanan siyasetçi portresinin, yaratılan psikolojik bariyere takılan solcu portresinin hazin konusudur. Öznelleşme teorik güzelleme ve Akademik Marksizmin ‘hoş tınısı’ değil, bizatihi mevcudu ve mevcutta meydana gelmiş olan koşulları aşma ve bu aşma içinde var olma sorunu. Nasıl ki kapitalizm burjuvazinin durmaksızın sürmekte olan ucu açık “üretim süreci” ise, nasıl ki burjuva bu tamamlanmamış süreci, tamamlanamayacak biçimde, durmaksızın inşa etmek için teşebbüste(eylemde) bulunup, durmaksızın özneleşmek zorundaysa, onu yıkacak güçler de tamamlanmamış olarak, bir inşa süreci olarak durmaksızın öznelleşmek zorundadır. Bu basit bağlamı anlamak için külliyatlar devirmeye gerek yok; sadece sahiciliği olan devrimciye ihtiyaç var. Bu bakımdan yenilgi ve dağılma yıllarında kaçış aralığına sıkışıp kalmış olanlar öznelleşmeyi veciz bir söz ve güzelleme olarak ağızlarına sakız edecektir. Hatırlatmalı ki devrimcilik, aynı zamanda kendini kuran kavramların masumiyetini de koruma sorumluluğudur.
Piyasa işlerine gelince; Corona virüsü nedeniyle ne kapitalizm çöker, ne üretici güçler akamete uğrar ne de “başımıza talih kuşu” konar. Dünyamızda öyle bir kapitalizm henüz icat edilmedi. Bunun nedeni kapitalizmin biçimsel parametresi değil, sermayenin ve mülkiyetin doğasının buna izin vermemesi. Sermaye değil, daha çok mülkiyet ilişkileri çözülmeden, kapitalizmin çözülmez olması! Ticaretteki değişimler, sermaye akışının alan değiştirmesi, sektörel iniş ve çıkışlar kapitalizmi bir kaşık suda boğamaz. Bu olsa olsa devletlerin yüklerini, işçi sınıfına ve çalışanlara yıkmasıyla sonuçlanır. Alman Maliye Bakanı Corona’dan sonra Euro bölgesinde kemerleri sıkacağız derken, Alman devleti şirketlerin kasalarına pompalanmak üzere 750 milyar Euro’yu bütçeden çoktan ayırmıştı. Alman Merkez Bankası, bankalara verdiği borç paranın faizini sıfıra indirdi, yani bankalara bedavaya para pompalıyor. Aynı bankalar ortalama %7-9 aralığında faz ile bu paraları kredi olarak satıyor. Daha yüksek volümlü kredileri ise Corona sonrasına hazırlıyor. Ha keza Amerika, Fransa, Hollanda da aynı. Harvey’e inanacak olursak, Corona’dan sonra Amerika’ya “devlet sosyalizmi” gelecek. Kimilerine göre de kapitalizm üretimin biçiminde revizyonlara gidip, otomasyon üretimine daha hızlı geçiş için sıçrama yapacak. Otomasyon üretimden de öte, yapay zeka üretimine geçecek. Otomasyon üretimle, yapay zeka üretimi aynı şey değil. Ve kapitalizmin üretim araçları henüz daha o sınıra ulaşmış değil. Yapay zeka üretiminin sınırlarına gelmesi için bile mevcut üretici güçleri geliştirilmesi gerek. Ki mevcut oluşmakta olan üretici güçlerin canlı emek tarafı da bir önceki 20. yüzyılın güçleriyle aynı değil. Tersine, burjuvazi bir önceki yüzyıla göre rakamsal olarak değil ama üretimdeki payına ve etkinliğine göre canlı emeğe daha bağımlı. Çünkü eskiden “makinenin sırrı”nı bilen işçi, bugün bütün üretim tekniklerinin sırrını biliyor ve daha fazla bağlayıcı. Yani kimse kafa yormasın, otonom kararlar alabilen makineler henüz icat edilemedi, programlanabilir makineler icat edildi. Biz de zaten cep telefonu kullanırken, programlanabilir bir makine kullanıyoruz. Bu bakımdan “fantastik kapitalizm”in kendisi zamana girmeden, zihinlere girmiş ve sayıklamaya dönüşmüş olmasını ahalinin fazlaca bilim kurgu ve fütüristik filmlere inanmış olmasına yormalı. Buraya kadar bir sorun yok, sorun bu sayıklamayı bir dünya görüşü haline getirmede var.
Zamanda sınır çizgisi; ya çemberin içindesin ya da dışında
Corona Virüsü; bir sağlık sorunundan öte zamanın ruhudur. Kapitalizmi “kendi yasası” olarak okuyup, burjuvaziyi de sermayedar olarak göremeyeceğimizin veciz bir tercümesidir. Görmenin sözden önce geldiğinin de bir hatırlatmasıdır. Ama daha önemlisi zamanın içinde yapacağımız yolculukların nasıl olacağına dair de işarettir. Nasıl ki hayat, her daim zamanı gelmiş şeylerin kendini gerçekleştirme anlarından ve olaylarından ibaretse; her zamanı gelmiş şeyler, kendini gerçekleştirirken dolayımını kurduğu şeylerin de yalnızca mevcudunu değil, anlamını da değiştirir. Bu durum dünyayı nasıl anlayacağımıza dair de zihni bir envanterin inşasını gerekli kılar. Kapitalist gelişme süreçlerini determinist okumalara tabi tutmak, “yoklar ülkesi”ne bakmaktır. Kapitalist zamansallığın, üretimin seyri içinde kendi dinamiklerini meydana getiren canlı ilişki olduğunu Marx’a bakarak anlamak yeterli. Kapitalizm bir ilişki sorunudur. Bir “Beziehung“dur. Çünkü üretim, bir ilişki sorunudur. “Beziehung“un bir adım sonra “Verhältnis“e yani bağıntıya, bağlama dönüşmesidir. Dahası bir ‘değere/orana’ dönüşmesidir. Bağlam, üretim sürecinin tekâmülüdür. Yani gelişimidir. Yani insanlar arası ilişkinin gelişimidir. Biz kapitalizmin akamete uğramasından söz ederken bir “Beziehung“un, insanlar arası ilişkinin akamet uğramasından söz ediyoruz demektir. Yani o ana kadar insanlar arasında kurulmuş ilişkilerin meydana getirdiği, hukuki, ahlaki, estetik, geriye ne varsa onların akamete uğramasından söz ediyoruz demektir. Çünkü toplumsal ilişkiler, üretim ilişkisidir. Yani kapitalizm canlı bir ilişkidir. Bu bakımdan meta canlı birşeydir. Çünkü ‘can’lar arası “Beziehung“un, ilişkinin bir dolayımdır. Ama aynı zamanda manâdır. Yani meta ilişkisi dediğimiz şey de canlı ve manâlı ilişkidir. Bu bakımda kapitalizme karşı mücadele edeceğim demek, ‘can’a, ‘canlar’ arasındaki ilişkiye karşı mücadele edeceğim demektir. Bu aynı zamanda bir zaman sorunudur. Zamanı anlama sorundur; zaman ve hareket arasındaki yasanın nasıl işlediğini anlama sorundur. Zaman ve hareket de bir ilişkidir. İlişkiye kimin karar vereceğine dair gerilimin kurulduğu ‘an’dır. Biz bir toplumsal hareketten söz ediyorsak, toplumsal ilişkiye kimin karar vereceği üzerinden meydana gelen eylemden söz ediyoruz demektir. Yani ‘can’ı kimin kuracağından söz ediyoruz demektir. Bu bakımdan proletarya iktidarı, emeğin iktidarı değildir;‘can’ın nasıl yeniden kurulacağına karar verme ve sonucuna ulaştırma eylemidir.
Corona virüsünün hem normatif anlamda hem de ilişkiler anlamında ‘can’a kastetmesi rastlantı değildir. Ama burada esas yıkıcı soru şu; biz Corona virüsü üzerinden kastedilen ‘can’a karşı nasıl bir ıraklık açısı kuracağımızdır! Liberalin hümanizm gemisine binip; ‘cana’, can’ mı katacağız, yoksa o mevcut anda meydan gelmiş ve bir kriz sorununa dönüşmüş olan ‘can’ın akamete uğraması için mi mücadele edeceğiz. Bu cümlelerin, okuyanın önceden alıştığı zihin çalıştırma biçimini ve dünyaya bakma biçimini oldukça zorladığını biliyorum. Dahası modern saiklerin onu farkında olmadan nasıl metamorfoza dönüştürdüğünü biliyorum.
Komünistler dünyaya gevezelik olsun diye bakmazlar. Entelektüel meşgale olsun diye bakmazlar, siyasetçiliğin şanından olsun diye de bakmazlar; bir hakikat arayışından ve hakikat anlayışından bakarlar. Marx ve Marksizm bizim siyasetçilik markamız, sembolümüz, kartvizitimiz değildir. Hikaye anlatıcımız da değildir. Marksizm bizim dünyayı nasıl anlayacağımızı ve değiştirme olanaklarını nasıl yoklayacağımızın anahtar kavramlardır. Yani mevcut zamansallığa ruhunu veren “Beziehung“ un çıkmaz sokaklarını görme olanağımızdır. Marksizm yaşayandır. ‘Can’da olandır. ‘Can’ı, can’dan çıkartandır. Can’a adını koyandır.
Kapitalizm bir ”sıkıntı” yaşarken bunu insandan azade yaşayamayacağını virüsle birlikte öğrenmedik. Çok daha önce; hem Marx’tan öğrendik hem de birkaç yüzyıllık kapitalist toplumun pratiklerinden öğrendik. Başka bir şey daha öğrendik; bir kapitalizm var, bir de ona hariçten gazel okuyan siyasetçi erbabı solcu var pozisyonunun ‘komik insanlar manzarası’ olduğunu öğrendik.
Kapitalizm neydi? Bir ilişki, canlı bir ilişkidir! Ha keza sınıf ve sömürü de bir ilişkidir. Hatta daha fazlası, manâdır. Bu bakından devrimler yalnızca ilişkilerin yıkılış ve kuruluşa anları değildir, aynı zamanda manânın da yıkılış ve kuruluş anlarıdır.
Ama aynı zamanda biliyoruz ki kapitalizm; bir zamandır. Olmuş bitmiş olan değil, durmaksızın olmakta olandır. Bu zamanın çizgisidir. Ama asla zamanın ufku değildir. Ya bu zamandan çıkmak için, bu zamana adını koyan canlı ilişkiyi yıkacağız ve çemberin dışına çıkacağız. Ya da şimdi olduğu gibi çemberde kalıp, ‘can’a, can katacağız.
Virüs mü dediniz, onu devrimci bir olanak olarak görün.